Cüneyt Ülsever

Nihayet Irak'ta doğru politika

19 Ocak 2004
<B>TÜRKİYE</B> Ortadoğu'daki gelişmeleri doğru okuyamadı, özellikle <B>1 Mart Tezkeresi</B>'nden sonra devamlı tekledi, diye yazıyorum. Ancak, ABD de Ortadoğu'da ve özellikle Irak'ta tekliyor, çırpındıkça da daha beter çamura saplanıyor.

* * *

Herkesin ağzına bir parmak bal çalmak amacıyla, neredeyse Irak'ta mukim tüm unsurlara duymak istedikleri sözleri veren ABD şimdi farkına varıyor ki; işi içinden çıkılmaz hale getirmektedir.

Bölgedeki seçimler nedeniyle; Kuzey Irak'ta çenesi hepten düşen bazı Kürt aşiretleri de, maşallah herkesi karşılarına almayı iyi beceriyorlar.

ABD, Irak'ta Türkiye tarafından terk edildiği duygusuna kapıldıktan sonra, kendine tek yakın unsuru Kürtler olarak gördü ve onlara bölgedeki diğer dengelere bakmadan bol bol tavizler verdi.

* * *

Ancak, ABD şimdi görüyor ki, Kürt aşiretler bu sözleri ABD'nin gözüne sokuyor, başta Türkiye olmak üzere bölgedeki yerleşik ve tarihi ülkeleri tedirgin ediyorlar.

ABD farkına varmak zorunda ki; Kuzey Irak'taki Kürt politikası hem Türkiye'yi, hem İran'ı, hem Suriye'yi, hem S. Arabistan'ı, hem de Irak'taki çoğunluk Şiiler ile Sunnileri oldukça güçlü tedirgin etmektedir.

* * *

ABD'nin ‘‘bölgeyi yeniden şekillendirmeye’’ yönelik politikası iflas etmek üzeredir.

Kimse, bir emperyal güç dahi, bir bölgede herkesi karşısına alarak, o bölgede etkin olamaz; böyle bir etkinliği dayatsa dahi, ne ABD kamuoyu, ne de bölgedeki insanlar bu dayatmaya uzun vadeli sabır göstermezler.

* * *

İşte ABD'nin bu aymazlığı ve Kürt aşiretlerin seçimler nedeni ile çenelerini tutamamaları Türkiye'nin önüne yeni fırsatlar koymaktadır.

Türkiye şu anda Ortadoğu'nun meramını ABD'ye, ABD'nin meramını Ortadoğu'ya en iyi anlatacak ve orta yolu bulabilecek tek ülkedir.

Son zamanlarda memnuniyetle görüyorum ki; Türkiye bu mukayeseli avantajının farkındadır ve bu avantajını kullanmaya niyetlidir.

Suriye, İran, S.Arabistan ve Irak'taki Şiiler ile kurulan temaslar; onların da Türkiye'nin ABD ve İsrail ile kendi aralarında ‘‘aracı rolü’’ yüklenmesinden sadece memnuniyet duyacaklarını göstermektedir.

* * *

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 28 Ocak'ta ABD'ye yapacağı gezi çok ama çok önemlidir.

ABD'nin Irak üzerinden yürüttüğü Ortadoğu politikasının yöntemlerinin yanlış olduğunu ABD'ye anlatabilecek tek ülke Türkiye'dir.

Üstelik, Genelkurmay'ın ifade ettiği şekilde:

‘‘Biz Irak'ta coğrafi değil, etnik federasyona karşıyız’’ cümlesi artık Türkiye'nin ‘‘federasyon’’ kelimesine saplanıp kalmadığını, bölgedeki yeni gelişmelere hazır olduğunu göstermektedir.

Türkiye salt bazı Kürt aşiretlerin haklarını gözeten bir çözüme karşı olduğunu, özellikle de Kerkük (ve Musul'un) kırmızı çizgilerini oluşturduğunu beyan etmektedir.

Türkiye ABD'de Kıbrıs ve Irak'ı bir arada müzakere etmelidir.
Yazının Devamını Oku

KKTC'de anayasaya aykırı bakanlar!

17 Ocak 2004
<B>15.</B>01.2004 Perşembe günü yayınlanan <B>Kıbrıs</B> ile ilgili yazımda aynen şöyle yazmıştım: ‘‘Rauf Denktaş müzakere masasında olduğu sürece ben (ona karşı) şüpheyi hep taşıyacağım ve uyarılarımı yapacağım.

Statükonun son çare olarak gördüğü ‘bu sefer de müzakereleri kitleyelim oyununu' bozacak tek çare TC ve KKTC hükümetlerinin benim ifade ettiğim şüpheyi bünyelerinde devamlı uyanık tutmalarıdır.’’

* * *

Daha benim yazdıklarımın mürekkebi kurumadan KKTC’de olanlara bakın.

CTP ile DP koalisyonu, anayasaya göre hükümet kurmak için Mehmet Ali Talat'a verilen 15 günlük sürenin sonunda kuruldu, hükümet iki parti lideri haricinde Meclis dışından atandı. Ancak hemen ertesi günü, DP'nin atadığı üç bakanın birden, KKTC Anayasası'nda bulunan ‘‘dışarıdan atanacak bakanların milletvekili olma niteliklerine sahip olması gerekir’’ maddesine uymadıkları için bakanlıkları düştü.

Uymayan nitelikleri ne?

Anayasa hükmüne rağmen 3 yıldır KKTC'de ikamet etmiyorlar.

Aynı gerekçe, 14 Aralık seçimlerinde önce bir parti liderinin (Oğuz Kaleli) seçimlere katılmasına engel olmuştu, ama bu sefer gözden kaçtı!

Şimdi Anayasa Mahkemesi, haklı olarak, DP'den bu üç bakanın yerine yenilerini atamasını istiyor.

Ama UBP de, tartışmayı başlatan taraf sıfatı ile yine haklı olarak, ‘‘Anayasanın tanıdığı 15 günlük sürede Mehmet Ali Talat hükümeti kuramadı, yetkiyi devretmesi gerekir’’ diyor.

Şimdi sıra kendi liderleri Derviş Eroğlu'na geldi!

Serdar Denktaş ise hükümete bu bakanlar ile devam edecek ve Anayasa Mahkemesi'ne itiraz edecekmiş!

Bir 15 gün daha kazanacaklar!

Anayasa Mahkemesi; anayasa hükümlerine rağmen aksi karar veremez ki!

* * *

Çiçeği burununda Başbakan Mehmet Ali Talat'a hırsla ‘‘Bu oyuna nasıl geldin?’’ diye sormak lazım.

Ancak, anayasaya aykırı atamaları onaylayan Rauf Denktaş'a da sormak gerekir:

Kendi yazdığınız anayasanın maddelerini bilmez misiniz?

Hadi siz bilemediniz, anayasanızı yazan anayasa prof'u danışmanınız Mümtaz Soysal sizi neden uyarmadı?

Hadi o uyarmadı, siz de ilgili maddeyi unuttunuz; aynı nedenle milletvekili adaylığı düşen Oğuz Kaleli'nin daha bir ay evvel yaşadıklarını da mı unuttunuz?

Hadi onu da unuttunuz, daha 15 gün evveline kadar başbakanınız olan ve ilgili maddeyi yeni hükümetin gözüne sokan Derviş Eroğlu da mı sizi uyarmadı?

Hadi uyarmadı; itirazını neden atamadan sonra yaptı?

* * *

KKTC Anayasası'na göre; Mehmet Ali Talat'a hükümet kurmak için tanınan 15 günlük süre hükümet kurulamadan sona ermiştir.

KKTC ve TC hükümetleri zokayı yutmuşlardır!

Bu raundu da; zaman kazanma taktiğini başarı ile kullanan ve sonra gerekirse ‘‘beyhude müzakerelere başlama’’ taktiğine geçecek olan statüko kazanmıştır.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs'ta umutlar artsın mı?

15 Ocak 2004
<B>BENİM </B>gibi TC Hükümeti'ni <B>‘‘Kıbrıs'ta politikasız olmakla’’</B> suçlayan kişilerin duraksamak durumunda olduğu bir hafta yaşıyoruz. Hükümet, Kıbrıs konusunda nihayet Annan Planı çerçevesinde tavır aldı, başta Rauf Denktaş olmak üzere, tüm taraflar da bu kesin tavır karşısında duruşlarını yeniden belirlediler.

Bir kısmı, en hafif deyimle, döndüler!

* * *

Yanlışın neresinden dönülürse kárdır ama kimse kaybedilen zamanın hesabından kaçamaz.

Artık Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB üyesi olma tarihi olan 1 Mayıs 2004'e sadece 3.5 ay var.

Bu durum da TC ve KKTC'nin zaman kısıtı karşısında esas taviz veren taraf olma mecburiyetini yaratıyor.

Aralık 2002'de Rauf Denktaş'ın kör inadı nedeniyle müzakere masasına oturmayan Türk tarafı, Rum tarafının Annan Planı çerçevesinde tavır belirlemeden AB üyeliğini kapmasına yardımcı olmuş, dönemin Rum Kesimi lideri Klerides'e ‘‘Dostum Denktaş bana hayatımın en anlamlı yılbaşı hediyesini verdi’’ dedirtmiştir.

* * *

Annan Planı ile ‘‘anan baban planı’’ diye dalga geçen, şimdi sözünden çıkmayacağını söylediği Türkiye Cumhuriyeti'nin yaklaşımına sadece 2 hafta önce ‘‘ahlaksız teklif’’ diyen Rauf Denktaş, söylediklerinin tam tersi, kendisine telkin edildiği geçen pazar günü ‘‘normal yurdum insanı’’ olarak istifa müessesesini kullanmamış, tıpkı danışmanı gibi vurdumduymaz davranmıştır.

Bugün KKTC'de Annan Planı'nı esas alan tavırlar sergileyen TC Hükümeti de önce kendi ‘‘mutaassıp tabanından’’ korkarak Kıbrıs meselesine salt milliyetçi refleksle yaklaşmış, ‘‘AB üyeliği-Kıbrıs ilişkisi’’ gerçeği karşısında ise Kıbrıs'ta Aralık 2003 seçimlerini muhalefetin kazanmasına umut bağlamış ancak seçim sonucunda kestaneleri ateşten alacak birisi bulunamayınca sonunda ABD'nin tehdidi haline gelen zorlama karşısında çark etmiştir.

* * *

Şimdi Rauf Denktaş ve şahinler son bir oyun deneyecekler.

Daha evvel müzakere etmedikleri Annan Planı'nı bu sefer mayısa kadar ‘‘müzakere ediyormuş gibi’’ yapacaklar!

Annan Planı'nı bizden daha fazla istemeyen Rum Lideri Papadopulos, Türk tarafı statükonun en büyük umududur.

Şimdi Türk ve Rum statükocuların ortak hedefi; Rum Kesimi'nin Annan Planı çerçevesinde taviz vermeden AB'ye girmesi, Annan Planı'nı ‘‘müzakerlere rağmen neticelendiremeyen’’ Türkiye'nin ise Aralık 2004'te AB'den müzakere tarihi alamamasıdır.

Böylece, Türkiye nihayet şahinlerin istediği şekilde içine kapanacak, ‘‘verdiği tüm tavizlere rağmen Türkiye'yi AB'ye sokamayan AKP’’ de bölünecektir.

* * *

Rauf Denktaş müzakere masasında olduğu sürece ben bu şüpheyi hep taşıyacağım ve uyarılarımı yapacağım.

Statükonun son çare olarak gördüğü ‘‘bu sefer de müzakereleri kitleyelim oyununu’’ bozacak tek çare, TC ve KKTC hükümetlerinin benim ifade ettiğim şüpheyi bünyelerinde devamlı uyanık tutmalarıdır.
Yazının Devamını Oku

Muhafazakárlık ve toplumsal dönüşüm

14 Ocak 2004
<B>AKP</B>'nin kimlik arayışı sorunu, kendilerinin siyaset jargonuna katmaya çalıştıkları <B>muhafazakár demokrasi</B> terimi ile çözülmeye çalışılıyor. Neden?

Parti her gün ‘‘Kimsin?’’ sorusu ile karşılaşıyor ve ‘‘Değişmedin! Değişmedin!’’ sözleri ile eleştiriliyor da ondan.

‘‘Artık milli görüşçü değiliz!’’ diye verilen bir cevap da yeterli bulunmuyor ve daha açık bir tarif isteniyor.

Bulunan, daha doğrusu yaratılan cevap muhafazakár demokratlık!

Başbakan da bu kavramın ne anlama geldiğini aşağıdaki sözlerle açıklıyor.

‘‘Muhafazakár demokratlık, evrimci toplumsal dönüşümü savunmaktır.’’

Ancak...

* * *

1) Parti, ne derse desin geldiği köken İslam ama belli ki bu terimi kullanamıyor.

Kendisine ‘‘Müslüman demokrat’’ veya benim tercihime göre ‘‘demokrat Müslüman’’ diyemiyor.

Öte yanda, uyguladığı ekonomik politikalar ve savunduğu özgürlükler manzumesi liberal kelimesini çağrıştırıyor ama bu kez de partiye gönül verenler açısından ‘‘liberal demokrat’’ sözü yabancı kalıyor.

Liberal kelimesi tabanı, İslam kelimesi tavanı ürkütüyor.

O halde... gelsin muhafazakár kelimesi!

2) Bu sefer de karşımıza başka bir sorun çıkıyor. Taban için muhafazakár kelimesi de liberal kelimesi kadar yabancı/entel.

Halk dilinde kelime mutaassıp!

Anadolu muhafazakár kelimesini hiç kullanmaz.

3) Öte yanda mutaassıp kelimesinin içeriği ile Başbakan'ın kullandığı evrimci toplumsal değişim kavramının kastettiği Kopenhag Kriterleri arasında zor aşılacak bir uyumsuzluk var.

Anadolu'da mutaassıp kişinin prototipi Sunni; bu prototip Aleviliği ve Kürtlüğü dışlayan, milliyetçi-maneviyatçı, kürtaja ve boşanmaya karşı, modernitenin içerdiği yaşam tarzı ile tamamen zıt bir özellik vb. taşır.

Mutaassıplar, Kopenhag Kriterleri'ne sadece kendi hakları çerçevesinde destek vereceklerdir.

* * *

Özetle; mutaassıplar Kopenhag Kriterleri'nin ruhunu oluşturan bireysel/şahsi haklara-tavırlara karşıdırlar, cemaatçi yaşam tarzını tercih ederler.

* * *

O zaman sorulması gereken esas soru:

‘‘Peki muhafazakárlardan evrimci bir toplumsal değişim nasıl istenecektir?’’

AKP bu soruyu hafta sonu yapılan ‘‘muhafazakár demokratlık toplantısında’’ hiç sormamıştır.

Tabanda tutacağını hiç zannetmediğim, galiba zaten tabanı da hedef almayan kimlik arayışında illa ki muhafazakárlık kelimesi kullanılacak ise, demokrasinin muhafazakár versiyonunu ima eden muhafazakár demokrat sözü yerine muhafazakárlığın demokratlığa dönüşmesini ifade eden demokrat muhafazakár sözünü kullansalardı, kendi kendilerini çok dar bir kimlik alanına mahkûm etmezlerdi.

AKP İslam kelimesinden kaçamaz, kaçmamalıdır da!
Yazının Devamını Oku

Muhafazakárlık ve toplumsal dönüşüm

12 Ocak 2004
<B>AKP</B>'nin kendi kimliğini tartışmaya açmak amacıyla tertip ettiği ve hafta sonu gerçekleştirilen ‘‘Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi’’ sempozyumu, sempozyumu tertip eden <B>Liberal Düşünce Topluluğu</B>'nun seçtiği bildik akademisyenlerin bildik bildirilerinin gölgesinde kaldı ama yine de birkaç parti sözcüsü ve Başbakan partiyi anlatmaya çalıştılar. * * *

Başbakan konuşmasında partisini anlattı:

‘‘...Din üzerinden siyaset çoğulculuğa zarar verir. Dünden dersler çıkararak geleceğe doğru yelken açtık. Din üstünden siyaset, toplumsal barışa, siyasi çoğulculuğa ve dine zarar verir.

Muhafazakár demokratlık, evrimci bir toplumsal dönüşümü ve uzlaşı ortamını savunmaktır.

Muhafazakár demokratlık, evrimci toplumsal dönüşümü savunmaktır.’’

Sempozyumun
kilit kelimesi tabii ki muhafazakárlık idi ve bu kelimeden ne anlamamız gerektiği kadar bu kelimenin tutuculuk -değişime direnme- kelimesi ile birbirine karışması tehlikesine karşı partinin nasıl bir tavır alacağı merak konusu idi.

Şahsi görüşüme göre, Başbakan'ın yukarıdaki sözleri konuşmasının kilit cümlesidir.

‘‘Muhafazakár demokratlık, evrimci toplumsal dönüşümü savunmaktır.’’

Başbakan, tutuculuk kelimesinin taşıdığı anlamın tersine, partisinin toplumsal dönüşümü savunduğunu ancak dönüşümü devrim/darbe/tek vuruş ile değil evrim/süre/uzlaşma kavramalarını içeren yöntemle hazmedeceklerini/ettireceklerini söylüyor.

* * *

Bu yaklaşım ile muhafazakárlık şu anlamı kazanıyor:

İnsanın; kültürel devinimi içinde tarih boyunca yarattığı değerlerin işlevini sürdürenlerine sahip çıkmak, işlevini yitirenlerini ise yenileri ile ancak anlaşarak ve uzlaşarak değiştirmek.

AKP; ülkemizi yöneten dayatmacı sivil-askeri bürokrasiye karşı bir sivil hareket olma özelliğini ancak ve ancak hem milletin işlevsel değerlerine sahip çıkarak, hem de ona dayatılan işlevsiz ve sadece statükoyu korumaya yönelik değerleri değiştirerek kazanabilir.

Bu anlamda muhafazakárlık; laikçi statükocular kadar İslamcı statükoculardan uzak durmak zorundadır.

* * *

Benzer görüşleri yıllar önce ifade ettiğim için ben Başbakan'ın bu tahlilinden ayrı bir tat aldım.

‘‘Hem muhafazakárlar, hem de değişimden yanalar.

Onlar, küreselleşme sürecinin kendi lehlerine geliştiğinin farkındalar.

İslami yaşam tarzını talep etme açısından muhafazakárlar, ancak... salt İslam'a dayanan siyasetin kendilerine hiçbir yarar sağlamadığını fark ettiler.

...Bu nedenle böyle bir analizde ben iki yeni kavramı iç içe kullanıyorum:

Demokratik İslam ve Muhafazakár Değişimciler.



* Cüneyt Ülsever: ‘‘Türkiye İçin İki Yeni Kavram: Demokratik İslam ve Muhafazakár Değişimciler’’ Karizma Dergisi-2001.
Yazının Devamını Oku

Demokratik İslam veya muhafazakár değişimciler

10 Ocak 2004
<B>BUGÜN AKP'</B>nin düzenlediği <B>‘‘Muhafazakárlık ve İslam’’</B> konulu uluslararası sempozyum başlıyor. Ben de bugün; konuya 1999'dan beri eğilen bir kişi olarak, sizlere 2001 yılında, AKP iktidarından 2.5 yıl önce yayınladığım bir makalemden parçalar sunacağım.

* * *

‘‘...Müslüman demokrasi terimini herkes gibi ben de kullandım. Batı'daki Hıristiyan demokrat gelenekten esinlenerek, İslam geleneğini demokrasi ile uyumlu hale getirmek için bu terimi yarattık, hatta sanırım yazılı basında ilk kullanan benim.

Ancak, yaşanan tecrübeler çerçevesinde ben artık bu terimin yanlış olduğunu düşünüyorum.

Müslüman demokrasi denince; esasında evrensel bir kavram olan demokrasinin, sanki Müslümanlara uygun ayrı bir versiyonu varmış gibi bir duygu yaratılıyor.

Terimin içindeki bu ima hem yanlış, hem de tehlikeli!

Yanlış, zira demokrasinin prensiplerinin dinlere göre değişmesi

mümkün değildir...

* * *

...Şahsi görüşüme göre; 21. yüzyılda tüm dünyayı ilgilendirecek olan ‘‘Batı medeniyet çığırı ile İslam medeniyet çığırını Anadolu köprüsü üzerinde birbirine bağlama projesini’’ yakalayan Türkiye'de, demokratik İslam kullanılması gereken doğru terimdir.

Bu terim de hemen akla ‘‘demokratik olmayan İslam var mıdır?’’ sorusunu getirir ki, cevabı ‘‘evet’’tir! Herhangi bir dinin demokratik olma mecburiyeti olmadığı gibi, pekálá İslam'ın da böyle bir mecburiyeti yoktur.

...Demokratik İslam terimi; demokratik bir dünyevi düzende ilahi bir din olarak İslam'ın nasıl yaşanacağını irdeleyecektir.

...Hatta meseleyi daha da açarsak; temel sorunsal: İslami yaşam tarzı ile demokratik rejim arasında bir çelişki olup olmadığını araştırmaktır!

* * *

...Ayrıca, sevinçle görüyorum ki; bu tarihi görevin dış dinamikleri kadar iç dinamikleri de gelişmiş durumda!

Türkiye'de yaşanan yepyeni bir sosyo-ekonomik gelişim, İslam ile demokrasinin kucaklaşmasını, dış dinamiklerden daha da fazla istiyor.

Nedir bu yeni sosyo-ekonomik gelişim?

Muhafazakár değişimciler!

Türkiye, tarihinde ilk defa devlet aygıtından kopuk bağımsız müteşebbis sınıfı yaratıyor.

Bu sınıf Anadolu'da yeşeriyor.

Rahmetli Turgut Özal'ın açtığı yolda ilerleyen bu sınıf:

a) Kendi dinamikleri ile sermaye birikimini sağlıyor.

b) İşbirlikçi kapitalizmin devlet rantından faydalanamıyor.

c) İhracat merkezli üretim yaptığı için dış dünyaya çok açık.

d) İslami yaşam tarzına sıkı sıkıya bağlı...’’

* * *

Ben AKP olgusuna en başından beri değişik bir açıdan bakıyorum. AKP iktidarı:

i) Ülkemizde Anadolu burjuvazisi ile Ankara-İstanbul ittifakına dayanan yerleşik burjuvazi arasında yaşanan bir yeniden paylaşım mücadelesidir.

ii) Dünyada Müslüman ülkelerin küresel dünyaya katılma denemesidir.
Yazının Devamını Oku

Medya da masaya yatırılıyor

8 Ocak 2004
<B>2003 </B>yılının son üç yazısını bu yıla damgasını vuran üç kurumun değerlendirmesine ayırmıştım: AKP, medya ve TSK!

Yazılarımda medyayı, olayları ‘‘nakleden’’ olmaktan çok ‘‘şekillendiren’’ bir kurum olarak nitelemiştim:

Üç yazının ortak hüküm cümlesi ise şöyle idi:

‘‘AKP'nin damgasını vurduğu 2003 yılı; bu aykırı partiyi iktidara taşıyan yeni koşullar çerçevesinde medya ve TSK gibi kurumların da kendilerini irdelemek zorunda olacakları bir dönemin başlangıç yılı olmuştur.’’

* * *

Memnuniyetle görüyorum ki; tahmin ettiğim şekilde, medya 2004 yılına kendini irdeleyerek girdi.

Ancak, ben ‘‘revizyonist tarih’’ anlayışının geçerliliği olduğu görüşünde değilim.

Eskileri irdelemenin bir yararı yok.

Biz bugüne ve bugünkü gazetecilere bakalım.

Bugün; medyada iki tutum bu mesleği çok zedeliyor:

1) Cilacılık.

2) Şablonculuk.

* * *

3 Kasım öncesi AKP ve Recep Tayyip Erdoğan'a karşı tavırlarını eleştiri dozunun çok üzerinde hakaret seviyesine çıkaran, terbiye sınırlarını zorlayan bazı medya mensuplarının bugün hükümeti ve Erdoğan'ı koyacak yer bulamamaları, onlara ne fayda getiriyor bilmiyorum ama beni güldürüyor.

Benim açımdan; Recep Tayyip Erdoğan mağdurken ona sahip çıkmamı şeriatçılıkla suçlayanların bugünkü halleri gerçekten içler acısı.

Bir de şabloncular var ki, onların ortada entel edasında gezmesi de medyayı ağır yaralıyor.

Bunlar genellikle beyinlerini 1978'de dondurmuş; okumak, tartışmak ve analiz yapma eylemleri çaplarını aşan; akıllarında sadece onlara ezber çektirilen şablonları tutabilen insanlar.

Tek silahları ise hakaret etmek.

Bu durum yüzlerine vurulduğunda, eleştiri yapan insanların mahkemelerde aldıkları hakaret cezalarının normal olduğunu söylüyorlar.

Breh! Breh!

Meğerse bunlar doğruyu söylüyorlarmış ama mahkemeler bunları tazminat ödemeye mahkûm ediyormuş.

Demek ki, mahkemeler taraf tutuyor!

* * *

Ben diyorum ki, kimin ne kadar gerçekleri tahrif eden yazılar yazdığı, kimlerin hakaret ettiği ve tahrifat yaptığı için aldığı cezalar kayıtlardadır.

Basın Konseyi ve Gazeteciler Cemiyeti'ne sesleniyorum.

Son beş yılda hangi yazarların ne kadar ceza ödediklerini, bu cezaların gerekçelerini açıklasınlar, o zaman durumun ne hale geldiği kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Hodri meydan!
Yazının Devamını Oku

Dış politikamız yok

7 Ocak 2004
<B>PAZARTESİ </B>günkü yazımda: ‘‘<B>Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti'</B>nin iki önemli zaaf noktası <B>dokunulmazlıklar</B> ve <B>dış politika</B>. Bu iki konuda habire tökezliyor’’ diye yazmış ve dokunulmazlıklara dokunmuştum. Niyetim bugün de dış politikayı irdelemekti.

* * *

Pazartesi günü ABD gazetelerinde yayınlanan bir haber ise adeta görüşümü güçlendirmek için bana yardımcı oldu.

Haber; Irak'ta federal bir devlet kurmanın zor olduğunu vurguluyor ama ABD'nin Kuzey Irak'ta Kürtlere özerklik verilmesi için yardımcı olacağını belirtiyordu.

ABD; her türlü soruna rağmen, yarı-özerk Kürt hükümetinin korunması gerektiğini açıklıyor.

Yine haberde 15 Kasım kararlarına atıfta bulunuluyor ve Iraklı liderler ile o tarihte yapılan anlaşma çerçevesinde 30 Haziran 2004'te Irak'ın kendi yönetimini devralacağı hatırlatılıyor ve bu yönde Kuzey Irak'taki ‘‘Kürt yarı-özerk hükümeti’’ dönülmez bir yol olarak nitelendiriliyor.

Gazete konunun tüm Ortadoğu'da ve özellikle Türkiye ve İran'da rahatszılık yarattığını da vurguluyor.

* * *

Bu haber tam anlamıyla benim 2003'ün en başından beri 1 Mart tezkeresi ile ilgili ifade ettiğim kaygıları doğruluyor.

Türkiye, Irak Savaşı meselesinde o kadar çok yanlışlar yaptı ki; sonunda kimseye yaranamadı.

1 Mart'ta tezkerenin, bunca hazırlıktan sonra TBMM'den geçmemesi, yukarıdaki haberin yaratıcısıdır. ABD, Irak'taki anti-Saddam güçlere angaje olduktan sonra benzer bir tezkerenin artık hiçbir işe yaramadığı halde sırf ABD'ye karşı ‘‘ayıp örtmek’’ için TBMM'den geçmesi ise ülkemize sıçrayan terörün tetikleyicisidir.

* * *

Bazıları, 1 Mart tezkeresi geçseydi yine de ABD, Kuzey Irak'ta Kürt yarı-özerk hükümetine cevaz verecekti, diye iddia edebilirler.

Olabilir. Ancak, şimdi her şey tamamen bizim denetimimiz dışında oluşmaktadır ve fark ‘‘kırmızı çizgilerimiz’’deki yeni oluşumların tamamen bizim denetimimiz, bilgimiz ve etkimiz dışında meydana geliyor olmasıdır.

Daha önce ilan etmiştim; bizim yeni kırmızı çizgilerimiz artık Kuzey Irak'ta oluşabilecek, takribi kişi başına 2.000 dolar milli gelire karşı bizim Kürtlerimizin hemen sınırda 400 dolar gelire razı olmaya zorlanmaları olacaktır.

* * *

‘‘1 Mart tezkeresi geçseydi fark ne olurdu?’’ sorusuna ise cevabı, kişisel görüşüme göre Türkiye'de yılın gazetecilik olayı olan, Fikret Bila'nın yayınladığı belge vermektedir.

Eğer 1 Mart tezkeresi geçseydi; ABD ile Türkiye arasında bağıtlanan anlaşmaya göre, ABD Kuzey Irak'a Anadolu'dan girerken Türkiye de kendi komutasında güçlü bir askeri güçle bölgeye girecek, bölgede PKK üzerinde özerk yaptırımlar yapma hakkı kazanacak, Musul ve Kerkük'ün herhangi bir ilgili tarafın (Kürtler) özel yönetimine açılmaması için ABD ile ortak gözlemcilik sıfatı kazanacaktı.

Şimdi ABD bölgede tek başınadır ve Kürtlere gebedir!

Bu anlaşmayı TBMM'den gizleyen ‘‘Abdullah Gül Hükümeti’’ Türkiye'nin başına çok güçlü bir sorun açmıştır.

Türkiye artık sınırında denetleyemediği gelişmeleri seyretmek durumundadır.

Dilerim, aynı çapsızlık Kıbrıs'ta tekerrür etmez.
Yazının Devamını Oku