Yıllardır yazılarımı, sabahın yüzümü okşayan serin sessizliğinde kaleme alıyorum. Dünyanın en huzurlu anlarının tadını doyasıya çıkarmak adına, bazı sabahlar daha da derin bir sükûnet arıyorum. Öyle ki sessizliğin kendi gürültüsü bile olmasın istiyorum... Evet, evet, sessizliğin de bir gürültüsü var elbette... Esintiden kımıldayan yaprağın hışırtısı, kanat çırpan kuşun sesi, daldan dala zıplayan sincabın ayak sesleri... Toprağın altında ya da üstünde akan suyun mırıltısı... Hiç duymadım ama eğer uzayda bir sessizlik varsa, kendimi öylesine bir boşluğa bırakmak istiyorum. İnsan çoğu zaman bedenini boşlukla yoğurmak ve işlevini bilinenden daha farklı bir biçimde kullanmak istiyor. Ağırlaşan duygusal yoğunluğunu azaltmak için boşluğun dayanılmaz hafifliği ile nötrleşmek ve işlevsizleşmek belki de... Karşımda duran ağacı hayal etmiyorum; başımı kaldırıp onunla sohbet ediyorum. Bu bir hayal değil, yine ağacın dallarına tüneyen kuşların da dikkatini çektiğimi görüyorum. Onların can kulağıyla dinlediğini fark edince, daha da ilham alıp motive oluyorum. Havadaki diğer kuşların kanat çırpışları bile kesiliyor; sessizce süzülüyorlar. Kuşların ilgisini çekmiş olmak beni gururlandırıyor, içime tarifsiz bir haz veriyor. Bu özel anları korumak adına, her kelimeyi daha da özenle seçmek için ayrı bir çaba harcıyorum. Sabahın erken saatleri... Sokakta yürüyen insanları izliyorum. Kimi işe gidiyor, kimi uykulu bir çocuğun elinden tutmuş. Suratlarında yorgunluk, bazen umut, bazen alışkanlık. Her biri bir biçimde yaşıyor. Ama neden? Belki bunu kimse tam bilmiyor.
KURDA KUŞA AŞA... ‘YAVAŞ DÜKKÂN’
YAVAŞ Dükkân, Doğa Derneği ve Doğa Okulu’nu desteklemek amacıyla kuruldu. Dükkânda satılacak ürünlerin üretimini yapan çiftçilerin doğa dostu ve sevgiyle dolu yürekleri olmasını ön şart koşuyor. Doğayı ve bileşenlerini koruyan ürün kriterlerinden bir kısmını olduğu gibi alıntıladım. * Doğanın hakları gözetilerek Anadolu’nun “kurda kuşa aşa” prensibiyle üretilmesi. * Doğa dostu üretim yöntemlerinin kullanılması (Üretim yerinin hazırlanması ve üretim sırasında ekosistemlerin ve bitki örtüsünün bütünlüğünün korunması, alanda bulunan canlıların yaşam döngüsüne müdahale edilmemesi hatta destekliyor olması). * Bulunduğu coğrafyadaki biyolojik çeşitliliğin gelişimine yardımcı olması (Örneğin akbabaların yaşam döngüsünü, tiftik keçiciliği, sürüngenlere yuva sağlayan tarla duvarları, kuşlara yem ve yuva ortamı sağlayan tarla içi veya kenarında ağaç ve çalı bırakılması gibi). * Yerel ve köy çeşitleri olan, en az bir kuşaktır aktarılan tohumların kullanılması. * Tohum veya fidanlarda geleneksel ıslah yöntemlerinin kullanılması (GDO, hibritleşme, mutasyon ıslahı vs. kullanılmamış olması). * Ürünü yetiştirmek, büyütmek veya korumak için herhangi bir kimyasal madde (böcek zehiri, ot zehiri, sentetik gübre vs.) kullanılmaması.
ARMOLA PEYNİRİ
GEÇTİĞİMİZ cumartesi günü Doğa Derneği, Yavaş Dükkân ve atalık tohumlarla pişirdiği ekmeklerle gönülleri fetheden Sezgice Fırın, hep birlikte Ansera’da nefis bir tadım etkinliği yaptılar. Çoğunlukla Yavaş Dükkân’ın ürünlerinin kullanıldığı tadımlıkları sevgili Sezgi kendi elleriyle hazırladı. Anadolu’da “İş gücü” paylaşımı anlamına “Örfene” zeytinyağlarını mutlaka edinmelisiniz. Yerli susamın atalık lezzetini barındıran tahin... Marmaris’teki yangından sonra kısıtlı üretimi yapılan gerçek çam balı... Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri’nden Karacadağ pirinç ile mercimek, Doğanşehir’den kuru fasulye ile daha sayamadığım birçok doğal ürün vardı. Benim en çok etkilendiğim ürün ise Seferihisar ve Karaburun civarında yerel keçi sütünden yapılmış beyaz peynir, süzme yoğurt ve lor peynirinin karıştırılarak hazırlandığı “Armola peyniri” oldu. Yunanca’da “katmak, karıştırmak” manasına gelen “Armolagos” kelimesinden türeyen “Armola” keçi derisinden tulumda fermente ediliyor. Kreme yakın kıvamı ile hem sürülebiliyor hem de yemeklere, salatalara katılabiliyor. Mutlaka denemelisiniz.
EL AÇMASI ATALIK ‘KRUVASAN’
İnsan kendini evrendeki diğer canlılardan farklı bir yere koymaya başladığı tarih öncesinden şimdiye kadar amacına doğru yürüyor. Amaç belli mi peki? Kendinizden pay biçin... Şu an yaşadığınız güncel yaşamı sormuyorum... Farklı bir boyuttan bakın lütfen... Tarih öncesi insanla günümüz insanını karşılaştırın... Ne gördünüz... Ne çok yol yürümüş değil mi? Fiziksel ve mental değişim apaçık ortada. Bedensel ve zihinsel evrim, toplumsal devrim, evrensel bilim, muazzam bir şekilde yol almış. Biraz düşündükten sonra içinizden “Neredeeen nereyeee...” dediniz. Hoşunuza da gitti, gururlandınız hatta... İnsanın kendine has içgüdüsel, ahlaki ve ruhsal gelişimleri konusunda aynı şeyleri söylemek mümkün mü? İnsan insan olmaya başladı mı yani? Bir adım ötesi, insan yaşamı, doğayı anlıyor mu, evreni anlar mı insan? Saydıklarımın hepsi için şimdilik “Kısmen anlıyor” demek mümkün ancak, “İnsan kendini anladı mı” sorusu zor olsa da benim cevabım net olarak “Hayır.” Savaşmak arzusundan anlaşılacağı üzere tarih öncesi içgüdülerle modern yaşam kurmaya çalışmak asla örtüşmüyor. Tüm zamanını varlığını yerleştirebileceği bir mecra, bir makam, bir sebep arayışı ile doymaz benliğini doyurmak için harcayan insan, bir başka insanı anlamaya çalışır mı sizce? “Canı istediğinde” cevabıma katılacağınıza eminim. Bu denli değişim ve gelişimden sonra insanın amacı belli mi sorusu yine beliriyor... Tereddüt ve endişeyle karışık ancak hepimizin içten içe arzu ettiği bir cevabı var elbette... “Ölümsüzlük” ama öldürerek...
TADI DAMAKTA KALIYOR... ‘YE-AN’
ANKARA’yla özdeşleşmiş bir mekân; “Ye-An.” 1962 yılında İstanbul Caddesi’nde açıldıktan sonra 1968 yılında şimdi halen hizmet verdiği, İskitler Kazım Karabekir Caddesi’ndeki yerine taşınmış. Dile kolay, tamı tamına 63 yıldır biz midesine düşkün Ankaralıların hizmetinde. Açıldığı ilk günleri bilmiyorum ancak bugünkü lezzetinden geçmişten günümüze süregelen rağbet sebebiyle tahmin etmek de zor değil... Ankaralıların kalbine girip, parmakla sayılacak klasik nezih mekânların arasında yer bulan “Ye-An” lezzetinin sırrı isminde saklı... Efsane lezzetini 63 yıl koruyabilmek apayrı bir maharet ve elbette ki sonsuz sevgi istiyor. Etin renginden tazeliğini, hamurundan doğallığını net görebildiğiniz “Develi cıvıklısı”nı hazırlayan ve pişiren ustaları hayranlıkla izledim. İşlerine duydukları sevgiyi de saygıyı da fazlasıyla hissediyorsunuz. Tarihi, emeği ve lezzeti duyumsamak için çoluk çocuk gidin derim... Tadı damağınızda kalsın...
GERÇEK AŞK ASLA ERİMEZ... ‘VARDAROMA’
ANKARA’nın en eski dondurmacısının başlıkta yazdığım ve dükkânın neredeyse her yerine farklı şekillerde yazılı sloganına bayıldım... Aslına bakarsanız içinde “aşk” kelimesi geçen her cümle gibi her duygunun ve hatta yapılan her işin, ürünün lezzeti de aşk oluyor... Geleneksel dondurmanın en iyisi, en eskisi ve de en klasiği diyebilirim. Yenimahalle Ragıp Tüzün Caddesi’ndeki Roma dondurmacısının kuruluş tarihi; 1948. Her ne kadar mahalle dondurmacısı gibi gözükse de 40 yaş üstü Ankaralıların neredeyse tamamı, nerede oturursa otursun mutlaka Vardaroma dondurması için Yenimahalle’ye gitmiştir. Halen gitmediyseniz bence vakit kaybetmeyin bir an önce gidin. Narlı, limonlu, kaymaklı, çikolatalı ve hatta sayamadığım diğerleri de şahane. Giderken evdeki yetişkinleri de götürün, çocukluklarına seyahat olur.
ANKARALININ YÜREĞİNDE
Yaşadığı hayatın önüne getirip koyduklarından sıkıldı. Getirmediği şeylerle yüzleşmek istiyordu... Şehirde yaşadığı için bina görmekten sıkılmıştı... Sürü psikolojisinin etkisi bulaşıcıydı... Bazen oturup bir deniz kenarı hayal ediyor ve hatta tüm şehirde yaşayanlar gibi, bir gün bir sahil kasabasına yerleşmeyi düşünüyordu. Dünya turuna çıkmak filan... Şehirdekilerin çoğu aşağı yukarı aynı şeyleri hayal ediyorlardı zaten... Kırsalda yaşayıp toprak ve doğaya ayak uydurmak... Doğanın bir parçası olduğunu düşünerek yaşamak ideali... Yazın sürekli kalmak heyecanıyla gidiyorlar. Kış geldiğinde idealleri değişiyor, şehre geri dönmeye karar veriyorlar. Aynı tip insanlar, benzer düşünceler... Yaratıcılığın olmadığı bir havayı solumak ne büyük talihsizlik... Okumaktan ve üretmekten aciz insanların kurdukları hayallerin saman alevi gibi tutuşup sönmesi normal değil mi sizce de? Denizi hayal edebiliyorlar ancak dalgalarına kapılmak istemiyorlardı... İnsan denen yaratık neden böyle? Hep bir şeyler eksik mutlaka. Doğrusunu bile bilmediği hayatıyla ilgili şahane hayaller kuruyor ancak nedense hep kırılıyordu. Ellerini gökyüzüne doğru açıp tanrıdan bir şey istemenin tedirginliği, umutsuzluğundan olmalıydı. Küsmemişti fakat isteklerinin yerine gelmemesi yıpratmıştı... Korkudan tanrıya da yüklenemiyordu. Bu yüzden çekimser ve tek düze yaşıyordu. Konforunu kaybetmekten ürküyordu. Neden peki... Tembellik ve kibir olabilir mi? Zira insan istedikleri için çabalamaya üşeniyor ve arzularını tanrıya buyuruyordu... Olursa kendi başarıyor, olmazsa yapmadı diye kabahati tanrıya yüklüyordu.
DENEYSEL SERGİ ‘POP CORN 2025’
DENEYSEL sanat; sanatçının deneyimlediği ortamdan, duygu ve düşüncelerini dışa vurum olarak sanatına uygulamasına deniyor. Sergisi de aynı yolla elde edilen eserlerin sergilenmesine denebilir sanırım. Bu tarz bir sergiyle daha önce karşılaşmamıştım. En azından belirlenmiş bir konuya vurgu yaparak gerçekleştirilen sanatsal bir sergiyle karşılaşmadım desem daha doğru olur. Farabi Sokak’taki Tosca Sanat Galeri’de 14 Haziran Cumartesi günü saat 18.00’de küratörlüğünü “Betül Sertkaya”nın yaptığı ve 10 genç sanatçının katıldığı böylesi bir sergi açılıyor. Katılımcı sanatçılar, sadece pop şarkılar dinleyerek geçirdikleri sürenin sonunda hissettiklerini dışa yansıtmışlar. Serginin manifestosunda “Pop müzik, duygusal tatmin ve kolay haz vaat ederken; kimlik, norm ve davranış kalıplarını da şekillendirir. Kültür endüstrisinin metalaştırdığı bu tür, yüzeyde eğlence sunarken alttan alta bir standardizasyon mekanizması gibi işler” diyor. Hiç bu açıdan bakmamıştım... Her şeyde olduğu gibi kolaya kaçtığımızın bir sonucu olmalı. Manifestonun sonundaki bu cümle de heyecan verici... “Popcorn, bu bulanıklıkla yüzleşmek ve popüler olanın ardındaki yapıları sorgulamak için bir davettir.” Bu davete gidin derim.
ANKARA USULÜ ‘KATMER’
SADECE kadınların çalıştığı Mesa Koru’daki “Qrabiye” butik pastanede her şey geleneksel yöntemlerle pişirildiği gibi kullanılan malzemeler en doğal ve butik üretimlerden elde ediliyor. Şahane kahvaltısını daha önce yazmıştım. İşletmeci sevgili Çiğdem Hanım’ın mühendis titizliği, zarif kadınlığı ile birleşince şahane bir lezzet elde etmemek mümkün değil zaten. Geçen yıl çoğunlukla Ankara ve civarında yapılan geleneksel tereyağlı katmer pişirmeye başladılar. Hep aklımdaydı ancak bir türlü gidememiştim... Bayramdan önce fırsatım oldu gittim... Tek kelimeyle şahaneydi desem yeterli olmayacak, mutlaka tatmanız gerek. Katmeri pişiren Ayşe Hanım’ın, el maharetiyle hazırladığı katmer, piştikten sonra nefis tereyağıyla birlikte anneanne sıcaklığının kokusunu da yayıyordu. Bayıldım... Sadece pazar günleri kahvaltıyla birlikte servis edilen katmer geçmişte büyüklerinizle oturduğunuz sofraları anımsatacak. Denemelisiniz.
CEVİZLİ VE HALEP ‘LAHMACUN’
İçeri adım attığında derin bir nefes aldı... Kitapların kokusunu duyumsadı... Sessizliği dinledi... İç organlarının, damarlarındaki kanın devinim öncesi seslerini garipsedi. Kitap okumayı bıraktığından beri içinin boşaldığı hissine kapılmıştı. Önceleri iç sesiydi duyduğu... Şimdilerde iç organlarının sistematik boş seslerini duyuyordu. Başkaları duydu mu diye etrafına bakındı... Kimseler yoktu ama yine de utandı. Tavanı çok yükseklerdeydi kütüphanenin... Gökyüzüne kadar uzanıyordu... Ve hatta gökyüzünde asılı gibiydi, yıldızlara yakınlaşmıştı epeyce... Bir sonsuzluk havası hakimdi... Bu sonsuzluğun içinde insanın küçüklüğü ve hatta hiçliğini tarif etmek için söze gerek yoktu. Heyecanlanmıştı, sonsuzluğu nefes nefes soludu... Bu dünyada değildi belki de. “Cennet, kütüphane gibi bir yer olmalı” diyen Borges’in sözünü anımsadı. Karmaşık bir ölümsüzlük duygusu indi yüreğine. Kitapların durduğu raflara ulaşmak için yerden olduğu gibi yıldızlardan da merdivenlere benzeyen bir şeyler sarkıtılmıştı... Hayır, hayır, merdivenden ziyade gökkuşağına benziyorlardı. Onlarca gökkuşağı raflara ulaşıyordu... Ancak önemli bir ayrıntıyı fark etti. Bu kuşakların renkleri yoktu. 7 farklı tondu ama renksizlerdi... Karanlığın rengiydi... Ay ve yıldızların yansıması değildi. “Gece kuşağı mı desem” diye geçti içinden. Kuşakların indiği raflardan birine yaklaştı ve gözüne kestirdiği kitaplardan birini aldı eline... Sayfaları karıştırdıkça kitabın yaşanmışlığı andıran kokusu yayıldı... İçine içine çekti. Gökkuşağı da renklendi birden bire... Bedenini dışarıda unuttu, ruhu kitaptaydı artık... Umberto Eco, çok haklı... “Okumak, hayatı iki defa yaşamaktır.” Okuyun...
DURUŞMA ARASI SANAT MOLASI... ‘BAHAR DÖNGÜSÜ’
“SİZ hiç hukuk bürosunda sergiye gittiniz mi” diye sorsam ne dersiniz? Enteresan değil mi sizce de? Garipsemeyin lütfen... Ben de ilk kez deneyimledim... Şahane oluyormuş. “Sanat her yerde olmalı...“ sözüne yürekten inanıyor ve mümkün olduğunca sanatın olduğu her yere gitmeye çalışıyorum. Geçtiğimiz cumartesi çok enteresan ve hatta sürprizlerle dolu bir sanat etkinliğine katıldım. Genç sanatçıların öncelendiği bu duyarlı etkinliği düzenleyen, IGK Hukuk Bürosu ve kurucusunun çok eski arkadaşım Sevgili Işın Karahan Yıldırım oluşu benim için sürpriz oldu. Kendisi de ressam Sevgili Işın’ın sanata tanıdığı ayrıcalığı kendi ofisinde dava dosyalarının önüne koyması çok etkileyici bir adım olmuş. Bu durum, genç sanatçıların yüzlerine yansıyan mutluluk aydınlığından fazlasıyla anlaşılıyordu zaten. Değerli arkadaşım Dilek Karaaziz Şener’in hem küratör hem de jüri üyesi olarak yer aldığı projenin diğer jüri üyeleri de birbirinden değerli sanatçı ve akademisyenlerden oluşuyor. Bedriye Işın Yıldırım, Rabia Bakıcı Güreli, Prof. Dr. Elif Aydoğdu Ağatekin, Dilşat Arpacıoğlu, Belma Ersu, Prof. Dr. Dicle Orhan, Aykut Öz, Ardan Özmenoğlu, İrem Tolluoğlu.
KATILIMCI SANATÇILAR
1 Ekim 2025 tarihine kadar IGK Hukuk Bürosu’ndan randevu alarak izlenebilecek sergiye katılan genç sanatçıların isimleri şöyle; Işıl Tüfekçi Ardıç, Mücahit Diyar Ariz, N. Kerem Bengi, Metehan Büyük, Nagihan Çakal, Nuray Çiçek, Yüsra Canik, Dilara Erbay, Tuğçe Eşme, Songül Ekti, İynes Eyüp, Gizem Güler, Dila Kasapoğlu, Sibel Keçeli, M. Sena Kılınçarslan, Nurcan Kır, Yaman Nasif, Barış Özçelik, Ayça Atbaş Özen, Sena Nur Işık, Fatma İlknur Yıldırım.
KAHKAHA NACİ, FONTANA CENK, GÜLYÜZLÜ SEVDA...‘MİRİTA DONDURMA’
Mutluluğu bir türlü adlandıramadık... Evet evet... Adı üstünde zaten, kastım yeniden bir isim bulmak değildi. Mutluluğun ne demek olduğu konusunda bir karar vermiş olduğumuzu düşünmüyorum... Çok farklı duyguların etkisiyle değişik anlamlar yükleyebiliyoruz... Bu anlam karmaşasında ruh halinin uğrayacağı değişkenlik mutluluğu farklı algılamaya sebep olabiliyor. Felsefik olarak Aristoteles, “Mutluluk, insanın en yüksek iyi halidir” demiş. Bilimsel olarak; dopamin, oksitosin, serotonin ve endorfin hormonlarının salgılanmasıyla açığa çıkan duygu, mutluluk olarak tarif ediliyor. Ben de aslında “mutluluğu adlandıramadık” derken, mutluluğun hemen yanına sebep olarak koyacağımız durumlardan bahsediyordum... Kime sorsanız çoğunlukla bu sıralamayı veriyor. Mutluluk; sağlık, mutluluk; huzur gibi yani... İnsanların huzuru ve sağlığı bozulmayana dek bunun mutluluk verici bir durum olduğunun farkında olmadıkları aşikâr. Zira bunları bozmalarının sebebi ve gerçekte telaffuz etmedikleri bir başka seçenek daha var; Mutluluk: para... Maalesef bu şık herkesin aklında ve hatta çaktırmadan gönlünde diyebilirim. Mutluluğun halk dilindeki anlam içeriğine bakıldığındaysa, “İnsanın isteklerine ulaşması ile duyduğu sevinç ve doyum hissi...” olarak biliniyor. Sevinci anlayabiliyorum, peki ya doyum hissi? Bence insanda doyum yok... Haliyle, mutluluğun adı da yok... Şaşırdınız mı?
MENÜDE BEN YOKUM ‘SEDA GAZİOĞLU’
SİZE bu köşeden yemek yemek ve yemek pişirmekle ilgili deneyimlerimi aktarmak için farklı mekânlara gidiyor ve değişik sofralara oturuyorum. Geçtiğimiz cuma günü İncek Müzeevliyagil’de resim ve heykel sanatçısı Seda Gazioğlu’nun kurduğu bir sofraya davet edildim ki şimdiye kadar gördüğüm en şık sofralardan biriydi... Sofranın üzerinde duran avize ve kristallerine işlenen nefis göz figürleri ortamın loş ışığına rağmen göz kamaştırıyordu. Masadaki tabaklar, kâseler, çatal, bıçak, kaşık bardak vs... Hepsi birer sanat eseri niteliğinde şık tasarımları ve duruşları davetkârdı... Bu denli etkileyici bir sofranın yaşattığı duyguyu tahmin edersiniz... Ancak bir sorun vardı... Sofra şık olduğu kadar ürkütücüydü de. Görmezden geldiğimiz yanlışlarımızla, kendimizle yüzleşmekten ürktüğümüz kadar, ürkütücü bir sofra... Sevgili Seda Gazioğlu zarafetle bizi kendimizle yüzleşmeye ve empatiye davet ediyor. Kap kacağa işlediği hayvan figürlerinin yerinde kendinizi görmek ister miydiniz? Şanslısın... Bugün menüde sen yoksun... Bir düşünün isterseniz... Sonra da aynaya bakarsınız.
GELECEĞİN ARILARI ‘GİZEM DEMİREL’
SERAMİK sanatçısı Gizem Demirel’i önceden yaptığı şahane kahve fincanları ile tanımış hem kendisine hem de sanatına hayran kalmıştım. Yeni koleksiyonu “Geleceğin Arıları”nı sergilediği, Atakule’deki Artsy’e davet edince keyifle gittim. Yine büyülendim... 22 ayar altın kullandığı eserlerde tercih edilen renklerin de ayrı ayrı anlamları var. Mavi; dünyayı ve kırılganlığını, pembe; arıların gövdesi ve peteklerde kullanılarak sevgiyi, barışı ve yeniden doğuşu, açık yeşil-turkuaz tonları; umudu, doğanın canlılığını ve geleceğe pozitif bakışı simgeliyor. Altın kanatlı, pembe gövdeli arılar, doğanın ve insanlığın birlikte yeniden doğabileceği bir dünya hayaline vurgu yapıyor. Beklediğimin çok çok üstünde bir emek, estetik ve elbette sanat vardı. Sevgili Gizem’in aile geleneğindeki arıcılığı işlemek ve ekosistemin çöküşü ile azalan arı popülasyonu için çalan tehlike çanlarına dikkat çekmek ve toplumsal farkındalığı arttırmak adına hazırladığı bu şahane koleksiyonu mutlaka izlemelisiniz.
MUTLULUK PRATİKLERİ
Şayet unutmadıysanız... Küçükken, büyükler tarafından sıkça sorulan soruların başında; “Anneni mi, babanı mı en çok seviyorsun...” sorusu gelirdi. Hatırladınız mı? Size de mutlaka sorulmuştur... Ahiret sorusu gibi... Çıkmaza düşer soğuk terler dökülürdü. Henüz o küçücük akılla anlamı bile oturmamış sevginin... Verilecek cevap öylesine zor ki... Çoğunlukla ikileme düşülürdü zaten. Haliyle cevaplar da sahte ve karmaşık olurdu... O sırada kim yakındaysa o denirdi. İkisi de yakındaysa ikisi birden gösterilirdi. İnsanlarımız fitneyi sevdiği için sadece birini seçebilirsin deyip çocukları galeyana getirirlerdi. Anne-baba arasında rüşvet yarışı başlardı bu sefer de... Neticede tüm saflığıyla kazanan hep çocuk olurdu. Size şimdi büyümüş halinizle “Hayatta en çok kimleri seversiniz?” diye sorsam; cevap verebilir misiniz? Düşündünüz biraz değil mi? Emin olamadınız... Ne yazık ki anlık duygularla bakıyoruz artık... Menfaatimiz icabı meylimiz de değişebiliyor. Meraklanmayın bu aralar daha çok kimi seviyorsunuz diye sormayacağım. Her kimi seviyorsanız, nasıl seviyorsunuz sorusu daha makul sanırım...“Bayağı seviyoruz işte...” dediniz. Bayağı sevmek ne demek? Ben de bunu merak ediyorum... Sevgi nedir, elle tutulur, gözle görülür mü? Alınır, satılır mı? Kokar mı sevgi? Kırılır mı, bozulur mu? Uçar mı, kaçar mı? Ne yer, ne içer... Uyur mu sevgi, ölür mü? Peki... Sevgisizliği bilir misiniz? Bir düşünün...
NEŞEMDE BİR ŞEYLER EKSİK-’BERİL ATEŞ’
NAM-I diğer “Tuzlu Kadın...” İnternet sitesinde az önce okudum ama sebebini bilmiyorum. İlk gördüğümde soracağım elbette... Sergi sırasında galerinin yöneticisi, Sera Sade tanıştırdı, ayaküstü sohbet ettik... Bence fazlasıyla neşeli bir kadın sevgili “Beril Ateş.” Kavaklıdere’deki “Siyah Beyaz” sanat galerisinde 16 Mayıs’ta başlayan sergisinin açılışı boyunca çok neşeliydi. Neşesini ve yaydığı pozitif duyguları gıptayla izledim açıkçası. Hem Ankaralı hem de Bilkentli sanatçının sergisine çok yoğun bir ilgi vardı. Son zamanlarda katıldığım en kalabalık sergiydi diyebilirim. Beril Ateş’in toplumsal yaraları işlediği mesajlarını eserleri aracılığıyla yeni neslin kavradığı dilden vermesi bu yoğun ilginin sebeplerinin başındaydı. Bence çok keyiflisiniz... “Eksik olan ne?” sorusuna verdiği cevap etkileyiciydi... Her şeyi yarım bırakıyoruz... Yarım bırakmasak bile, ruhunu unutuyoruz... Sevgiyi atlıyoruz... Çok haklı, yüzde yüz katılıyorum... Sevgi ve ruh olmayan her şey eksiktir mutlaka... Eksiklerimizin farkında mısınız sizde? Bence sergiyi izlemelisiniz... Beril Ateş’in verdiği iğneli mesajlar Siyah Beyaz galerinin bembeyaz duvarlarına asılı...
EN GÜZEL HATAYLI ‘NİLİA’
BİZ
“GÖKKUŞAĞINDAKİ renkleri sayabilir misin?” diye fısıldadı iç sesi... Soru mu bu? Evet... Sayabilirim dedi ve duraksadı. Kekeledi bir süre... İstese de kelimeler çıkmıyordu. Dili bir el tarafından tutulmuştu belki de... Kim bilir? Yutkunsa da bir işe yaramadı. Aklında söyleyecek bir şey yoktu. Düşünmek istese düşünemiyordu... Zihni bloke olmuştu. Az önce yazdığı harflerin kanatlanıp uçtuğu gibi zihnindeki her şey birlikte uçup gitmişti... Bir süre bekledi... İç sesinin hiddetlenebileceği korkusuna kapıldı. Cevap vermeliydi. Üzgünüm...Emin değilim ve hatta bilmiyorum. Emin olduğun bir şey var mı, ismini hatırlıyor musun? Az önce aklımdaydı, o da uçup gitmiş... Kafam çok karışık... Aklımdaki her şey kaybolmuş gibi hissediyorum... Kendimle ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum... Kimim ben... Ne yapacağım ben şimdi? Öncelikle ruhunu bulup dönmeye ikna etmelisin... Ahhh keşke... Ben ikna olursam ruhum da ikna olur... Hayır hayır... O eskidendi... Ruhun ve bedenin uyumluydu. Çok farklılaştınız ve hatta yabancılaştınız... Uçup gitti, kaçtı belki de. Onun da mantıklı yollarla ikna olması gerekiyor... Şimdiye kadar yaşadıklarım mantıklı mıydı sanki? Ben mantık göremedim... Hep çizgi dışı olaylar... Alıştığımızın dışında. Bilmediğimiz olaylar gördük. Hangisi doğru? Senin bildiklerin mi yoksa yaşadıkların mı? Bilmiyorum... Öğrenmenin yolu var ama... Nedir? Meraklanması iyiye işaretti. Gizem, zihni harekete geçirir ve sorgu başlar. Sorgu başlarsa sonuç ve hakikat bir araya gelir.
OYUNA PALDUR KÜLDÜR GİREN BİR OYUNBOZAN ‘MEHMET SİNAN KURAN’
GEÇTİĞİMİZ cumartesi günü CerModern’in 15’inci kuruluş yıl dönümü etkinliği vardı. Türkiye’de ilk sürdürülebilirlik raporu hazırlayan müze olma özelliği, gecede okunan manifestoyla duyuruldu. Nefis bir açık büfe ve şahane gösteriler izleyicileri mest etti. Ben geceye biraz erken gittim. Sevgili arkadaşım Dilek Karaaziz Şener, küratörlüğünü Burak Fidan’ın yaptığı, Mehmet Sinan Kuran’ın 6 Mayıs’ta başlayan “Post Narrative” isimli sergisini izlememi önermişti. Sanatçı için “mütevazı” eserler için “heyecan verici” ifadelerini kullanmıştı. İyi ki de gitmişim, yoksa bu denli yaratıcı ve gizemli bir anlatının içine giremeyecektim. Her resim, her figür ve her heykelde derin bir hikâye var. Aslına bakarsanız sanatçı sizin önünüze görüntüyü koyunca bir anlamda zihninizi tetikliyor. Alışageldiğiniz hayal dünyanıza çomak sokuyor da denebilir. Bir anda farklı bir boyuta doğru seyahate çıkıyorsunuz. Gizemli, fakat nefes kesici bu duygular yumağında yeni dünyanızı ya da yeni kendinizi keşif yolculuğu, benliğinize sınırsız hazlar veriyor. Eskisi gibi donuk, yapay ve duygudan yoksun hayaller kurmayacağınız bir dünyada olduğunuzu kavrıyorsunuz. 15 Haziran’a kadar sürecek sergiyi ruhunuza mutlaka gezdirmelisiniz.
‘SÜT HELVASI’NA BAYILACAKSINIZ
BALGAT, Ziyabey Caddesi’ndeki “Zeliha Közde Boşnak Mutfağı” benim Ankara’daki gözde lezzet noktalarının başında gelir. Ağabey Ramazan ve kardeşi Raşit Usta’nın pişirdikleri her şey mükemmel dersem abartmış olmam. Boşnak böreği, Boşnak mantısı, kavurma, köy tavuğu olması gerektiği gibi közde pişiyor. Epeydir uğramıyordum... Yeni neler var diye gittim ki, köz ateşinde pişmiş Pekin ördeği yeniydi ve göz kırpıyordu ama ne yazık ki toktum. Bir daha ki sefere gidip yemeye kendime söz verdim. Üzeri közde yanmış “Süt helvası”nın tepsideki duruşu davetkâr ve etkileyiciydi. Etkilendim bende... Ankara’da maalesef özenle yapılmış, lezzeti yerinde doğru dürüst sütlü tatlı yapan yer yok gibi bir şey. Ramazan Usta Boşnaklara has bu helvayı tezgâha koymakla yüreğime su serpti. Zeliha’ya, sadece süt helvası yemeye bile gidilir. Sütlü tatlı seviyorsanız mutlaka gitmelisiniz.
MARDİN SOFRASINDA ‘BEŞİ BİR YERDE’
HAYATI bilmeden yaşıyoruz ya... Kimine göre ne hoş, ne heyecanlı... Kimisi diyor, ne ürkütücü, ne zor bir bilmece… Yaşamla ilgili “İyimser ve kötümser” olmak üzere ayırdığım bu iki yaygın düşüncenin varlığı konusunda muhtemelen benimle hemfikir olursunuz. Şimdilerde, iki yeni çeşit daha peydahlanmış gözüküyor. Bunlara düşünce demek istemiyorum zira düşünmekten uzak tamamen kendilerine göre bencil bir bakış açısı benimsemişler. Bazısı var, akıllara zarar... Yaşamın merkezine kendisini oturtmuş, evrenin ve dünyanın kendisi için özel olarak hazırlandığını zannederek hayatı etrafındakilere zehir ediyor... Bazısının da umurunda değil, esasında, düşünmediği için yaşayıp yaşamadığının farkında bile değil... Bu tipler yaşamımızda hep vardı. Kendilerini çok fazla belli etmedikleri için arada kaynamışlardı. İyice yüzsüzleştiler ve maalesef çoğaldılar, isim bulmak gerek artık... Bir yaratık, bir virüs demek istiyorum... Bunların asla dikkate alınmaması gerek ama ne yazık ki her yerdeler... Es geçemiyorum... Onlar farkında olmasalar da, toplumsal yaşamdaki varlıkları ve tercihleri bizleri hayati anlamda fazlasıyla etkiliyor. Bizler kim miyiz? Hayatını uhulet (Sakin, sessiz) ve suhuletle (Kolaylık, nezaket) yaşamaya çalışanları kastediyorum.
MERAKLISI İÇİN ENGİN BİR KEŞİF SERÜVENİ ‘ORHAN TAYLAN’
İŞÇİNİN avuçlarındaki dünya ve işçi bayramı ile özdeşleşmiş meşhur 1 Mayıs afişinin tasarımcı ressamı Orhan Taylan’ı tanıyor olduğunuzu düşünüyorum... Tanımıyorsanız, birazdan 5 Mayıs’ta Platform A Sanat Galerisi tarafından, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde hazırlanan sergisi için yazılan manifestosundan alıntıladığım cümleyi okuduğunuzda bir fikriniz oluşacaktır. “Resimlerin önemsenmesi için uçuk fiyatlar konması gerektiğine inanmaz. Sulu boya kullanmaz. Yağlı boyasını kendi yapmayı, oğlu Ferhat’ı, edebiyatı, Macintosh’unu ve büyük atölye düzeninin keyfini bir şeylere değişmez. Akşam içkisini ihmal etmez. Solaktır. Resmini, akımlar içinde adlandırmaz.” Meraklandıysanız, Orhan Taylan’ın serüvenini keşfetmeye mutlaka gitmelisiniz.
BAHAR TEMİZLİĞİ ‘KENGER OTU, BITTIM SABUNU’
TAM da zamanında memleketim Mardin’e gitmişim, "Kenger otuna" rastladım. Duymuşsunuzdur... Mor çiçekli dikenli bitkiye Anadolu’nun her yerinde ulaşmak mümkün. Bulgur pilavına, yumurtaya, salataya katılarak tüketildiği gibi eskiler; otun salgıladığı sütten elde edilen Kenger sakızından da bilirler. Baharda hasat edildiğinden olsa gerek, tüketildiğinde karaciğer ve sindirim sisteminde yaptığı iyileştirmeye bahar temizliği deniyor. Memleketten bir de ev yapımı “Bıttım Sabunu” aldım... Yakından tanıdığım üreticisi Eski Mardin Çarşısı’ndaki “Mehmet Yüksel” sabunculuğun hakkını veriyor. Vücuttaki yağ ve toksinlerden kurtulup gözeneklerin açılmasını sağlıyor. Antiseptik özelliği sayesinde mikrop öldürüyor, saçlarda kepeği önlüyor. Sabunu ve Kenger otunu kullanmak için sebepler yeterli sanırım.
ESAS ADANALI ‘GIYMA KEBAP’