1- Okullar kapandı, öğrenciler karnelerini aldı… Birinci sınıfı bitiren çocuklar hayatlarına okuma-yazmayı öğrenmiş olarak devam edecek. İlk karnenizi aldığınızda neler hissettiğinizi hatırlıyor musunuz? Okuma yazma öğrenirken yol arkadaşlarınız kimlerdi? Türkiye’nin doğusundan batısına 1968’den bugüne okumayı öğrenen pek çok kişi için bu sorunun cevabı Cin Ali olacaktır.Kırmızı şapkasıyla çizgi karakter Cin Ali’nin 10 kitaplık maceraları binlerce çocuğa yol arkadaşı oldu. Bugün onun dünyasını daha iyi tanımak isteyenler için Ankara’da bir durak var; Cin Ali Müzesi. İçeri giriyorsunuz ve kendinizi bir anda yedi yaşınızda buluyorsunuz! Okul sıraları, siyah tahta, siyah önlükler, bir dönem okuma yazmayı öğrenmiş herkesi görür görmez sanki okuldaki ilk gününe döndüren okuma fişleri…
Zeynep Bilgehan - Nevin Kaygusuz - Nesrin Kaygusuz
CİN ALİ’NİN GERÇEK AİLESİ
Adı ‘müze’ ama aslında buraya Cin Ali’nin evi de diyebiliriz çünkü sizi karşılayanlar Cin Ali’nin gerçek ablaları, yazarı Rasim Kaygusuz’un kızları Dr. Nesrin Kaygusuz Kalaycıoğlu ve mimar Nevin Kaygusuz Apaydın. Albümleri açıyoruz…Cin Ali, resmi olarak 1968 yılında Ankara’nın Bahçelievler semtinde bir evde dünyaya geliyor. Babası, öğretmen Rasim Kaygusuz. Önce onu ve eşi öğretmen Remziye Hanım’ı tanıyalım. Sene 1926…
Rasim Kaygusuz, Ankara’ya bağlı Zirkayı Köyü’nde doğuyor. 1944 yılında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nden mezun olup köyüne öğretmen olarak dönüyor. Benzer bir hikâye Karadeniz’de bir orman köyünde yaşanıyor. Sene 1927… Babasını ve ağabeyini veremden kaybeden Remziye Hanım Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde başladığı eğitimini Kız Yüksek Öğretmen Okulu’nda tamamlayıp Zirkayı Köyü’ne atanıyor. İki köy çocuğu öğretmen Rasim Bey ile Remziye Hanım tanışıp evleniyorlar.
SENE 1968 - Cin Ali’nin babası Rasim, annesi Remziye ile ablaları Nesrin ve Nevin Kaygusuz…
ALİ ATA BAK, BAK ALİ BAK
1) Kadri Kalaycıoğlu, en az beş nesildir doğma büyüme Ankaralı olan bir ailenin üç çocuğundan biri olarak 1927 yılında Ankara’da dünyaya geliyor. Kadri Bey, “Cumhuriyet’ten önce dedelerim tüccarmış. Tüccar derken, bugünkü gibi odalara bağlı, kayıtlı tüccar değil, alaturka Anadolu tüccarı neyse Ankara tüccarı da o” diye başlıyor anlatmaya: “Ancak hükümet merkezi oluşuyla tüccarların hayatında da Ankara ayrıca özellik arz eder. Babam Maliye Bakanlığı’nda küçük bir memurdu. O zamanın şartlarında memur kalburüstü kişiydi. Ben de çevremde hep öyle insanları gördüm; ne yapıyorlar, ne, nasıl konuşuyorlar, nasıl giyiniyorlar?… Bunlar ister istemez insanları etkiliyor. Şimdi bakınca anlıyorum ki, beni de etkilemiş. Annem tam bir ev hanımı. Biz üç erkek kardeşiz. Aile hepimizin eğitimine önem verdi; ağabeyim doktor, ben mimar, küçük kardeşim de kimya mühendisi oldu.”
MÜTEVAZI İNSANLARIN YAŞADIĞI BİR KASABA
1930’ların Ankarası nasıl bir yerdi? Neler yapılırdı? Şöyle anlatıyor: “Yüzde 90’ı özbeöz Ankaralı olan ve genelde mütevazı insanların yaşadığı, kasaba görünümlü, 30-40 bin nüfuslu, o da Cumhuriyet’in hükümet merkezi olması dolayısıyla olan bir şehirdi. Biz, Samanpazarı’nda yani eski Ankara’da oturuyorduk. Ankara, Kale merkez olmak üzere iki kilometre yarıçapında daire içine sığardı. Ondan sonra Ankara diye bir şey yoktu. Ankara’nın yerlisi mayıs ayından eylüle kadar şehirdeki evini bırakır, üç beş eşyayı at arabasına yükler bağ evine giderdi. Yanına konfor almaz, birkaç tahta çatalla, kaşıkla Ankara bağlarının nefis havasını teneffüs eder, üzümünü, armudunu yetiştirir, pekmezini kaynatır, eriştesini keser, kış hazırlığını yapardı. Bunu da müşterek bağ komşularıyla imece usulü yapardı. Bugün sizin evin eriştesi kesilir, yarın komşununki… Bizim için mutluluk, kaynatılmış pekmezi tavanın dibinden kazıyarak yemekti.”
Sene 1942/Öğrencilik yılları...
2) BÜTÜN ÜLKE DAYANIŞMA İÇİNDEYDİ
Kalaycıoğlu, “Çocukluğumuzda aşırı isteklerde bulunmazdık, bulanamazdık. Bir şeyi talep edebilmek için o şeyi bilmeniz lazım! Her şeye malik olmak büyük mutluluk verirdi. O açıdan benim çocukluğum çok mutlu geçmiştir” diye devam ediyor: “İkinci Cihan Harbi döneminde paranız olsa da bazı şeyler yoktu. Ekmek karneyle verilince babaannem ekmeğini bize paylaştırırdı. Okulda ‘sarı defter’ler kullanırdık. O dönem doldurur, yazın siler, ikinci sınıfta tekrar kullanırdık. Boya kalemlerimizi müşterek kullanırdık. Bütün Türkiye zengini, fakiri bir dayanışma içindeydi. Zannederim şimdi böyle bir şey yok.”
Onunla ilk kez 26 Nisan tarihinde Manisa’da, ‘Mesir Festivali’ kapsamında karşılaşmıştık. Bu bir ‘tanışma buluşması’ydı ama yıllardır tanışıyormuşuz gibi gözleri sevgiyle bakarak, bütün samimiyetini hissettirerek elimi sıkmış, heyecanla sohbet etmiştik. Bu muamelesi sadece bana değildi; herkesle aynı sıcaklıkla konuşuyordu. Kaybının bu kadar geniş kesimde bu kadar üzüntü yaratması tesadüf değil. Hani tanıdığınız anda sevdiğiniz insanlar olur ya… Zeyrek onlardan biriydi. Güler yüzünden, pozitif enerjisinden etkilenmemek mümkün değildi.
SEVGİ DOLU, ZARİF, MİSAFİRPEVER
Manisa için yaptıklarını, yapacaklarını anlatırken gözleri parlıyordu. Manisa’yı ‘Varlarla yoklar şehri’ diye tanımlamıştı…Yokların ‘var’ olması için gösterdiği çabanın karşılığını şehirde görmek mümkündü… Elinin değdiği her şeydeki inceliği, zarafeti, sevgiyi hissediyordunuz. Mesir saçım töreninde gökyüzünden rengarenk macunlar yağarken Başkan dahil, herkesin çocuklar gibi şen olmasına şaşırmıştım. Böylesi ‘içten mutluluğu’ günlerce çevreme anlattım. Hemşerileri ve ekibi tarafından ne kadar çok sevildiğini gözle görebiliyordunuz. Programdan sonra bizi uzaktan görüp koşarak yanımıza gelecek kadar misafirperverdi.
"HİÇBİR ŞEYİ KIRGINLIKLA KARŞILAMADIM"
Bu ‘tanışma buluşması’ndan sonra onu daha yakından tanıyabileceğimiz bir söyleşi için talepte bulundum. Kendisini 16 Mayıs tarihinde, bir İstanbul programında yakaladım. Sanki daha dün berabermişiz gibi beni görür görmez ilk sorusu “Nasıl buldunuz Manisamızı?” oldu. Manisa’yı ‘yönettiği bir şehir’ değil, içten bir aidiyetle, başarılı olmasını çok istediği bir aile üyesi gibi görüyordu. Sevgisini, “Kendimi çok iyi bir ‘Manisa milliyetçisi’ olarak tanımlarım” diye ifade etmişti. Lise yıllarından itibaren hayali belediye başkanlığı: “Bir şehri yönetebilmek için mimar olmak gerektiğini düşünüyordum. Şehrin gelişmesi için yönetimi ehil ve meslek sahibi kişiler tarafından yapılması gerekiyordu.” Üniversiteden sonra arkadaşları gibi Bursa veya İstanbul’u tercih etmek yerine şehrine dönüyor. Siyasetteki zorluklar karşısındaki tavrını, “Hiçbir şeyi kırgınlıkla karşılamadım. Kaybettiğimiz seçimler bizi yıldırmadı. Mitinglerde su taşınması gerekiyorsa su taşıdık, örgütlenme yapmak gerekiyorsa örgütlenme yaptık” diye anlatmıştı.
Manisa ve Türkiye güzel bir insanı kaybetti… Ailesine, sevenlerine sabırlar diliyorum…
BETA BALIKLARINI BİLE UNUTMAMIŞTI
Kendi ailesini anlatırken de aynı sevgiyi, şefkati görmek mümkündü. Ev ahalisini, balıklarını bile eksik bırakmayarak anlatmıştı: “Evliyim, üç kız çocuk babasıyım. Büyük kızım 18 yaşında üniversiteye hazırlanıyor. Yedi yaşındaki ikizlerimiz alfabe öğreniyor. Bir yardımcımız var. Bir poodle köpeğimiz, iki de Beta balığımız var, muhtemelen onlar da dişi. Bizim eve erkek olarak giren tek kişi benim! (gülüyor)’ Evde şöyle bir düzen var; biri üniversiteye hazırlanıyor, biri alfabe öğreniyor, biri siyasette; hanım muhtemelen çıldırmak üzere!"Fotoğraf: Murat ŞAKA
1) İstanbul’un en güzel mekânlarından, İstiklal Caddesi’ndeki Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi’ndeyiz… Cumhuriyet’in 100. yılında kapılarını açan müze hem özgün mimarisiyle hem de Türk sanat tarihinde adeta kim var kim yok herkesi görebileceğiniz zengin koleksiyonuyla ilgi görüyor. Aldığı ödüllere geçen hafta bir yenisi de eklendi; müze, dünyanın saygın organizasyonlarından Avrupa Müze Forumu (EMF) tarafından ‘özgün küratöryel yaklaşımı, ülkenin sanat tarihine kazandırdığı yeni perspektif ve tarihi unsurlarla harmanlanmış çağdaş mimarisi’yle Özel Takdir Ödülü’ne layık görüldü. Tam da bu mutluluğun yaşandığı günlerde müzenin kurucu küratörü, sanat tarihçisi ve yazar Prof. Gül İrepoğlu ile buluştuk…
Fotoğraf: Murat ŞAKA
Hayata gözlerini tarihi Sultanahmet semtindeki tarihi bir apartmanda hukukçu bir baba ile öğretmen bir annenin evinde açıyor. Büyük dedesi tıp doktoru Ali Rıza Atasoy eğitime çok önem veriyor; apartmanı Sultanahmet’te yaptırmasının sebebi üniversiteye yakın olması… Her dairesinde bir aile ferdi oturuyor. Gül Hoca, “Kendimi hep çok şanslı buldum çünkü büyük ailenin ne kadar önemli olduğunu yaşayarak öğrendim” diyor: “Anneannemle dedemin sofrasına önceden kaç kişi oturacak bilinmezdi. Annem edebiyata, müziğe ve sanata çok meraklıydı. Yazlarımız Bostancı’daki iki katlı ahşap köşkte geçerdi. Muazzam bahçede salıncakta sallanır, plaja giderdik. Dolu dolu, neşeli neşeli bir çocukluk…”
Sene 1965/Nurhan Atasoy ile
Sultanahmet’teki aile apartmanının çatı katının tanıdık bir sakini var; teyzesi, meşhur sanat tarihçisi Prof. Nurhan Atasoy. İrepoğlu, Prof. Atasoy’un evinin daimi ziyaretçilerinden; büyüleyici kütüphanesinde vakit geçiriyor, eve gelen meşhur hocalarla arkadaşlık ediyor, partilerde arz-ı endam ediyor… Kimi zaman da beraber Topkapı Sarayı’na gidiyorlar. Atasoy çalışırken İrepoğlu evdeymiş gibi sarayın bahçesinde oyunlar oynuyor, salonları geziyor, en çok da mücevherleri merak ediyor. Gül Hoca, “Teyzem beni Avrupa’daki sanat tarihi kongrelerine götürürdü. 1970’lerin başında bir yazı bütün Avrupa şehirlerini ve müzelerini gezerek geçirmiştik. Seyahat sonunda ‘Yeter!’ diye isyan etmiştim” diye gülerek anlatıyor.
2) ‘KUZU KUZU TEYZEME GİTTİM’
İstanbul Erkek Lisesini bitirdikten sonra Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’ne giriyor, çünkü: “Mimarlık hem fen hem sanat hem edebiyat, hepsini içinde barındıran bir alan.” Ancak teyzesinin elinden kurtulamıyor. Atasoy, yeğenine “Seni yetiştireceğim” diyor. Gül Hoca, “Bugünün gençleri farklı herhalde ama biz öyle yetiştirilmiştik, kuzu kuzu gittim!” diyor gülerek.
1- Manisa bir gelenekler şehri… Spil Dağı’nın eteklerinde, Lidya medeniyetine ev sahipliği yapmış, ardından 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’na çok sayıda şehzade yetiştirmiş... Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim burada yetişip padişah olan isimlerden birkaçı. Bugünlere miras tarihi yapılarla birlikte bir çok etkinlik kalmış; 566 yıllık Akhisar Çağlak Festivali, zeytin hasadı şenlikleri, bağbozumu şenlikleri… UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’nde yer alan ‘Mesir Macunu’ bu yıl 485. kez yapıldı, Sultan Camisi’nden sekiz ton mesir macunu saçıldı.
SENE 1978 - 1’inci yaşgünü
78 YILLIK KAZANAMAMA GELENEĞİNİ YIKTI
Bu etkinliklerin ev sahibi isimlerden biri Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek. ‘Bir gelenekler şehri’ dedik ama Zeyrek geçen yerel seçimde yüzde 57 oy oranıyla CHP’nin 78 yıllık Manisa’yı kazanamama geleneğini kırdı. Hikâyesini dinlemek için onu İstanbul’daki bir programı sırasında yakaladım… Kendisi oldukça aktif de bir belediye başkanı; etkinliklerde halkla iç içe olmayı seviyor ve bu özelliğiyle gurur duyuyor. Zeyrek, “Hayatım boyunca hep sosyal etkinliklerde ve herkesle beraber bir yapım oldu. Özellikle uğraştığım bir iş değil ama Tiktok’ta fenomen olmuşum” diyor gülerek.
SENE 1994 - Halk oyunları ekibi
SATRANÇ, FUTBOL, YELKEN, DALIŞ...
Eski albümleri açıyoruz. Zeyrek, 1977 yılında Manisa’da berber bir baba ile ev hanımı bir annenin iki çocuğundan ilki olarak dünyaya geliyor: “Babamı herkes ‘Tıraşçı Ahmet’ diye bilirdi. Manisa’nın yerlisi. Annemin ailesi Makedonya göçmeni. Annem üç yaşındayken Manisa’ya gelmişler. Babam, babasını çocukken kaybettiği için erken yaşta çalışmaya başlamış. Annemi de dedem okutmamış. O yüzden çocukluğum yüzme ve futboldan satranca çeşit çeşit kursta geçti. Annemle babam çocukluklarında yaşayamadıkları her şeyi bana yaşatmak için yoğun bir çaba içindelerdi. Lisanslı futbolcuydum. Futbol hayatım halı sahalarda devam ediyor. Yelken ve dalış en sevdiğim hobilerim. Başkan olduktan sonra yapamıyorum ama dağ bisiklet grubumuz vardı. Doğayı çok seviyorum.”
Zeynep Bilgehan - Ferdi Zeyrek
İstanbul’da bugünlerde opera ve bale rüzgârı esiyor… 10 Mayıs’ta başlayan ve 3 Haziran’a kadar devam edecek 16. Opera ve Bale Festivali’nde geçen hafta Ahmet Adnan Saygun’un 1964-1983 yılları arasında bestelediği, 42 yıl sonra tozlu raflardan inip sahneye konan Gılgamış eseri sahnelendi. Caner Akın’ın rejisörlüğünde teknolojiyle sanatı buluşturan ve 400 kişilik bir ekibin hazırladığı yapım uzun süre ayakta alkışlandı. Geçen sezon da opera ve bale açısından güzel haberlerle geçti; 2023-2024 sezonunda 44 yeni eser sahnelendi, 1009 temsilde 613 bin 276 sanatseverle buluşuldu. Bu güzel gelişmeleri vesile ederek İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB) Müdürü ve Sanat Yönetmeni, opera sanatçısı Caner Akgün ile bir araya geldik…
ANNEMLE BABAM BİZİ MUTLU BÜYÜTTÜ
Bu sayfada konuk aldığımız sanatçıların hikâyelerinde genelde müziğin çok küçük yaştan itibaren hayatlarında olduğunu dinledik. Bugün tanınmış, ödüllü bir bariton olan Caner Akgün’ün bu dünyaya girişiyse daha farklı… Akgün, Bolulu memur bir ailenin iki çocuğundan ikincisi olarak 1981 yılında Zonguldak’ta dünyaya geliyor. Annesi ilkokul öğretmeni, babası Orman Bölge Müdürlüğü’nde makine mühendisi. Çocukluğu çeşitli yerlerde geçiyor; üç yaşına kadar doğduğu Zonguldak, 10 yaşına kadar Muğla, 16 yaşına kadar Bolu… Akgün, “Çok güzel bir çocukluk geçirdim. Babamın orman müdürlüğündeki görevi sebebiyle lojmanlarda kalırdık. Bu sayede hep bağ, bahçe içinde büyüdüm. Devlet size fırsat verdiğinde insanlar kendilerini güvende hissediyor. Annemle babam mutlu insanlardı. Bize de mutluluk ve sevgi verdiler” diyor.
Caner Akgün - Zeynep Bilgehan
AŞÇILARI MEŞHUR MENGEN’DEN
Bunu neden söylediğinin cevabı aile hikâyesinde: “Bolu Mengenliyiz. Dedelerim Köy Enstitüleri’nden mezun oluyor. Mengen’in aşçıları meşhur. Ailemizde de çok aşçı var ama bizimkiler sağlık memuru ve öğretmen oluyor. Babam Gazi Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü bitiriyor. Annem de 17 yaşında Öğretmen Okulu’nu bitiriyor. Üniversite yıllarında tanışıp evleniyorlar ve hikâyeleri Zonguldak’ta başlıyor. Devletin imkânlarıyla okuyup çeşitli kademelerde görevlendiriliyor ve iki çocuk yetiştirebildikleri olanaklara sahip olabiliyorlar.”
Dünyada dengelerin karman çorman olduğu bir çağdayız… Yeni kıtada Donald Trump fırtınası eserken, ‘eski kıta’ tüm tarih boyunca olduğu gibi dünyanın geri kalanını da geren sancılar içinde. Hem kendi hikâyesini dinlemek hem de bize bugünler konusunda rehberlik etmesi için diplomaside 40 yılını geçirmiş emekli büyükelçimiz Uluç Özülker ile beraberiz. Onun dünyaya gelişinin kökenleri de bir çağı kapatıp yenisinin kapılarını açan Fatih Sultan Mehmet dönemine dayanıyor. Özülker, “Baba tarafım Karamanlıdır” diye başlıyor anlatmaya: “Büyük büyük büyük dedem Karaman’dan Akıncı olarak Fatih Sultan Mehmet ile Avrupa’ya yürüyüp sonra Üsküp’e yerleştirilmiş. Birinci Dünya Savaşı’na kadar orada kalıyorlar. Aile sonra İstanbul’a yerleşiyor. Babaannemin babası zengin bir işadamı. Babam yedi yaşından itibaren işlerin başına geçirilmek istenince denizci dayısı onu Deniz Lisesi sınavlarına sokuyor.”
ANNEM HEM ANNELİK HEM BABALIK YAPTI
Babası Bahattin Özülker, Donanma Komutanı’yken kendi isteğiyle emekli oluyor. Daha sonra Fahri Korutürk döneminde MİT Müsteşarlığı yapıyor. 1974’teki Kıbrıs çıkarmasından sonra ani bir kalp kriziyle hayata veda ediyor. Özülker, “Anne tarafım da Bursa-İnegöl’den. Bulgaristan’dan Pazarcık’a gönderilmiş. Onlar da 1877-78 Rus Savaşı’ndan sonra İstanbul’da Fatih’e yerleşiyor. Bendeniz 1942’de Fatih’te dünyaya geliyorum” diye devam ediyor: “Babam hep görevde olduğundan annem bize babalık da yaptı.” İlkokuldan sonra babası oğluna diyor ki: “Oğlum, görev yerim hep değişecek. Sen sürekli okul değiştirme. Seni bir yatılı okula verelim.” Özülker, iyi bir dereceyle sınavı kazanıp Galatasaray Lisesi’ne başlıyor. Ancak bu yine de okul değiştirmesine engel olmuyor. Babasının NATO görevlendirmesiyle 1956-1958 yıllarını Washington’da geçiriyor.
Uluç Özülker - Zeynep Bilgehan
İLK MÜZAKERE TECRÜBESİ
Özülker, ilkokul ikinci sınıftan itibaren ne olmak istediğini biliyor: Büyükelçi. Onu ilk etkileyen teyzesinin Suadiye’deki ev davetinde gördüğü bir misafirin yaşamı oluyor. Etrafında büyük ilgi olan birinin kim olduğunu sorduğunda; ‘Konsolos Bey’ diyorlar ve ne iş yaptığını anlatıyorlar. Daha sonra Amerika yılları da uluslararası ortamları görüp sevmesini sağlıyor. Liseden sonra babasının isteği İTÜ, kendi gönlü Mülkiye’de. Bu ikilemden çıkmak için bir diplomatik taktik uyguluyor; Mülkiye’yi burslu kazandığını İTÜ’nün sınavı sırasında öğreniyor. Babasına karşı gelmek durumunda kalmamak için sınavı yarıda bırakıp çıkıyor. Böylece kalpler kırılmadan 1961 yılında Mülkiye’ye giriyor.
1) Pek çok şapkası var; kadın hakları savunucusu, hukukçu, akademisyen… Nazan Moroğlu özellikle sivil toplum alanındaki çalışmalarıyla kamuoyu tarafından tanınıyor. En sonuncusu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) ‘Çağdaş Yaşam Cumhuriyet Ödülü’ olmak üzere pek çok ödülü var. 2021 yılında Uluslararası Üniversiteli Kadınlar Federasyonu’nun (GWI) dünyada 100 yılın 100 öncü kadını listesinde yer almıştı. Peki onun hikâyesi nasıl başlamış? Nazan Moroğlu: “Babam deniz subayı ve teğmen. Annem Safranbolulu bir ailenin İstanbul Kız Lisesi’ni bitirmiş kızı. Babam 21, annem 18 yaşındayken evleniyorlar. Ben iki çocuktan ilki olarak 1947’de İstanbul’da dünyaya geliyorum.”
“Türkiye’de kadınlar Cumhuriyet devrimleriyle tanınan haklarının değerini biliyorlar ve hep ileri taşımaya çalışıyorlar. Türkiye’deki kadın hareketi dünyadaki kadın hareketinin çok önünde diyebilirim. Kadın kuruluşları olarak ‘kadın sorunu, kadının sorunu değildir’ diyoruz. Anayasamıza göre ‘Aile toplumun temelidir, eşler arası eşitliğe dayanır.’ Eşitsizlikten kaynaklanan kadın sorunu, bir demokrasi sorunudur. Eşitlik olursa kalkınma olacak.” (Fotoğraf: Murat ŞAKA)
AİLEYLE GEÇEN ZAMANLAR
Çocukluğu mutlu bir aile ortamı içinde geçiyor. Moroğlu, “Telefon yoktu. Radyo bile evlere yeni giriyordu. Şimdi televizyonlu, cep telefonlu bugünlerden geriye bakınca o dönem aileler birlikte daha çok zaman geçiriyordu” diye anlatıyor: “Yemek saatleri belliydi. Birbirini seven, dayanışma içinde bir ailede büyüdüm. Hep düzen ve okumaya meraklıydım. Öğretmenler derse ara vermeleri gerekirse ‘Sınıfın başında sen dur Nazan!’ derlerdi.”
Sene 2010'lar
ALMAN DÜZEN VE DİSİPLİNİ
Babasının iki yıllık bir Almanya görevi oluyor. Onun etkisiyle Moroğlu eğitimine Alman Lisesi’nde devam ediyor. Düzen ve disiplin kendi mizacına da uyuyor. Onuncu sınıftayken Almanca bir hukuki metni Türkçe’ye çevirdikten sonra aradığı ‘kurallı bir iş’i hukukta bulabileceğine karar veriyor. İlk tercihi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanıyor. Sene 1968...
Sene 1970'ler/Sene 1950/Anne ve babası