Birkaç gündür ruhsal olarak kendimi pek iyi hissetmiyordum... Normalde bu tür durumlarla karşılaştığımda kendimi telkin etmeyi beceriyorum. Önceden içimde birikmişler de varmış demek ki, bu sefer biraz fena kapıldım sanırım... Kontrol edemedim... Ve hatta bu haftaki yazımı askıya almayı bile düşündüm. Allah’tan şahane bir doğanın içindeydim ve yanımda birlikte olmaktan mutluluk duyduğum, sevdiğim bir arkadaşım vardı. Bu güzelliklerle bir arada olmak, içimde büyümeye hevesli kötü ve manasız duyguları uzaklaştırmama yardımcı oldu. İnsanlık hali... Hepimiz bu tür durumlarla sık sık karşılaşırız elbette... Kötü hissettiğinizde yaşam bir anda boşluğa düşüyor ve anlamlandıramadığınız bu boşluğun içinde kayboluyorsunuz. Hangi yaşta olursanız olun, ruhsal olarak istemediğiniz, beklemediğiniz, hoşunuza gitmeyen herhangi bir durumla karşılaştığınızda önce kendinizi sonra da yaşamı askıya alıyorsunuz. Bu kararı aldığınızda; zihniniz verdiğiniz direktifi ciddiye alıp, sizi yaşamdan izole etmeye başlıyor. Kısa bir süre sonra da hayatla tüm bağlarınız kopuyor. Evet, zihniniz emrinize itaat etti ancak ruhunuz her zamanki gibi isyankâr... Hayata geri dönmeye karar veren ruhunuz yaşama yeniden asılmaya çabalayınca içinizde bir türlü isimlendiremediğiniz, saçma sapan bir durum peydahlanıyor. Karmaşık duyguların kontrolüne girip savrulmaya başlıyorsunuz. İşte yukarıda bahsettiğim, insanın içerisine düşüp savrulduğu boşluk böyle oluşuyor. Hayatınızı boş bırakmayın, yanınıza sevdiklerinizi alın, yapmayı sevdiğiniz şeyler olsun... Doğa... Sevgi... Ve mutlaka aşk...
‘ALOŞ’ DÜN, BUGÜN, YARIN...
Cermodern’de 4 Ocak’ta başlayan, küratörlüğünü Burak Fidan’ın yaptığı ve heykeltıraş Ali Fuat Germaner’in 1950 yılından günümüze kadar süren çalışmalarını yansıtan şahane serginin, biraz geç farkına vardım. Uzun zamandır birbirinden çok farklı duyguları bir arada hissettiren bir sergiye tanık olduğumu hatırlamıyorum. İnsanın kendi içine gizlediği, kimseyle paylaşmak istemediği gerek düşsel gerekse gerçek yaşam düşüncelerini ortaya çıkarma ve hatta haykırma cesareti veriyor. Aloş yani Ali Fuat Germaner, var olmayan bir medeniyetin var olan düşsel dünyasını ortaya koymuş. Aslında yok da varmış gibi, ya da tam tersi var da yokmuş gibi bir dünyayı canlandırmanın bilinçdışı tasvirlerimizin tanıdık resimlerini çağrıştırıyor. Masal anlatılırken en başında söylenen klişeyi bilirsiniz... “Bir varmış, bir yokmuş...” İşte öylesine bir dünya... 28 Mart son gün, mutlaka gidin yoksa gerçekten eksik kalırsınız...
NICO LA PIZZA
Tunalı’ya yürüyüşe gidenler, Büklüm Sokak’ta açılan yeni pizzacının farkına varmışlardır mutlaka. Alışık olmadığınız türde ve lezzette nefis pizzaları mutlaka tatmalısınız... “Pizza di roma veya Pizza Romana” denilen ve İtalya’nın başkenti Roma’ya has “Pizzeria al Taglio (Kesme Pizza)” dilimlenmiş sokak pizzasını yıllar önce Roma’ya gittiğimde tatmıştım... Şahane tadı öylesine damağıma yapışmış ki gördüğümde eski dosta kavuşmuş gibi sarılmak istedim. Diğer pizzalardan farkı var elbette... Pizzanın hamuru önceden pişiriliyor. Hamur piştikten sonra üzeri sosla kaplanıyor, peynir ve farklı seçeneklerle çeşitlendiriliyor. Tepsiden makasla kesiliyor ve piştiği fırında taş fırında (Mikro dalga kullanmıyorlar) ısıtılarak servis ediliyor. Pizzacının sahibi Nico, uçak mühendisi ve yıllardır Ankara’da yaşayan bir Romalı... Çok sempatik ve eli de lezzetli... Uğrayıp “Ciao” deyin...
ŞİNİTZEL’İN YENİ ADRESİ ‘KÖFTEKARE’
Hiç düşündünüz mü? Hayatınızı yanlış yaşıyor olabilirsiniz... Evet, yanlış okumadınız... Hepimiz hayatımızı yanlış yaşıyor olabiliriz... Çoğu zaman, bize öğretilenlerin zihnimize ördüğü duvarları aşmakta güçlük çekiyoruz. Ünlü Fransız düşünür Foucault, “İnsanlar zincirlerinden çok, zihinlerindeki duvarlara alışır ve onları savunur” diyor... Katılmamak mümkün mü? Duvarlar arasına koyduğumuz ruhumuz tutsakken, yaratıcı olabilir miyiz? Bir süre sonra yokluğuna da alışıyoruz... Esir ruhumuzun farkında olmadan, bilinmeyene ve bilinçsiz bir sanrıya kapılmış gibi yaşamaya devam ediyor ve gocunmuyoruz. Kaygı, üzüntü, korku ve arzularımızdan uzaklaşmak için “an”ı bırakıp hep geçmişe ya da geleceğe kaçıyoruz... Oralara takılıp vakit geçirdiğimiz anda yaşadığımız dinamizmin işkence olduğunu düşünüyoruz... An yani şu an... Şimdiki zaman elbette... Bir düşünün... Ruhumuz başka bir zaman dilimindeyse, anda kalan beden haliyle işlevini yitirip bir kütle haline dönüşüyor ve ruhu olmadığı için “an”ı da tanımlayamıyor... An eşittir; zaman değil midir? Siz ruhunuzu abuk sabuk işlerle oyalarken an da zaman da kaçıyor... Durdurmak için önüne set kurulamıyor, elle tutulamıyor. Gözlerinizi ovuştursanız da görmüyorsunuz. Gözükmüyor çünkü. Buğu gibi hissediyorsunuz... Bedene yapışıyor, sadece dokunuşunu hissediyorsunuz. Üzüntünüz, kaygılarınız ve korkularınızla besleniyor... Vücudunuza sirayet eden her ne varsa kayıp ruhunuzdan kalan... Düşman belki de zaman... Sizi içten ve dıştan yiyen... Farkına varmıyorsunuz... Teniniz kırışıyor, ruhunuz bile duymuyor. Tükeniyorsunuz.
ZİHNİN SINIRLARINDA BİR ROTA ‘FİKRET MUALLA’
“An”ı doya doya ve en doğru değerlendiren sanatçıların başında dünyaca ünlü ressam “Fikret Mualla” var diyebilirim. İstanbul ve Paris’te “an”a odaklanan bohem yaşamını resimlerinden rahatlıkla okuyabiliyorsunuz. Geçtiğimiz cumartesi günü sevgili arkadaşım Dilek Karaaziz Şener’le birlikte Ankara Kalesi’ndeki “Erimtan Müzesi”nde 28 Şubat’ta başlayan sergisini gezdik. Dilek’in Fikret Mualla’nın hayatı ve sanatı ile ilgili eşsiz bilgiler verdiği sergi turunun tadı damağımda kaldı. Zihninizin sınırlarını zorlayın... Vakit kaybetmeden Erimtan’a gidip; siz de benim gibi Fikret Mualla hayranlığınızı başlatın, ya da pekiştirin.
BİR NEVİ ÖPÜCÜK... ‘BASBOUSA’ TATLISI
Orta Doğu’ya, özellikle de Suriye’nin başkenti “Şam” şehrine has mistik ve kadim bir tatlı. Nam-ı diğer; “Şamtatlı.” Öylesine leziz ki, tadını tarif etmek için sevgilinin dudağına kondurulan bir “Öpücük” gibi dersem inanın, abartı değil... Bu tarifi yapmamda asıl anlamı “Parlak” demek olan “Basbousa” kelimesinin öpücük anlamındaki “Buse”yi çağrıştırması da etkili oldu. Tamamen vegan olan “Basbousa” tatlısının içinde hiçbir hayvansal ve hatta bitkisel yağ yok. Un ve herhangi bir katkı maddesi de yok. İrmik, ceviz, tarçın ile ismi gizli birkaç baharat var. Şerbeti için, halen kamu kurumu olan Ankara Şeker Fabrikası ürünü şeker kullanılıyor. Hataylı genç ve sempatik çift Esma ve Umut İstanbullu’nun beraber çalıştıkları Hoşdere Caddesi 29 numaradaki “Basbousa Hatay-Şam” tatlı dükkânı 2017 yılında açılmış. “Basbousa” tatlısının yanı sıra; Hatay’a has ve birçoğu Hatay’dan gelen kömbe, mamul, kaytaz böreği, biberli ekmek, zeytinyağı, tuzlu yoğurt, ceviz reçeli ve daha sayamadığım birçok ürün bulabilirsiniz. Sadece hafta sonları tüm bu ürünleri tadabileceğiniz bir de kahvaltıları var. Sandalye sayısı kısıtlı sayıda olduğu için gitmeden önce mutlaka arayın.
İFTAR’A ‘KAVURMA VE PROFİTEROL’ AYIRTIN
Sabah uyandığınızda ilk düşündüğünüz şey nedir? Sabah sabah... “Daha afyonumuz patlamadı” dediniz. Sırası gelmişken “Afyonu patlamamak” deyimini bilmeyen yoktur. Hikâyesi de var elbette... Osmanlı dönemlerinde yaşayan keşler ramazanda oruçları bozulmasın diye sahurda afyon kapsülleri yutarlarmış. Mide asidi ile etkileşime giren kapsüller öğlen civarı patlayınca kendilerine gelirlermiş. Günümüzde; uykudan uyanmasına rağmen henüz mahmurluğu atamamış, huysuzlananlara söyleniyor. Bu bilgiyi verdikten sonra sadede gelirsek... Sabah erkenden uyanıp gazete okuma alışkanlığınız varsa ki; bunun cevabını rahatlıkla verebilirsiniz. Mesela gülümseyerek “Çok güzel bir sabaha uyandım yine...” diye kendinizi güne motive ederken, radyoda çalan sevdiğiniz müzikler eşliğinde gazetenizi okuyorsunuzdur... Birazdan sevgilinizle veya sevdiklerinizle birlikte yapacağınız kahvaltıya yardım için mutfağa gitmeniz gerektiği aklınıza geldiğinde, gazeteyi kenara koyup keyifle gideceksiniz. Kimileri bu satırları okurken iç çekip ardından sitemkâr bir ses tonuyla, “Nerdeee bu lüks bizde kardeşim... Erkenden kalkıyoruz elbette ama gazete, müzik, kahvaltı hak getire yani, koştur koştur işe gidiyoruz...” Bazısı “Uyandığımızın bile farkında olmuyoruz... Evden çıkıp doğruca otobüs durağına, otobüsü kaçırdık mı önce işi, ardından hayatı kaçırıyoruz...” Bir başkası cevaben, “Ne mutlu sana ki bir işin var be güzel kardeşim... Benim o da yok... Her sabah erkenden karnımın gurultusundan uyanıp işe gider gibi yapıyorum...” Kaşlarınızı çattınız biliyorum... “Uyandık diye şükür mü edelim, uyanacağız tabi ki” dediniz... Uyandınız mı cidden? “Günaydın” o zaman...
KOKUYU SANATA TAŞIYAN ADAM ‘AHMET YİĞİDER’
Kokular; biz biyolojik canlıların yaşam izlerini temsil eden en önemli artığı, duyguların dışa vurumu ya da var olmanın kanıtıdır. Bu benim düşüncem elbette... Siz de benim gibi düşünüyorsanız, 27 Şubat’ta CerModern’de başlayan, hayranlık duyacağınız bir etkinliği duyurmak istiyorum. Küratörlüğünü sevgili dostum Dilek Karaaziz Şener’in yaptığı ve karınca yaşam felsefesinin başrolde olduğu serginin adı “Karınca Yuvası.” 23 Mart’a kadar sürecek sergide, karıncanın yaşam felsefesinin temelinde yer alan “disiplin ve iletişimin” kaynak olgusunu, kokuyu derinden hissedeceksiniz. Kokuyu sanatına yansıtmayı başaran, heykel sanatçısı Ahmet Yiğider’in metal ve bez kullanarak oluşturduğu konik şekilli devasa heykelin içerisinde gezinebiliyor, spiral labirentte kaybolma hissini algılayarak heyecanlanıyorsunuz. Spiralin sonuna doğru duyumsadığınız güçlü kokudan etkilenecek, karıncalara karşı duyduğunuz hayranlığınızı tazeleyeceksiniz... Kokunun fotoğrafı çekilmez sanırdım ancak sevgili arkadaşım Birben çekmiş, bunun için teşekkür ederim.
TATLIM, KIYMETLİM ‘BAĞDAT’LIM
Ramazan gelince aklıma ilk gelen tatlı “Bağdat tatlısı” desem siz de katılır mısınız? Aklına ilk gelen ve ilk canının çektiği olduğunu bildiğim birçok Ankaralı tanıyorum... Tatlının ismi Bağdat olsa da ana vatanı Ankara. 1978 yılında Antepli tatlı ve kebap ustası “Lütfü Değer” tarafından Maltepe Şehit Daniş Tunalıgil Caddesi’nde kurulan “Bağdat Kebapçısı”nda doğuyor. Doğuş o doğuş... Ankaralının hafızasına kazınıyor ve Lütfü Usta’nın efsane tatlısı bir daha asla ölmüyor... Her iyi şeyin taklidi olduğu gibi Lütfü Usta’nın Bağdat tatlısı da taklit ediliyor... Ancak taklitlerinin hiçbiri esasının yerini tutmuyor, “Taklitler esasını yaşatır” deyimi gerçek oluyor. Gittiğimde, rahmetli Lütfü Usta’nın kızı Sevde Yıldız tezgâhın arkasındaydı. Tatlının görüntüsü de tadı da her zamanki gibi özgün ve elbette ki şahaneydi... Siz de gidin derim...
EFSANE ‘İFTAR’
Ah... Ne istila... Hem çaresiz hem de ölümsüz bir vakıa; kuşaktan kuşağa geçen... Meraklandınız, biliyorum... Türlü türlü şeyler geldi aklınıza şimdi... Kiminiz salgın hastalık dedi içinden, kiminiz içimize sızan düşman, bazısı da dedi şeytan. Kimisi iç, kimisi dış güçlerden şüphelendi... Bazıları komünistleri, bir kısım emperyalistleri, kimileri de kapitalistleri suçladı. Birileri uzaydan istila derken, diğerleri üç harfliler ya da Ye’cüc Me’cüc dedi... Oysaki, bildiğiniz gibi değil aslında... Ne dost, ne düşman, ne kardeş, ne amca, dayı oğlu... Ne de karşı komşu... Ne kanlı, canlı... Ne saçlı başlı... Ne de gözü yaşlı... Ne etten, ne de kemikten. Ne tahtadan, ne demirden... Ne yer altından ne üstünden, ne de semadan, fezadan. Öyle bir işgal, istila ki sormayın... Ne gönül yarası, ne ekmek parası... Ne sefanın, ne de cefanın müptelası... Öyle bir istila ki... Ne göz görür, ne kokusu çıkar, ne de kulak duyar... Ne ele gelir, ne de akla... Ne laftan anlar, ne sözden... Ne de kötekten... Bir istila ki; ne suda boğulur, ne ateşte yanar ne de kılıçtan geçirilir... Ne zehir işler, ne kurşun, ne de lazerden ışın... İçten içe sinirlendiniz değil mi? Sadede gel neymiş bu lanet şey söyle artık diye de söylendiniz... Sizsiniz desem... Farkında olmadığınız... Benliğinizi sessizce istila eden tüketme ve tahrip etme hırsınız.
PLASTİK GERGİNLİK
Bu haftaki giriş yazımın hem başlığı hem de içeriğine ilham kaynağı olan Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi, Dr. Öğretim Üyesi, performans sanatçısı ‘Tuğba Çelebi’nin, Mira Koldaş Sanat Galerisi’nde 15 Şubat’ta başlayan ‘İstila’ isimli sergisi oldu. Yakından ilgiyle takip ettiğim sanatçının; içeriğini, insan atıklarından oluşturduğu enstalasyon ve resimleri, günümüz insanının şuursuzca harcadığı doğanın çığlıklarını yansıtıyor. Sergiden öylesine etkilenmişim ki gece gördüğüm rüyalarımı da istila etmiş. Doğanın gerçekten attığı çığlığın sesini duyarak uyandım... Meğerse farkında olmadan bir kâbusa uyumuşum. Uyandığımda insanlığımdan utanmış bir duygu yüklenmişti ruhum. Tüketim çılgınlığına kapılmış, uzuvları çoğunlukla plastikleşmiş insanların; tükettikleri tek kullanımlık eşyalarla birlikte dünyayı işgal edişine tanık olmuştum...
YAYLADAN SOFRAYA ‘SARVİZAN’ KAHVALTISI
Tam bir yıl önce açıldığında gidip yiyecekleri tatma fırsatım olmuştu. Hem restoranı açan eltiler; Ferahi ve Sonnur hanımlara hem de mutfaktaki şefleri Celal Usta’yla birlikte geleneksel yöntem ve malzemelerle pişirdikleri yiyeceklerin doğallığına hayran kalmıştım. Bu sefer kahvaltıya gittim, kahvaltıda servis edilen bal hakiki kestane balı ve Hemşin’in ‘Zuğa’ köyünden. Likapa’yı (Yaban mersini) Ferahi Hanım gidip yayladan toplayıp getiriyor ve reçel yapıyor. Tereyağı ve kahvaltı ile muhlama ya da kuymakta kullanılan peynirlerin hepsi İspir’e bağlı ‘Hodaçur Yaylası’ndan geliyor. Bir tek, Ayaş domatesinden hazırladıkları menemen, Ankaralı diyebilirim. Butik ve kısıtlı sayı olunca hafta sonları çok kalabalık oluyor. Ferahi ve Sonnur hanımların eşleri Rüştü ve Ercan beyler desteğe geliyor. Çocukları Dilara, Mustafa, Enes ve Mete de gelip hem geleneksel yemekleri hem de doğal aile dayanışmasını öğreniyorlar. Adını Rize’ye bağlı Hemşin’in eski isminden alan, doğallığın kokusunu fazlasıyla duyumsayacağınız ‘Sarvizan’a gitmenizi öneririm.
THE JUNIOR COFFEE
Kütüphaneye girmek için uzun süre kuyrukta bekledi. Onun gibi bekleyen epeyce kalabalık vardı. Nihayet sırası geldiğinde içeri girmeden önce dönüp arkasına baktı... Hedefe ulaşmış olmanın sevinciyle yüzüne oturttuğu gülümsemeyi insanlara nispet olur düşüncesiyle kimseye göstermek istemedi. Yüzünü ekşitip sevincini yutkundu. Birikmiş kalabalığa göz attı. Aralarda bekleyen kedi, köpek gibi evcil hayvanları görmeye alışkındı, sahibiyle gelmiştir diye garipsemedi. Kuyrukta tek başına sıra tutan ayıyı görünce telaşlandı. Ayının bir sahibi olamaz diye düşünse de evcilleşmiş ayıların varlığını duymuştu. Afrika savan fili ile arkasına dizilen boy boy yavrularının görünümleri sevimli olsa da bir kitapta fillerin yavrularının tehlikede olduğunu hissetmesiyle saldırganlaşabileceğini okuduğu geldi aklına. Eğitimli olduklarını düşünüp rahatlamak istedi. Sirklerde eğitimli yabani hayvanlar gördüğünü anımsadı. Yabani ya da evcil fark etmez bu hayvanların kütüphanede ne işleri olabilirdi ki? Okuma yazma bilmeleri mümkün olmadığına göre, “Bu kütüphane hayvan dostu olmalı” dedi kendine. Kuyruğa dikkatle bakınca neredeyse insan yoktu. Olsa olsa insan dostu kütüphane olabilirdi. Hem abuk bir durum da yoktu. Bu yabaniler, kütüphane kurallarına uygun davranıyor, sessizce ve kuyruğu bozmadan bekliyorlardı. Kucağında bebekle bekleyen şempanzeye eşlik eden gözlüklü eşeği de gördü. Robotlar, insanlar kadar ortama çok da aykırıymış gibi gelmedi. Maymun ile robotun birlikte saf tutmasına bir engel olmadığına göre, keyifli havaya kapıldı... “Hayallerine sınır kondurmamıştı.” Rahatladı.
LİMİTSİZ GÖKYÜZÜ SINIRSIZ HAYAL ‘PINAR GARİBAĞAOĞLU’
Mesaj kutuma Artsy’den bir mesaj düşünce heyecanlanıyorum, zira Artsy ve işletmecisi Ece Kaleli’nin etkinliklerine bayılıyorum. Mesajda “Poly: Sky is the limit” diye bir başlık vardı. Meraklanıp soluğu Artsy’de aldım. Giriş holünde seramik görünümlü ancak sonradan polyesterden döküldüğünü öğrendiğim sevimli “Poly” heykeller karşılayınca içim kıpır kıpır oldu. Sevgili Ece beni “Poly”nin yaratıcısı ile tanıştırınca; fillerin sevimliliğin yanına bir de “Zarafet”i eklemem gerektiğini anladım. Beş yıl önce kurumsal hayatı bırakıp sanata katılan Pınar Garibağaoğlu ile sohbete başladığımızda kendinden emin bir tavırla “Ben alaylıyım...” dedi. “Aslen sanatçı değilim, sanat eğitimi de almadım, ancak hayallerime sınır koymamayı öğrendim” derken öz güvenli duruşunu da sezdim. Cümle içinde “Öğrenmek” kelimesini kullanmıştı. “Eğitiminiz olmayabilir ama bir öğreticiniz var demek ki” sorusunu sormamak olmazdı. Cevabı sıra dışıydı... “Oğlum dürttü...” dedi. Oğlu Kuzey henüz beş yaşında olmasına rağmen sorduğu sorularla “Sınırsız hayal” kurabilmeyi öğretmiş annesine. “Çokluk ve bereket” simgeleyen sevimli “Poly” fillerini zihninde canlandırıp tasarlamaya başlamış Pınar Hanım. Poly’leri ben de çok sevdim, 18-28 Şubat arası Artsy Atakule’de izleyebilirsiniz. Gitmişken Poly için özel hazırlanan kokteyli denemeyi unutmayınız.
EN SEVDİĞİM UZAK DOĞULU ‘CHINA BLOOM’ İNCEK’TE
Ankara’da Uzak Doğu mutfağı dendiğinde akla ilk gelenlerin başında, benim de müptelası olduğum “China Bloom” var. Aslına bakarsanız benim ergen çocuklarım benden çok daha fazla müptela. China Bloom aklıma ayda bir geliyorsa, çocukların neredeyse hiç aklından çıkmadığı gibi her fırsatta gitmek istiyorlar. Her istediklerinde götüremesem de ödül niteliğinde götürdüğüm oluyor. İncek’te açılan yeni restoranı duyunca gidip denememek olmazdı tabi ki. “Mayra Çarşı”da açılan “China Bloom” İncek’in ilk Uzak Doğu restoranı olması itibarıyla şimdiden gönüllere yerleşmiş. “Sushi”lerini bayıla bayıla yediğim restoran’ın sushi ustası sevgili Mert ağırladı. Altın sarısı içeceğin yanına uyacak acılı ürün tavsiyesi istedim. Çin mutfağından, içeriğinde acı biber ve yeşil soğan kökü ile lezzetlendirilmiş “King pao” tavukla başladık. Karides tempura, acı hardallı Shangay soslu “Ebi Shangay roll” sushi nefisti. Kore mutfağına has sebze ağırlıklı harç ve kıyma ile hazırlanan mantı “Mandu”, haşlandıktan sonra “Tüil” yöntemiyle kızartılıyor. Kültür, istiridye ve kurutulmuş “Şitaki” mantarıyla hazırlanarak acı yağla lezzetlendirilen dilimlenmiş biftek efsaneydi. İncek’teyseniz şanslısınız. Müptelası olacaksınız.
BİR ANKARA KLASİĞİ ‘ARTANKARA’
Dünyanın sonunun yaklaştığını bilseniz eğer... Ne yaparsınız? Ben sevdiğim şeyleri yaparım... Yüzmeyi seviyorum mesela... Durgun sularda saatlerce yüzebilirim... Ne huzur ama... Canım çekti birden... Gün batımında ya da gün doğumunda fark etmez... Güneşle flört ederek yüzmek ne âlâ... Yaşamın bitmek üzere olan anlamını yeniden kavrıyor insan... Dünyanın sonu gelmeden mutlaka yüzmeye giderim. Çikolata yerim, “Mmmmm” diyebilmek isterdim şimdi... Her yediğinde bu iniltiyi çıkarmayan yoktur sanırım... Kendine has bir duygusu olduğuna inanıyorum. Çikolata aşk gibidir... Yedikçe yiyesin geliyor ve asla doymayacağını sanıyorsun ancak bir süre sonra için kıyılıyor ve yemeyi kesiyorsun... Evet evet aşk gibi işte... Saman alevi yani... Bir anda soğuyorsun, tekrar aklına gelene kadar uykuya dalıyor... Zira sonsuza kadar uyumuyor, ölmüyor yani... Tatlı krizi, şeker ihtiyacı peydahlanır ya... Abuk sabuk zamanlarda gelir aklına. Özellikle de gece yarısı ve ulaşmanın zor olduğu anlarda... İşte o zaman yeniden uyanıyorsun... Aşk gibi dedim ya... Canın aşk çekiyor ve bir anda ilk gördüğüne aşık oluyorsun... Sonrası malum... Gerçek duygular yerini Sevgililer Günü fantezilerine bırakıyor... Ardından bir varmış, bir yokmuş masalları... İnsan benliğinin (Egosunun) şımarık duyguları bunlar... Kime diyorum? Kendime elbette, başka kim var ki? Kendimle konuşmanın beni benden aldığını düşünüyorum artık... Bu sağlıklı bir durum olmamalı... Şımarık çikolatanın aşkla bağlantısını kurdum ya, sen ona bak...
MEZOPOTAMYA YEMEKLERİ
Memlekete seyahatim uzayınca bölgenin mutfak kültürüne farklı bir perspektiften bakmak istedim. Mezopotamya’da yaşayan farklı kültürlerin (Süryani, Ermeni, Kürt, Arap, Yahudi, Türkmen, Ezidi, Asuri...) birbirlerinden etkileşimle yarattıkları ve günümüze kadar ulaşmayı başaran yiyeceklerin şimdilik bir kısmını derleme imkânım oldu. Her fırsatta dile getirmeye çalıştığım yemeğin bir nevi sanat olduğu düşüncemi pekiştiren bu sonuçlar hem iştahınızı hem de yüreğinizi kabartacak.
KELLE PAÇA
Neredeyse bütün Anadolu şehirlerinde yaz kış demeden tüketilen, insan bedenine verdiği zindelikle vazgeçilmez ilaç niteliğinde içilebilen “Kelle paça” çorbasını bir de Mezopotamya’ya has lezzetiyle denemenizi tavsiye ederim. Sakatat ağırlıklı çorbaların zirvesindeki efsane çorbanın bana göre tartışmasız en iyisini eski Mardin’de 70-80 yıldır aynı yerinde hizmet veren “Tulay Lokantası” ve dördüncü kuşak temsilcisi Oktay Dilmen pişiriyor. Gidip tadına baktığınızda bu tespitime katılacağınıza eminim.
SEMBUSEK
Bahsettiğim merak ve şüphe özel hayat anlamında değil... Doğada gördüklerini merak edebilirsin... İşleyişini, kaynağını, nedenini ve saire... Evrenin nasıl bir döngüye sahip olduğunu hepimiz öğrenmek isteriz. Bu özel hayat değil. Zihin ve ruh gelişimi için merak, gizem, keşif ve en gerçeği öğrenmek için şüphe gerek. Yaşamak ve duyumsamak lazım, anlayabilmek için. Duyumsamak derken, anın ve yaşadığın şeyin farkına varmak. Birçoğumuz kabul etmiyoruz. Ben de öyleyim sanırım... Yaşadıklarımızın farkında olmuyoruz. Ömrümüz boyunca sadece zamanı kolluyoruz. Ne acı bir durum... Değil mi? Evet evet, mantıklı şeyler söylüyorsun sevgili iç sesim; uyarılarını dinleyeceğim ve meraklanacağım. Başkasının özel yaşamını merak edersen elbette ayıplanırsın... Medeni dünyadaki cevabı da “Sana ne.” Medeni dünya nedir? Bilmiyor musun? Biliyorum... Emin değilim. İkna olmam gerekiyor... İnsanların birbirlerinin yaşamına saygı duydukları davranış biçiminin öncelikli olduğu dünyaya “Medeni dünya” diyebiliriz. İkna oldun mu? Birbirimize saygı duymalıyız... Peki, bu durumu anlamamız gerekir mi? Yaşam tarzını sana dayatmıyorsa; bu durum sana uymasa da ona anlayış göstermen senin medeniyet ölçütlerini belirliyor. “Bilgi güçtür” demişti bir filozof... (Scientia potentia est.) Fiziki güç bazı nesneleri kaldırmanı sağlar ama zihinsel gücünü kullanabildiğinde istediğin her şeyi kaldırabilirsin... Acıyı ve mutluluğu bile. Mutluluğun da hazımsızlığı var tabii... Farkında olmalısın... Yoksa uçar gider. Bu düşünceye de katılıyorum.
YENİDEN DOĞUŞ ‘SELİN GÜNEŞTAN’
BU serginin hem sanatçısı hem de sanatçısının duyguları çok yakından hemşehrim... Serginin ismi “Yeniden Doğuş” olunca; duygunun kaynağı güneşin en güzel doğduğu yerlerden elbette ki, Midyat olur. Her ne kadar Ankara’da doğup büyüdüyse de Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Doktor Öğretim Üyesi Selin Güneştan’ın baba ocağı Mardin Midyat oluşu kan bağıyla birlikte duygularını da memleketine bağlamış. 30 Ocak’ta başlayan solo sergisine halen Nusaybin’de olduğum için yetişemedim ancak döner dönmez gideceğim. “Yeniden Doğuş”un sergisi, 14 Şubat gününe kadar Yıldız’daki Mira Koldaş Sanat Galerisi’nde izlenebilir. Hazır sevgililer günü yaklaşmışken gidip sevgilinizle birlikte aşkınızı da yenileyin derim.
NUSAYBİN ‘MOR YAKUP KİLİSESİ’
Mor Yakup Kilisesi, doğduğum şehir Nusaybin’in belki de en kıymetli noktası diyebilirim. Ergenken, avlusunda arkadaşlarla top ya da saklambaç oynadığımızda, tükenmek bilmeyen enerjimizin sebebini yıllar sonra kazılan avlusundan çıkan bilim yuvasının katkısı olduğunu düşünmek büyüleyici bir duygu... Bilim yuvası dedim; zira Süryani Kilise doktoru olarak da bilinen Nusaybinli “Mor Efrem”in 4. Yüzyıl’da kurduğu kilisede başta teoloji olmak üzere geometri, astronomi, matematik bilimleri öğretilmiş. Nusaybin’de oluşan su baskınlarından dolayı sular altında kalan kampüs 38 yıl sonra Urfa’ya taşınmış. Dünyanın ilk üniversitesi olarak bilinen “Urfa Okulu” aslında Nusaybin’den, Urfa’ya taşınan Nusaybinli Mor Efrem’in okulu olduğu yapılan kazılar sonucunda ortaya çıkmış. Yıllardır gitmemiştim, bu gidişimde uğradım. Kilisenin sorumlu rehberi, sevgili dostum “Daniel Çepe”yle hasret giderdim. Avlusundan ergen enerjisi yüklendim desem gülmeyin sakın... Giderseniz Nusaybin’e, Daniel’e mutlaka uğrayın.
MEZOPOTAMYA’NIN EKMEĞİ
Rüya değildir ancak bir rüya gibi süzülür gündüz vakti ve anında değişir sahne. Kalabalık bir caddede yürürken bir anda ormandaki halimize gülümseriz. Elini tuttuğumuz mutluluk her neyse; el eleyken görünürüz. Şehirdeki kalabalıktan orman veya sahildeki yalnızlığımıza geçiş yaparken, zamanda ve dünyada kaybolduğumuzu da hissederiz. Gerçek yaşamımızdan bambaşka bir kişiliğe bürünür ruhumuz; olumlu, mutlu ve samimi bir karakter giyinir üzerine. Ne güzel bir geçiştir değil mi? Film sahnelerinin değiştiği gibi gerçekleşir her şey... Gelecekteki kendimizle ilgili gülümseten anlarla hemhâl olur, aniden dünyanın en mesut insanına dönüşürüz... “Ahh ne hayallerimiz vardı..." diye başlayan cümleler kurar mısınız? Çoğunlukla yalnızken veya uzun yürüyüşler esnasında gelir aklımıza... Hayalperest denirdi hayal kuranlara... Hatırladığım kadarıyla çok fazla tasvip edilen bir meziyet de değildi. Aslına bakarsanız meziyet bile değildi... Ve hatta ayıp sayıldığını bile duymuştum. Hayal kurmanın gerçeklerden uzaklaştırdığı varsayıldığından hiç de makul karşılanmazdı. Ayakların yerden kesilmesi demekti kimisi için... Bazıları için de aklın baştan bir karış yukarıda asılı durmasıydı. Oysaki yaratıcı ve zengin bir dünyaydı, farkında olmadığımız... Şimdilerde hayallerini yapay zekâya kurgulatanlar bilmez tabi... Ne çok mutluyduk... Vitrinde beğendiğimiz bir kıyafeti üstümüzdeyken gördüğümüzde havalara uçardık... Okulda, mahallede, iş yerinde platonik bağlandığımız ve habersizce kurguladığımız hayallerdeki kırmızı arabada yan koltuğa oturttuğumuz aşkımızı düşünürken, kalbimiz yerinden fırlayacakmış gibi olmaz mıydı?
RENKLER VE DOKULAR HİS’LER VE AN’LAR
Sanat eseri koleksiyonerlerinin giderek artması bana göre sanata olan ilgi açısından sevindirici. Bu durum, kültürel anlamda toplumsal gelişimin bir ifadesi olarak algılanırsa, sanat ve sanatçıya verilen değerin de yükseldiğinin bir işareti. Son zamanlarda sıklıkla karşılaştığımız, konusu olan, duygu ve his odaklı hazırlanan koleksiyoner sergileri hem sanatçı eserlerinin kıymetlenmesi hem de yeni üretimleri ve yeni sanatçıları teşvik etmesi açısından işlevsel bir etkinlik konumuna geldi. Geçtiğimiz cumartesi günü Taurus AVM’deki Platform A sanat galerisinde başlayan; Nuray-Faruk Pehlivanlı ile Esra-Sualp Güreşçioğlu özel sergisi “Birlikte 2 Koleksiyon” ismiyle sanatseverlerin beğenisi için hazırlandı. İki koleksiyonerin sahip oldukları eserler arasından seçilen 20 ortak sanatçının farklı eserlerinin izlenebileceği sergi 15 Şubat’a kadar gezilebilir.
PERU’DAN SOFRANIZA
Son yıllarda bilinirliliği artarak gastronomi dünyasının yıldızı konumuna gelen geleneksel Peru mutfağı; geçtiğimiz salı günü Sheraton Ankara ile Peru Büyükelçiliği’nin ortaklaşa hazırladığı bir seçkiyle Ankaralıların beğenisine sunuldu. UNESCO tarafından insanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası’nın bir ifadesi olarak da kabul edilen; marine edilmiş levrek, tatlı patates, kavrulmuş mısır ve taze kişnişle hazırlanan “Ceviche”, Peru mutfağının en çok bilinen yemeklerinin başında geliyor. Peru Büyükelçiliği’nin deneyimli şefi “Erika Torres”in pişirdiği “Ceviche” yemeğine karşılık Sheraton Ankara’nın emektar şefi “Zeki Açıköz”ün hazırladığı “Kaya Koruğu Üzerinde Lakerda” da şahaneydi.
PEYNİRLİ YUFKA