3 Kasım 2007
NEDEN Avrupa Birliği? Şart mı AB’ye üye olmamız? Bu soruyu yıllardır kendime olduğu gibi farklı kesimlerden pek çok insana sordum. Aldığım cevapların çoğu "Çünkü Cumhuriyetimizin en büyük Batılılaşma projesi" diye başlıyordu. Hürriyet Yazı İşleri Müdürü Doğaner Gönen gibi "çevre, insan hakları ve hayvan hakları" diye farklı yanıtlar verenler de yok değildi, fakat bana en doğru gelen yanıtlardan birini yarın İstanbul’da toprağa vereceğimiz Erdal İnönü’den almıştım.
Erdal Bey’i siyasetten ayrıldıktan sonra yerleştiği Boğaziçi Üniversitesi’nin Kandilli Kampusu’nde bulunan ufacık odasında ziyarete gitmiştim. Matematiksel fiziğe katkılarından dolayı verilen Wigner Madalyası’nı henüz almamıştı, ama bir Türk fizikçisinin Nobel ödülünü alacağı umudunu taşıyordu.
Erdal Bey’e göre bilim ve bilgiye hükmedenlerin arasında yer almalıydık, AB’ye de olacaksak bunun için üye olmalıydık. Başka türlü uluslararası düzende egemenlik sağlamamız zordu. Elbette ki tek neden bu değildi, ama Erdal Bey bana başka hiç kimsenin göremediği bir açılım sunmuştu. Kendisinden aldığım yönlendirme ile pek çok yazıda bu konuya değinmeye başladım.
Erdal Bey’den dinlediklerimi özetlersem, bilim bilgiyi, bilgi teknolojiyi hazırlıyordu. Ülkelerin uluslararası alandaki gücünü bundan böyle teknolojik gelişmişlik düzeyi belirliyordu. AB sürecinin dışında kalarak tek başına bilgi ve teknoloji atılımı yapmamız ne kadar mümkündü?.
İşin bir yönü daha vardı. Baskıcı ortamlarda bilim ve teknoloji ergeç geri kalmaya mahkûmdu. Konunun demokrasi ile bağlantısının kurulduğu yer de buydu.
* * *
Türkiye’nin 21. yüzyılın parlayan ülkesi olacağı söylemiyle besleniyoruz. Ancak bilim ve teknolojiye yatırım yapmadan bu söylemin içini doldurmak mümkün değil. Dünyamızda meydana gelen çok hızlı bilimsel ve teknolojik değişim apaçık ortada. Hatta bilimsel alanda yeni bir paradigma oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu çerçevede ülke olarak kendimizi yeniden konumlandırmamız gerekir. Bu konumlandırmada güvenlik kaygılarımız, ticari çıkarlarımız elbette önde gider, ama bilim ve teknoloji bunların gerisine düşmez.
* * *
Erdal Bey’in bana net olarak aktardığı gibi, yeni küresel düzende edilgen bir konumda olmak istemiyorsak bilim ve teknoloji boyutunu atlamamalıyız. Yeni paradigmanın oluşturucuları arasında yer almalıyız.
Türkiye’nin seçimi bu yönde mi? O halde 2010 yılı için konulan Avrupa Araştırma Alanı hedeflerini gözden kaçırma lüksümüz yok. Avrupa Birliği, verdiği AR-GE fonlarıyla Türkiye’yi de bu alana katıyor. Amaç bu ortak alanda araştırmalar yapılması, bilgi ve sonuçların paylaşılarak sinerji yaratılması. Bunun için de yardım programlarında birkaç ülkenin kişi ve kuruluşlarını bir araya getiren araştırmalar yapılması teşvik ediliyor.
AB üyeliği Türkiye’nin hedefi ise, bunun en önemli nedenlerinden biri bilim ve teknolojide geri kalmamakla ilgilidir. Erdal Bey’i saygı ve sevgiyle anıyorum.
Yazının Devamını Oku 
27 Ekim 2007
TEHLİKELİ bir dönemeçteyiz. Öfke sokaklara taşıyor. Türkiye, Kuzey Irak’tan gelen PKK’lı teröristlere kilitlendi. Bayraklarımızı astık. ABD’ye rağmen veya ABD destekli, askeri bir operasyon gündemde. Burnumuzdan öfke solusak da Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren bazı temel soruları bugün sormazsak yarın geç kalmış olabiliriz.
Irak ne olacak?
ABD, Irak’tan hangi takvimde ne kadar çekilecek? ABD geride asker bırakırsa, bugünkü Irak toprakları içinde nerede ne kadar bırakacak?
Irak’ın üçe bölünmesi planlarını sağır sultan bile duydu. Güneyde İran etkisindeki Şiiler. Ortada Sünni Araplar. Kuzeyde Kürdistan...
Peki İsrail’in bölgeye dönük planları ne?
Türkiye-İsrail askeri işbirliğinde gevşeme yaşandıktan sonra İsrail’in bölgedeki Kürt yönetimine askeri ve lojistik destek verdiği sır değil. Çünkü İsrail, asıl büyük tehdit İran karşısında bölgede Araplara karşı müttefiki olacak tek güç Kürtleri görüyor.
İsrail’in bölgedeki geniş bir Kürdistan ile hem petrolü hem suyu kontrol etmek istediği senaryoları da çokça yazılıp çizildi.
ABD içinde İran’ı vurmak isteyenler var. Bush yönetimden gitse ve Beyaz Saray’a Hillary Clinton yerleşse bile ABD’nin İran’ın nükleer planlarına dönük adımları her zaman gündeme gelebilir.
Bölgemizdeki ABD-İran karşıtlığı da Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren bir faktör.
* * *
ABD’nin PKK’nın İran’daki kolu PJAK’ı da finansal ve silahsal olarak desteklediği bilgisi var. Kandil Dağı, PKK’nın hem Türkiye hem İran’a yönelik iki yanlı faaliyetleri için ideal konumda.
Batı basınının Kandil’deki PKK kampını ziyareti ardından sayfa sayfa izlenim yazılarının çıkmasının gerisinde, bir stratejik PR planı olmadığını düşünmek ise imkánsız.
Türkiye’nin bütün bu hesaplar içinde bölgedeki kanlı satranç tahtasında dost ve düşmanlarını kısa ve uzun vadede doğru hesaplaması ve alternatifli senaryolarını yazması gerekiyor.
Tabii oyunun özünde, bölgedeki petrolün ve enerji kaynaklarının paylaşımı meselesi olduğunu da unutmadan...
ABD’nin, İsrail’in, büyük AB ülkelerinin ve Rusya ile Çin’in bölgeye dönük plan ve hamleleri doğru okunmadan, Türkiye yalnızca öfkeyle davranırsa, karşısında hiç beklemediği ittifakları bulabilir.
* * *
Türkiye bugüne kadar savunduğu "Irak’ın bütünlüğünün korunması" politikasının hayatın gerçekleriyle çeliştiği noktaya yaklaşıyor.
Büyük güçler, Irak’ın sınırlarını yeniden çizerken ve Irak fiilen parçalanırken, Türkiye kendi Güneydoğu sınırının güvenlik kuşağı şeklinde daha ileriye, dağların eteğindeki ovaya uzatılması talebini gündeme getirebilecek noktaya yaklaşıyor.
Bölgedeki oyunu ve yaşanan büyük yeniden paylaşım savaşını doğru okursak kendi ulusal çıkarlarımızı daha net ve kararlılıkla savunabiliriz.
1. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan yapının çöktüğünü ve yeni yapılanma için bölgedeki tüm güçlerin ABD ve İsrail’in de katılmasıyla vahşi bir çatışma ortamına doğru ilerlediği gerçeğini doğru kavramak zorundayız...
Yazının Devamını Oku 
20 Ekim 2007
İLK defa bir milli maçı kaybettiğimizde üzülmedim desem... Umarım beni vatan haini ilan etmezsiniz. Bir an için tersini düşünelim, Türkiye Yunanistan’ı yenmiş, ülkede yer yerinden oynuyor, zafer sarhoşluğu içindeyiz. Medyamız bu konuya odaklanmış, geri kalan her şey unutulmuş. Ne Kuzey Irak tezkeresi, ne ABD’de Temsilciler Meclisi’nin oylayacağı Ermeni tasarısı, ne de Anayasa referandumu...
Gelin itiraf edelim. Evet çok mutlu olacaktık, ama kazansaydık olacak olan buydu. Havai fişeklerin ışıltısı altında gözlerimiz kamaşacak, ülke olarak cendereye sıkışmış olduğumuzu bir yana bırakıp kutlamalarla vakit geçirecektik.
Hatta belki de hızımızı alamayıp, kendimizi Kuzey Irak’ta bulacaktık...
Kuzey Irak tezkeresinin meselenin diplomatik yollardan çözümünü kolaylaştırıcı bir etkisi olduğunu düşünenlerdenim. Bir kere tezkereyi eline alan Türkiye, meselenin barışçıl çözümü için gereken kartlara da sahip olmuştur. Nitekim Bağdat yönetiminden ilk gelen işaretler de olumlu. Başkan Bush’un "Tezkere gereksizdi" mealindeki sözlerinin ise pek bir anlamı olmadığını ABD’nin Bağdat üzerinde ağırlığını koymaya başlamasından anlıyoruz. Bundan ötesi ise Ankara’nın kriz yönetimi becerisine bağlı.
Savaş, ancak çaresiz kalanların çaresidir.
* * *
Amerikan Kongresi’nde Ermeni tasarısı lehindeki havanın dönmesi ise bize lobicilik konusunda büyük bir ders veriyor. New York Times Gazetesi Ermeni tasarısının geçmemesi için Türkiye’nin yaptırdığı başarılı lobi çalışmasını inceleyen bir haber yayınladı. Türkiye bu iş için 2006 yılının ağustos ayından bu yana 3.5 milyon dolar harcamış. Hele şükür. Demek ki işi ehline verip üst düzey ilişki mekanizmalarını çalıştırmaya başladığınızda, Amerikan Ermenilerinin duygusal kampanyasına karşı bile sonuç alınabiliyor.
Lobi, yurtdışındaki Ermeni lobisinin yüzünden biz Türklerin çok sevdiği bir kelime ve yöntem değil. Sanırım bu bakış açısını değiştirme zamanımız çoktan geldi. Zira bugünün dünyasında gerçekleri söylemek yetmiyor, sesinizi duyurmak için tıkalı iletişim kanallarını açmak gerekiyor. Bu da lobisiz olmuyor.
* * *
Ve son olarak yarınki Anayasa referandumu. Sandığa gidiyorum ve hayır diyorum. Farklı koşullarda yapılsaydı, Türkiye’yi her cumhurbaşkanı seçiminde yaşadığımız çekişme ve gerginlikten kurtaracak olan cumhurbaşkanının halkın seçmesi yöntemini kabul edebilirdim. Ama ya şimdi?
Bu referandumun yapılış biçimi kamuoyu önderi konumundaki değerli insanları rencide ediyor. Ülkeye aidiyet duygusunu zedeliyor. "Seçkin", "ünlü" ya da "önemli" kelimelerini özellikle kullanmıyorum, çünkü seçkinler ya da ünlüler başka şey. Bu ülkenin "değerli" insanları infial halindeler. Evet çıkmasının yol açacağı sistem değişikliğinin altyapısı hazırlanmamış, sınırlarda oylama başladıktan sonra içerik değişmiş, kaş yapayım derken göz çıkarılmış. Bunları ülkemize yakıştırabiliyor muyuz?
Yunanistan yenilgisine üzülemediğim gibi, referandumda da evet diyemiyorum.
Yazının Devamını Oku 
13 Ekim 2007
HÜRRİYET’in girişinde asansörlere doğru yürürken yan tarafta iki kadın gazeteciyi ayakta hararetle birbirlerine bir şeyler anlatırken gördüm. Ne konuşuyor olabilirlerdi? Dış haberler yorumcusu Ferai Tınç ve ekonomi sayfalarının artık deneyimli bir ismi olan Nurten Erk, sizce hangi mesele üzerinde yoğunlaşmış olabilirlerdi? Dünya ekonomisindeki sarsıntının Türk para piyasalarına etkisi, Avrupa Birliği’nin Türkiye raporu, ya da gündelik basit şeyler aklınıza gelebilir, ama hayır. Ferai ve Nurten o sabah sadece ve sadece şehitlerimizi konuşuyorlardı.
Bütün Türkiye gibi...
Gerçi televizyonlardaki lay lay lom devam ediyordu, ülkede yas havası yoktu, ama yine de Türkiye’nin tüm duyarlı insanları 1984 yılındaki ilk PKK saldırılarından bu yana belki de ilk kez bu denli etkilenmiş haldeydiler.
Acaba neden?
Adını tam olarak koymasak da, doğru kelimelerle ifade edemesek de altımızdaki toprağın bir şekilde sallanmakta olduğunun farkındayız. Yaşadığımız coğrafyada bir şeyler yerinden oynuyor ve meydana gelen değişiklikten hepimiz etkileniyoruz. Zaten güven duygusu zayıf bir toplumuz, savaş ihtimali bilinçaltından hepimizi huzursuz ediyor.
Peki ama nedir son dönemde değişen ve bizi bu denli altüst eden?
* * *
İsterseniz en sondan başlayalım. Başbakan Erdoğan’ın ABD ziyareti sırasında tüm dünya ajanslarından dağıtıma sokulan bir görüntü vardı. Türk Başbakan’ının, Amerika’da iken karşılaştığı İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ile el sıkıştığı fotoğraf karesiydi bu.
Fotoğrafa yüklenen anlam ise Batı ittifakına bir meydan okumaydı. İşin aslı ne olursa olsun gerçek olan her zamanki gibi algıydı.
O fotoğrafın yedi düveldeki algısı, İran-Türkiye işbirliğine işaret ediyordu ve bunun aksini savunmak bundan böyle çok zor olacaktı.
Körfez Savaşı ve tezkerenin reddi, Türkiye’nin bölgesel ittifaklarını ciddi olarak etkiledi. Bütün taşlar yerinden oynadı. Oynamaya da devam ediyor.
Ancak taşların yerinden oynamış olduğunun idraki sanki iktidar tarafından yeterince algılanmıyor. Son olarak verilen 15 şehit, bayramda da saldırıların sürmesi, hep dengelerle oynamış olmanın sonucu.
Aynı şekilde Amerika’daki Yahudi lobisinin Ermeni tasarısı konusunda ilk kez ciddi biçimde çatlak vermesinin nedeni de bu. İsrail ve Yahudi lobisinin, Türkiye’yi yönetenlerin İslamcı reflekslerle hareket ettiği kanısına sahip olmaları işimizi son derece güçleştirdi. İsrail zaten eskiden beri bölgede kendi lehine bir kart olarak gördüğü Kürt devleti kurulumunu desteklemeye başladı.
* * *
Elbette başka nedenleri de var. Ancak büyük resme bakıldığında, Türkiye’nin ittifakları ile oynanmasının sonucudur verdiğimiz şehitler. Bunun idraki içinde olursak, belki gelecek bayramı bu seferki gibi buruk kutlamayız. Ferai ve Nurten de şehitlerimizi konuşacakları yerde gönül rahatlığıyla bayram tatili muhabbeti yaparlar kapı önünde...
Yazının Devamını Oku 
6 Ekim 2007
<b>BRÜKSEL</b><br>BRÜKSEL ’de ender rastlanan güneşli bir öğle vakti... Yunan lokantasındaki garsona iki sade Türk kahvesi ısmarlıyoruz. Tepki yok... Masalar kaldırıma taşınmış, karşımda Türkiye’yi iyi tanıyan bir Avrupa Birliği bürokratı oturuyor, konumuz Malezya modeli! Bürokrat dostum "Onu Amerikalılara sorun, bize değil, bizde Huntington’cu tavır yok" diyor ve ekliyor: "Bizim işimiz laik ve demokratik Türkiye ile..."
ABD’nin kafasındaki Türkiye ile AB’ninki örtüşmüyor. AB’nin gündeminde "ılımlı islam" yok. Amerikan toplumunun din ile olan ilişkisi farklı. Avrupa, üye ülkelere göre farklılık gösterse de laik toplumlardan oluşuyor. Türkiye’yi ziyaret eden AB genişlemesinden sorumlu Olli Rehn’ın anlatmak istediği gibi, laik olmayan bir Türkiye’nin AB’de işi yok.
Olli Rehn AB’yi Türk laikliğinin garantörü gibi sundu diye kızanlar çıktı, ama en çok İslamcılardan değil de laik ulusalcı soldan gelen bazı eleştiriler şaşırttı. Bu gidişle AB tarafında Türkiye’yi destekleyenleri de sindireceğiz. Adamlar ne yapsalar, ne deseler yaranamıyorlar. Bu sefer de "Sana mı kaldı Türkiye’de laikliği savunmak?" suçlaması...
* * *
AB tarafından bakınca bugün Türklüğe en büyük hakareti meşhur 301’inci maddenin kendisi yapıyor. Türklüğe hakareti önleyeceğiz derken bu yüzden almadığımız eleştiri kalmıyor.
Kim gerçekten çağdaş bir Türkiye istiyorsa, kim Türk kimliğini gururla taşıyorsa bu maddenin kalkması ya da değişmesi için çalışmalı. Farkında mıyız, bu yüzden işitmediğimiz hakaret kalmadı. İşkenceci, yazarını çizerini hapiste çürüten çağdaşlaşamamış ülke imajı bu yüzden silinemiyor.
AB’nin 6 Kasım’da yayınlayacağı Türkiye İlerleme Raporu öncesinde bu madde değişmez ise bütün çabalar gümbürtüye gidecek. Türkiye kendini dünyaya 301’inci madde ile tanıtmaktan vazgeçmeli.
* * *
Avrupa Birliği tarafı Türkiye ile ilişkileri götürmek için Ankara’dan daha fazla çaba harcıyor. Bu hem AB bürokrasisi için geçerli, hem de sivil toplum için. Avrupalı aydınlar Türkiye’ye destek veren bildiri imzalıyor.
Türkiye’de ise hükümet kanadından ciddi bir irade beyanı gelmiyor. Başmüzakereci Babacan çok meşgul, AB’ye konsantre olacak zamanı yok. Kadrolar da tam oturmadı. Anayasa-türban-referandum eksenine sıkışan Türkiye vakit kaybediyor.
AB gemisi ise sakin sularda seyrediyor. 1 Ocak 2008’de sona erecek olan Portekiz dönem başkanlığı sırasında AB Anayasası görüşmelerinin tamamlanması umuluyor. Ardından üye ülkeler parlamentolarında onay süreci başlayacak. 2008 böyle geçecek. 2009 yılının Mayıs ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimleri ve bunu izleyen AB başbakanı konumundaki Barrosso’nun yerini alacak Komisyon Başkanı’nın seçimi var. AB’de ciddi bir inisiyatifin söz konusu olmayacağı "genişlemeyi hazmetme" dönemi var önümüzde.
Türkiye 301’i hallettiği ve laiklikte taviz vermediği sürece bu dönemi çok iyi değerlendirebilir.
Yazının Devamını Oku 
29 Eylül 2007
BAKANLAR Kurulu’nun bir üyesi, mahalle baskısı olgusunu öne sürenleri geçenlerde özetle şöyle yanıtlıyordu: "Günümüzde eskinin mahallesi mi kaldı? Bugün her tür insan yan yana yaşıyor, kimse kimseyi rahatsız etmiyor..." İlk bakışta kulağa hoş gelen bu sözler ne kadar gerçeği yansıtıyor? Birinci tespit; tarih bize asıl eskinin mahallelerinde farklılıkların daha fazla olduğunu anlatıyor. Osmanlı mahallesinde en zenginler ile en fakirler iç içeydi. Bugünkü gibi aynı yerden giyinen, çocukları aynı okullara giden, aynı tatil yörelerini seçen insanların geçirgenliği olmayan yapay bir kavanozun içinde yaşadığı siteler yoktu. Mahallelerin zengin-fakir, açık-kapalı, Sivaslı, Karadenizli, Karslı diye ayrışması da son dönem Türkiye’sine özgü bir gelişme.
Özellikle alt gelir gruplarının yaşadıkları homojen yeni mahallelerde baskı kelimesi hafif kalır, terör estiriliyor. İstanbul’da Kavacık sırtlarındaki bazı kümelenmelerde başını açmak isteyen kadının bunu yapabilmesi, kocası karışmasa bile neredeyse imkánsız. Fatih konusuna ise girmek bile istemiyorum.
Özetle, gerçekten eski anlamda mahalle kalmadı, ama süreç sayın bakanın dediği gibi değil, tersine işledi.
* * *
İkinci tespit ya da soru şudur: Tartışmayı başlatanlar "mahalle" derken hangi mahalleyi kastediyorlardı?
Prof. Şerif Mardin’in, ardından da Prof. Vamık Volkan’ın dile getirdikleri "mahalle baskısı" tehlikesiyle birebir "mahalle"nin kastedildiğinden emin miyiz? Her iki saygın bilim insanının da "mahalle"yi bir simge sözcük olarak kullanmış olabilecekleri neden akıllara gelmiyor?
Mahalle baskısını yaşamak için ille de mahallede oturmak gerekmiyor. Okullar da birer mahalle. Ya da rastgele bir devlet kurumunu ele alalım. Orası da "mahalle". Hem de belki en beteri. Ankara’daki arkadaşlarımız araştırmasını yapabilirler. Devlet memurlarının eşleri kapanmaya başladı mı başlamadı mı? Eskiden cumaları tek tük namaza giden varken bugün devlet dairelerinde hayat duruyor mu durmuyor mu? Giderek tüm simgeleriyle İslami hayat tarzına kayma var mı yok mu?
Kimileri için iktidara en kolay yaranma yolu havaya uymak. Bağlatıverirsin eşinin başını, takılırsın cumaya, başlarsın terfin için geri saymaya.
Adam belki hidayete erdi, kime ne? Kimsenin görünürde baskı yaptığı da yok. Bize ne karısının başörtüsünden ya da adamın cumasından? Bu ne biçim demokratlık?
Yukarıdaki cümlede mantık olmasına var, ama baskı denilen şey ille de tamimle yapılmaz. Önemli olan genel havadır. Ortam kendi koşullarını kendiliğinden dikte eder. Havaya böyle uyulur.
Havada hangi elementler ağır basıyor ise insanlar onu solur. Şimdi dindarlık moda.
Mahalle baskısını birebir mahallede aramak ve oturup işi bu dar boyutuyla tartışmak Türkiye için vakit kaybı.
Türkiye’nin kendisi büyük bir mahalle.
Bu mahallenin laik elitleri kan kaybediyor. Günümüz Türkiye’sinde laik ve seçkin olmak bir kusur! Türkiye’nin zencileri artık onlar.
Bu itiş kakış büyük mahallenin lehine mi, onu zaman gösterecek.
Allah sonumuzu hayretsin.
Yazının Devamını Oku 
22 Eylül 2007
TELEVİZYONA bir adam çıkarmışlar, diyor ki: "Sihre inanmayan kafirdir!.." Düzeyimiz bu, özgürlükten anladığımız da. Her ne kadar büyüden medet umanların yaşadığı bir toplum olsak da bizim de bir ortak hafızamız var. Okumuş yazmışlığını tamamlamış olan toplumlarda toplumsal hafıza daha güçlü olduğundan oralarda kendini koruma güdüsü bize göre daha gelişmiş.
Toplumsal hafızamız zayıf da olsa geçmiş öyle ya da böyle tortusunu bırakır. Belki günümüzün kuşakları Türkiye’nin yakın tarihinde meydana gelen ciddi olayları bilmiyorlar, ama bazı gelişmeler karşısında dışa vuran endişeler sosyal genlerimize işlemiş olan bu ortak hafızanın bilinçaltımızı etkisi altına aldığını gösteriyor.
Peki ortak geçmişimizde neler oldu da birbirimize karşı bu kadar hırçınız? Bilmekte yarar var.
* * *
Örneğin 31 Mart vakası... Bundan 99 yıl önce 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilir. Meclisi Mebusan ve Ayan Meclisi (senato) toplanır. Abdülhamit Han Meşrutiyet’i korumak için bugünkü Muhafız Birliği’ne eşdeğer Avcı Taburları’nı oluşturur.
Gelgelelim Meşrutiyet’i korumak için İstanbul’a yerleştirilen Avcı Taburları "Din elden gidiyor" diye isyan ettirilir. Avcı Taburları bir hafta boyunca İstanbul’da önlerine gelen ne varsa yakıp yıkarlar. "Alaylı mısın, mektepli misin?" diye sorarlar. "Mektepliyim" diyen subayları öldürür, "Alaylıyım" diyeni bırakırlar.
Bu ayaklanmayı bastırmak için Selanik’te bir askeri birlik oluşturulur, adına da Hareket Ordusu denir. Sonradan sadrazamlığa getirilen Mahmut Şevket Paşa vardır bu ordunun başında. Hareket Ordusu’nun "inkılapçı" kurmaylardan oluşan subaylarından biri de Mustafa Kemal’dir. Hareket Ordusu İstanbul’a girerek isyanı bastırır.
Kurtuluş Savaşı’nda milli mücadelenin bütün subayları işte bu Hareket Ordusu’ndan çıkacaktır.
* * *
Kurtuluş Savaşı’nda Kütahya-Eskişehir muhaberelerinde Yunanlılar Batı Anadolu’da ilerlerken en kesif şekilde dini propaganda yapılır. Düşman uçakları tarafından atılan bildirilerde Padişah ve Şeyh-ül İslam’ın imzasıyla "Ey Müslümanlar, üniformalarının Yunanlı olduğuna bakmayın, bunlar padişahın askeridir" diye yazmaktadır. Kütahya-Eskişehir mağlubiyetinde ve ordunun Sakarya’nın doğusuna çekilmesinde bu beyannameler büyük rol oynar.
* * *
Ortak hafızamızdan bu olayların tortusunu istesek de silemeyiz. Bütün tarihimiz, Patrona Halil’inden, Kabakçı Mustafa’sına, Kadızade isyanlarına kadar dinin alet edildiği örneklerle dolu. Matbaanın imparatorluğa 200 yıllık gecikmeyle girişinin bedelini bugün hálá ödüyoruz. Cumhuriyeti kuranlara karşı "irtica"nın kullanıldığı bir gerçek.
Bugün hálá istismara çok açık bir toplumda yaşadığımızı kabul edelim. Televizyona çıkıp "Sihre inanmayan kafirdir" diyen adamı marjinaldir deyip geçmeyelim.
Soru şudur: Bugün yaşadığımız denetimsiz toplumda yine dini kullanmaya kalkışanlar var mıdır? Eğer varsa, yarın ilk kurbanın onlar olacağı teşhisine katılıyorum. Bunun ölçüsü yoktur çünkü...
Yazının Devamını Oku 
15 Eylül 2007
ÜNİVERSİTEYİ birlikte okuduğum Belçikalı arkadaşım, ülkesinde İçişleri Bakanlığı’nda çalışıyor. Görevi sabahtan akşama Belçika’daki mezhepleri incelemek, bunlarla ilgili ayrıntılı rapor hazırlamak. Türkiye’deki bakanlıklarda böyle bir işi olan var mı merak ediyorum. Avrupa devletlerinin hiçbiri, dinle ilgili konuları başıboş bırakmıyor. Kiliselere mali açıdan sıkı denetim uygulanıyor. Demokrasi nasıl ortaya çıktı? Ortaçağdan itibaren alırsanız, demokrasi dediğimiz rejim dini bağnazlıklarla mücadele edilerek oluştu. Dini otoriteye başkaldıranlar demokrasi etrafında birleşti. Bu nedenle demokrasi özünde laiktir. Herhangi bir dini kayıran demokrasi olamaz, demokrasi ile din yan yana durmaz, böyle olması bu rejimin ruhuna aykırıdır.
Türkiye Cumhuriyeti de dini otoriteye karşı kurulmuş bir rejime sahip. Tanrı’yı bu dünyada temsil eden sultanlık rejimi yerine Cumhuriyet kurulmuş, Halifelik sona erdirilmiş.
* * *
Bugün "sivil Anayasa"yı tartışıyoruz. Bu tartışmada en büyük yeri dinle bağlantılı konuların işgal edeceği anlaşılıyor. Örneğin, tarikatlara özgürlük tanınması taslakta gündeme getiriliyor. Bazı meslektaşlarımız, tarikatların zaten serbest olduğunu, yasakçılığın işe yaramadığını düşünüyorlar.
Diyelim ki 80 yıl öncesine geri döndük ve tarikatlara yasal serbestlik tanındı. Bunları kim denetleyecek? Cemaatlerin serbest bırakılmasını savunanlar, denetim modelini de halkın önüne koymak zorundalar. Dediğim gibi Batı’da dini örgütlenmeler başıboş değil, kiliseler sıkı takip altında.
Karşı çıkanlara da dokundurmak gerek. Alternatif sosyal örgütlenme modeliniz var mı? Yoksa neden yok? 80 yıldır sırtını Silahlı Kuvvetler’e yaslayıp alternatif yapı örgütleyemeyenler biraz da bunu düşünsünler.
* * *
Devam eden demokrasi tartışmasında köktendinci İslam’a sınır getirmeyi isteyen her türlü girişimi ya da görüşü "askerci" diye nitelemek yanlış bir tutum. Demokrasinin özünde laik bir rejim olduğu, onu korumak gerektiği unutulmamalı. Demokrasiye sahip çıkılamadığı noktada ise dini otoriteye teslim olma tehlikesini ciddiye almak gerek. Avrupa demokrasisini koruyor. Bizden çok eski bir demokratik geçmişi olmasına rağmen bu konuda dikkatli davranıyor. Hatta kendi içinde bir azınlık dini olan İslam’ın ne kadar tolere edilebileceğini bugün bizden çok daha fazla ciddiyetle ele alıyor.
Ve biz, özgürlük tartışmasını türbanla sınırlayıp ilerlerken Türkiye pırıltısını kaybediyor. Hedef yok, vizyon yok. Türkiye’nin iddiası bölgesinde lider olmaksa bunu destekleyecek mekanizmalar nerede? Ekonominin sektörleri vizyoner değil. Hindistan bilişime yatırım yaptı, bölgeler oluşturdu. Bizde böyle şeyler yok. Sözgelimi dünyayı sarsan "inovasyon" kelimesi, türbanın yüz binde biri kadar bile gündemimize giremedi.
Bu arada duyduk ki sabah kuşağı magazin programlarında ilahiler söylenmeye başlanmış. Havaya ne kadar kolay uyuluyor. Sonuçta diyeceğim o ki, sivil Anayasamızı sonradan Türkiye Cumhuriyeti’ne mevlit okutmak zorunda kalmayacak şekilde yapmalıyız. Bunun için de "Demokrasi nedir, ne değildir"i iyi anlamak lazım.
Yazının Devamını Oku 