14 Haziran 2008
AKLI başında olan bir kadın çıkıp da "Humeyni’yi seviyorum" der mi? Tedaviye muhtaç insanlarla vakit kaybetmemiz ne acı. Fatih Altaylı’nın televizyon programına çıkan hanım kızımıza göre Kurtuluş Savaşı’nı İngilizler kazansaymış kendisi daha özgür olurmuş, Atatürk zulmü görmezmiş.
Bu sözler şoke edici, ama bırakın konuşsunlar. Düşünce özgürlüğünün nimeti, biz de bu sayede görelim o kafanın içindekileri. Bu insanları mahkemeye çıkarmak doğru değil, çünkü normal koşullarda gideceği yer hapishane değil tımarhane olmalı.
Atatürk, uluslararası fikir önderleri tarafından yüzyılın en büyük lideri seçilmiş, onun kurduğu cumhuriyette doğan bir zavallı Humeyni’yi Atatürk’ten daha fazla sevse kaç yazar? Onu Atatürk’e hakaretten yargılamak Atatürk’ü savunmak değil. Atatürk’ü bunların seviyesine indirmeyelim.
Bu kızları Humeyni sever yapan mikroplar nerede ürüyor? Sorun şu ki Humeyni áşığı hanım kızın temsil ettiği marjinal zihniyet, yüzde 47 ile iktidarda bulunan partiyi de içten içe kemiriyor, hem AKP’nin hem de hepimizin başına türlü iş açıyor.
Diğer tarafta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girmiş bir temsilci, İsmet İnönü’yü millet düşmanı ilan ediyor. Eskiden bunları yapanlara "ticani" denirdi. 1940’larda ve 50’lerde Atatürk’ün büstlerine saldıran bir tarikattı ticaniler, hilafeti kaldıran Atatürk’ü "melun" ilan etmişlerdi, Demokrat Parti’nin Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkartmasının sebebi de onlar.
Ticaniler hep vardı, ama ne televizyonlarda konuşurlardı, ne de Meclis’te söz sahibi idiler...
Balkanlardan, Kafkaslardan, Mısır’dan, Kuzey Afrika’dan emperyalizmin süpürüp attığı insanlara bir vatan kuran adam Mustafa Kemal. Ve onun en yakın arkadaşı İsmet Paşa. İkisi de Anıtkabir’de gömülü. Gücünüz varsa çıkarın onları oradan da görelim, bir o kaldı. Biraz utanma, sıkılma duygusu olur insanda, ya da haya... Türkiye Büyük Millet Meclisi zabıtlarında bu sözlerin yer alması kolay yutulur değil.
Şu kısa sütunu bu konulara harcamak ne acı.
* * *
Son zamanlarda Brüksel ve Washington’da dünya sosyal demokrasinin liderleriyle görüşme fırsatım oldu. Hepsi ağız birliği etmişçesine CHP’yi giderek içine kapalı, Avrupa Birliği ile kavgalı, sosyal demokrasiden uzaklaşmış bir parti olarak görüyorlar. Batı basınında AKP’yi "sosyal muhafazakár" olarak niteleyen yazılar çıkıyor. Oysa AKP’liler bile kendileri için bu kadar ileri gitmeyip "muhafazakár demokrat" diyorlar. AKP dışarıdaki imaj çalışmasında çok başarılı, çünkü rakibi yok. CHP meydanı tamamen boş bırakmış.
Şimdi, Yalova Belediyesi bile Brüksel’de temsilcilik açmışken, CHP de orada büro açacakmış. Sabahı şerifler hayrolsun.
Brüksel’de CHP’yi kim anlatacak? Nerede CHP’nin genç dinamik kadroları? Kimse Avrupalılara kızmasın, AKP’nin bugün yurtdışında gördüğü iltifatın baş sorumlusu, meydanı boş bırakan CHP’nin ta kendisidir.
Bush’lardan, Clinton’lardan bıkan Amerika bile değişim adına 40’lı yaşlardaki siyahi lider Obama’yı seçmeye hazırlanıyor. Çünkü insanlar değişim istiyor. Genç Türkiye’nin de bir Obama’ya ihtiyacı var.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2008
<b>WASHINGTON</b><br>İNSAN kültürel köklerinden kopamıyor: Sabaha karşı alarm zilleriyle uyanıp yatağından fırlamış yarı giyinik insanlarla kaldığım otelin bahçesinde bekleşmek, bende sahura kalkmış duygusu uyandırmazdı yoksa... Bir yanda yangın araçları, bir yanda ellerinde tarama aletleri otelin çevresini dolaşanlar... Herkes pek sakin, sanki ertesi gün oruç tutacak olmanın huzuru içindeler.
Ben de öyleyim, çünkü bu alarmı odasında sigara içen bir konuğun çaldırdığından neredeyse eminim. Bu insanların bir kısmı dünyanın önde gelen şirketlerinin başı, bir kısmı eski ve yeni bakan vb... Kadınların çoğu bornozlu, erkekler şortlu, herkes eşit, kimse kimsenin kim olduğunu (henüz) bilmiyor. Sonunda odalarımıza geri gönderiliyoruz, yangının nedeni o gün öğleden sonra Washington’da kopan fırtınanın otelin hassas alarm aletlerini bozmuş olması.
Alarmın ertesi günü bu otelde ünlü Bilderberg toplantıları yapılacak.
* * *
Bilderberg toplantılarına bir Avrupa-Amerika forumu olarak bakmak mümkün. Bu toplantıların ilki 54 yıl önce Hollanda’da Bilderberg adlı bir otelde yapıldığında, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Batı dünyasının ortak sorunlarına karşı birlikte çalışmak amaçlanmış. Soğuk savaş bitti, ama ortak meseleler azalmadı. Bilderberg yaklaşımında Amerika ve Avrupa pek çok soruna hálá birlikte yanıt aramak durumundalar.
Toplantılara bu yıl yaklaşık 140 kişi katılıyor. Bunların üçte biri devlet ve siyaset dünyasından, üçte ikisi finans, endüstri, çalışma, eğitim ve iletişim çevrelerinden. Katılımcıların üçte ikisi Avrupa’dan, kalanı Kuzey Amerika’dan.
Türkiye’den de Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Ferit Şahenk, Mustafa Koç, CHP Milletvekili Faik Öztrak ve ben varız. Toplantılar herkesin rahatça içini dökebilmesi için kapalı oturum şeklinde düzenleniyor. Basın bildirisinde katılımcıların seçilme ölçütü deneyim, bilgi ve duruş (standing) olarak belirtilmiş.
Bu yıl ele alınacak konuların başında "nükleerden arındırılmış bir dünya" geliyor. "Siber terörizm" ikinci önemli başlık. Bunları "Afrika", "Rusya", "finans", "korunmacılık", "ABD-Avrupa Birliği ilişkileri", "Afganistan", "Pakistan", "İran" ve "Avrupa’da İslam" konuları izliyor.
Yöntem olarak her bir konu, konuyu iyi bilen bir moderatör ve iki konuşmacı ile irdeleniyor. Diğer tüm katılımcıların en fazla üçer dakikalık soru/yorum yapmaları teşvik ediliyor.
Toplantılar "off the record" yani yazılmamak ilkesiyle yapıldığından eleştiri alıyor, ama bazen düşüncelerin özgürce ifade edildiği ortamların yararı da bir başka gerçek. Basın toplantısı da yapılmıyor.
* * *
Washington’a indiğimde Obama’nın başkan adaylığı kesinleşmişti. Amerika yeni yüz istiyor. Bush’lardan, Clinton’lardan bıkkınlık gelmiş. Enflasyon tehlikesi yüzünden doların yükseliş işaretleri de gelmeye başlamış. Amerika biraz da abartarak terörden çok korkuyor.
Aslında alarm zilleri pek çok yerde çalıyor. Bir genel dertler var; iklim değişikliği, nükleer silahlar, siber terörizm, finansal depremler gibi, bir de her ülkenin kendine özgü olanları... Ama işte herkeste bir sahura kalkmışlık edası...
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2008
AVRUPA, Türkler için çok uzun yıllardır "refah"ı temsil ediyor. Refah, sefaletin karşısında duran bir kavram. Osmanlı’nın ilk Batıcılarından bu yana Batı’dan yana olmanın en önemli dürtülerinden biri sefaletten kaçış olmuş. Türk okumuş yazmışlarının büyük bir bölümü Batı’yı temsil eden refah ile Doğu’yu temsil eden sefalet ikilemi arasında kaldılar. Meseleyi böyle koyarsanız bu karşıt ikiliden hangisini tercih edersiniz? Elbette ki refahtan yana olursunuz.
Sorun bu çerçevede ele alındığından dolayıdır ki bugün Avrupa karşısında zorlanıyoruz. Sadece pratik ve pragmatik nedenlerle Avrupalı olunamıyor çünkü. Din değiştirip de Avrupalı olunamayacağı gibi... İşte Rusya, kuzeyimizdeki dev, halkı çoğunlukla Hıristiyan bir ülke değil mi? Ama işte onun da Avrupa’da yeri yok.
* * *
Ortada bir kültürel yapı sorunu var. Sanayimiz istediği kadar globalleşsin, yine de bir tarafıyla Türk karakteri kaybolmuyor. Bu karakteri belirleyen şey de coğrafyamız ve tarihimiz. Ancak kültürel yapının belli ve belirlenmiş olması da yalnız başına bir şey ifade etmiyor. Biz toplum olarak kendi kültürel yapımızı bilmiyoruz. Bu yapıyı algılayamıyoruz. Kendi kültürel yapısını ve kültürel çevresini anlayamayan, nasıl kültür üretebilir?
Prof. İlber Ortaylı dostumuz, bu ve benzer meseleleri "Avrupa ve Biz" adlı kitabında çok güzel anlatıyor, meraklısına tavsiye ederim.
21’inci yüzyıl Türkleri olarak Doğu Akdeniz-Ortadoğu bölgesinde yaşıyoruz. Bu bölgeyi ne kadar tanıyoruz? İslam uygarlığı bir zamanlar buradan doğmuş ise bunun ne kadarının bilincindeyiz? Avrupa merkezcilikten (Eurocentrism) söz ediliyor. Kaç okumuş yazmış Türk, Avrupa merkezcilik doğmadan yüzyıllar önce Doğu dünyasında da Doğu merkezcilik olduğunu bilir? Yani dünyayı kendi referans sistemine göre değerlendirme alışkanlığı...
Derin meselelere daldık, ama beni bu yazıyı yazmaya iten iki şey oldu. Her ikisi de Batı ile kafa uyuşmazlığımızın ciddi göstergesi. Birincisi Lambada adlı eşcinsel derneği "ahlaka aykırı" olduğu gerekçesiyle hákim kararıyla kapatıldı. Bu arkadaşlar Yargıtay’a gidecekler. Sonra da kendilerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yolu açılır.
İkincisi ise Paris Belediye Başkanı Delanoe’nin Le Nouvel Observateur adlı Fransız dergisine kapak olan demeci. Delanoe, Fransız solunun liderliğine oynuyor ve kendini "liberal sosyalist" olarak tanımlıyor. Bu konudaki kitabı yeni çıktı, umarım yakında Türkçe’ye de çevrilir. Hem liberal hem de sosyalist nasıl olunabileceğini tutarlı, açık vermeyen bir düşünce sistematiği içinde açıklamayı başarıyor Delanoe. Açıkçası hayran oldum.
* * *
Lambada’dan liberal sosyalizme nasıl mı atladım?
Demiştik ki, kendi kültürel çevresini tanımayan ve algılayamayan, başka kültürel çevrelerle de sağlıklı ilişki geliştiremez. Sefalete karşı refahı seçersiniz, olay biter, ya da bitmez, sürüncemede kalır. Bu bir...
Lambada’nın kapatılması, Avrupa kültür yapısında kabul edilebilir bir durum değildir, bu da iki...
Ve Fransız solunun fikirlerine hayran olduğum yeni lideri, gay olduğunu gizlemiyor, bu da üç...
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2008
YÜKSEK tansiyondan mustaribiz. "Bende yok" demeyin, mademki Türkiye toprakları üzerinde yaşıyoruz, her gün televizyon seyrediyoruz, sabah gözümüzü Yargıtay bildirisi ile açıp akşam haberinde buna AKP adına Cemil Çiçek’in zehir zemberek cevabı ile yatıyoruz, mademki bu ülkede olan biteni iyi kötü izliyoruz, hepimiz ülkedeki yüksek tansiyonun kurbanıyız. Belki biliyorsunuzdur, bu meret pek çok organda inanılmaz hasarlara yol açıyor. Görme kaybı, felç olasılığı, damar sertliği, beyinde kanama...
Bu belirtilerin hangisi bizde yok?
Bence hepsi var, hatta fazlası da var.
Merak ettim, araştırdım. Yüksek tansiyon doğuştan olan bir hastalık değil. Çok istisnai durumların dışında dünyaya gözünüzü bunsuz açıyorsunuz. Bu istisnai durum ise böbrekleri etkileyen nadir bir hastalık. Bunun dışında yüksek tansiyona "yatkın olmak" gerekiyor.
Ne yapalım, kader bu, yatkınız işte. Zaten yatkın olmasak milletçe hamur işine de bu kadar düşkün olmazdık. Hastalığın sinsi belirtisi ara ara tatlılara saldırmak...
Haddimi aşmamak için bu konuyu ülkemizin önde gelen beyin ve sinir uzmanlarından birine danıştım. Operatör Dr. Mehmet Hacıhanefioğlu’nu aradım. Kendisinden dinlediklerimi doğru yorumladımsa, bu lanet hastalık kim müstahaksa onu gidip buluyor.
* * *
Op. Dr. Hacıhanefioğlu der ki: "Bu bir ağız tadı meselesidir..."
Ağız tadımızın ne olduğu her gün ekran karşısına geçip seyrettiklerimizden belli. Tuz diye tutturursa millet, böyle oluyor. Oysa insanoğlu tuz yemek üzere tasarlanmış bir yaratık değil. Sebzeden, etten gelen doğal tuz kimseye yetmiyor.
Tuzun yanı sıra yüksek tansiyona yol açan ikinci önemli sebep stresmiş. İnsanoğlu nasıl tuzluk kullanmak üzere dizayn edilmemişse bu kadar büyük psişik baskı altında yaşamak için de yaratılmamış.
Günümüz şehirli insanı hangi meslekten olursa olsun büyük baskı altında. Çıkın etrafınızla konuşun, bu ülkenin sadece işçisi, emeklisi, işadamı, politikacısı değil, balıkçısı bile stresli.
* * *
Mademki dört yılda bir önümüze konan fırsatı yüksek tansiyondan kurtulmak için kullanamıyoruz, o zaman ne yapalım?
Çare bulmak için internette gezinirken Herbalist Bozkurtbey reçetesi diye bir şeye rastladım. Mesela ökseotu yüksek tansiyonu düşürüyormuş.
Bu arada milletçe neden bu kadar çok soğan ve sarmısak tükettiğimizin sebebini de buldum. Hem soğan hem de sarımsak yüksek tansiyona karşı birebirmiş.
Yazıyı Op. Dr. Mehmet Hacıhanefioğlu’nun özgün benzetmesi ile bitireyim:
"Eşeğin yük taşıma kapasitesi 200 kilodur. Siz bu eşeğe 600 kilo yük yüklemeye kalkarsanız, hayvancığın dört bacağı yayılır, yere çöker kalır..."
Tansiyon yüksek. Aldığımız yükü kaldıramıyoruz.
Tercihiniz soğan mı sarmısak mı? diye sorsam...
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2008
ANKARAHIZLA koşan yıllar mı ölçülerimizi bozdu, yoksa çocukluk algısı mı farklıydı? Bugün müze olan Pembe Köşk’teki sergiyi gezerken, burasının mütevazı bir konut bile sayılabileceğini düşündüm. Çocukken buraya geldiğimde, belki de içinde yaşayanların ruh asaletinden dolayı sarayda sanırdım oysa kendimi.
Cumhuriyetin ikinci cumhurbaşkanı İsmet Paşa’nın müze evindeki sergiyi cumhuriyetle yaşıt olmakla övünen babamla birlikte dolaştık. Serginin Cumhuriyetin Kalkınma Yılları bölümünü bize İnönü Vakfı’nın başkanı Özden Toker gezdirdi. Çocuklarımızın idrak etmesi zor, ama adalar gitmiş, koca Rumeli gitmiş, Mısır gitmiş... Osmanlı İmparatorluğu’nun bize kalan en fakir coğrafyası Anadolu’da cumhuriyeti kuranlar her şeye sıfırdan başlamışlar. Hani son zamanlarda Doğu’ya yatırım yapılmadı diye bir iddia var ya inanmaya pek meyilli olduğumuz, bu sergi onu çürütüyor. Bu ülkenin insanı elinde çekiç taş kırarak döşemiş Ankara’nın doğusuna demiryollarını o yokluk yıllarında. Demiryolu yokken Ankara’nın Haymana’sından buğday deveyle nakledilirmiş Sivas’a, oraya demiryolu ile 1930’da ulaşılmış. Kayseri’ye de yine aynı yıl, Malatya’ya 1936’da.
Rıfat Paşa diye bir Osmanlı Ulaştırma bakanı var, demiş ki: "Gidemediğin yer senin değildir."
* * *
Cumhuriyetin ilk yıllarında, bundan İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemi anlayınız, isterseniz 1950’ye kadar da uzatınız, sonuçta topu topu 27 yıl eder, temel ihtiyaç maddelerinde ülke ekonomisini dışarıya bağımlı kılan bez, şeker ve tuzda "milli sanayi" kurulmuş. Şekerimiz bundan önce Rusya’dan gelirmiş, adı kelle şekeri, baş büyüklüğünde olduğundan çekiçle kırılırmış. Bezimiz de dışarıdan, adı Amerikan bezi...
Bu cumhuriyet, 40’lı yıllara kadar Osmanlı borçlarını da son milimine kadar ödemiş üstelik.
Peki o yıllarda insanımız ne durumdaymış? Savaşlarda kırılmış bir nüfus, 1927 sayımına göre 13 milyonuz. Bunun 7 milyonu kadın, 6 milyonu erkek, erkeklerin sadece 1 milyonu çalışabilir durumda. Kalkınma için muhtaç olunan kol gücü bu kadar. Bu bir milyonun çalışma gücünü azaltan üç hastalık kol geziyor ortalıkta; trahom, verem ve sıtma... Cumhuriyet işte bunlarla savaşmış ve kazanmış.
Peki, her iktidar olanın sanki kendinden önce taş üzerine taş konmamış gibi büyük kalkınma edebiyatı yaptığı bugünlerde ne görüyoruz? Her yüz kişiden en az 12’si işsiz.
* * *
Uzun yıllar Güneydoğu’da herkesin yüzü yamalıymış, şark çıbanı yüzünden. Bir tür Afrika sineği, Mısırlı İbrahim Paşa ordusu ile gelmiş ve yerleşmiş. Dişisi ısırdı mı insanı, beş altı noktasında çıban çıkarmış, erkeği ısırdı mı, tek bir taneyle kurtarırmışsın paçayı.
Neyse ki babamı erkek sinek ısırmış.
Bugün bizler büyük bir kartopunun en üst katmanındaki ince tabakayı görüyor ve yaşıyoruz. O kartopu nasıl oluşmuş pek düşünmüyoruz. Ağzını açan "Tüm cumhuriyet döneminde yapılandan daha fazlasını yaptık" diye konuşabiliyor.
Pembe Köşk’teki sergiyi günümüz siyasetçilerinin gezmesini öneririm. Nereden geldiğini bilmeyen, nereye gittiğini bilemez çünkü.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2008
HAFTA sonu Bodrum yakınlarında Mazı’dayız. Aşağı Mazı’da deniz kenarı ıssız. Sahile vuran suyun şıpırtısından başka ses yok. Tam karşıda, belli belirsiz Datça Yarımadası. Papatya ve gelincik tarlaları, sabahları horoz ötüşü, kekik kokusu, denizdeki balık delisarpa. Denizde şen yunuslarla oyuncu bir fokun dansı, dingin bir yelkenli, yukarıda serin güneş... Sanki peşimden kovalayan bir canavardan kaçıp sığınmışım Mazı’ya, bu civarda bozulmamış bir yer bulduğumuz için mutluyum. Mazı’nın büyük şansı, sit alanı olması.
Hemen arkamızda Güllük’te denizin doldurulduğunu biliyorum çünkü. Bodrum havaalanından itibaren yolun sağı solu site inşaatları içinde. Bu kadar gaddarlık neden? Ne alıp veremediğimiz var bizim bu güzel ülkeyle? Yamaç betonlaması revaçta olan uzmanlık alanımız.
Yoksa bu memleket bizim değil mi? Sahibi yok mu bu toprakların?
Dünyanın en şanslı milletiyiz, Tanrı bizi eşsiz bir coğrafyaya yerleştirmiş. Neden o zaman bu aldırmazlık, bu kıymet bilmezlik? Talan edilen kıyılar, dereler tepeler kimin malı?
* * *
Mazı Dağları’ndaki koca koca çamlar çıra gibi tutuşmuş iki yıl önce. Hüseyin eskiden ağaçların gölgesinde gidilen yolda ilerlerken hüzünlü. İçi yanıyor Hüseyin’in, evlatlarını yitirmiş bir baba gibi. Yine de ormanın tümü yanmamış, sincapların, ayıların, kurtların, kekliklerin tükenmemiş soyu. Şimdi Mazı köylüsü, 20 lira yevmiyeyle orman yandıktan sonra dikilen fidanların dibini temizliyor.
Mazı ormanlarını anlatırken, sahip olduğu hazineden bahseden Karun kadar gururlu Hüseyin. Köy evinin ortaokul öğrencisi bir kızı ve dört de pointer cinsi av köpeği var. Evin bir odasında halı tezgáhı, burada yaşam ilmek ilmek ve çiçek boyalı. Hüseyin ve Elif tek çocukta kararlı, başka çocuk istemiyorlar, köpekleri onların oğulları. Bir de şehirden gelenlerin Mazı’ya terk ettikleri yavru köpekler var, Elif duvar dibinde bir mukavva kutuda onları da beslemenin derdinde.
Akşamları Hüseyin’in elinde bir saz, Elif’in dilinde gözlerden yaş getirten bir türkü.
* * *
Mazılı Hüseyin’e göre doğanın tahribi insanlık suçu. Türkiye’nin en değerli varlığı doğası. Gelgelelim kim güçlüyse, kafasına göre doğayı öldürüyor. Çünkü denetim yok. Çünkü yerel yönetimlerin bu talanı durduracak gücü yok. Çünkü belki de en önemlisi, vatandaşta vatana sahip çıkma bilinci yok, vatanı geleceğe bırakma zihniyeti yok, Türkiye’nin doğal değerlerini bir bütün olarak algılamak hiç yok...
Sadece bir tek anlayış var: "Benden sonra tufan..."
Talancı belli, göz yuman belli, çaresiz belli.
Peki ya memleketin sahibi?
Ben Hüseyin’le Elif’i tanıdım, yüreği kor gibi yanan Mazı ormanlarının yok oluşuna.
Onun için de memleketin gerçek sahibi Hüseyin’le Elif’tir. En gerçek vatansever de onlardır.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2008
TÜRKİYE, AB bütçesine yük olur mu, olmaz mı? Avrupa Parlamentosu Bütçe Komisyonu üyesi Sosyal Demokrat kanadından İsveçli Göran Farm’a göre, Türkiye’nin AB’ye üye olduğu takdirde yük getireceği iddiası bir efsaneden ibaret.
Göran Farm sıradan bir parlamenter değil, aynı zamanda Avrupa Parlamentosu’nun AB bütçesiyle ilgili harcamalarını inceleyip onay veren bütçe komisyonunda görev üstleniyor.
Göran Farm bu açıklamayı, geçen hafta sonu İstanbul’da Şişli Belediyesi’nin düzenlediği toplantıda yaptı.
Türkiye’nin AB bütçesinde büyük bir gedik açacağı korkusu o denli güçlü ki, toplantıda yanımda otururken kulağımın dibinde söylemiş olmasına rağmen Farm’ın bu sözlerini teyit ettirmek ihtiyacını duydum. Çünkü eğer bu iddia bir masalsa, buna biz de kendimizi inandırmış durumdayız.
Göran Farm görüşünü biraz daha açtı. Özetle şunu söylüyor. "Elbette ki her yeni üye gibi Türkiye için de bir para harcamak durumunda kalacağız. Ama bu söylendiği kadar abartılı bir rakam olmayacak. Üstelik bu harcama AB açısından 5-10 yıl gibi nispeten kısa sürede geri dönüşü olan mükemmel bir yatırımdır."
İnsan vizyon sahibi olup günlük politikanın rüzgárlarına kapılmazsa, demek ki gerçek durum bu. Ne yazık ki Avrupa Parlamentosu’nda da çoğu kez kısa vadeli politik çıkarlar ağır basıyor, tıpkı bizdeki gibi.
Her ne olursa olsun, Avrupalı parlamenterler tarafından Türkiye için söylenmiş binlerce sayfalık sözler içinden Göran Farm’ınkileri mutlaka kayda geçirmeliyiz. Tabii eğer söyleneni duymak istiyorsak. Bunu şunun için söylüyorum: Avrupalı parlamenterler içinde pek çok ipe sapa gelmez laf söyleyen de var, ama Türkiye’nin epey destekçisi de bulunuyor. Sorun biraz da kendimizde. Bizim medya filtrelerimiz ne yazık ki iyileri süzgeçten akıtıp saçma sapan lafları manşete çekiyor. Bana göre pozisyonu gereği Göran Farm’ın sözleri de manşet olmayı hak ediyor.
Ayrıca demek ki Avrupa Parlamentosu sadece Türkiye düşmanlarının doldurduğu bir yer değil.
* * *
AKP’nin kapanma davası bizi yeniden AB süreci içine itti. Son iki yılda Avrupa Birliği konusunun Türkiye’nin gündeminde aldığı yer yavaş yavaş küçülmüştü. Olumsuz bir taraftan da olsa yeniden AB ile yatıp AB ile kalkmaya başladığımız bir döneme girdik. Keşke sürecin canlanma sebebi bu olmasaydı. 301’inci madde değişikliği daha önce yapılabilseydi.
AKP kapatılmayabilir. Ancak önümüzdeki bir buçuk-iki yıllık dönemde istesek de istemesek de kapatma davası ve bu davaya bağlı olarak yargılanıp mahkûmiyet giymesi muhtemel bazı siyasetçilerin işi Avrupa Adalet Divanı’na taşıyacaklarını öngörmeliyiz. Bu da yine olumsuz bir açından da olsa bir AB gündemimiz olacağını gösteriyor.
AB yokmuş gibi davranmayı çok isteyenlerimiz olabilir. Oysa atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti. AB ile sandığımızdan fazla iç içeyiz. Bu ince uzun yoldan geri dönüş için artık çok geç. Zaman zaman istenmediği kadar uzun mola vermek durumunda kalsak bile, sonunda Türkiye’nin istikameti belli.
Düşe kalka ilerliyoruz bu yolda...
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2008
ANKARA’dan İstanbul’a kalkan uçaklar, hava trafiğindeki yoğunluk nedeniyle sürekli rötarda. Yanımda oğlum var, 23 Nisan’ı Ankara’da geçirdik. Gece vakti nihayet uçağa binince sıkıntıdan patlayan oğlum, yanında oturan beyefendinin ipod’una olan ilgisini belli ediyor. Ahbaplık etmeye başlıyorlar. Koltuk komşusu, bizimkinin 23 Nisan tatilini Ankara’da geçirdiğini duyunca memnun oluyor. Bunu da "Şimdi çocuklar Eurodisney’i gezip görüyorlar ama Ankara’yı tanımıyorlar" diye açıklıyor.
Bizimki ise geçen yıl dedesiyle Anıtkabir’i ziyaret etti, diye hava atıyor. Bu sefer ise Ankara’da annesinin çocukluk arkadaşları, onların çocukları ve köpekleri ile tanışma seferinden dönüyor. Annesi ona Ankara’yı tanıtıyor. Daha doğrusu sadece belirli yerleri gösterip diğerleri sanki yokmuş gibi davranıyor. Korna sesleri ve trafik keşmekeşi içinde bir Kuğulu Park. Papazın Bağı bile yok artık. Zamana direnen birkaç Gaziosmanpaşa evi görünce arkeolojik kazıda Afrodit heykeli bulmuş gibi sevinmeyi dokuz yaşında çocuğa anlatabilir misin ki?
Yeni açılan mahallelerdeki sakil apartmanların, bozkırdaki tuhaf lüks sitelerin, ufacık çocuğun estetik duygusunu etkilemesinden endişe ediyor. Oran’ın, Balgat’ın yeşil bahçeli, kümesli, tekirli ve karabaşlı gecekonduları daha insaniydi diye düşünüyor. Ankara giderek Sovyetler Birliği’nden ayrılan Türki cumhuriyetler başkentlerinin 1990’lı yıllardaki haline benziyor.
Nihayet dönüş yolundayız. Meclis’in önünden itibaren gönüllü turist rehberi moduna geçebilirim. Bak oğlum burası Türkiye Büyük Millet Meclisi, burası da Büyük Ankara Oteli, eskiden düğünler burada yapılırdı, Samanyolu çalardı. Kızılay Meydanı’ndayız şimdi, sağdaki Türkiye’nin ilk gökdeleni. Açıldığında olay olmuştu. Şu sol tarafta kuyruk beklerken acayip eğlendiğimiz Skoda dolmuşlar dizilirdi, rengárenk çiçekçiler vardı.
Şu köşedeki şipşirin Kızılay binasını da yıktılar. Alışverişimizi bu caddeden yapardık, meşale amblemli okul üniformalarını, bebe yakalı gömlekleri buradaki dükkánlardan alırdık. Okunmuş Archie çizgi romanlarını şimdi önünden geçtiğimiz Kocabeyoğlu Pasajı’nın alt katından toplardık.
Burası Orduevi, şurası Radyoevi, Hansel ve Gratel operetini bu binada seyretmiştik, ağaçların arkasından Gençlik Parkı’nın dönme dolabını gördün mü ne güzel. Ziraat Bankası, Etnografya Müzesi, bak işte burası çok önemli bir yer, şu küçücük binayı görüyor musun, Atatürk ilk Meclis’i işte burada açmıştı.
Oğlumun ilgi grafiğinin, ilk Meclis’in önünden geçerken en yüksek noktaya çıktığını fark edince memnun oluyorum.
* * *
Sonra suskunluk başlıyor. Sol tarafta dedenin Rüzgárlı Sokak anıları da olmasa Başkent Ulus’ta bitiyor. Şimdi artık herhangi bir Afrika şehrinde çarşının içinden geçiyor olabiliriz.
Ankara’nın içi neyse dışı da o. Cumhuriyet değerlerindeki yozlaşma, kendini Ankara’nın estetik kirliliğinde ele veriyor.
Ya da ben öyle hissediyorum.
Yazının Devamını Oku