29 Aralık 2007
YENİ yılla yapılan başlangıçlarda kendi sinema koltuğunuza yerleşip filmi geriye sarmayı denersiniz. Yaş aldıkça da zaman daha çabuk koşmaya başlar, yaşam uzarken içindeki her yılın payı da küçülür çünkü. İşte gazeteci de böyle bir ruh hali içinde geçmişi seyrederken, en unutulmadık anılarım hangileridir diye sorgularken, nedense sık sık Benazir’i düşünürken, Zülfikar Ali Butto’nun kızını öldürdüler.
Epey yıl önce gazeteci de Benazir’in bir metre ötesinde hayati tehlike atlatmış olduğundan, ölüm haberini cool karşıladı.
Önce Benazir’in ölümünü "Pakistan’da demokrasiye darbe" diye yorumlayanları şaşkınlıkla dinledi, Pakistan’da demokrasi vardı da onun mu haberi yoktu, sonra Pakistan üzerinden verilen Rusya-ABD güç kavgasını, enerji dağıtım yolları üzerinde olmanın bedelini düşündü.
Ama gazeteci en çok Pakistan-Hint sınırındaki Moultan şehrinde yaşadığı hayatının en büyük travmasını hatırladı. 18 yıl önce, mesleğiyle ve hayatla muhasebeleşmesini yaptığı yere geri döndü.
* * *
Pakistan’da seçim var, Benazir aday. Birisi gidip röportaj yapmalı onunla, istihbarattaki arkadaş dil de biliyor, kadın kadına konuşurlar hem de, onu gönderelim. Genç muhabir Pakistan nasıl bir yer, orada kim var tanıdık, hiç düşünmüyor. Butto’nun Karaçi ofisini arıyor, randevuyu alıyor ve elinde fotoğraf makinesi atlıyor uçağa.
Karaçi’deki bir haftanın sonunda orada randevu kavramının henüz yerleşmediğini anlıyor. O vakit ne yapmalı? Benazir’in özel kalemi, "En iyisi Moultan’a git, Benazir de oraya gelecek, uçaktan inince görüştürürüz seni" diyor. Gazeteci Moultan’a gidiyor. Benazir’i karşılamak için 300 bin kişinin yola döküleceğini, yattığı otelde ise önceki gece bir İngiliz sosyoloğun odasında öldürüldüğünü öğreniyor.
Ertesi gün havaalanına doğru aynı takside dev gibi iki Amerikalı kameramanla yola çıkıyor. Bunlar korur beni diye düşünüyor. Ama yol tıkanıyor, kameramanlar iniyor. Gazeteci kalabalığın içinde önce kayboluyor. Binlerce kişinin içinde tek kadın, sürekli tacize uğruyor. Nasılsa konvoyun tam yanına geliyor, Benazir’e "Beni alın" diye işaret ediyor, ama konvoy durmuyor.
Konvoyun peşinden koşuyor, bir eve girdiklerini görüyor, evin bahçesinde kalabalığı yararak ilerliyor, izdihamdan cam kapı kırılıyor, o sırada kalabalık gazeteciyi sıkıştırıp üstünü başını parçalamaya kalkıyor. Gazeteci kırık camların arasından üzerinde Long Live Butto yazan tişört giymiş korumayı görüyor, o yazının üzerine kafa atıyor, kendini içerde buluyor. Oxford mezunu basın danışmanı gazeteciye su getiriyor.
Röpörtaj yapılıyor, resim çekiliyor, bu sefer gazeteci de konvoyda, çocuklar araçların üzerinde salkım saçak, sürekli kazalar oluyor, çocukların kemik çatırtılarının sesini duyuyor gazeteci.
Benazir makyajını tazeliyor, kürsüye çıkıyor. Gazeteci Pakistan’da ölümle hayatın her yerden daha yakın durduklarını görüyor. Ülkesine dönüyor, toprağı öpüyor. Röportaj Zeynep Göğüş imzasıyla bire manşet oluyor.
Yazının Devamını Oku 
22 Aralık 2007
İRANLI sosyolog arkadaşım 30 yıldır ülkesinde yaşamıyor. Onun gibi Avrupa’da okurken Humeyni’nin İslam devrimine yakalanan bir kuşak İranlı, hayat ırmağının sularına kapıldı. Kıyıya tutunmaları zaman aldı. Son Brüksel seyahatimde bu arkadaşımla ortak bir proje üzerinde çalıştık.
Proje Türk, İranlı, Faslı, Belçikalı kadınları bir araya getiriyor. Amaç, kadınlar aleyhine olan kanunlar bu ülkelerde nasıl kaldırtılıyor, deneyimleri paylaşmak.
Okurlarımızdan ricam, şimdi okuyacaklarına dikkat etmeleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımlarını buradan yola çıkarak değerlendirmeleri. Ben bir yorumda bulunmayacağım.
2007 Aralık ayı.
Faslı bağımsız kadın örgütlerinin bir numaralı gündemi, mirasta eşit hak elde etmek. Fas’ta mirasta erkeği kollayan İslam hukuku hálá geçerli.
2007 Aralık ayı. İranlı bağımsız kadın örgütlerinin en büyük mücadele konusu, çokeşlilikte birinci eşin rızasını gerektiren eski uygulamaya geri dönülmesi. Yanlış okuduğunu sananlar için tekrar edeyim. Şu anda İran’da çokeşlilik serbest. Oysa bir dönem ikinci eş alınırken birincisinin rızası istenirmiş. Kadınların uğraşı, hiç olmazsa buna geri dönmek için.
İslam hukukunda gerek miras, gerekse çokeşlilik tartışmaları her iki ülkede de İslami referanslarla yapılıyor, laik kadınlar boyun eğmişler. Buna taviz vermek zorundalar. Kuran’ın eşitlikçi yorumu için İslamcı kadınları razı etmenin derdine düşmüşler.
* * *
Birinci eşin izni olmadan ikinci eş alınmasın diye mücadele veren 30 yıllık İranlı arkadaşım anlatıyor:
"Hiçbir şeyin farkına varmadık, sanki bir gecede gelip kafamıza çadoru geçirdiler. Nasıl da uyuduk bir bilsen, İslami rejim ufak ufak sistemi fareler gibi kemirip gelirken... Önce dediler ki, ’Devlet dairelerinde çorap giymeden olmaz’. Kabul ettik. ’Kollar çıplak ise gelinmez’ dendi, ona da eyvallah dedik. Derken ’Çoraplar çok ince, kalını giyilsin’ emri çıktı, derken etek boyları uzadı, derken bol pantolon dendi, makyajlar silindi, ojeler çıktı. Bunların hepsi hayatımıza öyle yavaş hákim olmuştu ki, bir sabah aynaya bakıp kendimizi kara çarşafa bürünmüş görünce nasıl oldu bu diye şok geçirdik."
Arkadaşımın Türkiye yorumu ilginç: Ordunun laikliğin koruyucusu olması size yetiyordu ama bugünkü dünyada orduya sığınmak yetmiyor. Toplum olarak laik refleksleriniz var mı, önemli olan bu.
* * *
Bana öyle geliyor ki laik sivil refleksler yavaş da olsa oluşmaya başlıyor. Bu gecikmeli uyanış yüzünden de şöyle olaylarla karşılaşıyoruz: Örneğin, İETT otobüslerinde kızlar ayrı taşınıyor diye bir feryat duyuluyor. İETT’den cevap: "Ama bu senelerdir devam eden bir uygulama, yeni değil ki..."
Laikler yıllardır uyumuş, gözlerini kırpıştırıyorlar. 2000 yılında imam hatiplerde kızların oranı yüzde 50’yi aştığında da uyuyorlardı, türbanlılar nereden çıktı diye şaşkınlar şimdi. Şehirlerarası otobüs, namaz için durmuşmuş. Sabah şerifler hayrolsun arkadaş, bu da yeni değil ki. Ama sen uyku mahmurusun arkadaş.
Belçika’da bile sivil toplumun kiliseye karşı kurduğu laiklik izleme evleri, laiklik eylem merkezleri var sürü sepet. Sende ne var?
Yazının Devamını Oku 
15 Aralık 2007
SALI akşamı AB’nin zirve sonuç bildirisinde yer alan "müzakere" sözcüğünün önündeki "katılım" kelimesinin kaldırılmasına duyduğum kızgınlıkla eve girdiğimde beni hayli ilginç bir manzara bekliyordu. Oğlum, 5 aylık Alman kurdumuz Lia’yı salonda misafir etmişti, yerde cam kırıkları, paramparça bir mermer satranç takımı, duvarda yamuk duran resimler ve koltuk şiltelerimiz üzerinde Lia’nın bıraktığı küçük abdest işaretleri vardı.
Böyle vahim durumlarda sinirlerinize hakim olmanız gerekir, zira zamane çocuklarını yüksek sesle azarlayarak, pataklayarak terbiye etmek mümkün değil.
Kriz yönetiminin ilk adımı olarak eve gelmek üzere olan babayı arayıp sorunu bağırmadan çözmesini istedim. Kafanızı ağrıtmayayım, sonuçta "ortak mekanda sorumluluk paylaşımı" üzerine bir diskur oluşturduk ve tuvalet terbiyesi alana dek Lia’nın eve bir daha girmeyeceğine dair yazılı söz aldık. Hatta babası telefonda olayı öğrenmeden önce aldığı elma şekerini bile verdi bizim oğlana.
* * *
Türkiye ile AB arasında kopan patırtıya dönersek, böyle günlerde ihtiyacımız olan şey hop oturup hop kalkmaktan ziyade kriz yönetimi. Ama itiraf edelim hazırlıksız yakalandık.
Nedir sorun, tekrar bakalım. Türkiye’nin üyeliğinin ilan edildiği 1999 Helsinki zirvesinden sonraki bildirilerde Türkiye ile "katılım müzakereleri" ifadesi kullanılır. İşte Fransa’nın lideri Sarkozy bu "katılım" sözcüğüne taktı ve "büyük" bir diplomasi sergileyerek metinden çıkmasını sağladı.
AB’deki mantığa göre Türkiye ile süren müzakereler açısından değişen bir şey yoktu, iki yeni müzakere başlığı daha açılıyordu, Türkiye üzerinden AB içindeki gücünün sınırlarını şehvetle test eden Sarkozy’nin ağzına bir parmak bal çalınmıştı o kadar.
* * *
Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde yaşanan Sarkozy krizini nasıl yönetebiliriz? Fransa’nın haşarı çocuğu dayaktan anlamıyor. Fransa’yı kamu ihalelerinden dışlamak, Gas de France’ı Nabucco projesine sokmamak gibi yöntemler tutmadı. Elimizdeki manivela araçları çok sınırlı.
Bugün Sarkozy-Merkel ikilisi başımızı ağrıtıyor olabilirler. Bundan 10 sene önce de AB’nin o dönem iktidarda olan Hıristiyan Demokrat liderleri başta Alman Başbakan Kohl olmak üzere yüzümüze kaba bir şekilde kapı kapatmışlardı. Ama iki yıl sonra aday ilan edildik. Allah’ın bir sopası herhalde var ki sonradan Kohl’ün Türk gelini, yarı Türk torunu bile oldu.
Bu yeni süreçte krizi Fransa’ya karşı bağırıp çağırarak mı yöneteceğiz, yoksa onu utandırarak mı? Sarkozy cezalandırılmaktan anlamadığına göre hangi farklı yaklaşımı sergileyebiliriz?
Bana öyle geliyor ki haşarı çocuk Sarkozy’yi yola getirmenin yolu dayaktan değil onu utandıracak şeyler yapmaktan ve hatta yeri geldiğinde eline bir elma şekeri tutuşturmaktan geçiyor olabilir.
Bu yazıyı yetiştirirken en matrak kuzinim Yasemin telefon etti, sonra aramasını istedim, dinlemedi, "Allah Sarkozy’ye bir Türk sevgili versin" dedi.
Ve çat kapadı telefonu.
Elimde ahize kalakaldım.
Yazının Devamını Oku 
8 Aralık 2007
BRÜKSEL’de her karşılaştığım kişi aynı soruyu soruyor: Türk hükümeti, AB işlerinde ipe un mu seriyor? Nasıl cevap vereceksiniz? Soruyu soranlar, önemli düşünce merkezlerinin başını tutanlar... Avrupa Birliği bürokratları... Türkiye uzmanı gazeteciler... Türkiye’ye yatırım yapma planları olan uluslararası şirketler için risk analizi yapan araştırmacılar... İşin doğrusu şu: İpe un serme durumu karşılıklı. Hem Türkiye’de hem de Avrupa Birliği’nde işler yokuşa sürülmese de ağırdan alınıyor.
Türkiye cephesinde Başmüzakereci Dışişleri Bakanı Ali Babacan, AB dışındaki işlerle çok meşgul. Haliyle birkaç resmi ziyaretin dışında AB konusuna vakit ayıramıyor. Bürokratlarla oturup rutin olması gereken değerlendirme ve görüşmeleri yapamıyor. Avrupa Birliği ilişkilerimizin siyaseten bir sahibi var gibi görünüyor, ama yoğunlaşma sıfır. Oysa AKP, seçim bildirgesinde Türkiye’nin AB üyelik hedefine bağlılık belirtmişti. Bugünkü görünüm ise özellikle yabancı yatırımcılar açısından soru işaretlerine yol açıyor. Risk analizi yapanların bu açıdan kaşları çatık.
Ankara’da hal böyle iken Brüksel’de durum farklı mı? 2009’a kadar Türkiye konusunda önemli bir yeni açılım beklenmiyor. Gündemde AB anayasasının yerini alan reform yasası var.
Bu arada Federal Almanya Şansölyesi Merkel, tercihi olan imtiyazlı ortaklığı kendi partisinin kayıtlarına geçirdi. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin ise Avrupa’nın sınırlarının Türkiye’yi içermediğini söylediği hepimizin malumu.
"Suriye ile sınırı olan bir Avrupa düşünebiliyor musunuz?" diye soruyor Sarkozy. Bugüne dek Suriye sınırımızdaki marka şehrimiz Gaziantep’ten Sarkozy’ye bir cevap çıksa iyi olurdu doğrusu. Buyursun gelsin buradaki sanayiyi görsün, üstüne bir de Antep yemeklerini tattı mı belki de bir daha bu soruyu sormaz Fransız Cumhurbaşkanı. Tabii kendisine Antep’e gazilik unvanının Fransız işgaline karşı gösterilen direniş nedeniyle verilmiş olduğu da nazikçe hatırlatılmış olur bu vesileyle.
Sarkozy bir akil adamlar komisyonu kurdurup AB’nin geleceği üzerinde çalışılmasını istiyor. Bunu bir yönlendirme aracı olarak gördü Sarkozy, amaç "sınır Türkiye’de biter" dedirtmek.
Keşke bu komisyon kurulsa... Üyelerini etkilemek de bizim işimiz olsa... AB ile iletişim kanallarımız eskisi gibi kapalı değil. İçinden geçtiğimiz ipe un serme döneminin belki de en iyi tarafı, Türk sivil toplumunun Avrupa Birliği iletişimini öğrenmekte oluşu. Avrupa Parlamentosu’ndaki son Kürt oturumunda PKK’ya alınan tavır, bunun iyi bir göstergesi oldu. Kendimize güvenelim. Onlar bizden korksun.
Not: Hafta başında Brüksel’de açılan "Kadın ve Hoşgörü" başlıklı Aydın Doğan Vakfı Karikatür Yarışması sergisini düzenleyen TR PLUS adlı dernek, gazetemizin haberinde "firma" olarak geçti. Kurucusu ve başkanı olduğum "TR PLUS-Centre For Turkey in Europe", bir firma olmayıp Brüksel’de Türkiye’nin tanıtımı için faaliyet gösteren bağımsız bir sivil toplum kuruluşudur.
Yazının Devamını Oku 
1 Aralık 2007
DOĞRU mu yanlış mı yarışmasında karşınıza şu soru çıksa ne cevap verirdiniz? "Kadınlara bütün hakları 20’li yıllarda verildi, ama kadınlarımız bu haklarını kullanmasını bilemediler"... Türkiye’de çoğumuzun yanıtı "Doğru" olurdu ama cevap "yanlış".
Yanlış, çünkü Türkiye 20’nci yüzyıl boyunca ataerkildi. Avrupa’dan alınan kanunlar 20’nci yüzyıl başında yapılmıştı. O zaman Avrupa da ataerkildi. Biz ancak 2000’li yılların başındaki yasal düzenlemelerle yeni döneme geçtik. 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı diye artık yapacak bir şey kalmadığını sanmıştık.
* * *
1985 yılı Türkiye’de kadınların gözünü açan bir dönüm noktası oldu. Birleşmiş Milletler, Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni imzaya açtı. Bir bu sözleşmeye baktık, bir de bizdeki iç hukuka, manzara tam bir felaket. Türk kadınları yasal haklar bakımından dünyanın gerisinde kalmış. Mustafa Kemal çokeşliliği ve şeriat mahkemelerini kaldırdığı zaman Avrupa’da hakim olan pederşahi hukuk kurallarının yerinde yerler esiyor, ama bizdekiler değişmemiş. Türkiye bu sözleşmeyi imzaladı imzalamasına, ama bir sürü utanç verici çekince koyarak.
Tabii o zaman gözümüz açıldı. Kendimize sorduk. Peki bu yasaları kim yapar, ya da kim değiştirmez? Erkeklerden oluşan Millet Meclisimiz. O halde ne yapmalı da Meclis’e daha fazla kadın sokmalı? Kadın Adayları Eğitme ve Destekleme Derneği KA.DER bunun için kuruldu.
Salı akşamı Brüksel’deki Egmont Sarayı’nda bir tören vardı. The European Voice Gazetesi yılın 50 Avrupalısını seçmiş, içlerinde Türkiye’den de bir isim, KA.DER’in kurucusu Şirin Tekeli...
O gece Şirin’e eşlik ederken 1999’da aday ilan edilmemizle başlayan Avrupa Birliği süreci sayesinde 2001 yılından itibaren Türk kadının pek çok yasal kazanımı olduğunu hatırladık. Çalışma yasaları değişti, aile mahkemeleri kuruldu. AB ile üyelik müzakerelerinin 2004 yılında açılma koşullarından biri de Türk Ceza Kanunu’nda kadınlar lehine adımlar atılmasıydı. 2004 Ceza Yasası değişikliği sırasında son dakika golü atmak için zina konusunda iktidar ve muhalefetteki erkeklerin nasıl işbirliğine girdiklerini de zihnimizin bir yerine kaydetmek lazım. Özetle AB süreci kadınlar açısından kazanımlarla geçti. AB Türk kadının müttefiki oldu.
Peki ya Türk kadınları, onlar bunun ne kadar farkında? Bazı kadın dernekleri üzerine "AB fonlarını kullanmayın, AB sürecinden kopun" diye "mahalle baskısı" yapıldığını görüyoruz. İnternette AB fonlarıyla ilgili dolaşan "dezenformasyon", yani propaganda amaçlı yanlış bilgi had safhada. Umarım kadınlar AB sürecinin getirdiği kazanımları göz ardı etmeyecekler, tuzağa düşmeyecekler.
* * *
Kentleşme sürecini tamamlamamış, kadınlarının yüzde 18’i hálá okuma yazma bilmeyen, insani gelişmişlik endeksinde 84. sırada olan bir ülkeyiz. Kadınlarla ilgili rakamları da devreye sokunca sıramız iniyor 111’e. Meclis’te kadın vekil sayısı en düşük ülkelerden biriyiz. Daha gidecek çok yolumuz, bu yolda da AB’ye ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku 
24 Kasım 2007
AVRUPA Birliği farkında değil, ama Türk halkı nezdindeki itibar kaybının bir bölümünü vize uygulamalarına borçlu. İçinden bazen nefrete varan kötü duygular geçirmeden herhangi bir AB ülkesinden vize alan kimse yok!
Üstelik duyduğumuza göre bugünlerde İstanbul’daki AB ülkeleri konsoloslukları, özel kabinlerde vize başvurusu yapanların parmak izini alma hazırlıkları içinde. Ayrıca vize işlemlerini özel şirketlere devredip her başvuru için asgari ücretin altıda biri tutarında makbuz kesen de var.
Vizenin ticareti yapılıyor ve vize uygulamaları basitleşeceğine ağırlaşıyor. O zaman da Türkler haklı olarak şu soruyu soruyorlar kendilerine: Hani biz AB’ye yaklaşıyorduk? Aday ülke olmanın mükáfatı bu mu?..
İşte böyle bir ortamda İngiltere’de iş kurma başvurusu olan iki Türk, Lüksemburg’daki Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’nda açtıkları davayı kazandılar. Kısaca ATAD diye bilinen bu mahkeme, Avrupa Birliği’nin Adalet Divanı. Bunu Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile karıştırmamak lazım. Strasbourg’daki mahkeme Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin bir organı.
ATAD daha önce de benzer kararlar almıştı. Sonuncusu ise özetle şöyle diyor: İş kurmak isteyen Türk vatandaşlarına uygulanan vize kuralları 1973 tarihli uygulamaların gerisine düşemez. Yani Türklere 1973’e kadarki uygulamalardan daha kötü koşullar dayatılması mevcut hukuki metinlere aykırıdır.
Bundan ne sonuç çıkarıyoruz? Bazı hukukçulara göre iki uçak dolusu işadamı yarın bir Avrupa Birliği ülkesine inse içeri alınmaları gerekir.
Bu iyi bir şov olabilir, ama çektiğiniz fitilin bombaya bağlı olduğunu düşünmeniz koşuluyla... Konu teknik olduğu için ne olduğunu tam anlamayan sokaktaki vatandaşta vize kalktı algısının oluşması tehlikeli. Nitekim böyle bir şey ne var, ne de olacağı var. Orası Avrupa diye üye başkentlerin Avrupa Adalet Divanı üzerinde siyasal baskısının olmayacağını da sanmayalım. Haklı olduğumuz noktada bindiğimiz dalı kesmeyelim.
Bu arada İngiltere’den gelen bir açıklama durumu netleştirdi. İngilizler şunu söylüyor: Mahkeme kararını hemen uygulamamız söz konusu değil. Önce 1973 koşullarına dönmek için geçmiş hukuki kararları inceleyeceğiz, ondan sonra bir karara varacağız.
Aynı şekilde AB üyesi diğer 26 ülkenin de yasalarını gözden geçirip karar vermesi gerekiyor mu? 1973 öncesi üyeler için evet, ama ya 73 sonrası üye olanlar?
* * *
ATAD kararlarına baktığımızda Türkler açısından hep olumlu adımlar atıldığını görüyoruz. Çünkü hukuki açıdan haklıyız. Bu noktada adım adım bir strateji ve plan içinde ilerlenmesi önemli. Vize kuyruğundakilerin duygularını bizzat yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim: Bu aşamada gökleri gürletmek yerine sessiz bir ırmak gibi akmak daha iyi netice verebilir.
Yazının Devamını Oku 
17 Kasım 2007
YIL 2014... Türkiye’den yarısı kadın 60 kişi Strasbourg’a Avrupa parlamenteri olarak gitmiş. Fakat rüyamın en çok hatırladığım bölümü, otomobil vergisinin inmiş olduğu, 2014’te 16 yaşında olacak olan oğlum ise ehliyetsiz araba kullanmaya kalkıyor. Rüya tabirinden anlamam, ama bir önceki gün AÇEV’in Toplumsal Cinsiyet Eşitliği 3. Ulusal konferansında "Kadının Siyasal ve Toplumsal katılımında neredeyiz?" başlıklı paneli yönettiğimi düşününce... Bu panelde Ka-Der Başkanı Hülya Gülbahar’ın sunduğu kadınlarımızın durumunu yansıtan temel göstergeleri hatırlayınca, AB’nin son üç ilerleme raporlarındaki kadınla ilgili bölümlerini karşılaştırıp çelişkili ifadeler yakalayan Dr. Selma Acuner’in konuşması aklıma gelince...
Ve oradan çıkıp İstanbul Valiliği’nin Mavi Salonu’na yetişince... Vizyon sahibi bir insan olan Vali Yardımcısı Fikret Kasapoğlu’nun girişimiyle süren haftalık seminerlerde kamunun tüm kesimlerinden gelen 60 genç insana AB ve iletişim sorunlarını anlatınca... Keşke bütün valiliklerimiz aynı şeyi yapsalar diye düşününce... Gün bitiminde AB Öncüleri Derneği Başkanı Mesut Şenol’un D Kanal’daki AB’nin Yolları Taştan programına katılınca...
Rüyanızda AB’yi görmek pek o kadar da tuhaf olmayabilir.
* * *
Ve ertesi gün, kaldığımız yerden devam. Özel sektörün Avrupa Birliği ile ilişkilerini düzenleyen İktisadi Kalkınma Vakfı’nın öncülüğünde gerçekleşen "AB Müktesebatı ve Sektör Raporları" çalışmasının açıklandığı toplantı... Türkiye’nin öncü sektörleri Otomotiv, Kimya, Seramik, Çimento, Gıda, Tekstil ve konfeksiyon ele alınmış. Sektör temsilcileri Ankara’nın AB’ye uyum yasaları çıkarırken daha duyarlı olmasını istiyorlar. Bu yasaların içine gereksiz uygulamalar da sokuşturuluyor. Hatta geçenlerde kulağıma çalınan ama dedikodu olmasını temenni ettiğim bir duyuma göre uyum yasaları Resmi Gazete’ye girerken bile katkılara maruz kalabiliyormuş.
* * *
Kimya sektöründe yılda 3 milyar dolarlık kayba yol açabilecek bir kayıt ve izin uygulaması başlıyor, sektörün buna karşı lobi yapmak için çok ciddi olarak Ankara’nın katkısına ihtiyacı var. Gıda gibi önemli bir sektörde yüzde 70 gibi yüksek bir kayıt dışı durumu var. O nedenle bu sektörde hangi veriler baz alınıp AB etki analizi yapılabileceği meçhul. Etki analizleri yapan yabancı şirketler ise sadece bir AB direktifi için kapıyı 150 bin Euro’dan açıyorlar.
Setbir Genel Sekreteri Melek Us bürokratların yönetmelik çıkarırken uygulama için gerekli altyapı var mı diye bakmadıklarından yakınıyor. Örneğin ambalaj atıklarını belediyelerin tayin edeceği bir şirket bila bedel toplar denmiş, ama pek çok belediye daha henüz bu şirketi belirleyememiş. Sonuç, atıklar fabrikalardaki odalarda birikiyor. İşleyen mekanizma bozulmuş ama yeni sistem henüz hazır değil. Özetle, sırf mevzuatı değiştirerek uyum olmuyor.
Tüm sektörlerde yüzlerce sorun var. Gördüğünüz gibi AB konusu Türkiye’nin gündeminden düşmüş falan değil. Ve hatta rüyalarımıza girse yeridir.
Yazının Devamını Oku 
10 Kasım 2007
<b<Brüksel</b>"BURADA Türkiye ile ilgili o kadar çok etkinlik yapılmaya başladı ki, izlenimim bunun bir plan ve eşgüdüm içinde düzenlendiği..." Bu sözlerin sahibi, Avrupa Birliği’nin üst düzey bir bürokratı. Kendisine bunun doğru olmadığını söyleyince hayret ediyor. İçimden "Keşke öyle olsaydı" diye geçiriyorum, ama sonra fikir değiştiriyorum. Belki de böylesi daha iyi. Planlı programlı hareket etmeyi hiçbir zaman beceremedik, strateji oluşturup bir eylem planı ve takvim dahilinde ilerlemek, birlikte el ele verip iş yapmak bize göre değil. Nitekim sivil toplum kuruluşları, şirketler, belediyeler birbirlerinden habersiz Türkiye’nin tanıtımı için pek çok etkinlik gerçekleştiriyorlar.
Tek sakıncası bazen aynı güne farklı kuruluşlar tarafından düzenlenen iki konserin birden rastlaması! Ya da geçen çarşamba olduğu gibi Güler Sabancı’nın Belçika Kraliyet Nişanı aldığı saatlerde Avrupa Parlamentosu’nda Zaman Gazetesi’nin Türkiye’yi anlatan basın fotoğrafları sergisinin açılması.
Köşemizde oturup görünmez bir el ya da devlet tarafından güdülerek Türkiye için çalışmayı beklemekten vazgeçmiş olmamız iyi bir şey. İletişim adına ekilen tohumların sonuçları alınmaya başladı bile. Bir yıl öncesine kıyasla Avrupa başkentinde Türkiye kesinlikle daha fazla tanınıyor.
* * *
Perşembe sabahı Avrupa Parlamentosu... Yarım milyon kişinin izlediği, 10 ülkede ve 10 dilde yayın yapan AB haber ve politika portalı Euractiv’in burada düzenlediği toplantının konusu "Avrupa başkentleri arasında karşılıklı iletişim". Salonun girişinde Türkçe bir afiş asılı: AB’yi doğru yerden izleyin: Euractiv.com.tr.
Bu anons, Euractiv’in Referans ve Hürriyet’in stratejik ortaklığıyla geçen ay başlayan Türkçe yayınına ait.
Ayrıca, o sabah parlamentoya gelen herkes kapıdaki dev Euractiv afişindeki Avrupa haritasında Türkiye’nin de bütün haşmetiyle yer aldığını görüyor. Afişin önünden geçen TÜSİAD Temsilcisi Bahadır Kaleağası’nın tepkisi "milyon dolarlık tanıtıma bedel bir iş yapılmış" oluyor.
* * *
Avrupa Komisyonu’na beş aylık devrelerle 9’ar Türk stajyer alınıyor. Aralarından üç genç kız öğrenci, diğer ülkelerden gelen 600 kadar stajyerin Türkiye’yi iyi tanımadığını görüp bir konferans düzenlemeye karar vermişler. Ayrıca konferans sonunda stajyere Türk yemekleri ikram etmek istediklerini anlattılar. AB ülkelerinden gelen stajyerlerin önemli bir bölümü, staj sonrası AB Komisyonu’nda memur olarak çalışmaya başlıyor. Hedefi doğru seçilmiş bu etkinliğe destek olmak isteyen kurumlar çıkarsa iyi olur.
3-14 Aralık tarihleri arasında ise Avrupa Komisyonu’nun ünlü Berlaymont binasındaki Başkanlar Galerisi’nde "Aydın Doğan Karikatür Yarışması"ndan seçilmiş 26 eser sergilenecek. 3 Aralık akşamı serginin açılışını Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehn yapacak.
Bütün bu iletişim fırsatlarının toplamı, Türkiye algısını ciddi biçimde olumluya çeviriyor. Koordinasyona gerek yok, ivme yakalanmışken bırakalım böyle gitsin.
Yazının Devamını Oku 