1 Mart 2004
<B>HAYATIMIZA </B>yeni bir kavram daha girdi: <B>BOP!</B>Daha ne olduğunu tam anlamadan BOP'çular ve karşı-BOP'çular türedi. Ancak, bu kez iki tarafın da tam bilmediği bir konuda ahkam kesmesinde hiçbir mahsur yok, zira kavramı ortaya atanlar da henüz ne demek istediklerini tam olarak idrak etmiş değiller.
* * *
Ne olduğunu zihnimizde şekillendirebilmek için aklın kavramları anlama eylemine yardımcı olan ‘‘benzetme metodu’’ en kolay yöntem.
O zaman da zihinlere 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa'nın yeniden inşa edilmesinde büyük rol oynayan Marshall Planı takılıyor.
Bu sefer de ‘‘Hiçbir şeyin başka hiçbir şeye tamamen benzeyemeyeceği’’ ilkesinden hareketle Marshall Planı ile BOP arasındaki benzememezlikleri tespit etmeye çalışıyoruz.
Türklerin meseleleri benimseme veya benimsememe kıstasları arasında cukka büyük rol oynadığı için de bazıları Marshall Planı'nın cukkası olduğu için başarılı olduğunu, BOP'un ufkunda henüz cukka gözükmediği için başarılı olamayacağını iddia ediyorlar.
* * *
Özgürlük istedikleri zaman karşılarına ‘‘ama bizim tarihimizden gelen bazı özelliklerimiz var’’ diye çıkıldığı için yakınan İslamcılarımız, zihinsel seviyede olsa dahi Ortadoğu'ya zerre kadar katkıda bulunmadıkları halde ‘‘İstemezük! Ortadoğu'nun kendi tarihinden gelen özellikleri var’’ diyerek BOP'a karşı çıkıyorlar.
Kalkınma, büyüme, verimlilik, yatırım, insan sermayesi gibi kavramlar İslamcıların düşünce haritalarında hiç yer bulamadığı için onlar, henüz kabaca tartışılıyor olsa dahi, reddettikleri şeyin özünün ne olduğunu dahi kavramış değiller.
* * *
Nedir BOP?
Bir kere henüz plan değil, bir proje!
El yordamı ile tarif edersek:
Açık hedefi: Uluslararası terör ile kökten mücadele!
Bana göre iki adet de açıkça beyan edilemeyen hedefi var:
1) ABD seçimlerinde Başkan Bush'un eline bir koz vermek.
2) ABD'nin Ortadoğu'ya yerleşmesini meşrulaştırmak.
Ama rızayla, ama tehditle Avrupa ülkeleri, Rusya, Çin de bu projeye davetli!
Projenin hedefine ulaşmak için temel bir varsayımı var.
Genel anlamı ile kalkınma ile terör arasında ters bağıntı vardır!
Eğitilmiş insanlar, iş sahibi insanlar global dünyaya daha kolay entegre olur ve terörden uzaklaşırlar!
* * *
Bu hafta BOP Hope (umut) mu değil mi, bunu irdelemeye çalışacağım.
Çarşambaya ‘‘Türkiye'nin BOP içindeki yeri!’’
Yazının Devamını Oku 
28 Şubat 2004
<B>BUGÜN </B>bir arkadaşımın bana yaptığını ben de size yapmak, bir<B> tiyatro oyunu</B> seyretmenize <B>vesile olmak</B> istiyorum. Gündelik hayatın gailesi, teknolojinin hayatımıza getirdiği kolaylıklar önce bize birbirimizle konuşmayı, dertleşmeyi unutturdu; sonra da kendi kendimiz ile yüzleşmeyi iyice boşladık.
Galiba tiyatro bize kim olduğumuzu sorduruyor, bizi bizle baş başa bırakıyor.
Tiyatro; ışıklar söndükten, perde açıldıktan sonra bizi kocaman bir kalabalığın içinde kendimizle baş başa bırakıyor.
Tiyatroda insan kendi kendisiyle yüzleşiyor.
Belki garip gelecek ama tiyatroda insan, insan olduğunu hatırlıyor.
* * *
Ulaşılması çok daha kolay olmasına -bizzat evin içinde- rağmen TV bize aynı duyguyu veremiyor.
TV, tiyatro kadar ‘‘gerçek’’ değil, ‘‘güzel’’ de değil.
Daha doğrusu TV'de güzel olan insana değil, onun önce yaratıp sonra taptığı teknolojiye ait.
Sinema da çok güzel ama tiyatro kadar gerçek değil.
En küçük hatalarını anında tespit ederek, teknolojinin çok az şeyi gizleyebildiğini bilerek oyuncuları sahnede et kemik olarak seyretmek bambaşka bir olay.
Sinemada da insan insan ama tiyatroda daha bir insan!
Araya teknoloji çok daha az giriyor.
Tiyatroda insan insanla, kendi kendisiyle doğrudan temasa geçiyor.
Tiyatroya gidin ve Devlet Tiyatroları ile başlayın.
Ekonomik zorluklar özel tiyatroları tiyatro olmaktan çıkarttı, istisnaları dışında onlar temaşa zanaatını öne çıkarmaya çalışırken Devlet Tiyatroları hálá tiyatro yapıyor.
Her şeyden önce bilin ki, aldıkları küçücük maaşlarla bu insanlar hálá tiyatro yapıyorlarsa; yönetmeninden oyuncusuna, ışıkçısından dekoratörüne bu insanların hepsi tiyatroya áşık!
Bir insan yaptığı işi aşkla yapıyorsa, onu seyretmeye doyum olmuyor.
* * *
Geçen akşam Gogol'ün Müfettiş adlı oyununu seyrettim.
Daha önce aynı oyunu birkaç kez seyretmiştim.
Ancak, bu kadar farklı, bu kadar güzel yorumlandığı, görselliğin söylemi bu kadar yakından desteklediği, grotesk ile Karagöz'ün abartma sanatının bu kadar nefis meczedildiği bir Gogol, hatta herhangi bir klasik eser hiç seyretmemiştim.
Oyunu yöneten Müge Gürman uluslararası seviyede dikkat çekmesi gereken bir yorum getirmiş oyuna.
Başta Çetin Tekindor ve Zerrin Tekindor olmak üzere tüm kadronun; adeta matematik ile hesaplanmış bir uyum içinde, bu kadar muhteşem oyunculuk sergiledikleri bir tiyatro eserini yıllardır seyretmemiştim.
Sezonun oyunu Müfettiş olsa gerek.
Tiyatroya gidin ve mutlaka Müfettiş ile başlayın.
Hem de ne için gidin, biliyor musunuz?
Kasıklarınızı tuta tuta gülmek, eğlenmek için gidin.
Nasıl olsa, istemeseniz de düşüneceksiniz.
Yazının Devamını Oku 
26 Şubat 2004
<B>BAŞBAKAN Müsteşarı</B> ile ilgili <B>‘‘intihal’’</B> iddiaları -başka birisinin görüşlerini kendi görüşleri gibi takdim etmek- akademik dünya açısından <B>ayıplı suça</B> işaret eder. Hükümetin bu konuda duyarsız olduğu; Başbakan'ın danışmanının yazdığı ve AKP'nin kimliğini ilan ettiği ‘‘Muhafazakar Demokrasi’’ kitabında da intihal yapmasına sessiz kalması ile de belirgindir.
Belli ki Başbakan akademik konularda ‘‘Benim memurum işini bilir!’’ tavrındadır. Ayrıca, Müsteşar'ın yakın geçmişte ifade ettiği görüşlerinden rahatsızlık duyanların hak payı vardır.
* * *
Ancak bütün bu tartışmaların Kamu Reformu Yasa Tasarısı ile hiç ilgisi yoktur. Tasarıyı Müsteşar takdim etti diye yasadan da şüphe duymanın akıl kullanmak ile yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur, olsa olsa maraz bir hastalık olan paranoya ile ilişkisi vardır.
Taslakta yer alan maddelerden gerekçe göstermeden:
- Bunlar yazsa yazsa şeriatçı taslak yazarlar, mantığı hiç ikna edici değildir.
Taslağın teftiş kurullarını konsolide etmeyi amaçlarken; devletin denetim görevini tamamen ortadan kaldırmasından ben de rahatsızım.
Ancak...
50 yıldır bu ülkede hemen herkes merkezi idarenin ceberut, hantal ve verimsiz yönetiminden şikáyet eder, hemen her hükümet iktidara gelmeden önce bu durumdan yakınıp, iktidara geldikten sonra da ‘‘Ama bizim kendi tarihimizden gelen özel şartlarımız var’’ masalı ile kaçak güreşirken; CHP kendi iktidarları dönemlerinde bu konuda hemen hiçbir şey yapmamış iken, daha açık konuşalım; seçilmişlerin emirlerindeki atanmışların illa ki ellerinden alınmasını istemedikleri merkezden dayatma hakkı karşısında el pençe hazır ol durdukları bir ülkede yetkiyi büyük oranda merkezden taşraya taşıyan bir yasa taslağına sadece sahip çıkmak gerekir...
* * *
Olsa olsa bu taslak ile ilgili olarak ‘‘Neden bazı organlar hálá merkezi yönetimde kaldı; tamam Silahlı Kuvvetler ve Kolluk Kuvvetleri'nin merkezde kalmasının mantığı var ama örneğin neden eğitim merkezi yönetimin elinde tutuluyor?’’ diye sormak gerekirken; adının içinde cumhuriyet (cumhurun yönetimi) ve halk kelimeleri olan bir partinin; yönetimin taşraya devrinden neden bu kadar ürktüğünü anlamak çok zordur.
Eğer klasik anlayışla ‘‘Siyasi partiler temsil ettikleri sınıf ve zümrelerin haklarını savunurlar’’ diye bir varsayım kullanacak isek; bu durumda CHP'ye ‘‘atanmış sivil-asker bürokrasinin’’ partisi demek daha doğru olur.
Türk solunun önüne çöreklenmiş, onun ileri gitmesine engel olmak için kol ve bacaklarını tutan:
Devlet partisi!
* * *
Kamu Reformu Yasa Tasarısı ile ilgili tartışılacak bir sürü alan var.
Ancak, bu tasarı Türkiye Cumhuriyet tarihinde liberal demokrat yörüngede atılmış en önemli adımlardan birisidir; özgürlükçü, halkçı, devlet-millet ilişkisini doğru yönde tersyüz eden çok önemli bir gelişmedir.
Üstelik, bizim gibi ülkelerde siyasiler açısından teklif edilmesi ve savunulması mangal gibi yürek ister.
Yazının Devamını Oku 
25 Şubat 2004
<B>KIBRIS meselesinde</B> New York'ta varılan antlaşma <B>‘‘dönülmez akşamın ufkunu’’</B> ilan etti ve bu durum Türkiye'nin ilerlemesini isteyen herkes tarafından takdir ve sevinçle karşılandı. Ancak, heyecanlı günler yaşanıp az da olsa hazmedildikten sonra ‘‘gerçek politika’’ konuşmanın zamanı tekrar geldi. Zaten, ilgililer konuşmaya başladılar bile.
Rauf Denktaş ‘‘boşlukları Kofi Annan'ın doldurması’’ teklifini Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile bir mutabakat içinde hazırlamadıklarını, Uğur Ziyal'ın kendisine bizzat New York'ta tebliğ ettiğini açıkladı.
Mehmet Ali Talat da New York'ta Rauf Denktaş ile yaşadığı zorlukları nazik bir dille ilan etti.
Talat'ın, Denktaş'ın değiştiğine ikna olmadığı aşikár.
İnsanlar; Rauf Denktaş'ın Ankara'da daha önce işbirliği yaptığı çevrelerden bu kez destek alamayınca kaderine razı olduğunu düşündüler.
Zorlama ile olsa da, bu rızanın artık çözüme dek süreceğine inanmak istediler.
Ancak, galiba New York'ta yaşananlar çerçevesinde yaşadığımız heyecanlar bize eşyanın tabiatına uygun davranma mecburiyetini bir anda unutturdu.
* * *
‘‘Kıbrıs meselesini’’ yakından takip eden bir kişi olarak 1983 sonrası TC ile KKTC arasında kurulan ‘‘bal tutan parmak yalar’’ bağının çözümün önündeki en büyük engel olduğunu en başından beri söylüyorum.
Kıbrıs meselesini tıkayan iki ana unsur var:
1) KKTC'de dağıtılan takriben 200 bin Rum tapusu ve
2) Yine KKTC'deki ‘‘Kat Bankacılığının’’ kayıtları.
* * *
Metin Münir'in başlattığı, başta yanlış sorular ile olsa da, Serdar Turgut'un devam ettirdiği ‘‘KKTC'de tapu sahibi olan gazeteciler kimlerdir?’’ sorusunun cevabını ben de çok merak ediyorum.
Ancak ben KKTC'de mal sahibi olan TC vatandaşı emekli generaller, diplomatlar, büyükelçiler, siyasetçiler ve akademisyenlerin adlarını ve yabancı bir ülkede nasıl mal sahibi olduklarını da çok merak ediyorum.
Sadece birkaç örnek olarak, Yılan Adası'nda kimlerin (No: 2431) tapusu var, bu tapu nasıl elde edildi; Kalkanlı, Yuvacık, Mevlevi Köyleri arasındaki 705 dönüm ve 1500 adet arsa kimin, Girne/Zeytinlik Köyü'ndeki kooperatifi (Şahinler Sitesi) kimler kurdu, bu kooperatif Kıbrıs'ta mı yoksa İstanbul'da mı kayıtlı, Girne Belediyesi'nde imar izni var mı, kuruculardan elçiler, askerler, akademisyenler vb. mal sahibi olabilsinler diye 15 Mayıs 1991'de KKTC vatandaşı yapıldılar mı, Orkinos Çiftliği Projesi'nde kimler var? Bu soruların cevabını da çok merak ediyorum.
* * *
22 bin insanın takriben 100 milyon dolarını, sahibi olduğu Kredi Bankası'nda batıran, kamuoyunda ‘‘dünür’’ lakabı ile maruf Salih Boyacı geçenlerde 6 yıl hapse mahkûm edildi.
Peki şimdi hapiste mi? Hayır! Mahkûm olduğu ilk günden beri Devlet Hastanesi Dahiliye Servisi'nde özel bir odada yatıyor.
100 milyon dolar TC vatandaşlarının parası ile ödeniyor; dünür hastanede ziyaretçi kabul ediyor!
Yazının Devamını Oku 
23 Şubat 2004
<B>KIBRIS</B>'ta müzakereler nihayet başladı. Bu olgu kendi kendine bile çok büyük bir adım. Müzakereler sırasında tarafların temsil ettikleri insanların haklarını korumak için mücadele vermeleri çok doğal.
Adı üzerinde müzakere bu, itiş kakışla geçecek.
Müzakereler ertesinde hem Türk, hem Rum tarafının boşlukları doldurma yetkisini Kofi Annan'a vermeleri müzakerelerin tıkanma ihtimalini tamamen ortadan kaldırıyor.
Artık referandum her iki toplum için de kaçınılmaz bir gerçek.
Ancak, her iki tarafta da hálá statükocular var.
* * *
Rum kesiminde ‘‘Türklere nanik yaparak’’ AB'ye girmek isteyenler olduğu gibi gerek ana, gerek yavru vatanda statükonun devamını isteyenler hálá var.
Onlar, öyle kolay kolay pes etmezler.
Onlar açısından savunulacak son kale referandumdur.
Referandumdan ‘‘Hayır!’’ çıkmalıdır!
Bunun için çetin mücadele verecekler.
Rum kesimi referandumda ‘‘hayır’’ oylarından kaçabilmek için AB üyeliği ile Annan Planı'na verilecek oyları birleştirerek, acı ilacı şekerin içinde yutturmaya çalışacak.
Bizdeki statüko pekala biliyor ki; artık kaçamayacakları referandumda Türk kesimi açısından oylanacak olan Annan Planı değil AB üyeliği olacaktır.
Bu açıdan ‘‘hayır’’ oylarının çoğunluk oyları olması için şansları pek yüksek değil.
O halde başvurulacak iki yöntem var:
1) Müzakerlerde başından itibaren işi yokuşa sürmek, De Soto ve Annan'ın taraf tuttuğu mesajını devamlı yaymak. Eminim, Kofi Annan boşlukları doldurduktan sonra bunlar ‘‘Annan bizi Rumlara sattı, vatan elden gidiyor’’ diye yaygara koparacaklardır.
2) İpleri germek; gerek ana, gerekse yavru vatanda milleti hamasi duygularla kuşatıp ‘‘vatanseverler’’ ve ‘‘vaan hainleri’’ olarak ikiye bölmek.
Refrandumda ‘‘evet’’ oyu kullanacakları ‘‘vatanı satmakla’’ suçlamak.
Gereğinde sertliğe başvurmak!
* * *
Bana; ‘‘Nasıl oluyor da bu kadar erken böyle bir kaygıya kapılabiliyorsun?’’ diye sorulabilir.
Kaygım bir eylemden kalkınıyor. Türk medyası nedense pek üzerinde durmadı ama; geçenlerde KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat'ın evine konan bomba beni çok rahatsız etti.
Allah'a şükür kimse zarar görmedi ama eylemin mesajı çok açık idi.
‘‘Biz hálá buradayız!’’
Ada halkını nebze kadar tanıyanlar, aralarında münakaşalar olsa dahi birbirlerine zarar vermekten ne kadar imtina ettiklerini bilirler.
Zaten onlar ya akraba, ya da arkadaş.
Kavga, dövüş bilmezler.
Atılan bomba kadar, ufacık Ada'da yetkililerin suçluları bulamaması, hatta atılan bombanın türü ve menşeini dahi tespit edememesi beni aynı oranda kaygılandırdı.
* * *
İnşallah yanılırım ama referandum öncesi Türk ve Kıbrıs yetkililerini şimdiden uyarmak istedim.
Yazının Devamını Oku 
21 Şubat 2004
<B>21. yüzyıla,</B> onun dayattığı teknolojiyi <B>-bilişim teknolojisi-</B> hem üretip hem tüketerek; bu amaçla teknolojiyi hem hazmederek hem de ortaya çıkardığı yeni düşünce sistematiklerini öğrenerek <B>-eğitim-</B> hazırlanmak zorundayız. Ancak, bu arada bir özelliğimizi de unutmamalıyız:
Biz hálá insanız!
Her şeyin üzerinde insan olduğumuzu unuttuğumuz anda içi boşaltılmış insana dönüştüğümüzün farkında olmak, 21. yüzyıla hazırlanmanın en doğru yöntemidir.
İçi boşaltılmış insan durumuna düşme ihtimali; 20. yüzyılın son çeyreğinde teknolojinin tek doğru olarak algılanmaya başlaması ile bizi içimizden kemirmeye başlamıştır.
İnsan olduğumuzu bize hatırlatacak, bizi insan olarak zenginleştirecek tek yöntem ise kültürdür.
Kültür, tarih sürecinde damıtılmış insanlık bilgisidir.
Kültür öğretisine, geniş anlamıyla ‘‘insan olma öğretisi’’ de denebilir.
* * *
Kültürün mesajının; insanlar tarafından en kolay hazmedilme yöntemi ise güzel olan her şeyin içinde eridiği sanattır.
Sanat kendisini edebiyatla, resimle, heykelle, musiki vb. ile var eder.
Ancak, 21. yüzyılda kitlelere ulaşma yöntemi TV ve türevleri ile rekabet etmek zorundadır.
21. yüzyılda insan kalabilme mücadelesini kitleler önünde en kolay verecek iki sanat dalı ise tiyatro ve sinemadır.
Son zamanlarda Türk sinemasının büyük hamleler yaptığını ve bu hamlelerini piyasanın arz-talep kuralları çerçevesinde başardığını memnuniyetle görüyoruz.
Ancak, dünyanın herhangi bir yerinde tiyatronun salt piyasa koşulları ile şekillenemediği bir gerçek.
Bu gerçeği benim gibi ateşli bir piyasa ekonomisi savunucusu dahi kabul etmek zorundadır.
* * *
İnsanlık mesajını 21. yüzyılda TV ve türevleri ile rekabet içinde ayakta ve zinde tutabilecek en önemli sanat dalları, sinema ve tiyatrodur.
21. yüzyılda devletin müdahil olması gereken nadir alanlardan birisi şüphesiz tiyatrodur.
Devlet Tiyatroları (DT) Genel Müdürü Lemi Bilgin, DT'nin aralarına Gaziantep'in de katılması ile 13 yerleşik ortamda hizmet verdiğini, 30 sahneye sahip olduğunu, her yıl ortalama 120 prodüksiyon gerçekleştirdiğini ve 70-80 yerli oyunun oynandığını, 700'ü oyuncu olmak kaydıyla 2000 çalışanının bulunduğunu, yılda 5000 kez perde açtıklarını söylüyor.
Genel Müdür'ün gönlü daha fazla sayıda yerli oyun yazılmasını istiyor.
* * *
Entelektüel Kültür Bakanlarından Erkan Mumcu liderliğinde, ‘‘Kültürün 21. yüzyılda ve onun dayattığı koşullarda insanımıza neler katabileceği’’ yukarıda takdim ettiğim perspektif çerçevesinde tartışmaya açılmalıdır.
Benim ilk önerim: Her ile bir devlet tiyatrosu!
Türk tiyatrosunun anası da babası da devlet tiyatrosu!
İşe oradan başlamak gerekiyor!
Yazının Devamını Oku 
19 Şubat 2004
Eğitim<br><br><B>21.</B> yüzyıla hazırlanırken en temel <B>ev ödevimiz</B> insana yatırımdır, insanı yeniden yaratmaktır, <B>insan sermayemizi</B> tersyüz etmektir, diyerek her türlü ortamda bağırıyorum. Bu haftaki yazılarımı da bu konuya ayırdım; insana yatırımdan kastım da bilgi teknolojisine, eğitime, kültüre yeni bir bakış açısıdır, diyerek tezimi ortaya koydum.
Dünkü yazımda bilgi teknolojisine bizden farklı yaklaşan, ancak nüfus yoğunluğu dışında, makus talihi bizden fazla farklı olmayan Çin ve Hindistan'ın bu alanda nasıl fark yarattıklarını rakamlarla izah etmeye çalıştım.
İddia ediyorum, her iki ülke 20. yüzyılda azgelişmiş ülkeler kategorisinde iken, bu politikalarla 21. yüzyılda en fazla gelişmiş ülkeler kategorisine sıçrayacaklar.
Dünyada etkin ülkeler arasına çoktan girdiler bile.
Bu ülkelerin ortak politikaları arasında insana yatırım benim dikkatimi çok çekiyor. Eğitimin, kalkınmanın en büyük itici gücü oluşturduğunu fark etmişler.
Çin ve Hindistan gibi ülkeler ‘‘21. yüzyılla nasıl baş ederiz?’’ sorusuna cevap ararlarken ülkemizin bu alanda atardamarını oluşturması gereken YÖK'ün bilim adamlarımızı memurlaştırması, üniversitelerimizde neredeyse dişe dokunur herhangi bir bilimsel araştırmanın hiç üretilmemesi, mezun olan gençlerimizin çoğunluğunun ancak lise seviyesinde eğitim alabilmeleri; bütün bunlar birer ülke gerçeği iken üniversite rektörlerimizin sandalye kavgası vermesi insanın içini karartıyor.
YÖK'e kızıyor ve küsüyorum.
* * *
21. yüzyılın eşiğinde YÖK'ün üniversite olgusuna nasıl baktığını örneklemek amacıyla birkaç olaya bakalım:
Kırgızistan-Manas Üniversitesi'ne sırf YÖK-MEB çekişmesi yüzünden 1.5 yıldır mütevelli heyeti atanamıyor.
YÖK kanunu ile ilgili ortak çalışma yapacak YÖK-MEB komisyonu bir türlü toplanamıyor.
İddialara göre rektörler yeni YÖK yasasında en fazla ‘‘bir daha seçilememe’’ maddesine kızıyorlar.
Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde (KTÜ) bir örneğini gördüğümüz gibi üniversiteler, rektörlerin ve yandaşlarının baba çiftliği olmaktan kurtulamıyor.
Yerel gazeteler; KTÜ rektörünün eşinden sonra baldızını da öğretim üyesi yapmak için gayret gösterdiğini bangır bangır bağırıyorlar. İddialara göre, bir Meslek Yüksek Okul Müdürü hiçbir akademik formasyonu olmayan 18 yıllık ev hanımı eşini okula ‘‘hoca’’ yapıyor. Bir dekan da yeğenini ‘‘işe alıyor’’!
* * *
Eğitim alanında iyi şeyler de oluyor.
Örneğin, benim ilgimi ‘‘Eğitime % 100 destek’’ kampanyası ziyadesiyle çekiyor.
Bu kampanya, eğitime yatırım yapacak sade vatandaşların, masraflarının % 100'ünü vergiden muaf tutarak, onlara eğitime el vermeleri için fırsat tanıyor.
Sonuç şimdiden muhteşem: 140 bin 596 metrekare arsaya 2 bin 933 derslikli 196 yeni okul, 91 ek bina bu yöntemle yapılmış, 146 okul onarılmış, binlerce donanım sağlanmış.
Ne demeli?
Allah bu projeyi akıl edenler ve özellikle bağış yapanlardan bin kere razı olsun.
İşte 21. yüzyıla hazırlanan Türkiye!
Yazının Devamını Oku 
18 Şubat 2004
<B>21.</B> yüzyıla ve onun alt kurumu <B>AB'</B>ye alnımızın akı ile girmenin tek yolu, insan politikalarımızı tersyüz etmektir. Bunun için de Türkiye acilen bilgi teknolojisi, eğitim ve kültür politikalarını yeniden inşa etmek zorundadır. Bugün bilgi teknolojisi ile ile ilgili bazı rakamlar vereceğim.
Türkiye, içinde cep telefonu faturalarımız da dahil olmak üzere, bilgi teknolojisinde kriz öncesi 1.9 milyar dolarlık bir iç piyasa oluşturmuş. Yazılım ve donanımın payı ise takriben % 30-35; 300-350 milyon dolar! Kriz sonrası toplam rakam 1.2 milyar dolara düşmüş. Bu rakam takriben her yıl % 15 oranında artıyor.
* * *
Bilişim teknolojisinde diğer ülkelerin kat ettiği mesafe açısından ABD, Japonya veya ABD yatırımlarını çeken İrlanda'dan değil Hindistan ve Çin'den bazı rakamlar aktarmak istiyorum.
Hindistan'ın 2002-2003 dönemi bilgi teknolojisi ihracat rakamı -üretim değil, ihracat!-7.2 milyar dolar! Bu rakam bir önceki döneme göre % 18.4 oranında büyümeyi ifade ediyor.
Global dünyanın 2008 yılı itibarıyla 2 trilyon dolarlık bilgi teknolojisi üretmesi bekleniyor. Hindistan ise 50 milyar dolar ihracatı hedefliyor. Tüm hazırlıklarını bu hedefe göre yapmış.
Uzmanlar, Hindistan'ın olağanüstü başarısını bilgi teknolojisi alanında insana yaptığı yatırıma bağlıyorlar.
* * *
Artık her yıl Hindistan'dan 3 misli fazla mühendis yetiştiren -her yıl 325 bin mühendis mezun oluyor- Çin ise ısrarla Hindistan'ı takip ediyor.
Çin'in yazılım pazarı 1995'te 819 milyon dolar iken bu rakam 2001'de 3.5 milyar dolara çıkmış. Çin'in bilgi teknolojisi ihracat rakamı 1999'da 2.12 milyar dolar. Bu rakamı 2010'da 10 misli artırmayı hedefliyorlar.
Ayrıca Çin, Hong Kong ile beraber dünyadaki elektronik piyasasında yer alan 12 temel ürünün 8'inde dünya şampiyonu olmak üzere.
Çok yakında dünyada üretilen DVD oynatıcılarının ve dijital kameraların, masaüstü ve dizüstü bilgisayarların yarısından fazlasını; mobil telefonların, renkli TV'lerin ve araç müzik çalarların dörtte birini Çin üretecek.
Çin'in bu hedeflere ulaşacağını tüm uzmanlar kabul ediyorlar.
* * *
Çin, yıllık ortalama 50 milyar doları bulan doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile şimdiden 500 milyar dolar stoku ülkesine çekmiş durumda. Bu rakamlar da Çin'in ihracatının 1990-2003 yılları arasında 8 misli artarak 380 milyar dolara ulaşmasını sağlamıştır. (Bizde ihracat, rekor kırdığı 2003 yılı itibarıyla 47 milyar dolar.)
Çin, know-how konusunda da ülkesini çekici bir global merkez haline getirmiş. Know-how ithalatını ne kadar akıllı kullandıklarına en iyi örnek ise yazılım sektörü. Bu sektörde IBM'in Çin'de sermaye payı % 6'ya, Hewlett-Packard'ın payı % 3.8'e düşerken yerli bir firma olan Legend'in payı ise % 26'ya yükselmiş!
Bilgi teknolojisi üretmeyen hiçbir ülkenin 21. yüzyılda 1. ligde yeri yoktur!
Yazının Devamını Oku 