1- “İşte o çocuk!” Yazar-şair Hidayet Karakuş’un kendi çocukluğunu anlatan kitabının başlığı bu… Karakuş, “Çocukluk anılarımı yazmaya başladığımda ‘içimdeki o çocuğun’ yerli yerinde durduğunu, içimden bana daha da afacan gözlerle baktığını gördüm” diyor. Bugün ödüllü romanlarında anlattığı öykülerin de kaynağında çocukluk günlerinden izler var. Öyleyse ilk sorumuz; kim bu çocuk? Eski albümleri açıyoruz… Hidayet Karakuş, annesinin takvimine göre ‘harman kalktıktan bir hafta sonra’ 6 Eylül 1946’da, resmi nüfus cüzdanına göre 1 Nisan 1945’te doğuyor. Çiftçi bir ailenin üç çocuğunun en küçüğü olarak dünyaya geliyor. Karakuş, “Ailem eskilerin deyimiyle ‘rençber’ yani çiftçiydi. Tarlalarımız vardı, onları ekip biçiyorlardı. Ben de tarlada harmanda çalıştım, döven sürdüm, ekin yoldum, biçtim, çift bile sürdüm” diyor.
KÖYDEN NEDEN ÇIKILIR ANLAYAMIYORDUM
İlkokulu köyde bitiriyor. Karnesini aldığı gün Köy Enstitüsü mezunu öğretmeni Tahir Bakır, sınıfta seçtiği dokuz öğrenciyi öğretmen okulu sınavlarına hazırlamaya başlıyor. Her gün, “Köyden çıkacaksınız, okuyacaksınız” diyor. Karakuş’la arkadaşları buna bir anlam veremiyor; “Köyden çıkmak ne demek? Meyve bahçeleriyle, dereleriyle, uzakta görünen mavi dağların berisinde uzanan ovası, yumuşak tepeleriyle köyden daha güzel neresi var? Bu köyden çıkmak olur mu?” Gönlü otlatmak istediği sevgili öküzlerde kalsa da yapacak bir şey yok… Babası kesin konuşuyor; okunacak. Sınavı kazanıyor; Isparta Gönen İlköğretmen Okulu’na giriyor. Karakuş: “O zamanlar bir insan köyü neden bırakır anlayamıyordum. Kış gecelerimiz masal gibiydi; öyküler anlatılırdı. Elektrik yoktu, kandil ışığında büyükler çocuklarla oyunlar oynardı. Köyü hâlâ çok severim, hiç kopmak istemedim.”
SENE 1963 - Gönen’de bağ sırasını çapalayıp temizlerken.
YOKSUL OLDUĞUMUZUN FARKINDA DEĞİLDİK
Karakuş, “Çocukluğumuz toz toprak içinde geçti ama öğretmen okuluna gidinceye kadar yoksul olduğumuzun farkında değildim” diye devam ediyor: “Evimizde ‘sağın’ dediğimiz ineğimiz, mandamız, keçimiz, koyunumuz yani sütümüz, yoğurdumuz, yağımız vardı. Arılarımızdan balımız vardı. Çocukken hiçbir şeyin eksikliğini duymadık. Öğretmen okulunda arkadaşlarıma gelen harçlıkları görünce, ‘Biz yoksulmuşuz’ dedim. Bize sadece köye döneceğimiz zaman yol harçlığı gelirdi. İkinci yıl sınıfta kaldım. O zaman okumaya, yazmaya başladım. Okulun çok zengin bir kütüphanesi vardı. İlk okuduğum kitap Kemalettin Tuğcu’nun ‘Sokak Çocuğu’ydu. Onun arkasından Orhan Kemaller, Panait Istratiler okudum. Tüm bunlar ufkumu genişletti.”
SENE 1957 - Birinci sınıftaykenSENE 1965 - Selçuk Eğitim Enstitüsü ikincı sınıf
1) Aslında Bursalılar onu yakından tanıyor; zira yerel siyasette 25 yılı geride bırakmış! İlk defa 1999 yılında Nilüfer ilçesinin belediye başkanı seçilen Mustafa Bozbey, geçen yerel seçimlerde Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturdu. Marmara Belediyeler Birliği Başkanı da olan Bozbey, anlatmaya “Ben bir Nilüfer çocuğuyum” diye başlıyor: “Hem anne hem baba tarafından 1924’teki mübadeleyle Selanik’ten gelmiş bir ailenin torunuyum. Dedemler Selanik’ten gemiyle Mudanya’ya gelip Bursa’nın merkezine yerleştirilmişler. Ticaret yapmaları teşvik edilmiş ama aile Selanik’te köyde çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşıyormuş. Bir zaman sonra toplanıp valiye gidip, ‘Biz ticaretten anlamıyoruz. Bir toprak olsa da işlesek, en azından karnımızı doyursak’ diyorlar. Bunun üzerine Rumlardan kalan arazileri gösteriyorlar. Kendi köylerine en çok benzeyene yerleşiyor. İlk zamanlar Selanik’e dönecekleri ümidiyle yaşıyorlar; ha bu kış ha bu yaz… Ancak 15 yılın sonunda tam anlamıyla yerleşip toprağı ekip biçmeye, genişletmeye başlıyorlar.”
TARLADA ÇALIŞTIK, HAYVAN OTLATTIK
Bozbey, işte bu ailenin torunu olarak yerleştikleri eski adı İnesi olan Özlüce Köyü’nde, 1962 yılında dünyaya geliyor. Çocukluğu, ortaokul ikinci sınıfa kadar köyde geçiyor: “Beş kardeştik. Babam şehirde taksi dolmuşçuluk yapardı. Annem tarlaya giderdi, hayvanlara bakardı. Altında hayvanların, üstünde bizim kaldığımız eski bir Rum evinde otururduk. O yıllara şimdi dönünce, biz çocukluğumuzu hakikaten çok iyi yaşadık. Telden arabalar yapardık. Hayvancılık yapardık, tarlada çalışırdık. Tütün ekmişliğimiz, koyun otlatmışlığımız var. O dönemden hiç unutamadığım bir hikâye; organize sanayi henüz kuruluyordu. Tarlada tütün ekerken dereden at arabasıyla su taşınırdı. Bol balık olurdu. Biz de çok balık tutmuştuk. Ancak bir zaman sonra tuttuğumuz balıklar çok kötü kokmaya başladı. Nilüfer deresinin kirlenmeye başlayıp yok olduğu, zehir akmaya başladığı zamandı bu…”
KÖYDEN KENTE GELİNCE…
Aile Bozbey’in okumasını istiyor. Ortaokul ikinci sınıfta Cumhuriyet Lisesi’ne kaydoluyor ve köyden çıkıp dedesinin yanına şehre geliyor. İlk günler kolay olmuyor: “Köyden çıkıp geldiğimiz için bazı şeyler bize çok ters geliyordu. Mesela bizde ‘h’ harfi zor söylenir. Ben ‘h’leri söylemeyince sınıftakiler gülüyorlardı. Sebebini anlayamıyordum. İyi bir öğrenciydim ama adaptasyon zor olunca bir yıl sınıfta kaldım. Bunun üzerine ailem de köyden şehre taşındı. O dönemler ‘ucuz Mesken’ denen Mesken’de bir ev tuttular. Babam zaten taksicilik yaptığından şehirdeydi. O dönemin Bursası gerçekten çok güzeldi. Çok kar yağardı; Mesken’e araçlar çıkamadığından kaya kaya inerdik.”
Sene 1980/Çiçekçide çalıştığı yıllardan/“Çiçekçilik yıllarımda süslediğimiz arabalar o dönem gelen turistlerin dikkatini çekerdi. Fotoğrafını çekerlerdi, eserimin beğenilmesi çok hoşuma giderdi.”
1- Aslında ‘Yönetim Kurulu Başkanlığı’ görevlerini iş hayatının 50. yılı olan 2011’de çocuklarına devredip ‘Hayatının Başkan’ı eşi Gülsüm Güral ile emekliliğin tadını çıkardığını iddia ediyor. Ancak Gülsüm Hanım, eşinin hâlâ gece yarısı yataktan kalkıp bilgisayarda çalıştığını, gittiği turistik gezilerde bile seramik yapımına uygun toprak aradığını anlatıyor. Eski albümlerini karıştırmak üzere Kütahya Porselen’in kurucularından Nafi Güral ile beraberiz. Nafi Bey espriyle “İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi şerefine ben doğmuşum!” diye başlıyor; 1945 yılında Kütahyalı bir ailenin dört çocuğundan ikincisi olarak dededen kalma eski bir Kütahya konağında dünyaya geliyor.
ÇANAKKALE’DE DEDEMİN MEZARINI ARARDIK
Aile hikâyeleri dokunaklı: “Babamın dedesi Ahmet Çavuş’un üç oğlu varmış; Süleyman, Ethem ve Adil. Süleyman çocuksuz olarak, Adil’se sokaklarda ölmüş. Babamın babası Ethem, Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmüş. Babam bizi sık sık Çanakkale’ye dedemizin mezarını aramaya götürürdü. Babam ancak ilkokulu okuyabiliyor. Bir süre terzilik yapıyor ama ruhunda girişimcilik var. Köylerde gıda alım satımı yaparken Anadolu Garı’nda onun çalışkanlığını gören bir esnaf ortaklık teklif ediyor; sermaye benden, iş yapmak senden! Beraber kerestecilik işine giriyorlar. Sonunda ‘Her İş Kollektif’ isimli bir şirket kuruyorlar; o günün şartlarında ne bulursan o işi yap! İnşaat, nakliye, şeker fabrikalarına kireç tedariki…”
SENE 1968
AHŞAP KONAKLARDAN ‘APARTIMANA’ GİDENLER
Nafi Bey’in çocukluğu doğduğu konakta kalabalık bir aile içinde geçiyor. O günleri şöyle anlatıyor: “Annem Osmanlı tipi bir kadındı. Evi o idare ederdi. Yemekler yer sofrasında ve hep beraber yenirdi. Kütahya’da o dönem çok güzel konaklar vardı. Onlar yok oldu. Hayat değiştikçe beklentiler de değişiyor; insanlar ahşap evlerini bırakıp yeni yapılmaya başlanan beton apartmanlara gittiler. Herkes apartman hayatına özenirdi; ‘Ben apartımana gittim’ denirdi. Kütahya’nın tepesindeki Hisar Gazinosu’ndan aşağı bakınca konakların bahçelerinin muhteşem manzarası görülürdü. Şimdi hepsi beton yığını oldu.
SENE 1965
1) Onu bizzat dinleme fırsatı bulabilmiş olanlar bilir; Şefika Kutluer konserine gittiğinizde mucizevi bir şekilde kendinizi bütün dertlerden uzaklaşmış, adeta başka bir aleme geçmiş gibi hissedersiniz. Sahnede nasılsa, karşınızdayken de öyle…
Ünlü flüt virtüözü devlet sanatçımız Şefika Kutluer ile bizi sıcak gündemden, dünyevi meselelerden uzaklaştıracak bir sohbet yaptık. Bu bir tesadüf değildi çünkü Kutluer hayata, tıpkı çaldığı eserlerde sizi götürdüğü büyülü dünyalar gibi, bambaşka bir alemden, bambaşka bir gözle bakıyor. Bu nasıl olmuş? Şefika Hanım söze, “Allah’ın çok sevgili, adeta ilahi bir koruma altında yarattığı bir kulu olduğumu düşünüyorum” diyerek başlıyor.
Sene 2023/Bolşoy Tiyatrosu’nda Altın Bravo ödülü alırken
SEVGİ VE ŞEFKAT DOLU BİR AİLE
Çocukluğu sevgi ve şefkat dolu bir ailede geçiyor. Kutluer, 1961 yılında Ankara’da dünyaya geliyor. Babası Sami Arıyak, Prizren doğumlu bir Yugoslavya göçmeni. Tüm aile beraber Türkiye’ye gelip Ankara’ya yerleşiyorlar. Babası ticaretle uğraşıyor. Anne Ayşe Arıyak’ın bir tarafı Kemaliyeli diğer tarafı ‘şifalı eli’yle tanınan bir Türkmen. Kutluer, bu çiftin üç çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya geliyor. Evde enstrüman çalan yok ama müziğe büyük düşkünlük var. Dario Moreno da vals de Klasik Türk Musikisi de dinleniyor. Kutluer, “Müzik başladığı anda benim için de sanki hayat başlıyor gibi olurdu” diyor. Bu ilgiyi fark edenlerden biri babasının yakın dostu, çağdaş Klasik Türk müziğinin kurucuları sayılan ‘Türk Beşleri’nden Ulvi Cemal Erkin oluyor. Kutluer’in ‘absolute (mutlak) kulağı’nı keşfederek aileye onu konservatuvara yazdırmaları telkininde bulunuyor.
Ankara’nın biraz dışındaki OSTİM Sanayi Bölgesi’ndeyiz… Emekçilerin her gün makine, otomotiv, savunma sanayi gibi alanlarda çalıştığı, Alınteri Bulvarı ile Uzay Çağı Caddeleri’nin arasındaki caddelerden birinde bir atölye, bahçesindeki dev heykellerle dikkat çekiyor. Burada yine elleriyle emek üreten ama sanayiye değil sanata çalışan heykeltıraş Metin Yurdanur ile beraberiz… Ankaralılar onu şehrin en işlek noktalarındaki simge heykellerinden tanır; Gar Meydanı’ndaki Miras, Abdi İpekçi Parkı’ndaki Eller, Kızılay’daki Madenci ve İnsan Hakları Anıtı…
ÜÇ ÇOCUK ÜÇ TRAJEDİ
Kendi hikâyesi de tarihi bir kasabada, bir demirci atölyesinde başlamış. Metin Yurdanur, 1951 yılında Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinde dünyaya geliyor. Yurdanur, “Bugün maalesef yıkılmış olan evimizi büyük büyük büyük dedemiz Hacı Ömer yaptırmış” diye başlıyor anlatmaya: “Hacı Ömer tüccarmış. Oğlu Ahmet Baba, 36 yılık medrese kültürü olan din âlimiymiş. Çocuklarının üçünü de savaşa kurban veriyor; Şükrü amcamız 1917 yılında Filistin’de şehit düşmüş, Süleyman amcamız Çanakkale Savaşı’nda kayboluyor, büyükbabam Bahri ise İstiklal Savaşı’nda Sakarya muharebelerinde aklını yitiriyor ve 30 yıllık delilik çekiyor. Büyük babaannemin şehit parasını reddetmesiyle de aile büyük bir yoksulluğa düşüyor. İlkokulu bitiren babam ailenin geçimi için çırak olarak Eskişehir’e gidiyor ve Tatar ustaların yanında altı yıl demir, çelik ve ahşap ustalığını öğreniyor.”
SENE 1960 - Metin Yurdanur kız kardeşleri ile
KOZMOPOLİT SİVRİHİSAR
Yurdanur’un çocukluğu kozmopolit Sivrihisar’da, babasının atölyesinde geçiyor. Meraklı gözlerle kocaman demirlerin örslerde dövülüp şekle girerek işlev kazanmasını izliyor: “Yanında çalışan Balkan göçmeni ustalarla at arabası üretirdi. İşçiliği öyle özelmiş ki yaptığı arabaları uzaktan görenler ‘Hafız ustanın arabası geliyor’ diye tanırlarmış. Kafkasya’dan Çerkezler, Tatarlar, Balkanlar’dan gelen Makedonya, Yunanistan, Bulgaristan göçmenleri babamın müşterileriydi.” İnsan ilişkilerini, malzemeyi, emeği ve ahilik kültürünü küçük yaşlarda burada öğreniyor. Arabaların at kılından yapılmış fırçalar yardımıyla çeşitli desenlerle boyanması en çok sevdiği işmiş.
1- Hayatının ilk 10 yılı Erzurum’un Aşkale ilçesine bağlı Dallı Köyü’nün muhteşem coğrafyasında, dışarıda Karasu Nehri manzarasında kuzu sürüleriyle, içerideyse âşıkların ezgileri, büyüklerin masallarıyla geçiyor. Bugün bağlamasını her çaldığında büyülenerek dinlediğimiz o duygulu müziğini işte bu çocukluk yıllarına borçluyuz… Türk halk müziğimizin en sevilen isimlerinden Erdal Erzincan, 1971 yılında Erzurumlu bir ailenin dört çocuğundan ikincisi olarak Dallı Köyü’nde dünyaya geliyor. Kuşaklar boyu Erzurumlu oldukları DNA testiyle saptanmış. Öyleyse soyadı neden Erzincan? Cevabı: “1939 Erzincan depremi olduğunda dedemin amcası Erzincan’da işadamı. Deprem mağdurlarına yaptığı yardımlardan dolayı dönemin valisi soyadını ‘Erzincan’ olarak değiştiriyor.”
BİR GÜN EVE BİR ÂŞIK GELİRSE….
Çocukluğu köyde otlattığı kuzularla koyunlarla arkadaş olarak doğa içinde geçiyor. Evlerin içindeyse büyülü bir dünya var: “Köyde elektrik yoktu. En teknolojik aletimiz pilli radyoydu. Bugünün sinema, tiyatro, dizi yerine geçen sosyal ihtiyaçları muhabbetler olurdu; meşk ortamlarında günler süren hikâye anlatılırdı. Köyde her evde, çalanı olmasa bile bağlama vardır; ‘belki bir gün eve âşık ziyarete gelir, bağlaması olmazsa’ diye… Bağlama ikram edilirdi. Bağlama çalan kişiye büyük saygı duyulurdu.”
USTA-ÇIRAK İLİŞKİSİ
Erzincan’ın da hem müzik kulağı hem yeteneği vardı… Küçük yaşta önce gizlice babasının bağlamasını çalıyor. Sonra bir tahtaya iki çivi çakıp ip bağlayarak kendi bağlamasını yapıyor. İkinci bağlamasını bir süpürgeden yapıyor. Duvara astığı süpürgenin temizlik için kullanılmasına izin vermiyor. Çalmayı nasıl öğreniyor? Erzincan: “Bizde usta-çırak ilişkisi vardı ve her şey gözlemlenerek öğrenilirdi. Vakit var, çok duyuyorsunuz, devamlı dinliyorsunuz. Göz siz fark etmeden kaydediyor.”
SERMAYEMİZ DUYGU
1- Bundan beş sene önce açılıp Eskişehir’e ve Türkiye’nin sanat dünyasına yeni bir soluk getiren Odunpazarı Modern Müze’nin (OMM) kurucusu işinsanı, mimar Erol Tabanca’nın adını genel kamuoyu bu müze ile öğrendi. Onu daha yakından tanıyanlarsa diğer kıtadaydı; Tabanca son 32 yıldır Türkmenistan’da büyük inşaat projelerine imza atan bir isim. Şirketi Polimeks ile başkent Aşkabat’taki havaalanlarını, anıtsal binaları inşa etmiş, 2013 yılında Forbes dergisinin ‘En zengin Türkler’ listesinde yer alarak da dikkatleri üzerine çekmişti.
‘TABAN’DAN TABANCA’YA
Erol Tabanca, 1957 yılında Eskişehirli bir ailenin dört çocuğundan üçüncüsü olarak dünyaya geliyor. En çok karşılaştığı sorunun cevabını ben daha sormadan, “Soyadımızın tabanca işleriyle ilgisi yok” diye veriyor: “Dedemin ‘kavafiye’ dükkânı vardı; ayakkabı yapıp satardı. Tahminim soyadımız ayakkabılara yaptığı ‘taban’lar sebebiyle ‘Tabanca’ olmuş.” Aile, Eskişehir’e Türkmenistan’dan gelmiş en eski göçmenlerden; bölgede Manavlar olarak biliniyor. İlk yerleşim yerleri Odunpazarı…
SENE1967 - Eskişehir’de ablası ve kız kardeşiyle
KOYUN CİĞERİ NEREDE DURURSA…
Erol Bey, “Odunpazarı eski yerlilerin oturduğu semtti” diye anlatıyor: “Eskiden göçmenler yerleşime en uygun yeri bulmak için belli yerlere koyun ciğeri asarmış. Hangi ciğer daha geç bozulursa orada oksijenin bol olduğu anlaşılırmış. Odunpazarı’na böyle yerleşilmiş.” Çocukluğu Deliktaş Mahallesi’nde geçmiş. Aile geçimini, babasının torna-freze dükkânıyla sağlıyormuş. Tabanca, “Büyük imkânlarımız yoktu ama mutlu bir aileydik” diyor.
Büyük deprem felaketinin yıktığı kentlerden Malatya’dayız… İkinci yıldönümü yaklaşan 6 Şubat depreminde Malatya’da 1500’den fazla insan hayatını kaybetmişti. O günden bugüne yıkılan binaların enkazları kaldırılmışsa da yeni bina şantiyeleriyle beraber kentin merkezinde can acıtan bir boşluk var. Konteynerler normal bir manzara olmuş. Bu manzaraya sahip yerlerden birindeyse, bizi gururlandıran başarılara imza atılıyor; bu yıl 50. yılını kutlamaya hazırlanan İnönü Üniversitesi’nin Karaciğer Nakil Enstitüsü... Enstitü Müdürü Prof. Sezai Yılmaz ile beraberiz. Önce kısa bir hasta ziyareti yapıyoruz; iki yaşındaki minik Meryem Neva, 60 yaşındaki Mehmet Sinan Bey, 50 yaşında kendisi de genel cerrah olan Ahmet Bey, bebek bekleyen 20 yaşındaki İpek… Bir süre öncesine kadar birbirini hiç tanımayan bu insanlar hayata birbirleri sayesinde tutunmuşlar; ‘karaciğer bağı’yla aile olmuşlar. Bu nasıl olmuş? Burada tam ne yapılıyor? Önce rehberimiz Prof. Dr. Sezai Yılmaz’ı tanıyalım…
Zeynep Bilgehan - Prof. Sezai Yılmaz
KÖY ENSTİTÜLÜ BABANIN OĞLU
Hikâyesi 1962 yılında Malatya’nın Arguvan ilçesindeki Karahöyük Köyü’nde başlıyor. Yılmaz, Köy Enstitüsü mezunu öğretmen bir babanın üç çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geliyor. Çocukluğu Malatya’da geçiyor. Yılmaz, “Tam bir Malatya çocuğuyum” diye anlatıyor: “Gazi İlkokulu, Atatürk Ortaokulu ve Atatürk Gazi Lisesi’nde okudum. İki katlı evlerde, yeşil bir çevre içinde, kadınlı erkekli sosyal aktivitelerle Malatya tam bir Cumhuriyet kentiydi. İsmet Paşa’dan gelen bir devlet kültürü var denirdi. Babam biz çocukken bütün aileyi yatağa oturtup romanlar okurdu. Ben de sadece okumaya ve çalışmaya meraklı, başarılı olmaya istekli bir öğrenciydim.”
SENE 1972 - İlkokul yılları
İNSAN İYİLEŞTİRMEYİ SEVDİM