9 Ağustos 2008
YER İstanbul’un göbeğindeki bir SSK hastanesi, yıl 2000. Umut adı verilen erkek bebek 1 kilo 200 gram, 27 santim boyunda doğuyor. Bir hafta sonra, Umut 1 kilo 300 gram olduğunda "sağlık durumu iyidir" denilerek taburcu ediliyor.
Eve getirilen bebek şişmeye başlıyor; çünkü bağırsakları gelişmediği için tuvaletini yapamıyor. Baba Hasan Karagöz, bebeği bir buçuk ay daha kalacağı SSK hastanesine geri götürüyor.
Hastanede iki bebek, bir kuvözü paylaşıyor. Diğer bebekten Umut’a menenjit bulaşıyor.
Umut şanslı bir bebek; çünkü çok uyanık bir babası var. Hasan Karagöz her gece saat 12’de hastaneden çıkıp evine geliyor. Sabah dörtte eşinin sütüyle tekrar hastaneye dönüyor. Sabah da normal saatte işbaşı.
Genç baba bu sırada bebeğinin belinden ikinci kez sıvı alındığını fark ediyor; çünkü ilk alınan kaybolmuş. Bunu araştırırken menenjitli bebeğin belinden sıvı alınmayacağını öğrenip başhekime çıkıyor. Hastane karışıyor. Bu arada bebeğin başında normalin üstünde büyüme olduğu görülüyor.
Devlet hastanesine güvenini yitiren Hasan Karagöz elde ne varsa döküp bebeği özel hastaneye getiriyor.
Umut bebek bugün Şişli Mareşal Fevzi Çakmak İlköğretim Okulu’nun başarılı öğrencisi.
* * *
Ankara Zekai Tahir Burak Doğum Hastanesi’nde prematüre bebeklerin ölümü üzerine "Erken Doğum Ergenekonu" diyebileceğimiz yeni bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. Önce hastane suçlandı. Sendikalar devreye girdi. Her şey bitti, YÖK’le eski kavgası olan kesim tıp fakültesi kontenjanlarını artırmadığı için bu kurumu hedef aldı. Seçim sandığı içinde bebeğinin cansız bedenini taşıyan babaların görüntüsü içimizi sızlattı.
Kuvöz sayısının yetersiz oluşuna ise benim görebildiğim kadarıyla sadece kendi de bir prematüre bebek babası olan gazeteci Serdar Çelikler’den başka parmak basan olmadı.
Meslektaşımız, "Kuvöz bağışlayalım" çağrısında bulundu.
Gelgelelim kuvöz de tek başına çözüm değil. Sorunun kaynağını Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı UNDP’nin Sağlık Bakanlığı Reform Projesi’nde çalışmış olan Canan Konuk sayesinde buldum. Türkiye’deki asıl sorun, hastanelerdeki bakım eksikliği. Bir diğer deyişle "hemşire sayısının azlığı". Doktorlar iyi, ama hasta başına düşen hemşire sayısı çok düşük. Batı standartlarında kuvözdeki her bir bebekten bir hemşirenin sorumlu olması gerekiyor. Bizdeki gibi sekiz bebeğe bir hemşire bakınca erken doğanları yaşatmak mucize.
* * *
Prematüre bebeklerin hepsi Umut kadar şanslı değil. Hipertansiyonu olan, havale geçirmiş, gebelik toksemisi yaşayan pek çok kadın erken doğum yapmaya devam edecek. Ankara’daki prematüre bebek ölümleri bize bir ders verecek mi, önemli olan bu. Hemşire sayımızı artırıp bakım hizmetlerimizin kalitesini düzeltmemize yarayacak mı?
Ne yazık ki ders çıkarmak bize göre değil. Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davasında AKP’ye verdiği mesajın yerine ulaşmaması bunun en son örneği. Bebekler için de duyarsızlık sergileyebiliriz. Bu memleketin düzelememesinin nedeni, herkesin bildiğini okumaya devam etmesi. Meşrebimizde ders almak yok.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2008
İSTANBUL Boğazı’nın Avrupa yakasında su kenarına yakın bir kahvehanedeyiz. Kahve Dünyası, Starbucks, Gloria Jean’s Coffee falan değil, bildiğiniz erkek kahvesi. İki kadın, akşamüzeri kahvede ne işiniz var derseniz, çünkü bir toplantıdan geliyoruz, yolda AKP kararının açıklanacağını duyunca kendimizi televizyon bulduğumuz ilk mekána attık da ondan.
Gelgelelim kahvenin televizyonu kapalı. Heyecan içinde "Karar açıklanacak lütfen televizyonu açabilir misiniz?" diye yalvarıyoruz. Kahveci çok sakin, "Benim kahveyi kapamasınlar da" diyor. İlginin desibeli bu kadar! Neyse ki kahveci bizi kırmıyor, çay ikram ediyor, televizyonu açıyor.
Fakat o da ne, hiç boş masası olmayan koca kahvede bir Allah’ın kulu da zahmet edip kafasını kaldırıp televizyona bakmıyor. Okey oyunu ise bütün hızıyla devam ediyor.
Bir ara CNN International’a atlıyoruz. Altyazıda şöyle deniyor: "Türkiye Anayasa mahkemesinin kararını bekliyor."
Hangi Türkiye? Bu kahve nerede, dağ başında mı? Hayır İstanbul’da. Kahvedeki okeyciler de ortalama Türk erkeği. CNN International’in nefesini tutmuş kararı bekleyen Türkiye’si hangisi? Türkiye, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası mı, yoksa burası mı?
Herkesin günü kurtarmak üzerine kurgulandığı bir ülkede kahvedeki orta yaşlı işsiz erkek ilgilenmeli mi gerçekten verilen kararla?
Boğaz’dan Elmadağ’a geçiyoruz. Açık Radyo’daki Açık Dergi programında iki laf etmem istenmiş, çünkü Hürriyet ve Referans’ın görsel anlamda stratejik destek verdiği bir haber portalı var başında durduğum, EurActiv.com.tr. Avrupa haber ve politikalarına yer veren bu portalda sanat-kültür bölümü açtık, Türkiye’nin kültürel tanıtımına yarayan işlere yer vereceğiz. Yoldan kontrol ediyorum, radyonun program akışında değişiklik yok. Elmadağ’da büfeye uğruyorum, o sırada karar açıklanmış, kimse merak etmemiş bile. Apartmanın birinin önünde kadınlar ve gençler oturmuş hava alıyorlar, onlara da soruyorum, umurlarında değil.
Halkın bu aldırmazlığını nasıl açıklayacaksınız? Seçim döneminde olsaydık, bu yazıda onlardan "seçmen" diye söz edeceğimizi unutmadan yanıt aramak gerek bu soruya. "Seçmen tepkisiz" diye mi çıkacağız işin içinden, yoksa vatandaşlık bilinciyle ilgili bir sorundan mı söz edeceğiz? Bu olmadı, yan dairede beton kırıcı çalışırken bu kadar patırdı fazla, iyisi mi kulaklarıma pamuk tıkayayım diyen iyi huylu komşuya mı benzeteceğiz onları? Yoksa, yeter artık beynimize enjekte edip durduğunuz paranoya diyerekten psikolojisiyle oynanmasına artık izin vermiyor olabilir mi bu millet?
Ya da rahmetli annemin o çok sevdiğim lafıyla "En büyük sitem, görmezden gelmektir" lafında mı arayacağız bu aldırmazlığın sebebini?
Ben olsam bu sonuncuyu seçerdim açıklama olarak.
* * *
Ertesi sabah 80 yaşındaki teyzeme uğradım. Namaz niyaz bitmiş, gözlükleri burnunun ucunda gazete okuyordu. Manşeti gösterdi: "Başbakan’dan ilk mesaj: Herkesi kucaklayacağız." Teyzem muzipçe bana baktı, "O adamlar beni kucaklamasalar olmaz mı?" diye sordu.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2008
Bazen, ortalığın tozu dumanı atılırken, "Nasıl bir dünyada yaşıyorum?" sorusunu sormak hepimize iyi gelebilir. Neredeyse 40 yıldır dünyanın her anlamda altını üstüne getiren "küreselleşme" döneminin muhtemeldir ki son 10 yılını yaşıyoruz. Küreselleşme tenceresi kaynadıkça yeni korumacılık henüz soğan şiddetinde olmasa da kokusunu yayıyor. Dağların ardından Kızılderili dumanları gibi yeni korumacılık işaretleri yükseliyor.
Bu işaretleri nasıl okuyacağız? Çekmecemde hatıra niyetine Sahaflar’dan alınma, üzerinde Fransızca yazılar olan Şirket-i Hayriye hisseleri duruyor. Geçen gün bir arkadaşıma bunların benzeri Konstantinopolis Elektrik ve Tramvay Şirketi’nin hisselerinden hediye ettim. Dünya 19’uncu yüzyılın sonunda da ticaretin serbestleştiği küresel bir dönemden geçti. Bu dönemi bıçak gibi kesen Birinci Dünya Savaşı oldu.
Bugün dünya savaşı yok ama geçen yıl dünyanın 17 noktasında savaş vardı. Son 10 yılda ülkelerin toplamda silaha yatırdıkları para yüzde 45 artmış. Bu artışın yüzde 6 ile sınırlı olduğu Avrupa dışında tüm dünya silahlanmış. Amerika’nın silah harcaması yüzde 65, Ortadoğu’nun bölge olarak yüzde 62, Güney Asya’nın yüzde 57, aç bilaç Afrika’nın bile yüzde 51 artmış.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Avrupa, dünya liderliğini Amerika’ya bıraktı. Avrupa imparatorlukları çöktü, küçüldü. Avrupalılar akıllı davranıp bu kez barış içinde güçlerini birleştirip yeniden gücü elde etmenin bir yöntemi olarak Ortak Pazar’ı kurdular. Başarılı da oldular.
Bugün küreselleşmenin yeni dinamikleri dünya güç dengelerinde Amerika’yı yerinden edebilir. Asya kapıyı çalıyor, hemen arkasında Latin Amerika sırada.
Amerikan tacı Asya’ya geçerken (Asya’yı esasen Çin artı Hindistan diye de okuyabiliriz) Avrupa ne olacak? Bu sorunun cevabı bizi de çok yakından ilgilendiriyor. Avrupa Birliği ile olan ilişkimizden daha da önemlisi, yaşlı kıtanın sahip olduğu demokratik miras. Çelişkinin doğduğu yer şu: Tacı devralan yeni piyasaların hemen hiçbiri demokrasiye ve insan haklarına bayılmıyor. Gerçek de o ki bugün dünya üretiminin yüzde 40’ı piyasa ekonomisini değil, planlı ekonomiyi uygulayan ülkelerde.
Daha bugünden Batı’da paradan çok fikirler kaldı sermaye olarak. İşgücü de, hammadde de, doğal kaynaklar da, para da, beyin gücü de artık saf değiştirdi. Çin’de yeni üniversiteye girecek olan beş milyon öğrencinin üçte ikisi fen bilimleri okuyacak gelecek yıl.
Böyle bir dünyada Türkiye’nin yeri ne olur sorusunu yeniden sormaya başlamanın tam zamanıdır. Zaten çektiğimiz sancıların kaynağı da belki bu sorunun cevabında gizli. Suyu olan, tarım alanları uçsuz bucaksız, GAP’ın sahibi bir ülke... Büyük ihtimalle petrolü de olan, ama zaten alternatif enerji kaynaklarını üretme potansiyeli çok fazla olan Anadolu toprakları... Genç ve dinamik bir nüfus. Batı’nın fikirlerine sahip, ama tacı kapmaya hazırlanan tarafın da özelliklerini taşıyan bir Türkiye...
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2008
DÜNYA çapında yapılan ekonomik analiz ve öngörüler, Türkiye’nin 40 yıl sonra bugünkü Almanya ve Fransa seviyesine geleceğini söylüyor. 40 yıl daha beklemek! Gençseniz uzun, yaşlıysanız o kadar da fazla olmayan bir süre, çünkü zaman algısı ne kadar yaşadığınıza bağlı olarak uzayıp kısalıyor. Dünya ekonomisi yaklaşık 40 yıldır "küreselleşme" denilen dalganın etkisi altında. Bu süre, küreselleşmenin etkilerini ölçebilmek için yeterince uzun. Belki de en önemli gelişme dünya ticaret hacminde Batı dünyası aleyhine meydana gelen gelişme oldu. 2007 yılına geldiğimizde yeryüzünde 12 milyar dolarlık mal ve hizmet el değiştirdi. Bu rakam 40 yıl önce bunun sadece 60’ta biriydi.
Dünya ticaret hacminde 40 yılda meydana gelen 60 kat artış kime yaradı? Küreselleşmeyi anlamak için işin püf noktası tam da burada. 40 yıl önceki rakamlara göre Amerika ve Avrupa hakim oldukları dünya ticaretinin birlikte üçte ikisini yapıyorlardı. Bugün yüzde 52 ile neredeyse yarıya gerilediler. Yine 40 yıl önce Çin’in payı yüzde 1 idi, bugün yüzde 8 ve hızla daha da artacak. Japonya’yı katmadan Asya ülkelerinin payı 40 yıl önce yüzde 8.8 iken bugün yüzde 30’a yaklaştı.
Bu rakamlar bize ne anlatıyor? Batı dünyası tam üç yüzyıldır sürdürdüğü dünya hákimiyetini kaybediyor olabilir. Petrol krizi eşliğindeki mali kriz hafife alınabilir değil. Dünya bu denli bir krizi daha önce hiç yaşamadı.
Şimdi sorulan soru, Batı’nın bu krizi nasıl atlatacağı kadar ne tür tepki vereceği. Yoksa küreselleşmenin son virajını mı almaktayız? Yeniden korumacı bir döneme girmek söz konusu olabilir mi? Dünya Ticaret Örgütü Çin’e karşı ne tedbirler alacak?
Yeni korumacılık çağına geçmek Batı için kolay değil. Sanayiden örnek vermek gerekirse, pek çok büyük kuruluş üretimi Çin’e kaydırdı. Diyelim ki Avrupa markasıyım ama televizyon ampulümü Çin’de üretip Avrupa’ya satıyorum. Bu durumda Çin’i Avrupa’ya damping yapıyor diye şikayet etme hakkım da ortadan kalkıyor. Tam tersine aman Çin mallarının girişi kısıtlanmasın diye lobi yapmam gerekiyor Brüksel’de. Bu durumda Çin’de yatırım ve üretim yapanlar Çin devletinin rehineleri mi, yoksa küreselleşmenin nimetlerinden yararlanan kuruluşlar mı? Meseleye hangi gözlükle baktığınıza bağlı olarak cevap da değişecektir. Ama sonuçta dengenin Asya ve insanları lehine değiştiği kesin.
* * *
40 yıllık süre içinde dünya yüzündeki 1 milyar kişi ilk kez elektriğe, suya, başını sokacak bir eve kavuştu. Bu bir gerçek. Ancak öte yandan da açlıktan ayaklananlar var. 1998’den bu yana silah harcamaları dünya ortalamasında yüzde 45 artmış.
PWC’nin bir araştırmasına göre 2050 yılında Hindistan ve Çin, ABD ile eşitlenecekler. Türkiye ve Nijerya bugünkü Almanya ve Fransa seviyesine çıkacaklar.
Son yaşanan petrol ve finans krizi Amerikan yaşam tarzının da sonunun habercisi sayılıyor. Süpermarketten kolilerle alışveriş dönemi bitiyor. Ucuz enerji artık hiç olmayacak. Küreselleşme artık Batı’nın kontrolünde değil. Dünya çok büyük değişikliklere gebe.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2008
BRÜKSEL ’de iki arkadaşım var, evlenip yıllarca işsizlik parası ile yaşadılar. Aradıkları sürekli işe ancak 30’larında kavuştular. Sonra çocuklar oldu, şimdi onlar da anne babalarının izinde. Tatile çıktığında işsizlik paranı yabancı bankalardan çekebiliyorsun. Bunun anlamı şu: O parayla tatil bile yapabiliyorsun.
Avrupa’da beş milyon Türk yaşıyor. Onların içinde de işsizlik parası ile idare edenlerin sayısı çok fazla.
Bu örneği "Avrupa refah devleti"ne giriş olsun diye verdim. Bunu anlamadan Avrupa hakkında ileri geri konuşamazsınız çünkü. Refah devleti, Batı Avrupa toplumunda gelişmiş olan bir uzlaşma modeli.
Türkiye’de bir Avrupalı olma isteği varsa bunun sebebi gerçekte bu refah devletine duyulan özlem. Avrupa’nın sahip olduğu sosyal paradigma her ne kadar son dönemde küreselleşmenin ve Avrupa kıtasının yaşlanması yüzünden sağından solundan kemirilse de devam ediyor. Farklı siyasal görüşler arasında refah devletinin rolüyle ilgili pek çok tartışma yapılıyor Avrupa toplumunda, ama sonuçta paradigma en azından görünür bir gelecekte değişmiyor.
* * *
CHP’nin Brüksel’de büro açma kararı ve temsilcilik görevine Avrupa Parlamentosu koridorlarını iyi tanıyan Kader Sevinç’in getirilmesi önemli bir adım. Zira Avrupa refah devletinin arkasındaki en büyük güç sosyal demokrat dünya görüşü. Refah politikaları ile sosyal demokrat ideoloji örtüşüyor. CHP ile Avrupa kurumları arasındaki ilişkinin toparlanması her şey bir yana Türkiye’nin sağlığı için şart.
Refah devletinin en önemli kavramının "vatandaşlık" olduğunu söyleyebiliriz. CHP’de içselleştirilmesi gereken bir mesele var: Refah devletinin vatandaşlık kavramı siyasal gücün paylaşılması, sosyal güvenlik, ekonomik refahtan pay alma gibi haklarla yetinmez, bireysel özgürlüklerle ilgili hakları, kültürel mirasın paylaşımını da içerir. Avrupa ile tam da bu noktada sorun yaşayan bir CHP var. Asgari kazanç, eğitim, sağlık gibi sorunların çözülmesi refah devleti olmak için yeterli değil, vatandaşın saygınlığını kazanması da önemli.
* * *
70’lerdeki ilk petrol krizlerinden bu yana Avrupa, refah devleti kavramının en çok tartışıldığı yer. Petrol fiyatlarındaki çılgın artış ve Avrupa’da beliren enflasyon tehlikesi bu tartışmayı önümüzdeki günlerde alevlendirebilir.
Türkiye, Avrupa refah devleti tartışmasında kendine özgün yüzlerce yıllık toplumsal dayanışma modelleri ile yer alabilirdi, olmadı. Örneğin Ahilik gibi sadece bize özgü son derece kıymetli bir iş dayanışması kurumunu modern dünyanın diline ve ihtiyaçlarına uyarlayıp sunamadık.
Avrupa Birliği’ni parti kapatma olayı etrafında AKP’nin işbirlikçisi gibi görenlerin çoğaldığı bir dönemde CHP’ye Türkiye-Avrupa ilişkilerinin toparlanmasında ciddi bir sorumluluk düşüyor. Bana öyle geliyor ki Avrupa refah devletini gerçekten anlamış olsaydık, yaklaşımlar daha farklı olacaktı. En azından meraklısına Prof. Meryem Koray’ın Tüses Yayınları’ndan çıkmış olan "Avrupa Toplum Modeli" adlı kitabını okumalarını tavsiye edebilirim.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2008
İKİ Fransız gazeteci geldi, Türkiye hakkında program yapacaklarmış. Adamlara ne anlatacağım? İçim kan ağlıyor, soracaklar çünkü memleketin halini. Notlar çıkardım, önüme koydum. Hepsini onlara söylemedim ama şimdi sizinle paylaşıyorum. Bundan sadece bir hafta önce bugün Türkiye’de yaşanan korku ve endişelerin hiçbirine sahip değildik. Bir sabah kalktık ve memleketin tozu dumanı nasıl pervasızca attırılırmış gördük. Herhalde bunun için birilerini kutlamamız beklenmiyor.
Türkiye bu kez derin bir uçurumun kenarında. İster tecrübesizlikten deyin, ister bilinçaltı birtakım düşüncelerden, sonuçta Türkiye’ye bir deli gömleği giydirildi. Bu gömleğin ne giyene yararı var, ne giydirene. Herkes zararda.
Gözaltına alınanlara bakın, hiçbiri Ay’dan gelme insanlar değil. Hepsi de Türk halkı üzerinde etkili bazı kurumlarda bulunmuşlar, yönetmişler. Adresleri belli. Yakışık alır mı topluma malolmuş insanları sabaha karşı kumarhane basar gibi evlerine dalıp yaka paça götürmek?
* * *
Yazın ortasındayız, gözler şimdiden 30 Ağustos’ta. Sorulan soru şu: İktidarın kendine göre bir ordu yaratma planı var mı? Kara Kuvvetleri Komutanı Başbuğ’un Genelkurmay Başkanlığı’na atanması Köşk’ten veto yer mi? O zaman ordu onun yerine başkasını mı gösterir yoksa kızıp başka şey mi gösterir, bu da bu ortamda bilinemez artık.
Türk ordusu 27 Mayıs 1960’ta bozulan dengesini ancak 25 yılda telafi etti. Yeniden bu dengeleri bozan işlere girişmek Türkiye’ye ne kazandırır? Asker bu devletin kuruluş felsefesine aykırı insanları içinde barındırır mı? Bakın eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Erdil yeni hapisten çıktı. Onu siviller mi ihbar etti? Hayır. Ordu sorununu kendi içinde çözdü. Milli Güvenlik Kurulu’nda askerin sesinin kısılmasını da konuşmak lazım. Demokrasi adına önemli adımlar atıldı atılmasına ama şimdi şu soruyu da sormak lazım: Askerin yasal kurumlar içinde içini dökmesi mi daha iyidir, yoksa orduevi masalarında mı? Bütün bunları düşünmek lazımdı.
* * *
Güven toplumu zaten değildik, beter oluyoruz. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt emekli olur olmaz Şemdinli davalarının hortlayacağı kanaati var. İyi bir şey değil bunların konuşuluyor olması. Başbakan her "Ucu nereye varırsa varsın bu işin peşini bırakmayacağız" dediğinde o ucun ordu olduğunu herkes anlıyor.
Bu çılgın gidişatta basın kaynıyor, TOBB isyan etmiş de bir tek ordu mu sakin kalacak?
Uçurumun kenarından geri çekilip, bu işten en az zararla nasıl çıkarız diye düşünmek lazım. Bunun için iddianamenin süratle açıklanması ve davaların hemen yarın başlatılması gerekiyor. Süre uzadıkça gerilim artacak.
Kendimize yönelen tehlikeyi görmek bu kadar mı zor?
Türkiye köpeksiz köy gibi yönetilebilecek bir ülke değil. Vardığımız nokta biraz da güçlü bir muhalefet partisinin olmamasıyla ilgili. Tek güvencemiz Türk adaleti.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2008
ONUNLA tanışmam geç ama temiz oldu. İlkokul dörde geçen oğlum, tişörtünün içinde gizlediği bir şeyle odama girdi. "Kızmayacaksın ama..." diye heyecanlı bir pazarlığa başladı. Sonuçta oğlumun sakladığı şeyin bir adet Recep İvedik DVD’si olduğu anlaşıldı. Ben o sırada neye kızmam gerektiğini anlamaya çalışıyordum; çünkü bu filmle ilgili olarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın bile devreye girdiğinden haberim yoktu. Meğer bazı köşe yazarları çok küfürlü diye filmi kınamışlar.
Recep İvedik’i nihayet dün akşam izleyebildim. Recep, sokaktaki erkek parodisi, bir Türkiye gerçeği. Oğlum gülmekten katılarak dördüncü kez seyretti. Sürekli benim gülüp gülmediğimi de kontrol ediyordu.
Örneğin, Recep televizyon seyrediyor. Ekrana bikinili turist kızlar çıkıyor. Recep onları görünce "Bunlar insansa, ben de hayvanım" diyor.
* * *
Seyrederken bazı yerlerde "İğreeenç" diye bağırdım, bazen güldüm. Ayrıca düşündüm.
Türkiye okullaşma ortalamasını aldığımızda ilkokul dörtle şu an oğlumunkine tekabül ediyor. Recep İvedik düzeyi ile Türkiye ortalaması tutuyor, bu bir...
Amerika’daki küfürbaz Eminem furyası gibi, fütursuz Recep de gençleri manipüle ediyor, belki de herkesin yapmak isteyip de yapamadığını alenen ortaya koyup dillendiriyor, bu iki...
Geğirme, gaz çıkarma, el hareketleri ve küfür... Recep İvedik’te bunların hepsinden bolca var. Kimse snopluk taslamaya kalkışmasın, ilkokul çocukları bunların hepsini çok komik buluyor, hele oğlansa. Çocukları bu yüzden cezalandırarak çözüm bulmak mümkün değil; çünkü bu yolla ilgi çektiklerinden yüzde yüz eminler...
Ayrıca filmde Recep, porno film çevrilen bir adaya çıkıyor. Çocuklar için bu görüntüler sakıncalı olabilir, ama pek çoğumuzun çocuğu kız-erkek ayrımı olmaksızın bir şekilde pornografi ile internet üzerinden zaten tanışıyor. Siz eve Telekom’un özel hattını çektirip çocuk korumasını yükletene kadar da iş işten geçmiş oluyor. Bu durumda yapılması gereken, çocuklara cinselliğin ne olduğunu açıkça anlatmak. Ve de sizin, kendi çocukluğunuzdakinden farklı bir dünyada yaşadığınızı kabul edip bu yeni dünyayı anlamaya çalışmak.
* * *
Küfür kıyamet bir yana Recep aslında duygulu, doğru bildiğinden şaşmayan, dayanışmacı, aşka değer veren bir maganda.
Maço Recep, görüntü olarak bir gorili andırıyor. Ancak 5 yıldızlı otelde nasıl hareket edileceğini bilmemesi, söz gelimi oda ışıklarının anahtar kartıyla yakıldığını anlamaması ya da lobideki fıskıyeden su içmesi, ayakkabıyla havuz kenarında dolaşması onu "ilkel" kılmıyor. Olsa olsa Recep’in "gariban" imajını pekiştiriyor.
Bana göre filmin yakaladığı en önemli nokta, Recep’in tuhaf bir e-mail adresinin de olmasının ötesinde, onun facebook’ta olması, MSN’de dolaşması. Gerçekten de Türkiye, ilkokul dörtlük okullaşma ortalamasına rağmen Avrupa’da MSN kullanımının en yüksek olduğu ülke olarak geçiyor. Bu özelliğin altı çizilmek zorunda.
Bu millet Recep’i seviyor; çünkü onunla empati kuruyor. Ataerkil Türkiye, Recep’in şahsında kendi kendisine gülüyor. Yazar çizer takımına da bunu anlamak düşüyor.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2008
BASININ iki yazarı, Cüneyt Ülsever ve Taha Kıvanç müstear adlı Fehmi Koru Bilderberg toplantıları üzerinden polemiğe girdiler. Her ikisi de daha önce birer kez Bilderberg’e katılmış olan adı geçen yazarların arasındaki geçmiş atışmaları takip etmedim. Ancak bu yıl Bilderberg’e Türkiye’den giden beş kişiden biri de ben olduğum için -diğerleri Ali Babacan, Mustafa Koç, Ferit Şahenk ve Faik Öztrak) Ülsever’in yazısında adım geçti. Ülsever aslında bir mizah yazısı yazmış ve komplo teorilerine merakı ile bilinen Fehmi Koru adına bir hayali/mizahi bir senaryo oluşturmuştu. İşte bu senaryoya göre Bilderberg’de katılımcılar sadece ve sadece AKP’nin kapatılma davasını nasıl yönlendireceklerini konuşmuşlar. Ama ben bunu inkár edermişim! Gel de çık işin içinden...
Daha da kötüsü Türkiye’de kimse bir yazıyı başından sonuna aynı dikkatle okumadığı için en yakınlarım dahil Ülsever’in yazısındaki mizahı atlayıp söylenenleri ciddiye aldılar. O nedenle de bu yazıyı yazmam elzem oldu.
* * *
Bilderberg Toplantıları 1954’ten beri kapalı oturum halinde düzenleniyor. O dönem, soğuk savaş yılları. Avrupa’nın yarısı komünist rejimle yönetiliyor. Avrupa entelejansiyası Moskova sempatizanı. Batı dünyası içinde Avrupa’yı sağlama almak gerekiyor. Bilderberg, özünde Batılı değerleri kaybetmemek adına başlamış olan bir yapılanma. Bu öz hálá devam ediyor.
Bugünkü haliyle Bilderberg’de siyasetin, iş dünyasının, akademik çevrelerin Amerikalı ve Avrupalı temsilcileri bir araya geliyor. Katılımcıların üçte bir Amerikalı, üçte ikisi Avrupalı. Buna en üst düzeyde bir ABD-Avrupa fikir paylaşım ortamı da denilebilir.
Bilderberg’e her yıl kimlerin katıldığı ve hangi başlıkların ele alındığı bir basın bülteni ile duyuruluyor. Bu yılın gündeminde Türkiye yoktu. O nedenle AKP’nin davası da konuşulmadı.
Toplantılarda Irak’tan Afganistan’a hepsi de Türkiye’nin etrafındaki ülkelerdeki kaosun nasıl bitebileceği üzerine düşünceler öne sürüldü. Birbirinden çok farklı görüşler zaman zaman tango, zaman zaman çaça yaptı, twist de vardı elbet. Türkiye’nin Batı dünyası içinde sorun çözücü olarak sahip olabileceği ağırlığı bir kez daha gördüm. Başkaları da mutlaka görmüştür aynısını.
Bunun dışında kokteyllerde pek çok kişi benim Amerikan seçimlerini oradaki Amerikalılara sormam gibi Türkiye’deki türban ve kapatma davasını hakkında Türk katılımcılara sorular sordular. Sormasalar tuhaf olurdu zaten, bizim merak ettiğimizi onlar etmez mi?
Orada herkes en üst düzeyde ya ülkesini, ya da şirketini ve kurumunu ya da hepsini birlikte temsil ediyor. Etkili insanlar bir araya gelmiş, ama ortalıkta bizim alışık olduğumuz türden bir egolar defilesi yok.
Her basına kapalı toplantı gibi Bilderberg de komplo teoricileri için eşsiz bir fırsat sunuyor. Ama işin doğrusu bizdeki gibi işi Sabetaycılara kadar vardıran başka ülke var mı bilmiyorum. Dünya hiçbir zaman komplo teorilerindeki gibi net ve siyah beyaz değil, işler her zaman tutarsızlıklar içinde ilerliyor. Bunu da en iyi biz Türkler biliriz.
Yazının Devamını Oku