29 Mart 2004
<B>SİZ </B>bu satırları okurken seçim sonuçlarını biliyor olacaksınız, ancak ben yazarken seçim sonuçlanmamıştı. Seçim döneminde sol kökenden gelen ve şimdilerde kendini Kemalist/Cumhuriyetçi/Ulusalcı olarak tarif eden sözüm ona Türk aydınlarının millet önünde değil aydınlatma görevi görmek, ona resmen köstek olan bir kitle olduğunu bir kez daha gördüm.
Kendine aydın diyen kesim artık bağnaz bir guruha dönüşmüştür.
* * *
Kendi iddialarına göre şeriatçı/gerici kökenden gelen bir parti ülkeyi Batı medeniyetinin bir parçası yapmak üzere büyük bir gayrete girişip öne geçince, bu güruhun elinde tuttuğu tek söylem olan ‘‘muasır medeniyet hedefi’’ elinden alındı.
Altındaki halının aniden çekilmesi ile tepe taklak olan aydın kesim, beynini 1947'de durdurduğu için, bu durumda söylemsiz kaldı.
Hamamda basılan hovardanın ilk tepkisi apış arasını iki eli ile saklamaktır. Söylemini daha önce küçümsediği, aşağıladığı insanlara kaptırınca; Türk aydını da benzer bir saikle hareket ediyor.
* * *
Seçim ortamında daha net gördük ki:
1) Bir kısmı hiç tutarlı değil, ne zaman küsüp ne zaman barışacağı belli olmuyor. Kendi kendine gelin güvey oluyor.
2) Bir kısmı artık hezeyana başvuruyor, aklının içindeki kaosu dünya gerçeği gibi bize yutturmaya çalışıyor.
3) Bir kısmı kelime oyunlarının ardına saklanıyor.
4) Bir kısmı korkutarak dikkati çekmeye çalışıyor.
5) Bir kısmı yazılı belgeleri dahi tahrif etmekten utanmıyor.
* * *
Siyasetçisi, yazarı, akademisyeni ile görüyoruz ki bunların ortak paydaları küfre dayalı veri bir kalıbı terennüm etmeyi düşünce üretimi zannetmek.
Diğer ortak paydaları ise millete topyekûn saygısızlık.
Onlar sövdükçe AKP'nin oylarını artırması bunları zıvanadan çıkardı.
* * *
Türk milletinin ileri gitmesine engel olan, onu hiçe sayan, aşağılayan unsurların başında siyasetçisi, yazarı, şairi, rektörü, profesörü vs. ilezır cahil Türk aydını gelmektedir.
Artık muasır medeniyet ile millet arasındaki en büyük engel Türk aydınıdır.
Yazının Devamını Oku 
27 Mart 2004
<B>LOİZİDU </B>davasında çarptırılmış olduğumuz <B>tazminat cezasını</B> yazdığımda beni vatan hainliğiyle suçlayanlar olmuştu. Tazminatı paşa paşa ödedik.
Kıbrıs'ta dağıtılan 200 bin Rum tapusu nedeniyle, toplam miktarını asla bilmediğimiz ancak muhakkak ki 20 ile 200 milyar dolar arasında bir rakam ile tazminat ödemeye mahkûm olabileceğimizi yazdığımda ise benimle alay edenler olmuştu.
Bu belayı başımıza ören, şimdi ise sus pus duran Mümtaz Soysal aklı, o tarihlerde hálá ‘‘AİHM siyasi karar vermiştir!’’ deyip duruyordu.
Şimdi AB kapısında tazminat konusunda derogasyon istisna/mugayir hareket talep ediyoruz.
* * *
Son dönemde Dışişleri Bakanlığı'nın olumlu gayretlerini heyecanla izliyorum.
Ama onlar da biliyorlar ki tazminat konusunda hiçbir hukuki garanti alamayız.
Zira...
* * *
Aramızda en iyi Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal bilir ki:
Birleşmiş Milletler'in kuruluşundan ve Güvenlik Konseyi'ne verilen yetkilerden itibaren klasik anlayışla ‘‘devlet hakimiyeti’’ son bulmuştur. Artık çağdaş dünyada bir başka gerçek, ‘‘insan hak ve özgürlüklerinin’’ milletlerarası hukukun (devletler umumi hukuku) kaynakları arasına katılmasıdır.
Öte yanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) 1 No'lu ek protokolünün 1. maddesi, ‘‘mülkiyet hakkını’’ güvence altına almaktadır.
AİHS'nin 14. maddesi ise ‘‘ayrım yapma yasağı’’ getirmektedir.
Yani kimse ama kimse AİHM'de alınan Loizidu'ya tazminat ödeme kararının yarattığı içtihatı yok sayamaz.
Açıkçası; ne AB, hatta ne Yunanistan veya Kıbrıs Rum Kesimi, Kıbrıslı Rum vatandaşlar adına, tazminattan vazgeçme kararı alamazlar.
* * *
Şimdi bir garabet ile karşı karşıyayız.
Bu belayı başımıza açan Rauf Denktaş inanılmaz bir pişkinlikle:
- Derogasyon olmadan olmaz, diyebiliyor.
Mümtaz Soysal köşesine çekilmiş kıs kıs gülüyor.
Dışişleri yetkilileri ise ha gayret didiniyorlar.
* * *
Kimse bu istisna/mugayir hareket kararı vermeyeceğine göre, ne yapmalı?
Şahsi görüşüme göre, yapılabilecek tek iş, AB ve ABD'nin AİHM'den çıkabilecek tazminat kararları için belirli bir bütçe ayırması, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin de anlaşma sonrası, mülkiyetini geri alan Rum vatandaşlarından tazminat davası açmamalarını rica etmesidir.
Gerisi boş gayrettir!
* * *
KKTC'yi; ama Ada'dan ama buradan yönetenler 1974'ten beri uluslararası hukuku yok sayarak hareket ettiler.
Açıkçası KKTC'yi kendi aralarında üleştiler!
Şimdi bu efendilerin aymazlıklarının ceremesini çekiyoruz.
Yazının Devamını Oku 
25 Mart 2004
<B>28 Mart seçimlerinde</B>; AKP'nin ikinci gelecek parti ile oy farkını neredeyse (2.5) misline çıkarması, hatta seçimlere katılacak tüm partilerin alacağı toplam oydan fazla oy alması ihtimalinin ilk kaygımı beslediğini dün yazdım: 28 Mart seçimleri ile ilgili benim ilk kaygım demokrasinin kendi eliyle denetleme ve dengeleme görevini sistematik olarak berhava etmesidir.
* * *
Bugün ikinci kaygımı dile getirmek istiyorum.
AKP, ona ruh verenler açısından kökü milli görüşe dayanan bir parti. Ancak, parti bu kökten koptuğu iddiası ile oy oranında büyük bir patlama yaptı ve merkez sağa oturdu.
Bugün partiyi Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP çizgisinin devamı olarak görenler var.
Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hem genel kurulda hem de partinin kimliğinin tartışıldığı Muhafazakar Demokrasi toplantısında açıkça:
- Milli Görüş'ten koptuk, dedi.
Millet de ona güvenerek partiye duyduğu teveccühü artırdı.
* * *
AKP'nin 3 Kasım'da aldığı ve 28 Mart'ta alacağı oyların %60-70'i milli görüşten gelmeyen, hatta milli görüşe soğuk duran, kendi idealleri ile milli görüşün ideallerini çelişkili bulan insanlardan oluşuyor.
Ancak, AKP takip ettiği tavan siyasetinde büyük oranda liberal-demokrat bir çizgi izlerken, belli ki seçtiği taban politikasında milli görüşçüleri benimsiyor.
Benim anladığım kadarı ile; örgütü ‘‘yabancılara’’ kaptırmaktan korkuyorlar ve yerel yönetimleri milli görüşten gelen adaylara teslim etmeyi tercih ediyorlar.
Çok rahatlıkla söyleyebilirim ki; AKP'nin belediye başkan veya meclis üye adaylarının %60-70'i milli görüşçülerden oluşuyor!
Hatta kazanması garanti yerlerde oran %80'lere yükseliyor.
* * *
Bu yazıda amacım katiyen hangi görüşün doğru veya yanlış olduğunu vurgulamak değil. İsteyen milli görüşü takip eder, isteyen liberal demokrasiyi.
Ancak, ortada bir çelişki var.
* * *
Milli görüşten gelmeyen, ancak AKP'nin oylarına %60-70 oranında katkıda bulunan insanlar, kastetmedikleri ve hatta istemedikleri halde %60-70 oranında milli görüşçü adayları seçecekler.
Bunu fark ettiklerinde de kendilerini aldatılmış hissedecekler!
* * *
28 Mart seçimleri:
1) Tavanda demokrasinin denetleme ve dengeleme işlevini zedeleyerek,
2) Tabanda seçmene özünde benimsemediği adayları sehven seçtirerek, yeni dönemde toplumsal sürtüşmeyi körükleyebilir.
Yazının Devamını Oku 
24 Mart 2004
<B>AKP'</B>nin seçimi açık ara kazanacağı malum. AKP'nin alacağı oy oranından çok ikinci gelecek parti ile arasında doğacak büyük fark önemli! Tek parti sendromu şimdiden gazetelerde yazılıyor ve uyarılar yapılıyor.
Ancak uyarılar iradi bir seviyede ele alınıyor.
Tek parti olmak AKP'yi sertleştirir mi, dikta hevesi içine sokar mı, diye sorular soruluyor.
Mesele iradi bir mesele haline getirilince de, AKP yetkilileri doğal olarak ‘‘Valla dikta heveslisi olmayacağız!’’ diyerek yine iradi bir cevap veriyorlar.
Halbuki 28 Mart sonrası ortaya sistematik ve irade ile önlenemez bir zaaf çıkacak.
Demokrasinin en önemli görevi büyük çapta ortadan kalkacak:
Demokrasinin denetleme ve dengeleme (check and balances) işlevi sistematik olarak aşınacak.
* * *
Çok basit ama özü itibari ile demokrasi:
1) Çoğunluğun dediğinin olduğu, ancak
2) azınlığın haklarının baki kaldığı, ve de
3) kimsenin kimseye dayatamadığı bir rejim!
* * *
İktidar çoğunlukta olacak ama çoğunluk azınlığın haklarını yok saymasın diye çoğunluk iktidarının hem denetlenmesi hem de dengelenmesi gerekiyor.
İşte muhalefet demokrasinin bu temel öğesi için var.
Çoğumuzun zannettiği gibi muhalefet kelimesi seçimlerde ikinci veya üçüncü gelen partiye takılmış bir lakap değil!
* * *
Muhalefet görevi de evvel emirde parlamento içi muhalefette.
Sonra medya ve sivil örgütlerin muhalefeti geliyor.
* * *
Ancak, ülkemiz muhalefet kavramı açısından zaten bir garabet içinde yaşıyor.
Ülkemizde muhalefet parlamento içi muhalefet, medya veya sivil örgütler tarafından yapılmıyor.
Ülkede muhalefeti Cumhurbaşkanı, TSK ve YÖK vb. içindeki bazı bürokratlar yapıyor.
Sözüm ona ‘‘parlamento içi muhalefet’’ varlık nedeni olan muasır medeniyet hedefini şeriatçı(!) partiye kaptırmış, Kıbrıs'ta ülkenin önünü tıkamış, kendi tabanı olarak devlet erkini gören, seçim kazanma umudunu zengin muhitlere (Kadıköy, Etiler, Bebek, Çankaya vb.) bağlamış dünyadaki tek sol parti.
CHP tabanını devlet erki olarak görünce bürokrasi esas muhalefet haline geliyor.
* * *
28 Mart seçimleri ile ilgili benim ilk kaygım demokrasinin kendi eli ile denetleme ve dengeleme görevini sistematik olarak berhava etmesidir.
Hal böyle olunca 28 Mart sonrası hükümet ile Çankaya, TSK ve diğer bürokratik kuruluşlar arasındaki sürtüşmenin daha fazla ivme kazanmasından korkuyorum.
Yarın, yerel seçimlerde AKP tabanının milli görüşe kaymasının yaratacağı meseleleri işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 
22 Mart 2004
<B>BÜYÜKLERİMİZ içi boş</B> ama <B>hamaseti güçlü</B> sözler söylemeye bayılıyorlar. Zira biliyorlar ki, <B>millet</B> olarak ne olduklarını anlamasak dahi hamasetin tadına doyamıyoruz. Bu günlerde hamaseti yüksek ama içi boş sözlerden birisi büyüklerimiz tarafından bol bol tüketiliyor:
Kırmızı çizgiler!
Büyüklerimizin Kuzey Irak'ta ilan ettikleri kırmızı çizgiler elin gavuru tarafından ‘‘cart!’’ diye yırtıldı, bizim ulusalcılar, bırakın daha güçlü tepki vermeyi, basit bir protesto mitingi için bile 1000 kişi toplayamadılar ama hálá sıkılmadan kırmızı çizgilerden bahseden çok büyük Türk büyükleri var.
* * *
Geçenlerde Denktaş Jr. da içi boşlatılmış kırmızı çizgiler sözünü belirli bir amaçla kullandı.
Babasına İsviçre'ye gitmesi için bir kez daha davet çıkardıktan sonra mealen dedi ki:
- Kırmızı çizgilerimizin öncelikleri konusunda anlaşamaz isek, hükümet ortaklığımızı gözden geçiririz.
Bu konuşmayı veya içinde ‘‘Kıbrıs'taki kırmızı çizgilerimiz’’ sözleri geçen herhangi bir konuşma, açıklama veya demeci incelerseniz; bunların hiçbirinde kırmızı çizgilerin neler olduğunu ve önem sıralamasını açıkça bulamazsınız.
Zaten kırmızı çizgilerimizin ne olduğunu ancak en büyük Türk büyükleri bilirler.
Bu konuda akıl yormak; bırakın küçüklerini, orta boy Türklere bile fazla gelir, onları bozar!
* * *
Benim Serdar Denktaş'ın kırmızı çizgilerinden anladığım ise statükonun KKTC'de üçlü plan yaptığıdır.
1) Açık olan strateji referandumda KKTC'ye Türkiye'den gitmiş Türkleri korkutarak ‘‘hayır!’’ oylarının kazanmasıdır.
Ancak, arada iki adet de taktik var.
2) Daha önce yazdığım gibi Mehmet Ali Talat Hükümeti Serdar Denktaş'ın koalisyona KKTC'de bakan olma yetkisi olmayan üç bakan vermesi üzerine, UBP'nin başvurusu nedeni ile, Kıbrıs Anayasa Mahkemesi'nin hükümetin hukuki olup olmadığı hakkında kararını bekliyor.
3) Şimdi de Serdar Denktaş kırmızı çizgilerin önem sırasını öne sürerek hükümetten çekilebileceğini ima ediyor.
İkinci ve üçüncü madddeler referandum öncesi KKTC'yi boşlukta bırakabilir.
* * *
Şu anda Kıbrıs konusunda en kritik kişi baba Rauf Denktaş değil, oğul Serdar Denktaş!
KKTC Hükümeti'ni ayakta tutmak ve referandumun akıbetini belirlemek herkesten önce onun elinde.
O, Denktaşçıların Annan Planı'na en yakın kanadının oylarını temsil ediyor.
Ada'da hem Denktaş'a, hem AB'ye yakın duranlar referandumda onun yönlendirmesine göre hareket edecekler.
Serdar Denktaş genç yaşında yol ayrımında.
Ya babasının peşine takılıp tarihe gömülecek.
Ya da Kıbrıs ve Türkiye'yi geleceğe taşıyan yeni Denktaş olacak!
Yazının Devamını Oku 
20 Mart 2004
<B>KİMSE </B>kusura bakmasın ama herkes gerçeği görüyor. Genelkurmay Başkanı fişleme emrini ne kadar küçümsemeye çalışırsa çalışsın, inkár edilemez bağnazlığı ne kadar bir alt-komutanın üzerine atmaya çalışırsa çalışsın, hepimiz biliyoruz ki ortaya çıkan gerçek TSK içinde Avrupa Birliği'ne karşı güçlü direncin olduğudur ve Kara Kuvetleri Komutanı bu durumdan sorumludur.
Yine hepimiz biliyoruz ki, değil ana kanunları; fotokopi ile çoğaltma yaparak telif yasasını bile hiçe sayan ve AB karşıtı dergileri okutan Jandarma emrinden Jandarma Komutanı bizzat sorumludur.
Yine hepimiz biliyoruz ki, MEB'in kendi için kurduğu Danışma Kurulu'nu bahane ederek reform yasasından kaçan YÖK'ün tek amacı makamları korumak gayretidir.
Bu olaylarda ortak payda ise bürokratların varlıklarının tek gerekçesi olan statükoyu korumak için sarf ettikleri son gayretlerdir.
* * *
Rauf Denktaş da İsviçre'ye gitmeyecekmiş!
Neden?
Rumlar su koyvermişlermiş!
Öyleyse toplantıya Yunanistan Başbakanı Karamanlis neden gidiyor?
* * *
Rumların tavrını boşverin, Rauf Denktaş İsviçre'de yapılacak dörtlü toplantıya katılmaz ise neyi inkar edecek?
Kendi imzasını!
Denktaş New York'ta neye imza atmıştı?
1) Ada'da ikili müzakereler 22 Mart'a kadar sürecek.
2) 29 Mart'a kadar dörtlü müzakere yapılacak.
3) Kofi Annan boşlukları dolduracak.
4) 20 Nisan'da Ada'da referandum yapılacak.
* * *
4 aşamalı antlaşma zaten tarafların kendi aralarında anlaşamayacaklarını baştan kabul etmiyor mu?
Bu antlaşmanın altında bizzat Rauf Denktaş'ın imzası yok mu?
Ancak, imzanın ne önemi var, verilen sözleri ciddiye almaya ne gerek var?
Rauf Denktaş bu, ister öyle davranır, ister böyle!
* * *
Rauf Denktaş'ın temsil ettiği statüko için Türkiye'deki 70 milyonun, hatta Ada'daki 200 bin insanın hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.
Onlar için önemli olan işgal ettikleri mevkilerdir.
Üleşim ekonomisinin derdest olmamasıdır.
* * *
Statükoyu savunan zevatın en genci 60 yaşında.
Ülkede nüfusun %52'si 0-22 yaş arasında.
35 yaşın altındakiler nüfusun %65'i!
* * *
Milliyetçi duygular ile statükoya destek veren saf insanlar farkında değiller ki, korumaya çalıştıkları esasında ihtiyar heyetinin şahsi çıkarlarıdır.
Rauf Denktaş'ın tek görevi son ana dek Kıbrıs'ta barışa engel olmak, Türkiye'nin önünü tıkamaktır.
Yazının Devamını Oku 
18 Mart 2004
<B>İŞ</B> hayatımıza bazı kavramlar teker teker ve sırası ile düşer. Son yılların en popüler kavramı galiba <B>müşteri memnuniyeti</B> idi. Şirketler doğrudan kár etmeyi hedeflemek yerine her koşul altında müşterilerini memnun etmeye çalışırlarsa kár etmeyi zaten sürekli hale getireceklerini keşfetmişlerdi.
Sonra ortaya çıktı ki; sağlıklı bir işletme kurmak, kalıcı kárlılık sağlamak için şirketler sadece dış müşterileri değil, iç müşterileri (çalışanları) de memnun etmek zorundalar.
İç müşterinin tatmin edilmesi ise çalışana sadece ‘‘olgun ücret’’ veya ‘‘piyasa koşullarında ücret’’ vermekle bitmiyor.
* * *
HTP (Hane Tüketim Paneli) geçen yıl ‘‘Türkiye Çalışan Memnuniyeti Araştırması’’ başlatma kararı aldı. Bu araştırmanın sonuçlarının da Retailing Institute'un düzenleyeceği bir konferansla açıklanması talep edildi.
Konferans için Hürriyet İK ve Yenibir.com ile işbirliği yapılması kararı alındı.
İşte bu konferans 17 Mart 2004 günü yapıldı.
Neden ‘‘Türkiye Çalışan Memnuniyeti Araştırması’’na ihtiyaç duyuldu?
Araştırmayı yapanların cevabı şöyle:
‘‘Çalışan memnuniyeti, bir şirketin sadece İnsan Kaynakları'nı değil tüm şirketin performansını ilgilendiriyor.’’
Çalışan memnuniyetinin ölçümü, başarılı iş sonuçlarının alınmasına baz teşkil ediyor.
* * *
Türkiye'de birçok firma, belli periyodlarla kendi bünyeleri içinde çalışan memnuniyeti araştırmalarını zaten yapıyorlar.
Yöneticiler, çalışanlarının işlerinden ve işyerlerinden memnuniyetlerini bilirler ve bunları bir trend olarak izlerlerse çalışanlarını bu sonuçlara göre yönlendirebilir ve verimli sonuçlar alabilirler.
Çalışanların, fikirleri sorulduğu/alındığı için şirketlerini takdir etme düzeyleri artıyor. Kendilerini şirketin bir parçası olarak algılıyor ve çözümün bir parçası olmaya çalışıyorlar.
Harvard Business Review, sirkülasyon oranındaki % 5'lik azalmanın, harcamaların % 10 azalmasına sebep olduğunu ve üretkenliğin % 25-65 arası arttığını belirtiyor.
* * *
HTP'nin yaptığı ‘‘Türkiye Çalışan Memnuniyeti Araştırması’’ sonuçlarına göre, Türkiye'de çalışanların % 65'i çalıştıkları şirketten, işlerinden memnunlar. HTP'ye göre bu oran dünya ortalamasından çok farklı değil.
Türkiye genelinde memnuniyet skoru 68 puan iken, kamu kesiminde çalışanların memnuniyet skoru 59 seviyesinde. Özel kesim skoru ise 70 puan seviyesinde.
Üst düzey yöneticiler şirketlerinden memnunlar (77).
Ancak yüksek eğitimli uzmanlar ise memnuniyeti en düşük çalışanlar (64).
Çokuluslu şirketlerde çalışanlar (70), lokal şirketlerde çalışanlara göre daha memnunlar (67).
* * *
Türkiye'nin ekonomik atılım için yeni bir sürece girme hazırlıkları yaptığı bir dönemde ‘‘çalışanların memnuniyeti’’ kavramı da gündeme girmek zorundadır.
Yazının Devamını Oku 
17 Mart 2004
<B>15 </B>Mart günü dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen 20 adet çokuluslu şirketin en tepe yöneticileri 8 saat boyunca Başbakan<B> Recep Tayyip Erdoğan</B>, Devlet Bakanı <B>Ali Babacan</B> ve Maliye Bakanı<B> Kemal Unakıtan</B>'a Türkiye'de yatırım yapmanın zorluklarını anlattılar. Gazetelere göre, ‘‘Yatırım Danışma Konseyi’’ adı altında yapılan toplantıdan 7 ev ödevi çıktı.
Ev ödevleri:
İdari ve bürokratik engellerin kaldırılması.
Fikri mülkiyet haklarının etkin uygulanması.
Vergi sisteminin anlaşılır ve basit hale getirilmesi.
Kayıt dışı ekonominin kontrol altına alınması.
Hızlı, etkin, işleyen, öngörülebilir yargı sistemi kurulması.
Yatırım Promosyon Ajansı kurularak sağlanan avantajlar konusunda uluslararası iş dünyasının etkin biçimde bilgilendirilmesi.
Ar-Ge faaliyetlerine dönük yatırımların özendirilmesi.
* * *
Bazı yazarlar yukarıda adı geçen ev ödevlerinin zaten bilindiğini vurguluyarak bu toplantının yapılma nedenini sorguluyorlar!
Kimse ne kadar ilave yatırım yapacağını söylememiş!
Ben de Batı ile birlikte giriştiğimiz her türlü eyleme dilenci mantığı ile yaklaşılmasını sorguluyorum.
Yukarıda sıralananların üstünde ve özünde yabancıların ancak özel görüşmelerde ifade ettikleri bir engel, aşılması gereken bir ev ödevi daha var:
* * *
Türk bürokrasisinde hakim kültür genelde yatırımcı ve illa ki yabancı yatırımcı düşmanlığıdır.
Daha ötesi, bugüne dek başbakanların/siyasilerin önemli bir bölümü yabancı yatırımcılar ile doğrudan görüşmeyi küçümsemişlerdir.
* * *
Hatırlarım, rahmetli Turgut Özal başbakan sıfatı ile yaptığı dış gezilere işadamlarını götürmeye başlayınca ‘‘milli gururumuzu zedeliyor’’ diyerek hem rakip siyasiler, hem de bazı yazarlar tarafından kınanmıştı.
Ben 8 saat boyunca sadece eleştirileri dinlemek için toplantıda hazır bulunan Recep Tayyip Erdoğan'ı bu çağdaş tavrından dolayı kutluyorum.
‘‘Hayatımızda ilk kez böyle bir davet aldık’’ diyen yabancı yöneticileri İstanbul'a gelmeye ikna eden Ali Babacan, bu toplantı için canla başla uğraş veren ve bürokrasi hakkında yukarıda yaptığım genellemeyi çürüten çalışma arkadaşlarına da candan teşekkür ediyorum.
* * *
Başını kuma gömenlerin dışındaki insanlar için neden yabancı sermaye yatırımları önemli?
Ülkelerin bulundukları durumdan sıyrılıp, büyük bir sıçrama (take off) yapabilmeleri için milli gelirlerinin % 20-25 oranında bir bölümünü tasarruf edip, yatırıma sevk etmeleri lazım.
Örneğin, bu oran ülkedeki işsizliği sıfırlayabilir.
Türkiye gibi ülkeler milli gelirin ancak % 15-18'ini tasarruf edebiliyorlar.
O halde ekonomik sıçramayı yapabilmek için her yıl milli gelirimizin takriben % 2'si-5'i oranında yabancı sermayeyi ülkeye cezbetmemiz gerekiyor. Bu oran şu anda % 0.5 bile değil.
Sıçrama yapmak, makus talihimizden kurtulmak için başka hiçbir yol yok!
Yazının Devamını Oku 