23 Şubat 2008
2010 yılının Avrupa Kültür Merkezi olarak seçilen şehrimizde neler yapılacağı henüz İstanbul halkına anlatılmadı. Etrafı biraz harekete geçirmeye yarar umuduyla yazılan bu yazıda okurlarla kendi İstanbul 2010 hayalimi paylaşmayı deniyorum. İstanbul 2010’da Sevgililer Günü’nün bu şehre özgü kutlanmasını, 14 Şubat’ta Aziz Valentin Yortusu’na rastlayan bu tarihin Telli Baba Günü ilan edilmesini, o gün tüm İstanbulluların ve yakın ülkelerden gelenlerin Boğaz kıyılarında sarmaş dolaş oturup balık ekmek yemelerini istiyorum.
Yedikule Zindanları’nda İnsan Hakları Günü’nü kutlamayı; okullarda çocuklara koreografisi 2010’da hazırlanmış İstanbul Rondu öğretilmesini; geceleri şehrin ışık seline kapılmayı hayal ediyorum.
İstanbul 2010’da kitlesel ve tantanalı şovlar düzenlenmesini, Sultanahmet şenliklerinin ve benzerlerinin "Halk geliyor, ortalık panayıra dönüyor" diye küçümsenmeden bütün bir yıla yayılmasını, tüm İstanbulluların şenlik anlamında Lale Devri’ni yeniden yaşamalarını, havai fişeklerin patlatılmasını, konserlerin verilmesini, şehrin şarkılar söylenip dansların edildiği bir eğlence ve haz mekánına dönüşmesini diliyorum.
2010 yazının yıllık tatilimizi İstanbul’da geçirmemize değecek etkinliklerle dolmasını, hatta bu şehrin insanlarına fazladan İstanbul 2010 izni verilmesini arzuluyorum.
* * *
Süleymaniye’nin avlusunda sırf kadınlardan kurulu bir yaylı çalgılar orkestrasının Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinin bestesini çalıp söylediğini düşlüyorum...
Billboard değil canlı görüntülerin ve tatların beynimize yerleşmesini, Boğaz’a ve Haliç’e açılan İstanbul 2010 teknelerinde bu şehrin çok kültürlü geçmişini mönülerle anlatan yemekler düzenlenmesini diliyorum.
İstanbul’un her yerinden bedava denize girilmesini, İstanbul plajlarında gençlerin geceleri ateş yakıp şarkılar söylemesini istiyorum.
* * *
23 Nisan’daki Aya Yorgi Yortusu’nda Türk ve Yunan çocuklar Büyükada’daki Aya Yorgi tepesinde beraber şenlik yapsa...
İstanbul Bizans’tan bu yana İstanbul’da doğmuş ve yaşamış sanatçı, edebiyatçı, devlet adamlarının heykelleriyle donatılsa.... Arkeoloji müzesindeki önemli eserlerin replikaları şehrin çeşitli yerlerine, vapur iskelelerine, metro istasyonlarına konsa...
Statlarda kavga olacağına maç aralarında pop konserleri, renkli şovlar, kısa operalar, stand-up’lar olsa...
Avrupa’nın bu en genç nüfuslu şehrinde Disneyland gibi eğlence parkları ve gerçek bir hayvanat bahçesi olsa... Hayvanlar küçük gösterilerle çocuklara tanıtılsa...
Sarayburnu, Fatih, Rumeli Kavağı, Yuşa Tepesi, Suriçi, Adalar ve benzeri mekánların her biri, sinagoglar, Ermeni ve Rum patrikhaneleri başlı başına birer kutlama mekánına dönüştürülse... Tarihi camilerin avlularında sanat etkinlikleri, konserler düzenlenebilse...
İstanbul bütün bunları halkıyla beraber yaratsa... Çocuklarımız İstanbullu olmakla gurur duysa...
Fena mı olur?
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2008
ANKARA’da Anıtkabir’de türbana karşı yürüyüş yapıldığı gün taksiye bindim. Şoför kalabalığı görmüş, önce hükümete verdi veriştirdi, sonra da bir Anadolu üniversitesinde mühendislik okuyan oğlundan söz etti. Delikanlı okula türbanlı öğrenci sokmamaya ant etmiş. O okuldaki laik öğrenciler bunun için de her yönteme başvuracaklarmış. Öğrenciler bölündü. Yakında bazı üniversite rektörleri tehdit almaya başlayacaklar. Ortam giderek sertleşecek. Üniversitelerimizdeki durum bu boyuta geldiyse sormak gerekir: Türkiye’nin kucağına bu bombayı kim koydu? Durup dururken tüm bir ülke nasıl canlı bomba haline dönüştü?
Sonuçta bir aydır türbanla yatıp türbanla kalkıyoruz. Türkiye’nin bütün diğer meseleleri unutuldu. Ne Kıbrıs kaldı, ne Avrupa Birliği. Ne cari açık, ne de yükselen işsizlik, ne Kürt sorunu, ne de yolsuzluklar. Ne yazık ki türban dalaşında itidal duygusu özellikle hükümet kanadından başlayarak tamamen yok oldu. Keşke bir de önümüzde bu ortamı besleyen yerel seçimler olmasaydı.
Sonuçta Türkiye’ye büyük yazık oldu. Ülkemiz türban etrafında bölündü. Sosyologların yıllardır gözlemledikleri din ekseni etrafındaki ayrışma nihayet gerçekleşti. PKK’nın yapamadığı başarıldı. İç barış tehlikeye düştü. Üniversiteli gençlik, sanılandan çok daha sert biçimde ikiye ayrıldı.
Kimileri Anayasa Mahkemesi’nin bu bombayı etkisiz hale getirmesinin beklentisi içine girdi. Kimileri gözünü orduya dikti. Ordu ise kışkırtmalara kapılmadı, en azından Anayasa Mahkemesi’nin kararından önce ağzını açmamak konusunda kararlı görünmekte.
* * *
Türkiye’de değil Ay’da yaşadıklarını ispat eden liberal etiketli bazı aydınlarımız, konan bombayı daha da tehlikeli hale getirdiler. Televizyon ekranlarında söyledikleriyle, liberallik ile "eksantrik" olmayı karıştırdılar. Sırf gündemde kalmak adına Türkiye’yi tehlikeye sürükleyen oyunun etkili birer figüranı olduklarını görmek istemediler. Türkiye üzerinde türbanı alet ederek oynanan oyun gerçekleştiğinde ilk kurbanın kendileri olacağını düşünmediler.
Liberal aydın olmanın da bir namusu vardır oysa, Cüneyt Ülsever gibi gerçek liberallerin ne dediğine önem vermek gerekir. Aykırı laf söylemenin cazibesine kendini kaptırmış olanlar, kendilerinde omurga değil kıkırdak bile kalmamış olduğunu belli ettiler. Ülsever’in AKP’nin tabanındaki Milli Görüşçü zihniyetin önümüzdeki dönemde daha fazla etkili olabileceğini ve muhafazakár eğilimin artacağını söylemesine bile tahammül edemediler.
* * *
AKP’nin Türkiye hayali ile laik Cumhuriyet’in Türkiye gerçeği birbiriyle ne kadar örtüşüyor? Sanırım örtüşmediği artık ilan edilmiş durumda. Bu kan uyuşmazlığı bizi nereye doğru götürüyor?
Görünen köy kılavuz istemez. Türkiye kurt kapanının eşiğinde. Normal koşullarda, kucağımızdaki bombanın patlamasını önlemek için Sayın Cumhurbaşkanı’na düşen bir görev var. Bu gidişat hiç ama hiç iyi değil.
Ah benim sevgili Türkiye’m...
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2008
KOSOVA ’ya ilk gidişim 22 yıl önce. Aksaray’dan bir otobüse binmiş, şoför mahallinde bulunan tüpte yapılan demli çaydan içerek sabahı etmiştik. Elveda Rumeli dizisindeki bir aksanla "Biz bılmez ıdık eskiden nedir Arnavut, konuşur ıdık Turkçe" diye anlatmıştı yanımda oturan hanım teyze. O yıllarda Kosova’da Müslümanlar üzerindeki baskı öylesine yoğundu ki, Rumelili akrabaların elime tutuşturdukları tanıdık adreslere gittiğimde bile korkudan Türk gazeteci ile konuşmayı reddetmişlerdi. Sonraki yıllarda Kosova’da çok kan döküldü.
İlk seferimden 22 yıl sonra Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi eli kulağında. Kosova’nın yeni statüsü Kıbrıs yüzünden bizleri yakından ilgilendiriyor.
* * *
Amerika ve Almanya, İngiltere gibi önde gelen Avrupa Birliği ülkeleri Kosova’yı tanıyacaklarını ilan ettiler. Birleşmiş Milletler’de ise Rusya tanıma kararını bloke edeceğini duyurdu. AB’de ise Güney Kıbrıs çoktan ret bayrağını salladı. Rum Dışişleri Bakanı Markouilli, Kosova’nın tanınmasının uluslararası bir örnek teşkil edeceğini, bu nedenle karşı çıktıklarını söylüyor. Rumların korkusu Kıbrıs’ta Türk tarafının da bundan böyle Kosova örneğinden hareketle kendine uluslararası destek araması ve bulması.
AB içinde Kosova’nın bağımsızlığını endişe ve tereddütle izleyen başka ülkeler de yok değil. Bask ayrılıkçılarının talepleri karşısında olan İspanya böyle bir örnek. Slovakya ve Romanya da AB’de Kosova’yı tanımada oy birliğiyle karar çıkmasını engelleyebilecek diğer ülkeler. Kosova ve Kıbrıs’ı içeren resim bu iken biz ne yapacağız? Bu konuyu AB içinde ve uluslararası diplomaside kullanacak mıyız, yoksa bizim de Kürt ayrılıkçılarımız var diye sinecek miyiz? Türk diplomasisi bu açıdan kıvraklık gerektiren günler yaşayacak.
* * *
Brüksel’de ve pek çok AB üyesi başkentinde Kıbrıs bölünmüş halde iken üye alınmasının hata olduğunu görenlerin sayısı artıyor. Her ne kadar unutulmaya yüz tutsa da 2004 yılında adada birleşmeyi öngören Birleşmiş Milletler planını Rumların reddettiği, Türk tarafının ise evet oyu verdiği gerçeği de var. Rumların AB üyesi olarak yeni konumlarını nasıl istismar ettiklerinin cümle álem farkında.
Financial Times Gazetesi’nin ilginç yorumuna göre Kosova’nın tanınmasının Rumlarda yaratacağı şok iki tarafı tekrar masaya oturtmaya yarayabilir. Bunun sonucunda da ya Birleşmiş Milletler planı yeniden açılır, ya da ada sonsuza dek bölünür. Bakalım önümüzdeki Kıbrıs başkanlık seçiminde Papadopoulos yeniden seçilecek mi? Papadopoulos adada çözüm için umutsuz vaka, ama seçilemez de iki rakibinden Akel Partisi Başkanı Christofias ya da eski Dışişleri Bakanı Cassoulides başa geçerse durum değişebilir.
Adada durum bu şekilde hallolursa, Türkiye’nin AB yolundaki en büyük engellerinden biri de ortadan kalkmış olacak. Uluslararası ilişkilerde dengeler bir yerde küçük bir taşın oynamasıyla değişebiliyor. Hiçbir şey sonsuza dek aynı kalmıyor. Türkiye AB ilişkisinde de aynısı olacak.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2008
KADIN Kuruluşları Platformu’nun önayak olmasıyla türbana karşı olanlar bugün Anıtkabir’e yürüyor. Çevremde bu yürüyüşlerin ne kadar etkili olacağı konusunda kuşku duyanların olduğunu görüyorum. Ayrıca suçlama da var: "Yürüyüşe katılıp vicdan temizliyorsunuz, oysa bugüne kadar Türkiye’de laikliği korumak için hiç çaba göstermediniz, sırtınızı askere dayayıp yan gelip yattınız..."
Dışarıdan bir gözle bakmayı denersek, yürüyüşlerin etkisi olmadığını söylemek zor. Pek çok türban takan kadın, televizyonlarda gördükleri karşısında, "Biz bu insanlara ne yaptık ki bu kadar tepkililer?" sorusunu kendisine sormak gereğini duydu. Gerek türbanlılar, gerekse hükümet kanadında bir empati zorlaması yaratılmış oldu. Yürüyüşlere kadar, hep başı açık kadınların kendilerini türbanlıların yerine koyması isteniyordu. İlk kez tersi oldu.
Hükümet bildiğini okuyor olabilir, ancak söz konusu kadın yürüyüşleri sayesindedir ki sivil toplumun tepkisinin ne demek olduğunu gördü. Bu da sağlıklı bir gelişme. Ayrıca bir noktada içerik de önemini kaybediyor. Önemli olan, sivil toplumun hangi konuda olursa olsun ben buradayım mesajı verebilecek olgunluğa erişmesi.
* * *
Gelelim yürüyüşe katılıp vicdan temizlemeye, bugüne dek çaba göstermemiş olmaya. Bu eleştiride kuşkusuz hak payı var. Ancak örgütlü bir topluma dönüşmenin önüne konulan yasal engelleri de unutmamak gerek. Cumhuriyet’in siyasal kültürü bunu beslemedi. Oysa Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, bu eksiği görmüş ve bugün 80’inci yılını kutlayan Türk Eğitim Derneği’nin kurulmasına önayak olmuştu. Arkası gelmedi. Laikliği savunan parti bu işte yaya kaldı. Şeriat kalkınca kadına tüm hakları verildi, sorun çözüldü düşüncesiyle kadınlar ihmal edildi. AKP’nin üyelerinin yarısının kadınlar olması bile CHP’nin erkek liderlerini aymaya yetmedi.
2002 seçimlerinde bir CHP bürosunda gördüğüm propaganda cümlesi ise içler acısıydı. "Vatandaş devletin hizmetindedir, devlet vatandaşın değil" yazıyordu seçim bürosuna gelenlere verilen kartlarda.
Devlet sivil toplumu engellerken, en fazla sivil toplumcu olması gereken laik cumhuriyet partisi kendi iç kavgalarından başını alamamışken, AKP Osmanlı’daki sosyal dayanışma modellerinin izinden yürüdü. Gelenekten güç alarak örgütlendi. Laik kesim ise kendi toplumsal örgütlenme modellerini üretecek destekten mahrum kaldı.
Beğenin beğenmeyin, neyse ki özel sektör vardı. Örneğin Vehbi Koç, Türkiye Cumhuriyeti’nin sivil toplum tarihine adı en başta yazılması gereken isimdir. Bugün dünya çapında bir başarı öyküsü olan Türk Eğitim Vakfı’nı, Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı’nı o kurdu ve iş dünyasının liderlerine rol modeli oldu.
Ancak bugün artık Türkiye’de İslami sermaye denilen bir olgu da var. Laik kesim, sivil toplum örgütlenme modellerini oluştururken toplumun geleneksel yapısına bakarsa daha çabuk yol alabilir. Osmanlı döneminin sosyal dayanışma sisteminden de mutlaka ders alınmalı, burası Amerika değil.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2008
DEDEDEN harçlığı kapar kapmaz soluğu Aleko’da alırdım. Tezgáhın üzerinde her daim Mabel jiklet ve gofret, bisküvilerden sadece üç çeşit vardı tüm Türkiye’de; pötibör, tuzlu kraker ve bebe bisküvi. Bir sonraki dönemin iki favorisi, badem kraker ile çizi kraker henüz raflarda yoktular. Gazoz kasalarının yanında maytaplar dururdu, vitrinde ise Tommiks ve Teksas. Doğum günü süslerini kendimiz hazırlardık Aleko’nun renk renk krepon kağıtları ile.
Nadirağa Bayırı’ndan havalanan ilk kuyruklu uçurtmamı da Aleko’dan almıştım. Aleko, Göztepe İstasyon Caddesi’ndeki köhne bakkalımızdı. İçerisi hafif karanlıktı, bir o kadar da gizemli ve bir çocuğun hayal gücünü beslemeye fazlasıyla yeterli. Aleko, benim ilk alışveriş merkezimdi, özel bir yerdi.
* * *
Rivayet o ki dindar bir adam olan dedem İstanbul’da gayrimüslimleri hedef alan olaylar çıktığında Aleko’ya kol kanat germişti. O sırada dedem Veli Bey’in köşkü Amerika’daki Ellis Island gibi Rumeli’den gelen akraba göçmenlerin iş bulup evlerine yerleşinceye kadar ağırlandıkları bir göçmen merkeziydi. Köşkün gıda tüketimi orta boy bir otel seviyesinde olduğundan Göztepe çarşısının manavı, kasabı, fırını, dedem trenden inip eve doğru yürürken tam takım hazırola geçerdi. Böyle bir ortamda kimse Aleko’nun kılına bile dokunmaya cesaret edemezdi.
* * *
İnce uzun, üzerine rengi solmuş bir iş önlüğü giyen İstanbullu bir Rum olan Aleko aniden hayatımızdan çıktı. Dükkánın kepenkleri bir daha açılmamak üzere iniverdi. Aleko’nun nereye kaybolduğuna ilişkin doğru cevapları bulmamız içinse yıllar geçecekti. Kıbrıs’ta 1963’te yaşanan ilk gerginliğin ardından oluşan güvensizlik ortamında Türk vatandaşı olmayan Rumların mallarına el koyan 64 Kararnamesi kalkarken yazdığım haberlerde hep Aleko’yu anacaktım.
* * *
Derken epey gecikmeyle bir oğlum oldu. Bin çeşit bisküvi, kırk çeşit gofret, yüz çeşit dondurma, gameboy, playstation, say say bitmezlerin çocuğu... Ve mahallemizin burnunun dibinde adı Astoria olan yeni bir alışveriş merkezi geldi. Oğlum açılış tarihini herkesten önce biliyordu. İçinde hangi mağazalar var, nereden playstation oyunu alınır, DNR ve MADO hangi katta, nerede suşi, nerede piza yenilir, bundan böyle ondan sorulurdu.
Bugün karne günü. Oğlum dedesinden harçlığı kapacak ve soluğu Astoria’da alacak. Ağzının suları akarak Playstation 2 ve 3’lerin başına dikilecek. Muhtemelen de önümüzdeki günlerde, tıpkı bir zamanlar annesinin gizlice Aleko’ya gittiği gibi, o da Astoria’ya kaçacak, uyarıcı ışıkların ve reklam tabelalarının içinde kendini iyi hissedecek.
* * *
Yıllar geçecek. Mall denilen alışveriş merkezleri, içinde sadece konut, büro ve otel değil, okul ve caminin de yer aldığı, yaya dolaşılan, yaşam tarzı olan mini kentlere dönüşecek. İnsanlar bu kapalı mini kentlerin içinde havaalanlarındaki gibi bir yerden bir yere bantların üzerinde gidecek. Bir ihtimal internette de sanal küçük Aleko’lar rağbet görmeye başlayacak.
Oğlum 40-45 yıl sonra kendi çocuklarına kendi alışveriş merkezini anlatırken günümüzün alışveriş biçimleri de nostalji olacak.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2008
İLKOKUL üçüncü sınıftaki oğlumdan öğretmeni özgeçmişini yazmasını istemiş. Özgeçmişte hayattaki ilkleri de yer alacakmış. Oğlumun ilk "gösteri ve yürüyüş"lerini birlikte sıralamaya başladık. Yedi aylıkken mahalle halkıyla beraber anne kucağında dedesinin Esentepe Gazeteciler Mahallesi’ndeki evinin arkasında arsa yeri açmak için girişilen çam ağacı katliamına dur gösterisi...
Üç yaşındayken Kandilli’deki bahçelere zehirli yiyecek atılması sonucu evcil olsun sokakta olsun mahalledeki tüm köpeklerin ölümüyle sonuçlanan hayvan katliamına karşı İskele Caddesi’nde komşularla birlikte düzenlenen protesto gösterisi...
Sekiz yaşındayken annesi ve babasıyla birlikte bir gece vakti katıldığı Hrant Dink’in katledilmesini protesto yürüyüşü...
Listeyi yaptıktan sonra birden dehşete kapıldım. Minicik yavrularımızın tanık olduğu şiddet inanılmaz boyuttaydı. Çevre katliamı, hayvan katliamı, insan katliamı... Şiddet her yanımızı sarmıştı ve kaçışı yoktu.
O sırada açık olan televizyonda yine savaş vardı, bombalar patlıyordu. Sonra spiker, Hrant Dink’in ölümüyle ilgili haberleri okudu. Dört kişinin karıştığı ölüm senaryosunun önceden bilindiği iddia ediliyordu. Oğlumun nihayet uykusu gelmişti, "Hadi anne yatak keyfine" dedi.
Yatak keyfi, bizim uykudan önce birlikte beş dakika birbirimize sokulup karşılıklı sırlarımızı ifşa ettiğimiz sürenin adı. Yatar yatmaz bu kez oğlum bana doğrudan şu soruyu sordu: "Anne, Hrant Dink’i niye öldürdüler?"
Hazırlıksız yakalanmıştım, "Çünkü o farklıydı" cevabını verdim oğluma.
Bundan sonraki konuşmamız şöyle ilerledi:
- Neresi farklıydı?
- Türk vatandaşıydı ama Ermeni kökenliydi. Bir ülkenin vatandaşlarının soyu farklı olabilir, ayrıca çoğunluk gibi Müslüman değildi. Ayrıca adı da farklıydı.
- Anne benim adım -Ali Sinan- farklı mı?
- Değil.
- İyi o zaman. Ama Hrant Dink’i bunun için mi öldürdüler yani?
- Sadece bu değil, gazeteciydi ya, yazdıklarından ve farklı düşüncelerinden bazı kişiler hoşlanmıyordu.
- Kimlerdi onlar?
- Farklılıklara tahammülü olmayanlar. Bunu bir tehdit gibi görenler.
- Anne o zaman farklılıklara katlanamayanları sevmiyorum ben.
Oğluma sıkı sıkı sarıldım, gözümden damlayan yaşı görmesini istemedim.
* *Ê *
Araştırma şirketi GfK, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 20 ülkede "Endişeler Araştırması" yapmış. Sonuçlara göre Türkleri kişisel endişeler bakımından diğer ülkelerden ayıran nokta "aile"nin öne çıkması. Türkler en çok aile bireylerinden birine bir şey olmasından, eşten ayrılmaktan korkuyorlar.
Yunanlı en çok işini kaybetmekten endişe duyarken, biz neden ailemiz konusunda endişeliyiz? Çünkü tek sığınak noktamız aile de ondan.
Çevre katliamı, hayvan katliamı, insan katliamı... Tek güvencemiz yine ailemiz ve işin kötüsü orada da şiddet eksik olmuyor.
Farklılıklara tahammül etmeyi öğrenene kadar da sanırım bu böyle devam edecek.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2008
BRÜKSEL’de Kraliyet Sokağı’ndaki İnce Restoran’a patlıcanlı pidemi yemek üzere girdiğimde birazdan Ankara Koleji’nde Sıfırcı Emine adını taktığımız tarih hocamızı hatırlayacağım aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Tarih hocamız sınav káağıdını görsel olarak düzgün doldurmayana sıfır verirdi. Ayrıca sanırım sınav káğıdı okumasını da pek sevmezdi. Okunaklı ve güzel bir elyazısı, özenli ve temiz bir sınav káğıdı ile yıl boyu ondan en yüksek notu alırdınız. Sıfırcı Emine hocamızdan aldığımız terbiyenin daha sonra titiz ve düzgün sunumlar yapmamıza yarayacağını o zaman hiç fark etmemiştik.
Birazdan anlatacağım konu bağlamında asıl hatırladığım ise Nermin Gül hocamız. Bir yandan bize Rafael’in kırmızısını görme arzusu uyandıran İtalyan müze anılarını aktarırken diğer yandan da dünya tarihine mukayeseli yaklaşmamızı öğretirdi. Olaylar arasında bağlantı kurmayı, herhangi bir tarihte Fransa’da meydana gelen bir olayın Osmanlı’yı nasıl etkilediğini düşünmeyi ondan öğrendik.
* * *
Patlıcanlı pide enfesti. Hesabı ödeyip kalkarken restoranın sahibinin kızı Özlem geldi yanımıza. "Çarşamba günü kardeşimin okuluna bir hanım gelip tarih dersinde Ermeni soykırımı anlatacakmış, çok endişeliyim" dedi. Özlem’in kardeşinin gittiği okulun öğrencilerinin yüzde 70’i Türk. Çocuklar anlatılanlara reaksiyon gösterip aşırı bir tepki verebilirlerdi. Havada okul sıraları uçuşursa ne yapacaklardı?
Ermeni soykırımını anlatacak olan hanımı çocukların tarih hocası davet etmiş. Derse gelmeyecek olanlar sıfır alacakmış.
Tartışmalı bir konuda tek yanlı anlatım. Mukayese yok, dünyada o gün neler olduğunu anlatan yok, bağlantı kurmak yok. Yani zeka yok. Ama propaganda var.
Özlem’in annesi Sultan Hanım oğlu için endişeliydi. Çocuğuna ve diğer Türk asıllı çocuklara psikolojik baskı yapıldığını düşünüyordu. Veliler de bu derse gidebilirlermiş, Sultan Hanım bu fırsatı değerlendirecekti, hem de yanına başka velileri de alarak. Oğluna ise derste ne anlatılırsa anlatılsın sinirlenip tepki vermemesi için sıkıca tenbihlemişti. Okul idaresinden Ermeni soykırımı anlatacak hanımla birlikte aynı derste bir de karşı tezi savunan birinin olmasını isteyeceklerdi. Bu kişi kim olabilirdi? Ya da dersin verileceği çarşamba gününe dek çocuklarını doğru soruları sormaları ve kendilerini ezik hissetmemeleri için nasıl eğitebilirlerdi?
* * *
İşte size ikinci kuşak Belçika Türkü bir annenin üçüncü kuşak Belçika Türkü evladı için duyduğu ızdırabın öyküsü. Burada Ermeni soykırımı tezine karşı çıkan herkese anında negasyonist yani retçi damgası yapıştırılıyor. Kendilerine tek yanlı görüş empoze edilmeye çalışılan bu çocuklar yarın Brüksel caddelerine dökülüp gösteri yaptıklarında bunu nasıl yorumlayacağız? Umarım biz de çoğu Belçikalı gibi "Türkler aşırı milliyetçi oldu" demeyiz.
Ermeni soykırımı konferansı dinlemeyi reddeden öğrenciye tarihten sıfııır... Gel de bizim Sıfırcı Emine hocamızı arama. Ne masummuş meğer onun sıfırları.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2008
CALVINO benim sevdiğim bir yazar. "Ağaca Tüneyen Baron" adlı kitabında kahramanına yaşamını ağaçların üzerinde yaşayarak geçirtir ve biz okurlara dünyaya farklı bir perspektiften bakma fırsatını sunar. Zaman zaman bizler de Calvino’nun kahramanı gibi ağaçların tepesinden bakabilseydik dünyaya ne iyi olurdu. Ama işte hepimiz olduğumuz yere sımsıkı çakılı, dünyayı hep aynı noktadan algılamakta öylesine ısrarcıyız ki...
Ne çabuk geçiyor zaman, daha dün milenyumu kutlayan biz değil miydik? Bu kadar hız bile yıkamıyorsa sabit fikirlerimizi, o zaman gerçekten bir sorun var bizde.
Kendi hesabıma uflaya puflaya ağacın dallarına çıktığımda gördüğüm şeyleri paylaşmak isterim bugün okurlarımla. Örneğin, dünyada ilkel toplumlar döneminde hákim olan anaerkilliğe dönüş sürecinde hızlanma yaşanacağını söyleyebilirim. Özetle, "kadınlar fena halde geliyor", buna Amerika’nın başkanlığı da dahil. Bugün bütün uluslararası kuruluşlarda aynı görev için eşit düzeyde bir kadın ve erkek başvurduğunda pozitif ayrımcılık gereği kadınlar seçiliyor.
Kadınların ikinci sınıf vatandaş oldukları karanlık dönemin sonu gelmekte tüm dünyada. O karanlık dönemin rövanşını seyretmeye hazır olalım ve erkekten farklı olarak aynı anda birkaç işi birden yapabilme yeteneğine sahip olan kadın beyniyle yönetilmenin dünyamızı nasıl bir yere dönüştüreceğini düşünelim.
Ağacın tepesinden bakınca, dünyanın bizim bulunduğumuz bölgesinde aynen birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra olduğu gibi yeni bir güçler paylaşımı senaryosunun yazılmakta olduğunu da görebiliyorum. Maalesef Türkiye, ilk Irak tezkeresini reddederek kendini o paylaşımın dışında tuttu. Tarih ve siyaset bilgisi olmayanlar, Ortadoğu sınırlarının nasıl çizildiğini, Yalta’yı, Potsdam’ı bilmeyenler tezkereye hayır diyerek önleyemeyecekleri bir savaşta barışçılık yaptıklarını sanarak kullanıldılar. Ve Türkiye’yi yaktılar. Yeni paylaşımın bize neler hazırladığını düşünmenin vakti geldi geçiyor.
* * *
Bana göre sevimli bir hayvan olan ayı ile temsil edilen Rusya’nın önümüzdeki günlerde pençelerini yeniden havaya kaldırmasına tanık olacağımızı da görebiliyorum. 2010 yılında karşımızda bambaşka bir Rusya olabilir. Bugün Putin tarafından desteklenen genç Rus sermayesi, dünyanın tüm stratejik şirketlerine hissedar olarak yol alıyor.
Biz ise hálá etkili finans yorumcularımızın ağzından bile, "Efendim petrolün, doğalgazın vanası bizdeymiş de ne olmuş? Ben cebime giren paraya bakarım. Bu enerji boru hatlarının ülkemize hiçbir yararı yok" diyebilecek kadar kısır görüşlü olabiliyoruz. Bizim kamuoyu önderleri tersten laf çakıp ilginç olmaya çalışırken Ruslar, Yunanistan’la boru hattı anlaşması imzalayıp nanik yapıyor, bağlantıyı kuramıyorsun. Avrupa karşısında ülkeni en ilginç kılan noktayı bile atlıyorsun, kimin umurunda.
Her şeye rağmen Türkiye’nin bir gün mutlaka Avrupa Birliği’ne gireceğini de görebiliyorum bulunduğum yerden. Tavsiye ederim, ağacın tepesinden etrafı seyretmek fena olmuyor.
Yazının Devamını Oku