Paylaş
1) İstanbul’un en güzel mekânlarından, İstiklal Caddesi’ndeki Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi’ndeyiz… Cumhuriyet’in 100. yılında kapılarını açan müze hem özgün mimarisiyle hem de Türk sanat tarihinde adeta kim var kim yok herkesi görebileceğiniz zengin koleksiyonuyla ilgi görüyor. Aldığı ödüllere geçen hafta bir yenisi de eklendi; müze, dünyanın saygın organizasyonlarından Avrupa Müze Forumu (EMF) tarafından ‘özgün küratöryel yaklaşımı, ülkenin sanat tarihine kazandırdığı yeni perspektif ve tarihi unsurlarla harmanlanmış çağdaş mimarisi’yle Özel Takdir Ödülü’ne layık görüldü. Tam da bu mutluluğun yaşandığı günlerde müzenin kurucu küratörü, sanat tarihçisi ve yazar Prof. Gül İrepoğlu ile buluştuk…
Fotoğraf: Murat ŞAKA
Hayata gözlerini tarihi Sultanahmet semtindeki tarihi bir apartmanda hukukçu bir baba ile öğretmen bir annenin evinde açıyor. Büyük dedesi tıp doktoru Ali Rıza Atasoy eğitime çok önem veriyor; apartmanı Sultanahmet’te yaptırmasının sebebi üniversiteye yakın olması… Her dairesinde bir aile ferdi oturuyor. Gül Hoca, “Kendimi hep çok şanslı buldum çünkü büyük ailenin ne kadar önemli olduğunu yaşayarak öğrendim” diyor: “Anneannemle dedemin sofrasına önceden kaç kişi oturacak bilinmezdi. Annem edebiyata, müziğe ve sanata çok meraklıydı. Yazlarımız Bostancı’daki iki katlı ahşap köşkte geçerdi. Muazzam bahçede salıncakta sallanır, plaja giderdik. Dolu dolu, neşeli neşeli bir çocukluk…”
Sene 1965/Nurhan Atasoy ile
Sultanahmet’teki aile apartmanının çatı katının tanıdık bir sakini var; teyzesi, meşhur sanat tarihçisi Prof. Nurhan Atasoy. İrepoğlu, Prof. Atasoy’un evinin daimi ziyaretçilerinden; büyüleyici kütüphanesinde vakit geçiriyor, eve gelen meşhur hocalarla arkadaşlık ediyor, partilerde arz-ı endam ediyor… Kimi zaman da beraber Topkapı Sarayı’na gidiyorlar. Atasoy çalışırken İrepoğlu evdeymiş gibi sarayın bahçesinde oyunlar oynuyor, salonları geziyor, en çok da mücevherleri merak ediyor. Gül Hoca, “Teyzem beni Avrupa’daki sanat tarihi kongrelerine götürürdü. 1970’lerin başında bir yazı bütün Avrupa şehirlerini ve müzelerini gezerek geçirmiştik. Seyahat sonunda ‘Yeter!’ diye isyan etmiştim” diye gülerek anlatıyor.
2) ‘KUZU KUZU TEYZEME GİTTİM’
İstanbul Erkek Lisesini bitirdikten sonra Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’ne giriyor, çünkü: “Mimarlık hem fen hem sanat hem edebiyat, hepsini içinde barındıran bir alan.” Ancak teyzesinin elinden kurtulamıyor. Atasoy, yeğenine “Seni yetiştireceğim” diyor. Gül Hoca, “Bugünün gençleri farklı herhalde ama biz öyle yetiştirilmiştik, kuzu kuzu gittim!” diyor gülerek.
‘İlkokul öğrencisi’/‘Lise yılları’
3) İLK İŞ: FEYHAMAN DURAN EVİ
Asistan olarak İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne giriyor. Bu sırada ünlü ressam Feyhaman Duran ve eşi, Beyazıt’taki evlerini üniversiteye bağışlıyor. Bu işle ilgilenme görevi Prof. Atasoy’a ve onun vasıtasıyla Gül Hanım’a düşüyor: “Sınavla gelmiştim ama yine de laf olmasın diye hep herkesten çok çalıştım. Evde her şey olduğu gibi duruyordu; eşinin terlikleri yatağın kenarındaydı, o derece! Tek tek her şeyin envanterini çıkardık.”
‘Dedesiyle, Bostancı’
4) RESME NASIL BAKILACAĞINI ZEKİ FAİK İZER’DEN ÖĞRENDİM
Doktorasını Feyhaman Duran üzerine yazıyor. Bir de kitap çıkarıyor. Sonrasında bir galeri açılışında yolu yine bir başka büyük ressam Zeki Faik İzer’le kesişiyor: “Her salı atölyesinde sohbetler yapardık. Onun son öğrencisiydim. Beni çok eğitti; resme nasıl bakılır, neyin önemi vardır... Resim sanatını hâlâ onun gözüyle görüyorum. Onun üzerine de bir kitap yazdım.”
Sene 1986/Zeki Faik İzer ile
5) EN SEVDİĞİM ALAN MÜCEVHER TARİHİ
Böylesine zengin bir malzeme içinde kendi en sevdiği alan hangisi? Hoca, “Mücevher tarihi” diyor: “Mücevher her sanat dalının en sofistike olmuş halidir. Bir mücevherin hangi malzemeyle yapıldığı, nereden geldiği, nasıl işlendiği, kim için tasarlandığı, kim için muhafaza edildiğini incelediğinizde ortaya koca bir tarih çıkar. İçinde mimari, renk, tasarım taşır. Mücevhere sahip olunmaz, emanetçisi olunur. Osmanlı mücevherini özetleyen en iyi örneği ‘Arife Tahtı’ derim. 17. yüzyıl başında Sultan 1. Ahmet için Sedefkâr Mimar Mehmet Ağa’nın yaptığı tahtta farklı malzemelerin bir araya gelmesiyle inanılmaz bir ahenk görürsünüz. ” Taht bir mücevher midir? Hoca: “Elbette! Mücevher cevher ile bezenmiş demektir ve takı yalnızca mücevherin alt başlıklarından birisidir. Mataralar, kandiller, fincanlar hepsi mücevherdir ve tasarımın dik alasıdır!”
OSMAN HAMDİ BEY’DEN İBRAHİM ÇALLI’YA...
Gelelim Türk resim sanatının hikâyesine… Hoca anlatıyor: “Bu topraklardaki sanatın kökleri antik çağlara dayanıyor. Batılı anlamda resimse 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı Sarayı’nda başlıyor. 19. yüzyılda resim ders olarak askeri okullarda yaygınlaşıyor. 20. Yüzyıl başında Paris’e eğitim için öğrenciler yollanıyor. Osman Hamdi Bey, Şeker Ahmed Paşa ve Süleyman Seyit Bey sergiler açıyor, halk ilgi gösteriyor. Bir de ‘1914 kuşağı’ var; Feyhaman Duran, İbrahim Çallı, Avni Lifij, Hikmet Onat… Paris’e gidiyorlar ama savaş çıkınca hepsi dönüyor. Sonra Cumhuriyet bütün zorluklara rağmen sanata büyük destek veriyor. Yurt gezileri programıyla sanatçılar memleketin her yanına yollanıyor. 1939 yılında ilk devlet resim heykel sergisi açılıyor. O zamanın yönetiminden Türkiye İş Bankası’na ‘Bu sergilerden resim alınız’ diye bir mektup geliyor.”
‘MAVİ ŞALVARLI KIZ’LA SOHBET
Bugün bu müzenin 2700 eserlik koleksiyonu işte böyle oluşmuş. Senelerce depolarda bekleyen resimlerin gün yüzüne çıkması kurucu küratör görevini üstlenen Gül Hoca için de duygusal bir deneyim olmuş: “Cumhuriyet ülküsüyle her alandan her sanatçıdan resim alınmış. Hepsiyle sanki insanlarmış gibi ciddi ilişki kurdum. Geceleri rüyalarımda gördüm. Şimdi de ailemden biri gibi hepsini kucaklamak istiyorum. Halil Dikmenlere ‘Merhaba, iyi misin?’ diye soruyorum, ‘İyi ki beni çıkardınız, teşekkür ederim’ diyor. Feyhaman Duran’ın ‘Mavi Şalvarlı Kızı’na ‘Seni Çalıkuşu’na benzetiyorum’ diyorum. Ruhi Arel’in resmini anlatırken hep gözlerim doluyor.”
‘Mavi Şalvarlı Kız’
KAOS DİJİTAL YAPAY ZEKÂ DÖNEMİ... PEK YAKINDA!
Her dönemin bir adı var. Bu döneminki ne? Yanıtı: “Bir dönemi tanımlamak için biraz beklemek gerekiyor. Örneğin Rönesans’ta yaşayanlar ‘Biz Rönesans’ta yaşıyoruz’ demiyorlardı. Bu dönem için ‘kaos, dijital dönem, yapay zekâ başlangıcı’ denebilir. Pek yakında!”
TÜRK RESMİYLE GURUR DUYMALIYIZ
“Beni Türk resminde en çok ‘1914 kuşağı’ etkiliyor. Türk resim sanatını geri dönülmez şekilde yerleştirmişler. Onlar büyük resim emekçileri; hem çok öğrenci yetiştirmişler hem ömürlerinin sonuna kadar resim yapmışlar. Bugün sanatçılarımız dünya çapında kabul görecek derecede önemli eserler veriyor. Batı’yı düşünün; Orta Çağ, Rönesans, Barok, vb. derken uzun bir tarih var. Türk resim sanatı 1914’ten sayarsak yalnızca 110 yılda dünya müzelerindeki koleksiyonlara girecek seviyeye geldi. Bununla gurur duymalıyız.”
Sene 2025
KİTAPLARININ SAYISINI BİLMİYOR
Biz daha çok sanat konuştuk ama Gül İrepoğlu, “Beni en mutlu eden şey romancı kimliğim” diyor. Farklı dillere çevrilmiş altı romanı var. Başlangıcı: “Geceleri gizlice Lale Devri nakkaşı Levni’nin baş karakter olduğu roman yazıyordum. Bir karşılaşmamızda Doğan Hızlan’a verdim. Bana ‘Siz bu işi becermişsiniz!’ dedi. İlk romanım ‘Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde’ çıktı.” İrepoğlu, yazdığı kitapların sayısını bilmiyor; Avrupa ve Osmanlı Sanatı; Doğu ile Batı’nın sanatsal ilişkileri, Osmanlı Padişah Portreleri, Lâle Kültürü ve Gül Kültürü, Osmanlı Mücevher Tarihi, Turkuazın Tarihi, Türk Resim Tarihi...
Paylaş