Paylaş
1) Kadri Kalaycıoğlu, en az beş nesildir doğma büyüme Ankaralı olan bir ailenin üç çocuğundan biri olarak 1927 yılında Ankara’da dünyaya geliyor. Kadri Bey, “Cumhuriyet’ten önce dedelerim tüccarmış. Tüccar derken, bugünkü gibi odalara bağlı, kayıtlı tüccar değil, alaturka Anadolu tüccarı neyse Ankara tüccarı da o” diye başlıyor anlatmaya: “Ancak hükümet merkezi oluşuyla tüccarların hayatında da Ankara ayrıca özellik arz eder. Babam Maliye Bakanlığı’nda küçük bir memurdu. O zamanın şartlarında memur kalburüstü kişiydi. Ben de çevremde hep öyle insanları gördüm; ne yapıyorlar, ne, nasıl konuşuyorlar, nasıl giyiniyorlar?… Bunlar ister istemez insanları etkiliyor. Şimdi bakınca anlıyorum ki, beni de etkilemiş. Annem tam bir ev hanımı. Biz üç erkek kardeşiz. Aile hepimizin eğitimine önem verdi; ağabeyim doktor, ben mimar, küçük kardeşim de kimya mühendisi oldu.”
MÜTEVAZI İNSANLARIN YAŞADIĞI BİR KASABA
1930’ların Ankarası nasıl bir yerdi? Neler yapılırdı? Şöyle anlatıyor: “Yüzde 90’ı özbeöz Ankaralı olan ve genelde mütevazı insanların yaşadığı, kasaba görünümlü, 30-40 bin nüfuslu, o da Cumhuriyet’in hükümet merkezi olması dolayısıyla olan bir şehirdi. Biz, Samanpazarı’nda yani eski Ankara’da oturuyorduk. Ankara, Kale merkez olmak üzere iki kilometre yarıçapında daire içine sığardı. Ondan sonra Ankara diye bir şey yoktu. Ankara’nın yerlisi mayıs ayından eylüle kadar şehirdeki evini bırakır, üç beş eşyayı at arabasına yükler bağ evine giderdi. Yanına konfor almaz, birkaç tahta çatalla, kaşıkla Ankara bağlarının nefis havasını teneffüs eder, üzümünü, armudunu yetiştirir, pekmezini kaynatır, eriştesini keser, kış hazırlığını yapardı. Bunu da müşterek bağ komşularıyla imece usulü yapardı. Bugün sizin evin eriştesi kesilir, yarın komşununki… Bizim için mutluluk, kaynatılmış pekmezi tavanın dibinden kazıyarak yemekti.”
Sene 1942/Öğrencilik yılları...
2) BÜTÜN ÜLKE DAYANIŞMA İÇİNDEYDİ
Kalaycıoğlu, “Çocukluğumuzda aşırı isteklerde bulunmazdık, bulanamazdık. Bir şeyi talep edebilmek için o şeyi bilmeniz lazım! Her şeye malik olmak büyük mutluluk verirdi. O açıdan benim çocukluğum çok mutlu geçmiştir” diye devam ediyor: “İkinci Cihan Harbi döneminde paranız olsa da bazı şeyler yoktu. Ekmek karneyle verilince babaannem ekmeğini bize paylaştırırdı. Okulda ‘sarı defter’ler kullanırdık. O dönem doldurur, yazın siler, ikinci sınıfta tekrar kullanırdık. Boya kalemlerimizi müşterek kullanırdık. Bütün Türkiye zengini, fakiri bir dayanışma içindeydi. Zannederim şimdi böyle bir şey yok.”
3) MEŞHUR KOMŞU: ATATÜRK
Kadri Bey ile bu sohbeti Çankaya Köşkü’nün bahçesine bakan evinde yapıyoruz. Bir an camdan dışarı bakıp duygulanıyor. Diyor ki: “Atatürk benim için devamlı buralarda gezen bir insan, bir dahi… Anneannemin bağı buralardaydı. Tatil günleri gelirdim. Atatürk’ü uzaktan15-20 atlıyla dolaşırken görürdük. Etraftan ‘Atatürk geliyor, Atatürk geliyor’ sesleri yükselirdi. Tabii o zaman Atatürk’ü bugünkü gibi bilmiyorduk. Çocukluk heyecanlı yaşıyorduk. O heyecanı bugün bile yaşıyorum! Atatürk modern bir hayatın başlamasına öncülük etti. Yalnız Ankara’yı değil, bütün Türkiye’yi eşit seviyeye getirdi.”
Sene 1933/Sene 1930'lar-Kalaycıoğlu, annesi, babası, ağabeyi ve kardeşiyle
4) RESSAM HOCALARIMIZ
İlkokul, ortaokul ve liseyi Ankara’da bitirdikten sonra sıra meslek seçimine geliyor. Mimarlığı seçmesinde onunla özel olarak ilgilenen, her sorusuna bir resim çizerek cevap veren doktor dayısının etkisi oluyor: “Resim yapabilmek bir mimarın olması gereken vasıflarından biridir. Bende bu yetenek vardı; portreler, sulu boya resimler, karikatürler yapardım. Ortaokuldaki resim hocalarım Paris’te tahsil yapıp 1930’larda Türkiye’ye gelmiş Eşref Üren ve Vehbi Öte’ydi. Ben onların parlak talebelerinden biriydim. Bana çok şey öğrettiler. Benim için resim yapmak, eski tabirle ‘ahval-i adiye’ idi. Çok severdim. Hâlâ da resim yapıyorum.”
Sene 1963/Eşi ve kızıyla, Ankara
5) FAKÜLTENİN İLK MEZUNLARINDAN
O sırada yurt dışından Türkiye’ye dönmüş Emin Onat’ın öncülüğünde İTÜ’nün Mimarlık Bölümü açılmıştı. Liseyi dereceye bitirenleri alıyorlardı. Kalaycıoğlu da onlardan biriydi… Babası oğlunun cebine 50 lira koyup onu İstanbul’a yolladı. Sene 1946… Kadri Bey: “Okulun Leyli Meccani bölümüne kayıt yaptırdım. Böylece aileme yük olmaktan kurtuldum. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk mimarlık fakültesi talebelerinden biri olduğum için mutluyum. O zaman bütün üniversitenin mevcudu 810 kişiydi. Mimarlık fakültesine 55 kişi girmişti. Mimar Sinan sebebiyle aşinalık varsa da toplumda mimarinin ne olduğu çok bilinmiyordu.”
6) YENİ ÜLKENİN YENİ BİNALARI
Kalaycıoğlu, 1951 yılında mezun oluyor. İlk görev yeri Bayındırlık Bakanlığı: “İkinci Cihan Harbi bitmişti. Devlet en çok eksik olan hükümet ve vilayet konakları üzerine proje üretiyordu. Biz de il ve ilçeler için model binalar çiziyorduk. 1950’li yıllarda çizimini benim yaptığım tahminen 200’den fazla bina yapıldı. Nerede olduklarını bilmiyorum (gülüyor)! Urfa’daki hükümet konağını özel çizdik. Her şey kıt imkânlarla yapılıyordu. Bir buçuk yıl sonunda serbest çalışma hayatına geçtim. Ankara’nın ilk modern oteli; Balin Otel’i yaptık. Uzun süre hem Ankaralılara hem yabancı ricale hizmet etti. Odaların tefrişiyle, salonlarıyla ve ‘roof’uyla Ankara’da çığır açtı.” Kalaycıoğlu’nun imzası olan diğer yapılar: Bahçelievler’deki yapı kooperatifi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin içi, Gordion Müzesi...
RUTİN YAŞAMAYIN HAYATTAN KEYİF ALIN
Kendi fiziksel duruşunu nasıl sağlam tutuyor? Kadri Bey: “Bir gayret sarf etmiyorum. Hiçbir zaman hiçbir şeye aşırı olarak müptela olmadım. Zihinsel olarak da bir gayret endişem yok. Canımın ne istediğini bilirim ve onu zevkle yaparım. Bir insan yaptığı şeyden, baktığı şeyden zevk almalı. Rutin olmamalı. Hayatı yaşıyorsun! Biraz da kadere inanmak lazım. Hayatı oluruna bırakmak ne olacağını bilmeden yaşamak daha güzel!”
Sene 2011/Meslekte başarı ödülleri töreninde Süleyman Demirel ile
ŞEHİRLER BİRBİRİNE BENZEDİ
Kadri Bey, “Ankara kasaba görünümlü bir köydü. Çok güzeldi çünkü her şeyiyle Ankaralılara özgüydü” diyor: “Türkiye’deki bütün şehirler yaşam biçimine, iklimine, coğrafyasına göre kendine özgüydü; ne Kırşehir Ankara’ya benzerdi ne Erzurum Kars’a ne Kars İzmir’e… Şimdi tüm şehirler birbirine benziyor. Sebebi, mimari dokunuş azaldı. İyi örnekler; Göynük, Bursa tarafları, Muğla tarafları, Birgi, Ödemiş…”
İSTANBUL ANCAK DÜRBÜNLE BAKINCA GÜZEL
Kalaycıoğlu’nun evinin duvarları yaptığı eski Ankara ve İstanbul resimleriyle süslü: “Öğrenciliğimin İstanbulu ile şimdi arasında dağlar kadar fark var. İstanbul çok nadir özellikleri olan bir şehirdi. Gökdelenlerle çirkinleşti. Eskiden yakından da güzelken şimdi ancak uzaktan dürbünle bakarsan İstanbul’dan zevk alıyorsun!”
ANKARA MİMARİSİ
Ankara’nın ‘modern mimarisi’ni nasıl değerlendiriyor? Yanıtı: “Birinci Cihan Harbi’nden yoksulluk içinde çıkan Cumhuriyet’in halkını iskân ettirecek binaya ihtiyacı var. Sivil mimaride halk kendi göreneğine göre binasını yapıyor; kimi taştan kimi ahşap kimi kerpiçle… Devlet içinse kalıcı bina lazım. Büyük Atatürk, Hitler Almanyası’ndan kaçan Yahudi sanat insanlarını, mimarları davet ediyor. Clemens Holzmeister bütün bakanlıkları yapmış. Nüfusunun artmasıyla yeni şehir kurulmaya başlanıyor.”
VÜCUT EN UFAK YANLIŞI ANLAR
Bir mimar sokakta yürürken nelere dikkat eder? Yanıtı: “Her binaya bakarım. Bazısının hatları güzeldir, boyası yanlıştır. Bazısında tam tersi. Kapı kulpuna, merdiven genişliğine, kapı tokmağına dikkat ederim. Merdiven yüksekliğinde milimetrik fark bile olmamalı. Vücut bu hatayı hemen anlar. Ankara’nın en güzel binaları Etnoğrafya Müzesi, Numune Hastanesi, Yahudi mahallesi ve hisar içindeki yapılar.”
Paylaş