Aziz Devrimci

Poh poh (Like)

1 Mayıs 2025
“Bazen ne hissettiğini unutup, neyi hak ettiğini hatırlaman gerekir.” (Frida Kahlo)

HERKES sevilmek istiyor... Var mı istemeyen? Herkes sevilmenin yanında saygı da görmek istiyor. Ohh ne şahane... Hem sevilmek hem de saygı duyulmak... İkisi bir arada. Billahi tadından yenmez. Bunları elde etmekle elbette ki yetinmiyoruz. İnsanız neticede... Buldun da bunadın mı derler adama. İçten gelen maneviyat ile ruhani sevgi bir yana, şimdilerde artık hiç kimse kendinden başkasını göremez ve sevemez oldu ya... Varsa yoksa: bizzat, şahsen, kendisi... Nedeni belli olmasına rağmen hiçbirimiz dönüp de kendi duygularımızla dürüstçe yüzleşmiyoruz ki... Doyumsuzuz ve daha daha fazlasını bekliyoruz. Anlayacağınız kuru kuruya sevgi ile saygı yetmeyiveriyor bir anda... Bunlarla beraber bir de takdir edilmek istiyoruz. Nasıl yani, diye kalakaldınız... Türkçesi: bu sevgi ve saygının sözlü olarak dile gelmesi gerektiğini düşünüp seven ve sayanlardan bu durumun sık sık tekrarlanmasını bekliyoruz. Bu ne yüzsüzlük... Yok daha neler, dediniz biliyorum. Durun daha... Bunlar da yetmiyor çoğu zaman... Üstüne bir de ödüllendirilmek istiyoruz. Ohaaa yani ilkokuldaki gibi kurdele mi takalım diye çıkıştınız. Tepkinizi haklı bulduğumu belirtmek isterim. Bu zamanda “kim kaybetmiş ki, biz bulalım...” dediniz. Elbette bulamayacaksınız... Kuru dediğiniz gerçek sevgiyle yetinmediniz, sulandırıp lapa yaptınız... Haliyle sahtesine kaldınız, sanal olanına yani... Ne de olsa insan... Nazlanmak, poh pohlanmak istiyor... Yalandan da olsa “Like” yani beğeni almak. Sen beni poh pohla (“like”la) ben de seni...

PENCEREDEN GELEN SOĞUK, MAVİYDİ...

“PENCEREDEN gelen soğuk, maviydi...” cümleyi okuyunca hakikatten “Ürperdim” tüylerim diken diken oldu. Soğuğu derinden hissettim... Bedenim değil ama ruhum üşüdü cidden ve kalben. Umut besleyen çaresizliğin nefesten yansıyan son çırpınışının hırıltısı belki de... Özetle çok etkileyici bir serginin sloganı başlıkta. Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde bugün başlayan ve 25 Mayıs’a kadar sürecek Ressam Cihat Aral’ın “Göç” olgusunun içine gizlenen kavramlar yumağını işlediği sergi mutlaka izlenmeli. Cahit Aral manifestosunda “Resmim izleyicinin belleğinde kalsın, insanı tedirgin etsin, düşünmeye zorlasın, aynı zamanda duygulara da yön versin isterim. Çünkü iyi resim unutulmaz” diyor. “Yazmak devrimci bir eylemse, işte size resmin en derin devrimci ruhunu sezebileceğiniz resimler...” diye yazmış sevgili dostum ve “Pencereden Gelen Soğuk, Maviydi” sergisinin küratörü, “Dilek Karaaziz Şener.”

‘ZEYTİNYAĞLI DONDURMA’ YEDİNİZ Mİ HİÇ?

YEMEDİYSENİZ, Kavaklıdere Şili Meydanı’ndaki Stüdyo Pizza ve çok sevgili Şef Murat Artukmaç yine harikalar yaratmışlar. “Dua Lipa’nın en sevdiği...” diye paylaştıkları fotoğrafı görünce hemen Dua Lipa’yı aramadım tabi. Stüdyo Pizza’nın en az dondurması kadar yürek ferahlatan Sahra’sını aradım. “Mutlaka tatmalısın...” derken yutkundum. Dondurmanın keyfine keyif katılmış desem yeridir. Hele ki Murat Şef’in hayranlık duyduğum yöresel ürün kullanma tutkusuyla hazırladığı lezzetlerin, sizi sizden alıp daha önce hiç gitmediğiniz bir yolculuğa çıkarmasının tadını biliyorsanız, ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Şayet bilmiyorsanız sözünü ettiğim dondurmanın vereceği olası yolculuk hisleri için şimdiden heyecanlanabilirsiniz. Şef’in kendi mutfağında kendi reçetesiyle hazırladığı dondurmaya ilaveten Kaz dağlarından “İdalya” zeytinyağı ile trüflü su böreğine şahane duygular katan “Arbequina” zeytinyağını dondurmaya da kullanmış. Aydın’ın Atça ilçesine has yüksek aromalı kurutulmuş çilek ve fesleğen dokunuşuyla dondurma; rüya tadında gerçek olmuş.

FUNDA ŞENOL VE ‘EDEBİYATÇILARIN MUTFAĞI’

Yazının Devamını Oku

‘Viva poesia’

24 Nisan 2025
“Belki de yolculuk, bir şey olmaya çalışmakla ilgili değildir. Belki de aslında sen olmayan her şeyden arınarak, en başından beri olman gereken kişi haline gelmenle ilgilidir...” (Paulo Coelho) 

Duymuş olduğunuzu düşünüyorum... “Viva” kelimesini... Ne anlama geldiğini de tahmin edersiniz, zor değil çünkü... Özellikle futbol maçlarında, İspanyolca söylenen şarkılarda filan... “Yaşasın” manası var. “Poesia” kelimesi de kolay. İngilizce bilenler anlamıştır... “Poem” kelimesi ile benzeşiyorlar. Evet evet... Bizim dilimizdeki “şiir” tabi ki... Anladık... Başlığın anlamı “Yaşasın şiir” de ne alaka şimdi? “Bugün Dünya Şiir Günü’nü mü kutluyoruz” diye meraklandınız belki de. Çocukluğumda “Şiir günü” gibi kutlanırdı hem çocukların bayramı hem de baharın müjdecisiydi. Zira, her 23 Nisan, neşe doluyordu insan... “Yaşasın 23 Nisan...” diye başlayan şiirler okurduk. Şimdilerde çocuklar da bahar da askıda sanki... Aslına bakarsanız gözümüze inen kötücül ve hasetle buğulanmış bakış açısını... Hırs ve açgözlülükle kirlettiğimiz düşünce tarzını... Doğayı yok sayan yağmacı, talancı davranış biçimini ancak ve ancak şiirle ve şiirsel düşünce tarzı ile değiştirebiliriz. “Deliye her gün bayram” olduğu gibi; hayatını yumuşatmak isteyenler için her gün “Şiir günü” olmalı... Sadece şiirlerde telaffuz eder hale geldiğimiz... Ağacı, kuşu, gökyüzünü daha berrak görmek için... Denizin dalgasını, nehrin akışını, rüzgârın şarkısını daha net duymak için... Ne ara unuttunuz... Sevdayı, aşkı anlatmak için de şiir gerekmiyor muydu?

BORGES VE PAPA FRANCIS...

BİRAZDAN aşağıda detaylarını okuyacağınız “Edebiyatçıların Mutfağı” etkinliğini haber vermek ve Ankara’ya davet etmek için şair ve yazar ağabeyim “Adnan Özer”i aradım. Geçtiğimiz günlerde ölen Katolik dünyasının en yetkin ismi Papa Francis ve Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’in 1965 yılında edebiyat vesilesiyle bir araya gelişlerini anlatan bir yazı yazdığını söyledi. Meraklandım... Papa meğerse gençliğinde Edebiyat öğretmenliği yapmış... Öğretmen olarak çalıştığı taşraya Borges’i davet etmiş ve birlikte öğrencileri öykü yazmaya teşvik etmişler. Ve hatta önsözünü Borges’in yazdığı bir de öykü kitabı yayınlanmış o zaman. Papa ölmeden birkaç ay önce edebiyatla ilgili yazılarının yer aldığı “Viva Poesia” adıyla bir de kitap hazırlamış... Yazımın içeriği ve başlığındaki esin kaynağımı anladınız sanırım...

‘YUMRUK MEZESİ... BAYIR TURPU...’

FUNDA ŞENOL İLE ‘EDEBİYATÇILARIN MUTFAĞI’

CERMODERN

Yazının Devamını Oku

Gıdım gıdım

17 Nisan 2025
“Çok fazla şeye sahip olursan, başkalarına ihtiyaç duyarsın. Oysa sahip olman gereken şey, doğayla uyumlu ve kaygılarından arınmış bir zihindir.” (Epiktetos) 

Şuursuzca istiyoruz... Gücü, zamanı, konforu, zenginliği, güzelliği vs. Liste uzar gider... Her şeyin en fazlasını... En daha dahası... En iyisi... Ve hatta en büyüğünün bizim olmasını istiyoruz... Şuursuzca istiyoruz... Küstahça istiyoruz... Aaaaa ne ayıp demeyin lütfen... Tabirin kaba olduğunun farkındayım elbette... Ancak bu denli şuursuzca her şeyi elde etmek istemenin açıklanabilir yumuşak bir söylemi olduğunu düşünmüyorum... Üzgünüm ama zihinsel ve ruhsal anlamda gelişimini tamamlayamamış insanlara has bu davranış biçimini yumuşatmak da istemiyorum. Hatta daha kaba ve sert tariflerim de olabilirdi... Neyse. Bunu iki farklı kelime ve davranış biçimi ile izah edebilirim. İlkini az önce okudunuz “Küstahlık” diğeri de günümüzün iflah olmaz salgın hastalığı açgözlülük yani “Tamahkârlık.” Kendini uyanık sananların genel davranış biçimi olan tamahkârlık, aslında hayatlarını fırsatçılıkla değerlendirme çabasında olanlara da denmeli kanaatindeyim. Bu durumun farkında olan satıcılar, doğrudan insanın güç tutkusuna hitap edip önce kafasını karıştırıyorlar. İşlevselliği açısından gerekli bir ürünü satın alma gücünüz varsa mutlu oluyorsunuz. O ürünü almak için yönlendiğinizde, hemen bir gıdım daha ödeme ile farklı renkleri ve güzelliği öne sürüyorlar. Kabul ettiğiniz anda, bir gıdım daha ödeme isteyip konfor ilave ediyor. Ona da razı olunca, bir gıdım daha büyüğü ile zenginlik ifade eden özellik ilavesi... Birden havanız değişiyor... Anlayacağınız sizin uslanmaz sahip olma arzularınızı kullanarak önce cebinizdekini gıdım gıdım alıyorlar, sonra da hayatınızın geri kalanını...

İRANLI RESSAM ‘İSA JABARİ’ İLE ATAKULE’DE ‘4. PİKNİK’

İran sineması ve İran resim sanatının bana göre dünya çapında önemli bir yeri var. İran sanatı ve sanatçılarının kendine has özgün, mistik ve doğrudan ruhun derinliklerine işleyen çok etkileyici bir yanı var. Bu yanını izah etmem çok zor. Zira bu tamamen sizin sanatla kurabildiğiniz iletişimle alakalı bir durum. Yakından takip ettiğim ve her zaman çok hoş etkinlikler planlayıp gerçekleştiren, Atakule gastronom katındaki “Artsy” ve Ece Kaleli, yine çok hoş bir etkinlik hazırlamışlar. İranlı ressam “İsa Jabari”nin seri hale getirdiği “Piknik” isimli sergisinin dördüncüsünü, Artsy Atakule’nin duvarlarına taşıyıp izleyenlerin beğenisine sunmuşlar. Ressam İsa Jabari ve serginin küratörü Elnaz Amini ile sohbet etme fırsatı buldum. Manifestosunda fırsatçı karakter yapısına sahip insanlara göndermeler yapan sanatçı, resimlerde sörfçülerden esinlenerek, rüzgârı arkasına alan ve dalga hangi yöne gidiyorsa oraya giderek kendine avantaj sağlayanları işlemiş. İran minyatürünü (Negârgari İrani) farklı ve kendine has bir biçimde güncelleştiren sanatçı, izleyenlere zihinsel farkındalıkla kendilerine çeki düzen vermelerini önermektedir. Resimlerdeki sanatsal ustalığın yanı sıra içerdiği mesajların izleyiciye ustaca iletilmesine hayran kaldım.

BEKU COFFEE

Farabi sokağı kesen Galip Dede Sokak’taki “Beku Coffee”yi ismen yeni duymuş olabilirsiniz. Evet isim yeni olabilir ancak o heyecanla gelip dakikalarca sıra beklediğiniz mekân aynı ve olduğu gibi devam ediyor. Detaylarına giremeyeceğim özel bir durumdan dolayı farklı isim ama aynı lezzet ve heyecanla keyif vermeyi sürdürüyor. Bu eski mekân fakat yeni ismin bir kahramanı var. “Berat Keskin” hakikatten çok önemli bir iş yapmış ve kısa zamanda kendini hazırlayarak en az eskiden olduğu kadar şahane ürünler hazırlayabilmeyi başarmış. Hem de tek başına. İzin verirlerse, ileride bir gün hikâyeyi detaylarıyla anlatmak, yazmak istiyorum elbette ama şimdi sırası değil. Fransızlara has “Galette” pişirmiş... Parmaklarımı da yiyecektim. Halis muhlis tereyağının kokusu ile lezzeti belirgin olmasına rağmen, diğer içerikler “Peynir kreması, parmesan kreması, mozarella peyniri, karamelize soğan ve böğürtlen reçeli” öylesine uyumlu ki zevkten damağınız uyuşuyor, kendinizden geçiyorsunuz. Hele hele bir “Ayvalı Pay” yapmış ki sevgili Berat... Adeta “yeme de yanında yat!” diyeceğim ama vazgeçtim. Esas yemezseniz rüyalarınıza girer, uykunuz kaçar. Şahane tereyağlı bir pay hamuru, ayva reçeli ile süt kreması bir arada. Lezzeti anne elindenmiş gibi, kokusu ise aşkın ta kendisi... Eee daha ne duruyorsunuz.. Gidin hadi!

Yazının Devamını Oku

Saydınız mı hiç?

10 Nisan 2025
“Duygularınıza çok fazla teslim olmayın. Bu sarsıntılı dünyada aşırı duyarlı bir yürek mutluluk getirmez.” (Goethe)

Hayatınız kaç günlük, bilen var mı? Kaç gün doğumu, kaç tane gün batımı? Bilebilir misiniz? Kaç hüzünlü ya da kaç sevinçli gün oldu şimdiye kadar? Kaç mevsim... Kaç tane yaz, kaç bahar... Bilebilir misiniz? Yağmurlu, bulutlu ya da karlı günler mi daha fazla yoksa güneşli parlak aydınlık günler mi daha çok... Bundan sonra kaç iyi ya da kötü gününüz olacak söyleyebilir misiniz? Çektiğiniz acıların sayısı ile yaşadığınız mutlulukların sayısını biliyor musunuz? Biliyorsanız hangisi daha fazla... Heyecanlandınız mı hiç, korktunuz mu? Bunların sayısı belli mi peki? Endişelendiniz mi birilerini beklerken gece yarısı? Kaç gece pencerede sabahladınız? Özlemle kavuşmaya gün saydınız mı? En sevdiğinizle el ele tutuşarak saatlerce yürüdüyseniz ve umurunuzda olmadıysa hiçbir şey... Bu kaç saat sürmüştür hatırladınız mı? Sevinçten uyuyamadığınız oldu mu? İçinizin içinize sığmadığı sonra da dışarı taşıp kendinizden geçtiğiniz anların sayısı belli mi? Kaç kere aşık oldunuz? Ölesiye sevmenin sihrine kapıldınız mı? Kaç defa hayal kırıklığı yaşadığınızı saydınız mı? Beklemediğiniz anlarda karşılaştığınız sürprizlerle havalara uçtunuz mu? Aldattığınız ya da aldandığınız oldu mu? Kaç tane yalan söylediniz... Sayılarını hatırlıyor musunuz? Her şeyi bırakıp uzaklara gitme isteğine kapıldınız mı? Ne sıklıkla kapıldınız... Yaşam üstünüze üstünüze geldi mi, geldiyse bunların kaçında ölmek istediniz? Kaçında öldünüz, kaçında dirildiniz, hatırlıyor musunuz? Saydınız mı hiç? Sayıların önemi yok bence, “Saymayın... Olabildiğince yaşayın...”

MUSTO ‘AİDİYET KATMANLARI’

CerModern’in yeni sergisini kürator Ümit Yaşar Gözüm hazırladı. “Musto” olarak bilinen resim sanatçısı Mustafa Cemal Yıldırım’ın “Aidiyet Katmanları” isimli sergisi 3 Nisan’da izleyicinin beğenisine sunuldu. Anadolu’daki kültür kökenini, özünü ve aidiyetini tuvale yansıtan sanatçı, kanımca eserleri aracılığıyla izleyenlere, “Hemşehrim memleket nere?” sorusunu sorgulatıyor. Uzun süredir yurt dışında yaşayan ve 37 yıl sonra Türkiye’de ilk sergisini açan Musto, taşizm akımının dünyadaki önemli temsilcilerinden sayılıyor. Fransızca’da “tache” (leke) sözcüğünden türetilmiş taşizm, resim sanatında düzensiz biçimli renk lekeleri ve damlalarının kullanılmasını temel alan bir sanat tarzı. Sergi özel ışıklandırmayla hazırlanan “Kara Kutu” ve çeşitli eserlerinin yer aldığı ana sergi alanı olmak üzere iki bölümden oluşuyor. 12 Nisan Cumartesi günü saat 14.00’te “Ritmin Sentezi: Aidiyet” ismiyle düzenlenecek bir de caz konseri var. Sanatçı dostu “Okay Temiz”i sahnede tuvale yansıtacak Musto ve sanatçı dostu Okay Temiz’in canlı performansını ücretsiz olarak izleyebilirsiniz. 27 Nisan’da sona erecek sergiyi kaçırmamanızı öneririm.

YENİ/ŞİMDİ 2 ‘NEW:NOW 2’

12 Nisan ile 7 Mayıs tarihleri arasında bu yıl ikinci sürümü hazırlanan “Yeni/Şimdi, New:Now” sergisinin küratörlüğünü Attila Güllü üstlenmiş. Toplam 32 genç sanatçının eserlerinin yer aldığı sergide çok bilinmiş sanatçıların yanı sıra hiç bilinmeyenler, ilk defa duyulacak olanlar da var. Dünya toplumlarının karmaşık yapısı ile sürüklenmekte olduğu belirsizliğin tam da merkezinde yaşamak zorunda kalan gençlerin, bu duruma verdiği tepkiyi sanat yoluyla yansıtabilmesi ne âlâ. Şehirlerdeki yozlaşmanın içerisinde kaybolmaya yüz tutmuş geleneksel kültürünün arayışına giren gençlerin, kendilerine has yaratıcı yorumları izlenmeye değer bir sergi oluşturduğu kanısındayım. Bu cumartesi CerModern’e gelin ben de orada olacağım.

FİLİZ PELİT ‘DENGE’

Yazının Devamını Oku

Yaşama ‘aşk’ katın

20 Mart 2025
“Uzun yaşamak kaderin meselesidir; dolu bir yaşam sürmek ise ruhunla, yani seninle ilgilidir.” (Seneca, Ahlâki Mektuplar)

Birkaç gündür ruhsal olarak kendimi pek iyi hissetmiyordum... Normalde bu tür durumlarla karşılaştığımda kendimi telkin etmeyi beceriyorum. Önceden içimde birikmişler de varmış demek ki, bu sefer biraz fena kapıldım sanırım... Kontrol edemedim... Ve hatta bu haftaki yazımı askıya almayı bile düşündüm. Allah’tan şahane bir doğanın içindeydim ve yanımda birlikte olmaktan mutluluk duyduğum, sevdiğim bir arkadaşım vardı. Bu güzelliklerle bir arada olmak, içimde büyümeye hevesli kötü ve manasız duyguları uzaklaştırmama yardımcı oldu. İnsanlık hali... Hepimiz bu tür durumlarla sık sık karşılaşırız elbette... Kötü hissettiğinizde yaşam bir anda boşluğa düşüyor ve anlamlandıramadığınız bu boşluğun içinde kayboluyorsunuz. Hangi yaşta olursanız olun, ruhsal olarak istemediğiniz, beklemediğiniz, hoşunuza gitmeyen herhangi bir durumla karşılaştığınızda önce kendinizi sonra da yaşamı askıya alıyorsunuz. Bu kararı aldığınızda; zihniniz verdiğiniz direktifi ciddiye alıp, sizi yaşamdan izole etmeye başlıyor. Kısa bir süre sonra da hayatla tüm bağlarınız kopuyor.  Evet, zihniniz emrinize itaat etti ancak ruhunuz her zamanki gibi isyankâr... Hayata geri dönmeye karar veren ruhunuz yaşama yeniden asılmaya çabalayınca içinizde bir türlü isimlendiremediğiniz, saçma sapan bir durum peydahlanıyor. Karmaşık duyguların kontrolüne girip savrulmaya başlıyorsunuz. İşte yukarıda bahsettiğim, insanın içerisine düşüp savrulduğu boşluk böyle oluşuyor. Hayatınızı boş bırakmayın, yanınıza sevdiklerinizi alın, yapmayı sevdiğiniz şeyler olsun... Doğa... Sevgi... Ve mutlaka aşk...

‘ALOŞ’ DÜN, BUGÜN, YARIN...

Cermodern’de 4 Ocak’ta başlayan, küratörlüğünü Burak Fidan’ın yaptığı ve heykeltıraş Ali Fuat Germaner’in 1950 yılından günümüze kadar süren çalışmalarını yansıtan şahane serginin, biraz geç farkına vardım. Uzun zamandır birbirinden çok farklı duyguları bir arada hissettiren bir sergiye tanık olduğumu hatırlamıyorum. İnsanın kendi içine gizlediği, kimseyle paylaşmak istemediği gerek düşsel gerekse gerçek yaşam düşüncelerini ortaya çıkarma ve hatta haykırma cesareti veriyor. Aloş yani Ali Fuat Germaner, var olmayan bir medeniyetin var olan düşsel dünyasını ortaya koymuş. Aslında yok da varmış gibi, ya da tam tersi var da yokmuş gibi bir dünyayı canlandırmanın bilinçdışı tasvirlerimizin tanıdık resimlerini çağrıştırıyor. Masal anlatılırken en başında söylenen klişeyi bilirsiniz... “Bir varmış, bir yokmuş...” İşte öylesine bir dünya... 28 Mart son gün, mutlaka gidin yoksa gerçekten eksik kalırsınız...

NICO LA PIZZA

Tunalı’ya yürüyüşe gidenler, Büklüm Sokak’ta açılan yeni pizzacının farkına varmışlardır mutlaka. Alışık olmadığınız türde ve lezzette nefis pizzaları mutlaka tatmalısınız... “Pizza di roma veya Pizza Romana” denilen ve İtalya’nın başkenti Roma’ya has “Pizzeria al Taglio (Kesme Pizza)” dilimlenmiş sokak pizzasını yıllar önce Roma’ya gittiğimde tatmıştım... Şahane tadı öylesine damağıma yapışmış ki gördüğümde eski dosta kavuşmuş gibi sarılmak istedim. Diğer pizzalardan farkı var elbette... Pizzanın hamuru önceden pişiriliyor. Hamur piştikten sonra üzeri sosla kaplanıyor, peynir ve farklı seçeneklerle çeşitlendiriliyor. Tepsiden makasla kesiliyor ve piştiği fırında taş fırında (Mikro dalga kullanmıyorlar) ısıtılarak servis ediliyor. Pizzacının sahibi Nico, uçak mühendisi ve yıllardır Ankara’da yaşayan bir Romalı... Çok sempatik ve eli de lezzetli... Uğrayıp “Ciao” deyin...

ŞİNİTZEL’İN YENİ ADRESİ ‘KÖFTEKARE’

Yazının Devamını Oku

Ruhumuz duymuyor, tükeniyoruz...

13 Mart 2025
“Düşüncelerin neyse hayatın da odur. Hayatın gidişini değiştirmek istiyorsan düşüncelerini değiştir.” (William Shakespeare) 

Hiç düşündünüz mü? Hayatınızı yanlış yaşıyor olabilirsiniz... Evet, yanlış okumadınız... Hepimiz hayatımızı yanlış yaşıyor olabiliriz... Çoğu zaman, bize öğretilenlerin zihnimize ördüğü duvarları aşmakta güçlük çekiyoruz. Ünlü Fransız düşünür Foucault, “İnsanlar zincirlerinden çok, zihinlerindeki duvarlara alışır ve onları savunur” diyor... Katılmamak mümkün mü? Duvarlar arasına koyduğumuz ruhumuz tutsakken, yaratıcı olabilir miyiz? Bir süre sonra yokluğuna da alışıyoruz... Esir ruhumuzun farkında olmadan, bilinmeyene ve bilinçsiz bir sanrıya kapılmış gibi yaşamaya devam ediyor ve gocunmuyoruz. Kaygı, üzüntü, korku ve arzularımızdan uzaklaşmak için “an”ı bırakıp hep geçmişe ya da geleceğe kaçıyoruz... Oralara takılıp vakit geçirdiğimiz anda yaşadığımız dinamizmin işkence olduğunu düşünüyoruz... An yani şu an... Şimdiki zaman elbette... Bir düşünün... Ruhumuz başka bir zaman dilimindeyse, anda kalan beden haliyle işlevini yitirip bir kütle haline dönüşüyor ve ruhu olmadığı için “an”ı da tanımlayamıyor... An eşittir; zaman değil midir? Siz ruhunuzu abuk sabuk işlerle oyalarken an da zaman da kaçıyor... Durdurmak için önüne set kurulamıyor, elle tutulamıyor. Gözlerinizi ovuştursanız da görmüyorsunuz. Gözükmüyor çünkü. Buğu gibi hissediyorsunuz... Bedene yapışıyor, sadece dokunuşunu hissediyorsunuz. Üzüntünüz, kaygılarınız ve korkularınızla besleniyor...  Vücudunuza sirayet eden her ne varsa kayıp ruhunuzdan kalan... Düşman belki de zaman... Sizi içten ve dıştan yiyen... Farkına varmıyorsunuz... Teniniz kırışıyor, ruhunuz bile duymuyor. Tükeniyorsunuz.

ZİHNİN SINIRLARINDA BİR ROTA ‘FİKRET MUALLA’

“An”ı doya doya ve en doğru değerlendiren sanatçıların başında dünyaca ünlü ressam “Fikret Mualla” var diyebilirim. İstanbul ve Paris’te “an”a odaklanan bohem yaşamını resimlerinden rahatlıkla okuyabiliyorsunuz. Geçtiğimiz cumartesi günü sevgili arkadaşım Dilek Karaaziz Şener’le birlikte Ankara Kalesi’ndeki “Erimtan Müzesi”nde 28 Şubat’ta başlayan sergisini gezdik. Dilek’in Fikret Mualla’nın hayatı ve sanatı ile ilgili eşsiz bilgiler verdiği sergi turunun tadı damağımda kaldı. Zihninizin sınırlarını zorlayın... Vakit kaybetmeden Erimtan’a gidip; siz de benim gibi Fikret Mualla hayranlığınızı başlatın, ya da pekiştirin.

BİR NEVİ ÖPÜCÜK... ‘BASBOUSA’ TATLISI

Orta Doğu’ya, özellikle de Suriye’nin başkenti “Şam” şehrine has mistik ve kadim bir tatlı. Nam-ı diğer; “Şamtatlı.” Öylesine leziz ki, tadını tarif etmek için sevgilinin dudağına kondurulan bir “Öpücük” gibi dersem inanın, abartı değil... Bu tarifi yapmamda asıl anlamı “Parlak” demek olan “Basbousa” kelimesinin öpücük anlamındaki “Buse”yi çağrıştırması da etkili oldu. Tamamen vegan olan “Basbousa” tatlısının içinde hiçbir hayvansal ve hatta bitkisel yağ yok. Un ve herhangi bir katkı maddesi de yok. İrmik, ceviz, tarçın ile ismi gizli birkaç baharat var. Şerbeti için, halen kamu kurumu olan Ankara Şeker Fabrikası ürünü şeker kullanılıyor. Hataylı genç ve sempatik çift Esma ve Umut İstanbullu’nun beraber çalıştıkları Hoşdere Caddesi 29 numaradaki “Basbousa Hatay-Şam” tatlı dükkânı 2017 yılında açılmış. “Basbousa” tatlısının yanı sıra; Hatay’a has ve birçoğu Hatay’dan gelen kömbe, mamul, kaytaz böreği, biberli ekmek, zeytinyağı, tuzlu yoğurt, ceviz reçeli ve daha sayamadığım birçok ürün bulabilirsiniz. Sadece hafta sonları tüm bu ürünleri tadabileceğiniz bir de kahvaltıları var. Sandalye sayısı kısıtlı sayıda olduğu için gitmeden önce mutlaka arayın.

İFTAR’A ‘KAVURMA VE PROFİTEROL’ AYIRTIN

Yazının Devamını Oku

Uyandınız mı?

6 Mart 2025
“Ne hoş bir güzelliği vardır; hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin. Kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların. Onurlu bir yaşamı seçenlerin...” (Virginia Woolf)

Sabah uyandığınızda ilk düşündüğünüz şey nedir? Sabah sabah... “Daha afyonumuz patlamadı” dediniz. Sırası gelmişken “Afyonu patlamamak” deyimini bilmeyen yoktur. Hikâyesi de var elbette... Osmanlı dönemlerinde yaşayan keşler ramazanda oruçları bozulmasın diye sahurda afyon kapsülleri yutarlarmış. Mide asidi ile etkileşime giren kapsüller öğlen civarı patlayınca kendilerine gelirlermiş. Günümüzde; uykudan uyanmasına rağmen henüz mahmurluğu atamamış, huysuzlananlara söyleniyor. Bu bilgiyi verdikten sonra sadede gelirsek... Sabah erkenden uyanıp gazete okuma alışkanlığınız varsa ki; bunun cevabını rahatlıkla verebilirsiniz. Mesela gülümseyerek “Çok güzel bir sabaha uyandım yine...” diye kendinizi güne motive ederken, radyoda çalan sevdiğiniz müzikler eşliğinde gazetenizi okuyorsunuzdur... Birazdan sevgilinizle veya sevdiklerinizle birlikte yapacağınız kahvaltıya yardım için mutfağa gitmeniz gerektiği aklınıza geldiğinde, gazeteyi kenara koyup keyifle gideceksiniz. Kimileri bu satırları okurken iç çekip ardından sitemkâr bir ses tonuyla, “Nerdeee bu lüks bizde kardeşim... Erkenden kalkıyoruz elbette ama gazete, müzik, kahvaltı hak getire yani, koştur koştur işe gidiyoruz...” Bazısı “Uyandığımızın bile farkında olmuyoruz... Evden çıkıp doğruca otobüs durağına, otobüsü kaçırdık mı önce işi, ardından hayatı kaçırıyoruz...” Bir başkası cevaben, “Ne mutlu sana ki bir işin var be güzel kardeşim... Benim o da yok... Her sabah erkenden karnımın gurultusundan uyanıp işe gider gibi yapıyorum...” Kaşlarınızı çattınız biliyorum... “Uyandık diye şükür mü edelim, uyanacağız tabi ki” dediniz... Uyandınız mı cidden? “Günaydın” o zaman...

KOKUYU SANATA TAŞIYAN ADAM ‘AHMET YİĞİDER’

Kokular; biz biyolojik canlıların yaşam izlerini temsil eden en önemli artığı, duyguların dışa vurumu ya da var olmanın kanıtıdır. Bu benim düşüncem elbette... Siz de benim gibi düşünüyorsanız, 27 Şubat’ta CerModern’de başlayan, hayranlık duyacağınız bir etkinliği duyurmak istiyorum. Küratörlüğünü sevgili dostum Dilek Karaaziz Şener’in yaptığı ve karınca yaşam felsefesinin başrolde olduğu serginin adı “Karınca Yuvası.” 23 Mart’a kadar sürecek sergide, karıncanın yaşam felsefesinin temelinde yer alan “disiplin ve iletişimin” kaynak olgusunu, kokuyu derinden hissedeceksiniz. Kokuyu sanatına yansıtmayı başaran, heykel sanatçısı Ahmet Yiğider’in metal ve bez kullanarak oluşturduğu konik şekilli devasa heykelin içerisinde gezinebiliyor, spiral labirentte kaybolma hissini algılayarak heyecanlanıyorsunuz. Spiralin sonuna doğru duyumsadığınız güçlü kokudan etkilenecek, karıncalara karşı duyduğunuz hayranlığınızı tazeleyeceksiniz... Kokunun fotoğrafı çekilmez sanırdım ancak sevgili arkadaşım Birben çekmiş, bunun için teşekkür ederim.

TATLIM, KIYMETLİM ‘BAĞDAT’LIM

Ramazan gelince aklıma ilk gelen tatlı “Bağdat tatlısı” desem siz de katılır mısınız? Aklına ilk gelen ve ilk canının çektiği olduğunu bildiğim birçok Ankaralı tanıyorum... Tatlının ismi Bağdat olsa da ana vatanı Ankara. 1978 yılında Antepli tatlı ve kebap ustası “Lütfü Değer” tarafından Maltepe Şehit Daniş Tunalıgil Caddesi’nde kurulan “Bağdat Kebapçısı”nda doğuyor. Doğuş o doğuş... Ankaralının hafızasına kazınıyor ve Lütfü Usta’nın efsane tatlısı bir daha asla ölmüyor... Her iyi şeyin taklidi olduğu gibi Lütfü Usta’nın Bağdat tatlısı da taklit ediliyor... Ancak taklitlerinin hiçbiri esasının yerini tutmuyor, “Taklitler esasını yaşatır” deyimi gerçek oluyor. Gittiğimde, rahmetli Lütfü Usta’nın kızı Sevde Yıldız tezgâhın arkasındaydı. Tatlının görüntüsü de tadı da her zamanki gibi özgün ve elbette ki şahaneydi... Siz de gidin derim...

EFSANE ‘İFTAR’

Yazının Devamını Oku

Sessiz ‘istila’

27 Şubat 2025
“İnsan; ağaçları kesip onlardan kâğıt yapan, sonra da o kâğıtlara ‘ağaçları koruyunuz’ yazandır.” (Oğuz Atay) 

Ah... Ne istila... Hem çaresiz hem de ölümsüz bir vakıa; kuşaktan kuşağa geçen... Meraklandınız, biliyorum... Türlü türlü şeyler geldi aklınıza şimdi... Kiminiz salgın hastalık dedi içinden, kiminiz içimize sızan düşman, bazısı da dedi şeytan. Kimisi iç, kimisi dış güçlerden şüphelendi... Bazıları komünistleri, bir kısım emperyalistleri, kimileri de kapitalistleri suçladı. Birileri uzaydan istila derken, diğerleri üç harfliler ya da Ye’cüc Me’cüc dedi... Oysaki, bildiğiniz gibi değil aslında... Ne dost, ne düşman, ne kardeş, ne amca, dayı oğlu... Ne de karşı komşu... Ne kanlı, canlı... Ne saçlı başlı... Ne de gözü yaşlı... Ne etten, ne de kemikten. Ne tahtadan, ne demirden... Ne yer altından ne üstünden, ne de semadan, fezadan. Öyle bir işgal, istila ki sormayın... Ne gönül yarası, ne ekmek parası... Ne sefanın, ne de cefanın müptelası... Öyle bir istila ki... Ne göz görür, ne kokusu çıkar, ne de kulak duyar... Ne ele gelir, ne de akla... Ne laftan anlar, ne sözden... Ne de kötekten... Bir istila ki; ne suda boğulur, ne ateşte yanar ne de kılıçtan geçirilir... Ne zehir işler, ne kurşun, ne de lazerden ışın... İçten içe sinirlendiniz değil mi? Sadede gel neymiş bu lanet şey söyle artık diye de söylendiniz... Sizsiniz desem... Farkında olmadığınız... Benliğinizi sessizce istila eden tüketme ve tahrip etme hırsınız.

PLASTİK GERGİNLİK

Bu haftaki giriş yazımın hem başlığı hem de içeriğine ilham kaynağı olan Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi, Dr. Öğretim Üyesi, performans sanatçısı ‘Tuğba Çelebi’nin, Mira Koldaş Sanat Galerisi’nde 15 Şubat’ta başlayan ‘İstila’ isimli sergisi oldu. Yakından ilgiyle takip ettiğim sanatçının; içeriğini, insan atıklarından oluşturduğu enstalasyon ve resimleri, günümüz insanının şuursuzca harcadığı doğanın çığlıklarını yansıtıyor. Sergiden öylesine etkilenmişim ki gece gördüğüm rüyalarımı da istila etmiş. Doğanın gerçekten attığı çığlığın sesini duyarak uyandım... Meğerse farkında olmadan bir kâbusa uyumuşum. Uyandığımda insanlığımdan utanmış bir duygu yüklenmişti ruhum. Tüketim çılgınlığına kapılmış, uzuvları çoğunlukla plastikleşmiş insanların; tükettikleri tek kullanımlık eşyalarla birlikte dünyayı işgal edişine tanık olmuştum...

YAYLADAN SOFRAYA ‘SARVİZAN’ KAHVALTISI

Tam bir yıl önce açıldığında gidip yiyecekleri tatma fırsatım olmuştu. Hem restoranı açan eltiler; Ferahi ve Sonnur hanımlara hem de mutfaktaki şefleri Celal Usta’yla birlikte geleneksel yöntem ve malzemelerle pişirdikleri yiyeceklerin doğallığına hayran kalmıştım. Bu sefer kahvaltıya gittim, kahvaltıda servis edilen bal hakiki kestane balı ve Hemşin’in ‘Zuğa’ köyünden. Likapa’yı (Yaban mersini) Ferahi Hanım gidip yayladan toplayıp getiriyor ve reçel yapıyor. Tereyağı ve kahvaltı ile muhlama ya da kuymakta kullanılan peynirlerin hepsi İspir’e bağlı ‘Hodaçur Yaylası’ndan geliyor. Bir tek, Ayaş domatesinden hazırladıkları menemen, Ankaralı diyebilirim. Butik ve kısıtlı sayı olunca hafta sonları çok kalabalık oluyor. Ferahi ve Sonnur hanımların eşleri Rüştü ve Ercan beyler desteğe geliyor. Çocukları Dilara, Mustafa, Enes ve Mete de gelip hem geleneksel yemekleri hem de doğal aile dayanışmasını öğreniyorlar. Adını Rize’ye bağlı Hemşin’in eski isminden alan, doğallığın kokusunu fazlasıyla duyumsayacağınız ‘Sarvizan’a gitmenizi öneririm.

THE JUNIOR COFFEE

Yazının Devamını Oku