4 Ekim 2008
AVRUPALI Hıristiyan demokrat siyasetçi ve entelektüelleri bir araya getiren bir yaz okuluna katıldım. Avrupalı siyasi kadrolarda dini referansların ürkütücü yükselişine tanık oldum. Finansal kriz, dünyanın gidişatının sadece bir öğesi. Aynı resmin içindeki figürlerden bir diğeri de dini değerlerin yükselişi. Dizginsiz ticari düzenin sonuçlarından biri olan bu gerçeği Amerika’sından Avrupa’sına kadar her yer yaşıyor.
Birkaç yıl öncesine kadar Avrupa’da entelektüel olduğu kabul edilen hiç kimse Avrupa Anayasası’na dini referansların yerleştirilmesini savunamazdı. Artık savunuyorlar, karşı çıkanları masonlukla suçluyorlar. Avrupa değerlerinin neden İslam’la bir araya gelemeyeceğini anlatan dine dayalı tezler ve kitaplar yazıyorlar.
Yakın zamana kadar Avrupalı entelektüeller ve siyasi kadrolar, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkışlarını dine dayandırırlarsa ayıplanırlardı. Bugün bu tür yaklaşımlar normal karşılanır hale geldi. Sarkozy sayesinde mi? Emin değilim. Eskiden aşırı sağ partilerin tekelinde olan dini değer savunuculuğu şimdi artık merkez sağa da geçti.
Bu noktada Hıristiyan kilisesinin alttan alta paranın hákim olduğu yeni düzenle olan kavgasını ya da kiliseye sunduğu fırsatları göz ardı etmemek gerek, tıpkı İslam’ın olduğu gibi...
* * *
Avrupa’dan giriş yaptım, ama dini değerler üzerine asıl siyaset yapılan yer ABD. Basit bir örnekten yola çıkabiliriz: Kadınları evde oturup daha çok çocuk yapmaya davet etmek neyin işaretidir? Her ne kadar Ayşe Arman’ın geçenlerde röportaj yaptığı çocuk psikoloğu, bunun iki kuşak sonra kadınların seçimi olacağı olacağını söylüyorsa da tıpkı Türkiye’de kadınları en az üç çocuk doğurmaya davet eden zihniyet gibi Amerikan Protestan kilisesi de bunun mücadelesini veriyor.
Kiliseler önce Amerikan üniversitelerini etkisi altına alıyor, sonra da siyasi yönde çalışıp kongrenin kararlarını etkiliyor. Biz de bu dünyadan fazla kopuk değiliz görüldüğü gibi. Yani ortada kadınların seçimi falan yok, ince ince yayılan ideolojiler var.
Hangi dini değerlerin hákim olacağı ve dinsel kimliklerin nüfusa dayalı üstünlük kavgasında kadın bedeni bir makine, hepsi bu.
* * *
Finansal krizin üstesinden gelinemez ise dünyayı kaos bekliyor. Amerikan üstünlüğünün yerini bir dönem başıbozukluğun alacağını, Avrupa’nın ortalığı toplamakta yetersiz kalacağını görmek zor değil. Mikro milliyetçiliğin ve dinsel karşıtlıkların arttığı o feci günlerden sonrası ne olacak? Türkiye yeni dünyanın neresinde duracak?
Bugün enerjimizi yolsuzluklara, Deniz Feneri’ne, Ergenekon’a, etnik gerginliklere, Şeker Bayramı mı Ramazan Bayramı mı gibi çekişmelere harcamak zorunda kalmasaydık ekonomik ve siyasi yönden öne çıkan 10-15 yeni güçten biri olabilirdik.
Kurumsal boşluklarımızı doldurmaya yarayan AB uyum sürecini ciddiye alabilsek ve asıl önemlisi yaratıcı bir sınıf oluşturmaya odaklanabilseydik bulunduğumuz coğrafya, sahip olduğumuz kıyılar, su, tarımsal kaynaklar ve insan gücümüzle bunu başarabilirdik. Ama bugün için bu bir hayal ve aksi mucize olurdu.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2008
TÜRKÇE’de insafsız ve kötü birine çatmak için "dinsiz imansız" denir. Son olaylar bize insanın ahlaklı ve dürüst olması için dinin ve imanın yetmediğini, herkese "vicdan" da gerektiğini gösterdi. Bir de Allah korkusunun, bu vicdan denilen şeyin oluşmasına yetmediğini... Engelli koşuyu ahlak ve vicdanın kazanmasından çok uzağız.
* * *
Giderek Amerikan toplumuna benziyoruz, yine şekle şemale odaklandık. Oysa CHP’li Kılıçdaroğlu ile AKP’li Fırat açık oturumunu maç skoru gibi değerlendirirsek bir arpa boyu bile yol alamayız.
Türkiye’nin en büyük sorunu nedir? Bu soruya hiç tereddütsüz "yolsuzluk" yanıtını vermek durumundayız. Naklen seyrettiğimiz tartışmada, üst başlığı yolsuzluk olarak algılanması gereken içerikte üç ana konu vardı: Hayali ihracat, nüfuz ticareti ve uyuşturucu kaçakçılığı. "O mu yaptı, bu mu yaptı? Yaptı mı, yapmadı mı?"nın da ötesinde, kabul edelim ki Türkiye’de her üçü de bolca var.
Hayali ihracata bakalım. Özal sonrası dönemde ilgi kaybına uğrayan bir konudur bu. Oysa zaman zaman aramızda Türkiye’nin ihracat rakamlarının ne kadar gerçek olduğunu bile konuşuruz. Çünkü Türkiye’de mevcut çoğu da iyi niyetli devlet desteklerinin nasıl altından girilip üstünden çıkıldığını hepimiz biliriz.
Bu noktada Türk’ün zekası ile mi övüneceğiz, yoksa ahlaksızlığıyla mı? Bu soruyu da sormamız gerekir.
Danıştay tespitine uğrayan Fırat’ın ortağı olduğu şirket gibi Türkiye’de yüzlerce şirket bu desteklerden bir şekilde yararlanmanın yolunu bulur. Hatta bırakın ihracatı, ithalatta bile bu var. İhraç ürünümde kullanacağım diye yapılan ithal kumaşın tekstilde yıllarca aslında iç piyasaya sürülen ürünlerde kullanıldığını herkes bilir de nedense bunu kimse konuşmak istemez.
Çünkü ittifaklar vardır...
Serbest bölgelerin amacından çıkarılıp nasıl kullanıldığını da hepimiz biliriz. Ama sistem, bu "sıkıcı ve renksiz" konuları öteler. Alnının teriyle iş yapıp vergisini ödeyenin kendini enayi hissettiği düzen de sürüp gider. Birileri üç kuruşu yan yana getirmeye çalışırken, ötekiler hava basar. Birinci gruptakiler ülkeye olan güvenini yitirir, ikinciler ise saygısını. Her durumda toptan kayba uğrarız yolsuzluklar yüzünden.
İhracat yaptım deyip de yapmayanın aldığı teşviklerin hepsi öğretmenin, işçinin, memurun, yoksulun maaşından çalıntıdır. Gece pencereden girip ev soymaktan farkı yoktur bunun. Ama sistem, "öteki hırsız"a bu duyguyu yaşatacak denetim mekanizmalarını kullanmaz ve kullandırtmaz.
Çünkü ittifaklar vardır...
Bugünkü haliyle Türkiye, yeterli sermaye birikimi olmayan benzer başka ülkeler gibi yolsuzlukla başa çıkmamayı seçiyor. Bu, aslında çok bilinçli bir seçim. Ve bugünkü savaş, sermayenin kimin elinde birikeceği ile ilgili. Bu yüzden de yeni ittifaklar oluşuyor. Her açılan yolun, her döşenen rayın, her atılan temelin altından ucu siyasete uzanan yeni ittifaklar çıkıyor.
Türkiye’de özgür, vicdan sahibi, ahlaklı insanların sayısı artmadıkça engelli koşuyu onlar kazanacak.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2008
YALNIZCA dört yıl önce Türkiye’nin AB üyesi olmasını Avrupa halkları bugünkünden çok daha olumlu karşılıyorlardı. Türkiye’de de AB’nin imajı parlaktı. Oysa bugün, ciddi kamuoyu araştırmaları gerek Avrupa vatandaşlarının Türkiye algısında, gerekse Türkiye’deki AB algısında ciddi boyutta gerileme yaşandığını gösteriyor.
Alman Marshall Fund adlı kuruluş, her yıl Amerikan ve Avrupa kamuoylarında Türkiye’yi katarak Transatlantik Eğilimler başlıklı bir anket yaptırıyor. Buna göre dört yıl önce Türkiye dahil 10 AB ülkesi ortalaması alındığında her yüz kişiden 36’sı Türkiye’nin AB üyeliği için "Bu iyi bir şey" derken, bu oran 2007’de 19’a inmiş. Yarı yarıya bir azalma söz konusu.
En dikkat çekici olan da aslında en büyük azalmanın yaşandığı ve ortalamayı düşüren ülkenin Türkiye’nin ta kendisi olması! 2004’te her yüz Türk’ten 73’ü AB’ye üye olmanın iyi bir şey olduğunu düşünürken bugün bu oran yüzde 40’a gerilemiş durumda.
Türkiye’yi çıkarırsak 2004’te üyeliğimize verilen destek yüzde 30. Bugün ise yüzde 21.
* * *
Araştırmanın bir başka çarpıcı sonucu daha var. Türklerin sadece yüzde 27’si ülkelerinin AB üyesi olması ihtimalinin olduğu görüşünde. AB’de ise her Avrupalıdan yaklaşık yüzde 60’ı bunun olabilirliğine inanıyor. Demek ki Türkiye’nin AB üyesi olacağına Avrupalılar bizden daha çok inanıyorlar.
Yüzde 73 ile İngiltere’de ve yüzde 70 ile Hollanda’da bu oran en yüksek seviyede. Onları yüzde 67 ile Almanlar ve yüzde 63 ile Portekizliler izliyor. Ortalamayı düşüren Slovaklar ve Fransızlar. Genelde eski Doğu Bloku ülkelerinde Romanya hariç Türkiye’nin üyeliğinin pek inandırıcı görülmediği ortada.
Araştırmadan ilginç bir saptama daha: "Türkiye, Batı’nın parçası olabilmek için onunla yeterince ortak değere sahiptir" görüşüne katılanların oranı Türkiye’de yüzde 29 iken İspanya’da yüzde 44, İngiltere’de yüzde 43, Hollanda’da yüzde 40. AB’nin üç büyüğünden en düşük rakam yüzde 20 ile Fransa’nın bile (yüzde 27) gerisinde kalan Almanya’da. Yani Avrupalılar bizim onlarla ortak değerlere sahip olduğumuza bizim buna inandığımızdan daha fazla inanıyorlar.
Bu inanışlar algı yönetimi ve Türkiye’nin iletişim stratejisi açısından çok önemli, zira Türklerin kendi inanmadıkları şeyi dışarıya nasıl kabul ettirebilirsiniz? İletişimciler bunun imkánsız olduğunu bilirler.
Sorunun ikinci kısmını da dikkate almak lazım. "Türkiye’nin değerleri o kadar farklı ki, aslında Batı’nın parçası değil" cümlesini onaylayanların oranı Türkiye’de yüzde 55 ki burada bile yüzde 57 olan Avrupa ortalamasına yakın bir yerde duruyoruz.
* * *
"Uluslararası ilişkilerde Türkiye aşağıdakilerden hangisiyle en yakın işbirliğinde olmalı?" sorusunun seçmeli cevaplarında ise Türklerin yüzde 20’si AB’yle, yüzde 3’ü ABD’yle, yüzde 11’i Ortadoğu ülkeleriyle, yüzde 1’i Rusya ile cevabını vermiş ki, bunu da artık Amerika ve Rusya dert etsinler.
Asıl altı çizilmesi gereken, Türklerin yüzde 48’inin "Türkiye tek başına hareket etmeli" şıkkını işaretlemiş olması. Gönlümüzden geçenle hayatın gerçekleri her zaman tutmuyor ne yazık ki...
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2008
NİRJ Deva koyu esmer tenli bir İngiliz siyasetçi. "Ne kadar İngiliz olduğumu görüyorsunuz, ama yine de seçmenlerim benim gibi Sri Lanka’da doğmuş köri yiyen bir mühendise Avrupa Birliği’ndeki çıkarlarını koruması için güvendiler" deyip devam ediyor:
"Ben bu halimle İngilizleri bana oy vermeye ikna edebildimse, bu salonun toplamını oluşturan ortak Türk aklı da Avrupalıları Türkiye’nin kendilerinin refah ve güvenliği açısından gerekli olduğuna inandırabilir."
* * *
Deva, Avrupa Parlamentosu’nda muhafazakár kanatta üye. Türkiye’nin üyeliğini destekleyen Deva’yı Avrupa ile resmi bağımızı oluşturan Ankara Anlaşması’nin 45’inci yıldönümü için İKV tarafından düzenlenen toplantıda tanıdım. "Avrupalılar Türkiye’nin Avrupalı olmadığına ve yakın gelecekte AB üyesi olmaması gerektiğine inanıyorlar ama ülkenizin coğrafi ve stratejik konumunun da kendi kullanımlarına açık olmasını istiyorlar."
İngiliz siyasetçinin bu cümlesinin altını çizin...
Bu arada Türk-Yunan gaz hattı tamamlanıyor, Şahdeniz projesinden Batı’ya enerji köprüsü kuruluyor, Nabucco hattı ile Türk enerji koridoru batıya genişliyor. Gelecekte de Ortadoğu hattı için aynısı söz konusu olabilir. Irak için zaten Türkiye en optimum taşıma koridoru.
Deva diyor ki: "Türk devleti ve Türkiye’nin üyeliğini destekleyenler bundan böyle tamamen farklı yeni bir strateji izlemezlerse bütün bunlara rağmen daha çok beklersiniz. Sorunun ne olduğuna ilişkin Ankara’da yeni bir algı oluşması lazım."
Ve tarihten bir örnek: 1815 Viyana Kongresi, 1852 Paris Anlaşması ve nihayet 1. Dünya Savaşı... Bu parantezde Fransa, Avusturya ve İngiltere Osmanlı’yı zayıflattılar, onu Rusya’nın Baltık ve Akdeniz’e yayılmasını önleyen muhtaç ülke durumuna getirdiler.
Deva’nın uyarısı: "Türkiye AB üyesi olmaz ise Avrupa yine Türkiye’nin ekonomik ve coğrafi alanını isteyecek, enerji tedarikini korumak için Rusya ile pazarlık yapabilmenin karşılığında da Türkiye’ye çok az şey verecek..."
Türkiye zayıf bir tampon mu olacak yoksa güçlü bir ortak mı?
Türkiye kısa sürede AB’ye tam üye olmaz ise zayıf bir tampon ülke olacak, daha önce olduğu gibi...
Peki o zaman Türkiye ne yapmalı?
Deva’ya göre Türkiye’nin önündeki en büyük engel Avrupalı seçkinler veya siyasetçiler değil, Avrupa halkları. Türkiye bu ayrımı iyi anlamalı. Türkiye’nin seçkinleri Avrupa halklarına ulaşmak için ne yapıyor?
Cevabı "Hiçbir şey"...
Biliyoruz ki Avrupalının kafası Mustafa Kemal’i ıskaladı, Viyana kapılarında kaldı, hálá Yeniçeri korkusuyla besleniyor.
Deva’dan bir başka ilginç saptama: "Sorun milliyetle, dinle ilgili değil, sınıfsal. Hampshire’lı seçmenin Anadolu köylüsünün İngiltere kıyılarına çıkarma yapmasından korkuyor. 3 yılda 450 bin Polonyalı geldi bize ama 50 binden azı kaldı çünkü iş bulamadılar. Anadolu köylüsünün de Kent’te ya da Hamburg’da işsiz kalmaktan başka ne şansı olabileceğini kimse düşünmüyor. Benim seçmenimi Anadolu’dan işgalcilerin gelmeyeceğine ikna etmek benim değil sizin göreviniz...."
Dost acı söyler...
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2008
ROY ilkokula gidiyormuş, Büyükada’da arabacının yanına oturmuş, adam ona adını sormuş, çocuk söylemiş, adam anlamamış, birkaç kere daha söylemiş, adam tuhaf tuhaf bakmaya başlayınca da "Ali" demiş çıkmış işin içinden. Roy’un bu kısa öyküsünü ağabeyi Toni’den dinlediğimde 18 yaşındaydım, epey sarsılmıştım. O zaman bugünkü gibi çokkültürlülük vs. gibi kavramlar henüz lügatimize girmemiş.
Belki de hayatta "ayrımcılık" ve azınlık olmanın anlamı üzerine ilk düşünmeye başladığım nokta burası.
Sekiz yaşında bir çocuk, kendi memleketinde iletişim kurmak için ismini değiştirmek zorunda hissederse kendini, kuşkusuz adı konmamış, kendiliğinden ve sessiz bir baskı vardır üzerinde. Kimse öyle olmasını istemese bile vardır.
Sonra daha vahim bir örnek yaşadık. Ağabey Toni, iki yaz önce kalbi durana dek can yoldaşımdı, 1981 yazında askere gitti. Birlikte okuduğum erkek çocuklarının hepsi, Toni dahil, o yaz Burdur’da kısa dönem askerlik yapan ekipte.
Askerlik bitti, terhiste bir albüm yayınlanmış, bir gün Toni bana işte o albümü gösterdi.
Ben yine şok geçirdim; çünkü benim canım arkadaşımın isminin yerinde babasının işyerinin adı yazıyordu: Zaman Ecza... Dizgici ya da matbaacı, artık her kim ise yabancı gördüğü isme sahip bir adamın Türk ordusunda askerlik yapacağına ihtimal vermemiş olmalı ki arkadaşımın adını, verdiği adrese bakıp Zaman yapıvermişti. Buna rağmen Toni, albümü bana yeterince gururla göstermişti. Tepkim karşısında ise her zamanki hayatı hafife alır haliyle gülmüştü.
Acaba başka çaresi var mıydı?
Toni hayatta olsaydı biz bugün maç için cümbür cemaat Erivan yollarında olurduk, buna yüzde yüz eminim.
Cumhurbaşkanı’nın da maça gitmesi güzel bir jest oldu.
* * *
Türkiye’de vatandaşlık bağı yerli yerine oturmadan, çoğunluk kulluktan vatandaşlığa geçemeden küresel dalgayı yedik. Şimdi de bunun sancılarını çekiyoruz. Ermeniler hadi uç örnek, Türkiye’de Aleviler de bu devirde hálá kimliklerini gizlemek zorunda hissetmiyorlar mı kendilerini?
Neden insanlar "Ne Mutlu Türküm diyene" diyemezler? Bunu söyletebilmek için altını da doldurmak gerekir çünkü. Suçlu bunu söyleyemeyenler mi, yoksa bu sözü özündeki vatandaşlık bağının ifadesi olmaktan çıkartanlar mı? Bir yanda artık genetik bilimin çürüttüğü saf ırk olma iddiaları prim yaparken ve dinsel kimlikler saklanırken, herkesi kucaklayan bir aidiyeti nasıl oluşturacaksınız?
* * *
Artık inceliklerin zamanı... Hoyratlık ve kabalıkla ne insanla insan, ne devletle vatandaş, ne de ülkeler arasında düzgün ilişki kurabilirsiniz. Bunun böyle olduğunu çok başka bir bağlamda da olsa en iyi edebiyatçılar hissetmiştir.
Andre Maurois’ın, Shelley’nin hayatını anlattığı kitaptan şöyle bir cümle hatırlıyorum: "İçinde hal ve hareket inceliği bulunmayan bir kültür hiçtir..."
Gül’ün Erivan’a gidişini bir de bu sözle değerlendirin.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2008
ATALARI Kafkasya’dan Türkiye’ye göçmüş olan herkese Çerkez deme alışkanlığımız var. O nedenle de aslında aramızdaki Oset ve Abhaz kökenliler için yazılsa da bu yazının başlığında "Çerkez" ifadesi kullanıldı.
Oset ve Abhaz kökenliler, eski vatanlarının bağımsızlığa kavuşmasından mutlu oldular. Bazıları, Ankara’nın Batı yanlısı buldukları tavrı karşısında çileden çıktılar.
İnsanı insan yapan duygularımız olduğu kadar akıl da. Bu yazıda duygulardan arınıp, büyük güçler dengesinde nasıl ele alındığına bakacağız.
Bir Abhaz atasözüne göre, "Boynuz aramaya çıkan eşek, kulakları kesik dönermiş". Bu söz özellikle Osetler için geçerli olabilir. Zira Güney Osetya’da halkın yüzde 90 civarı káğıt üzerinde Rus vatandaşı olmuş. Güney Osetya’nın yarın resmen Rusya’ya iltihakı sürpriz olmaz. Bunun örneğini konjonktür elverdiği anda Türkiye’nin 1938’de Hatay’ı plebisitle ilhak etmesinde yaşamadık mı?
Abhazya’nın ise Rusya güç kullanmazsa Türkiye üzerinde Batı’ya yönlenmesi ihtimali daha güçlü.
* * *
Gürcistan meselesini Kosova ve Kıbrıs’tan da bağımsız düşünemeyiz. Sırbistan’ın özerk bölgesi Kosova’nın, bağımsızlığını ilan edince Batı tarafından tanınması uluslararası hukukta önemli bir değişim taşıdır. Kosova tanınırken öne sürülen gerekçelerin aynıları KKTC ve Abhazya için de geçerli. Ama sadece onlar için değil, aynı durumda olan başka yerler için de...
Hemen şu soru gündeme geliyor: Rusya’nın Abhazya ve Güney Osetya’yı tanıması, dünya üzerinde domino etkisi yapar mı? Gürcü lider Saakaşvili 1914’te Avusturya veliahdını öldüren Sırp’a mı benziyor?
Yoksa olan biten, Batı dünyası ile Rusya arasında denge kurma arayışında önceden yapılmış bir pazarlığın sonucu mu? Bağımsızlık ilanında bazı münferit örneklerle yetinilmesi için anlaşılmış olabilir mi? Unutmayalım, Bush yönetiminin İran’a karşı hazırladığı saldırı planı ve füze kalkanı projesi, Kremlin ile Moskova’nın pazarlık masasında. ABD, İran’a saldırıdan vazgeçerse karşılığında ne alacak? Bu sorunun cevabı da Gürcistan konusuyla ilintili. Tahminim, Gürcistan’ın NATO üyeliğinin gerçekleşeceği yönünde. Bu da karşılığında Güney Osetya’nın iltihakı varsayımını güçlendiriyor.
Kıbrıs’ta ise taraflar arasında bir anlaşma zemini oluştuğunu izliyoruz. AB çatısı altında Çekoslovakya örneğini andıran "kadife ayrılık" formülüne yaklaşabiliriz. Aynısı Gürcistan için söz konusu olabilir mi? Rusya, Gürcistan’ın AB üyeliği perspektifine karşı duracaktır. Ayrıca, ileride benzer çatışma ortamını Kırım-Ukrayna bağlamında yaşamaya da hazırlıklı olabiliriz.
* * *
Gürcistan meselesinde küresel satranç tahtasının bir başka önemli taşı da enerji. AB, Rusya’nın doğalgazına muhtaç. Alternatif olarak Nabukko hattı gündemde, bu hattan geçecek doğalgaz nedeniyle İran devrede. Rusya enerji kaynaklarının ve sevkıyatının kontrolü için elinden geleni geri koymayacağının güçlü işaretini veriyor.
Tahminlerimin özeti; Gürcistan NATO’ya, Güney Osetya için iltihak, Abhazya ortada, Ukrayna karışacak ama AB ve NATO üyeliği gündemde, Kıbrıs’ta çözüm yakın. Türkiye-Ermenistan ilişkisi düzelsin diye Batı baskıyı artıracak. Rusya, Azeriler üzerine oynayacak. Ama daha bir süre Karadeniz’de Amerikan savaş gemisi görmeye de devam...
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2008
AVRUPA Birliği uyum sürecindeyiz... Hep duyduğumuz bu cümle ne anlama geliyor? AB’nin yasaları, yönetmelikleri, kuralları var. Türkiye, AB’ye üye olmak istediğine göre bunlara uymak zorunda. Ancak bu bir gecede olacak iş değil. O zaman belirli bir zaman planı içinde sindirerek ilerlemek gerekiyor.
Türkiye bunu "AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Programlar" çerçevesinde yapıyor. İşte bu ulusal programlardan üçüncüsünün taslağı bu hafta tüm bakanlık ve kamu kuruluşlarına görüşleri alınmak üzere gönderildi.
Türkiye ilk Ulusal Program’ını 2001’de, ikincisini 2003’te yayınlamıştı. Üçüncüsü için neden beş yıl ara verildi diye sorulabilir. 2003’ten sonra arada iki adet Müktesebat Uyum Programı çıktı. O nedenle bu son belge beşinci program da sayılabilir.
Diğer yandan da Türkiye’nin uyuma 2001’de başlayan bir ülke olarak normal koşullarda artık Katılım Anlaşması’nı imzalıyor olması gerekirken, üyelik müzakereleri ancak 2004’te açılabildi, sonra da hálá süren çeşitli tökezlemeler, engeller yaşandı.
Üçüncü Ulusal Program’ın içinde kamuoyunda tartışılmayı hak eden, enerjiden ilaca, bankacılıktan sigortacılığa tüm sektörleri ilgilendiren ve muhalefet ile iktidar arasında yeni çekişmelere yol açabilecek pek çok bölüm var. Böyle olması da normal ve sağlıklı. Sadece çevre uyumu ile ilgili 27’nci fasıl 80 küsur sayfa. Geniş kapsamlı bir diğer bölüm, gıda güvenliği. Ancak her şeyden önce, bu programın felsefesinin özetlendiği bir giriş bölümü var ki hatırlamakta yarar var:
Ulusal Program Giriş bölümünün ilk cümlesinde, "Cumhuriyetin dayandığı temel ilkeler ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı, ulusal bütünlük içinde, bilgi çağını yakalamış, güçlü ve refah içinde yaşayan, insan haklarına saygılı, çağdaş, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmak, geçmiş ve gelecek kuşaklara karşı tarihi ve ebedi bir sorumluluktur... AB üyeliğimiz, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi ve Atatürk’ün ulusumuz için belirlemiş olduğu çağdaş uygarlıkla bütünleşme ülküsüyle bire bir örtüşmektedir" deniyor.
* * *
3. Ulusal Program, yatay ve dikey okuma gerektiren 406 sayfalık bir belge. Bunun tümüne bakmadan içinden cımbızla çeker gibi bir iki cümleyi gündeme getirmek kötü niyetli demeyeyim, ama sağlıksız bir yaklaşım.
Özetle bu belgeyi de Ergenekon iddianamesi gibi okumayalım. İçinde olmayan şeyleri varmış gibi gösterip, olanları da oraya buraya çekiştirip kendimize göre anlamlar yüklemeyelim. İlle de tartışmak istiyorsanız taslağın "yolsuzluklarla mücadele" konusunda neler vaat ettiğine bakalım. Neden bu konuda ilerlemekte bu kadar geciktiğimizi sorgulayalım.
Her şeye kriz mantığıyla yaklaşmaya alıştık. Ulusal Program’a da böyle bakıyoruz. Örneğin, Türkiye’nin zaman vermeksizin taraf olacağını beyan ettiği Uluslararası Ceza Divanı statüsü var. Sanki yarın bu Divan’a üye olacakmışız gibi kriz havaları çalınıyor. Olursak da PKK ile mücadele eden askerleri oraya göndermek zorunda kalırmışız...
Halk deyimi ile adama "alıp da kaçan?" diye sorarlar. Türkiye esas AB’deki PKK elebaşılarını göndermeyi düşünecektir oraya. Kaldı ki bazı önemli kararlarda Türkiye’nin AB üyeliğinin kesinleşmesini bekleyeceği kesin.
Sakin kalmayı bir başarabilsek.... Ama yok, bu bünye huzuru kaldıramaz.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2008
OĞLUMLA National Geografic’te Hırsız Maymunlar adlı harika bir belgesel seyrettik. Hindistan’da tapınakta yaşayan sevimli bir maymun sürüsü var. Kıtlık yaşanınca tapınak ziyaretçileri maymunları besleyemiyor. Aç maymunlar şehre inip yiyecek çalıyor. Zavallı bir köylünün seyyar yiyecek tezgahını talan ediyorlar. Şehirde bir de bu işleri engellemek için maymun avcısı var. Yakalanan maymunun vay haline. Yavru maymunlardan birini kaçarken tellerdeki elektrik çarpıyor. Kolları yanan yavruyu şefkatle tedavi eden hayvan hastanesi de aynı şehirde...
Hırsız Maymunlar belgeseli aynı olayın farklı aktörler açısından nasıl yaşandığını göstermesi açısından inanılmaz etkileyiciydi. Keşke her olayda aynı "çoklu bakış"ı uygulayabilsek.
Örneğin Rusya neden Gürcistan’a acımasızca saldırdı?
Rusya açısından bıçak kemiğe dayanmıştı da ondan. Kosova’nın bağımsızlığı Rusya için dönüm noktası oldu. Rusya Federasyonu içinde ayrılıkçı olabilecek pek çok yapı var. Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyelikleri gündemde. Rusya, federasyonu toparlamak için bir güç gösterisi yapmak ihtiyacındaydı. Gürcistan’ın başında olan Saakaşvili Rusya’ya bu fırsatı altın tepside sundu.
* * *
Gürcistan’daki savaş Avrupa Birliği’nin enerji güvenliği meselesini yeniden gündeme getirdi. Sarkozy başta, Batılı liderler Moskova’ya boşuna koşmadılar.
Peki ama Batı’nın enerji güvenliği gerçekten tehlikede mi? Rusya Parlamentosu’nun Başdanışmanı Dugin’in dediği gibi Bakü-Ceyhan öldü mü? Elbette ölmedi, ama yara aldı, zira Gürcistan’daki çatışma yüzünden oradaki her türlü enerji yatırımının risk maliyetleri arttı.
Rusya açısından boru hattına saldırmak akıllıca bir iş olmaz çünkü çıkarına değil. Bakü-Ceyhan dediğimiz oluşumun içinde İngiliz, Japon, Norveçli, Amerikalı, Fransız, İtalyan enerji devleri var. Türkiye’nin ise bu badirede Rusya’ya karşı cepheleşmenin içine çekilmek istenmesi normal.
* * *
Bütün bunlar olurken Gürcistan’daki politik liderlik hataları yüzünden İran’ın eli güçlendi. Zira Avrupa’nın enerji güvenliği böyle emrediyor. Rusya bir taşla pek çok kuş vurmuş oldu.
İran’ın eli ne kadar güçlendi? Amerikalılar, İran’da 20 milyon dolar üzerinde yatırım yapan tüm şirketlere ambargo uyguluyor. Avrupa bu ambargoyu sorgulamak durumunda.
Türkiye ise geçtiğimiz yıl Amerika’ya rağmen İran’la gaz alımı için bir iyi niyet protokolü imzaladı. Burnumuzun dibindeki İran gazını almamız çıkarımızadır. Amerikan politikaları yüzünden kaynak çeşitlendirmemizin engelleniyor olması ise reel politikanın gerçeklerinden.
Şimdi ise İran, Gürcistan’da olan bitenden sonra artık kendini vazgeçilmez görüyor ama yeterli teknolojik yatırımı yapamadığı için Avrupa’ya ne kadar gaz verebileceği kuşkulu. Rusya’nın gücü Bakü-Ceyhan’ı engelleyemedi, ama şunu kesinlikle söylemek mümkün: Avrupa’yı besleyecek Nabucco hattını Amerikan politikaları engelliyor.
Enerji denklemine Hırsız Maymunlar yaklaşımıyla baktığımızda özetle görebildiklerimiz bunlar.
Yazının Devamını Oku