Rahmi Turan

Liderlik savaşı!

23 Aralık 2010
VAH vah! Acıdım doğrusu... İktidar yandaşı ve şakşakçı bir takım, CHP’nin durumuna bir üzülüyor, bir üzülüyor ki... Kılıçdaroğlu’na yol gösteriyorlar “Bu kafayla parti gelişemez. CHP şöyle olmalı, böyle olmalı” gibisinden akıllar veriyorlar...
Aslında bunlar sureti haktan görünüp CHP’de hep “Hır” çıkmasını isteyen çevreler...
CHP’de birtakım sorunların olduğu doğru.
Bazı grupların karışıklık çıkardığı, tüzüğe aykırı işlemler yapıldığı iddiasıyla İlçe Seçim Kurulu’na başvurup, kurultay sonuçlarının iptalini istedikleri biliniyor.
Parti içindeki bu kargaşa hoş değil elbette... Fakat tüm bunlar, aşılmayacak sorunlar değil.
Yıllardır, CHP’deki parti içi muhalefet, müzmin bir hastalık gibi bünyeyi hırpalıyor.
Türkiye’nin bin bir sorunu varken ve partiyi elbirliği ile iktidara taşımak ortak hedefleri olması gerekirken, Kılıçdaroğlu’na çelme takmaya çalışmak CHP’deki akıl tutulmasını gösteriyor ama... Birçok hastalık gibi bu da tedavi edilebilir!
¡ ¡ ¡
Etiler’de bir taksiye bindim. Şoför konuşkan biri:
“Abi” dedi “Helal olsun Kılıçdaroğlu’na!”
“Ne var? Ne oldu ki?” dedim.
“Daha ne olsun?” dedi “Baksana Kılıçdaroğlu, açlık sınırındaki her yoksul aileye 600 lira maaş bağlayacakmış!”
“Peki, nasıl yapacak bunu?” diye sordum.
“Bilmem ki abi” dedi “Koskoca parti başkanı. Elbet bir bildiği vardır. Zamanı gelince mutlaka açıklayacaktır.”
Bu konuda insanların meraklı bir beklentisi var. Kılıçdaroğlu “Benim adım Kemal, bana inanın, kaynağı bulacağım” diyor ama milyarlarca lira tutarındaki bu yoksulluk maaşlarını hangi kaynaktan sağlayacağını mutlaka açıklamalı, kuşkuları sona erdirmelidir.
Aksi halde bütün inandırıcılığını kaybeder!
¡ ¡ ¡
Kılıçdaroğlu, kurultayda insanlarımıza birçok şey vaat etti.
Emekliye, memura, işçiye, işsize söz verdi. Çiftçiye, öğrenciye umut yağdırdı. Doğu halkına göz kırptı. Dokunulmazlıklar ile seçimdeki adaletsiz yüzde 10 barajının kaldırılacağını söyledi ve “Korkuları yeneceğiz. Zulme, sömürüye, korku imparatorluğuna son” dedi. En önemli vaadi “Özgür ve korkusuz Türkiye” idi.
“Biz iktidar olursak, Türkiye özgür bir ülke olacak. Herkes korkusuzca, istediği gibi konuşacak, istediği gibi eleştirebilecek. İşsiz işe, fakir-fukara aşa kavuşacak. Ülkemizde yoksul kalmayacak” dedi.
Hepsi de güzel vaatler... Şimdi haklı olarak soruyorlar: “Nasıl yapacak bunları?”
Kılıçdaroğlu’nun “Benim adım Kemal. Ben yaparım” demesi hiç de tatmin edici değil. Evet, kendine güveniyor ama seçmene de güven vermesi gerek.
Seçime sadece 6 ay kaldı. Kılıçdaroğlu köy-kasaba, il-ilçe demeden bütün Anadolu’yu gezip halkla kucaklaşmak ve onlara vaatlerini nasıl gerçekleştireceğini anlatmak zorundadır.
¡ ¡ ¡
Ben, önümüzdeki seçimi de AKP’nin kazanacağını düşünüyorum. Durum bunu gösteriyor.
CHP’nin iktidar alternatifi olabilmesi için Haziran 2011 genel seçiminde oylarının yüzde 30’un üzerine çıkması gerekir. Ancak o takdirde, daha sonraki dönemde iktidar olma umudunu arttırabilir.
CHP, kurultayda taze kan buldu. Şimdi top Kılıçdaroğlu’nda... Güçlü bir lider mi olacak, yoksa ilk seçimde silinip gidecek mi, bunu 6 ay sonra göreceğiz.
Kılıçdaroğlu’nun gerçek liderlik mücadelesi şimdi başladı!
Yazının Devamını Oku

‘Kalp krizi’ dedikleri...

20 Aralık 2010
YAŞAM süresinin uzamasına bağlı olarak, Türkiye’deki kalp hastalarının sayısının yakın bir gelecekte 3.5 milyonu bulacağı belirtiliyor. Kalp hastalıkları, tüm ölümler içinde yüzde 43 oranı ile birinci sırada... Yani “Bir numaralı ölüm nedeni!”
Şeker hastaları, yüksek tansiyonu olanlar, kilolu kişiler ve hareketsiz yaşam sürenlerde kalp ve damar rahatsızlıkları daha fazla görülüyor. Kadınlarımız da, orta yaşlarla hızla şişmanlamaya başladıkları için erkekler kadar risk altında bulunuyorlar.
Bunları söylüyorum ama... Peki, ben doktor muyum? Hayır! O halde nereden biliyorum?
* * *
Kardiyolog ve kalp cerrahı birçok arkadaşım, dostum var. Geçen gün, Çamlıca Alman Hastanesi Medikal Direktörü ve “Kalp cerrahı” Doç. Dr. Hakan Gerçekoğlu’nun “Profesör” oluşunu kutladık. Böylece Prof. Dr. Hakan Gerçekoğlu mesleğinin zirvesine ulaşmış oldu.
Toplantıda Siyami Ersek Hastanesi Kardiyoloji Bölümü Şefi Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen, Kalp Cerrahı Dr. Tayfun Şener, “Bizim Sağlık Dergisi”nin sahibi Coşkun Bel, modacı Mustafa Küçükaslan da vardı. Hep kalp sorunlarından bahsettik. Biz sorduk, onlar anlattı.
* * *
Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen “Kalp hastalıkları piyangodan çıkmıyor, değiştiremediğiniz yaşam tarzınızın kaçınılmaz sonucudur. Ömür, zayıf organın ömrüdür, kalbiniz 30 yaşında duracaksa ömrünüz o kadardır. O halde yüksek risk altında olan kalplerin belirlenmesi ve koruyucu önlemlerin alınması gerekiyor” dedi.
Uzun sohbette edindiğim bilgileri (özetle) okurlarımla paylaşmayı yararlı buldum.
* * *
Bilimsel çalışmalar, yaşam biçiminin kalp krizi tehlikesini arttırdığını ve koşullar değiştirilirse kalp krizinin önlenebileceğini ortaya koyuyor.
100 bin kilometre uzunluğundaki damar ağına her gün bir tanker kan pompalayarak, ömür boyu beş dakika bile kaytarmadan çalışan kalp, her türlü özeni hak ediyor.
Kalp ve damar hastalıklarının en korkulan sonucu kalp krizi ve ani ölümdür. Kalbi besleyen koroner damarın ansızın tıkanması sonucu kalp kası ölmeye başlar.
Kalp krizi dediğimiz bu tablo, ölümlerin bir numaralı sebebidir.
Göğüste sıkışma, yanma, hazımsızlık, nefes darlığı, solgunluk, terleme, yorgunluk... Bunlar, kalp krizinin ilk belirtileridir.
Ağrı, sol koldan başlayıp, serçe parmağına doğru inen, boyuna doğru yayılan bir ağrıdır.
Nefesiniz daralır, alnınızda soğuk terler birikir, kalp krizlerinin dörtte biri ise hiçbir belirti göstermeden meydana gelir.
Hemen bir aspirin alıp çiğneyin. Bebe aspirini varsa ondan dört tane alın. Fakat suyla yutmayın, hemen dişlerinizle ezin, çiğneyin. Aspirin kanı sulandırır ve dolaşımı kolaylaştırır.
* * *
Kalp krizinde tek kurtuluş umudu, hastayı en kısa zamanda hastaneye ulaştırmaktır.
Bu durumda dakikaların değil, saniyelerin bile hayati önemi vardır.
Peki, kalp krizi nasıl önlenir?
- Beslenme türü ve şekli değiştirilmeli, yağlar azaltılmalıdır.
- Her gün egzersiz (özellikle 40 dakika kadar tempolu yürüyüş) yapılmalıdır.
- İlaç tedavisi ihmal edilmemeli, tansiyon normal düzeyle düşürülmelidir.
- Fazla kilolar mutlaka verilerek, kalp gereksiz yükten kurtarılmalıdır.
Unutmayın; ülkemizin şartları, insanlarımızı kalp hastası yapıyor.
Kalp krizleri, Türkiye’de “1 numaralı” ölüm sebebidir!
Yazının Devamını Oku

Ne oldu paralar?

19 Aralık 2010
2010 yılı 12 gün sonra bitecek! “Borç yiğidin kamçısıdır” mantığıyla gırtlağımıza kadar borca gömüldük!
İktidarın bol keseden atıp övünmesine bakmayın siz...
Son 8 yılda Cumhuriyet tarihimizin en büyük borç bataklığına saplandık!
Bu aşırı borç stoku nasıl ödenir, bilemiyoruz.
Anlaşılan, kafamız duvara vurmadan uyanamayacağız.
Petkim, Tüpraş, Tekel, Ereğli Demir, Türk Telekom gibi büyük kuruluşlar dahil, ülkenin bütün değerleri, batan geminin malları gibi satıldı.
Milyonlarca dolar tutarındaki bu satışlardan ne kaldı? Bir sanayi tesisi, bir baraj ya da bir fabrika yapıldı mı? İşsizlik sorununa bir çözüm getirildi mi?
Tam tersine, yeni yatırımlar yapılmadığı, eski işyerlerinin de birçoğu kapandığı için, ülkede işsizlik büyüdü, büyüdü, korkutucu boyutlara ulaştı.
* * *
2010 yılı sonundaki iç ve dış borç durumumuz içler acısı!
AKP, ülkeyi 2002 yılında 129.5 milyar doları dış borç olmak üzere toplam 221 milyar dolar borçla devralmıştı. Bu rakam, 1923 yılından 2002 yılına kadar 79 yıllık bütün borçlarımızın toplamı idi. 8 yıl sonra bugün (kamu ve özel) iç ve dış toplam borcumuz 508 milyar dolar! Bu rakamın 266 milyar dolarını dış borçlar oluşturuyor.
Bu paralar ne oldu bilemiyoruz. Yatırım yok, iş sahaları açılmadı, yeni fabrikalar, barajlar, köprüler, okullar yapılmadı. Sahi ne oldu? Nereye harcandı bu paralar?
AKP’ye oy veren aziz vatandaşlarımız bunu hiç sorgulamayacak mı?
* * *
Sürekli okuyoruz. Hep pembe tablolar çiziliyor ama...
Rakamlar ne yazık ki onları yalanlıyor!
Türkiye’de 4 milyon asgari ücretli, 9 milyon emekli, 2.5 milyon memur ve 4 milyon da devlet yardımıyla karnını doyuran (daha doğrusu yarı aç, yarı tok yaşayan) toplam 19.5 milyon yoksul insanımız var.
Bunlar hayatta kalma mücadelesi veriyorlar!
Bu yoksul kesimi gördükçe, insan olanın yüreği parçalanır!
Dolaylı vergilerin ağırlığı nedeniyle, ülkedeki gelir dağılımı her geçen gün biraz daha bozuluyor.
73 milyon insanımızdan sadece 1.5 milyon kadarı, ülke gelirinin kaymağını yiyor. Bunlar hem çok kazanıyor, hem az vergi veriyorlar! Bazıları hiç vermiyor. İnsaflarına kalmış artık!
Vergisiz yaşayınca gelir en az ikiye katlanıyor.
En üstteki bu 1.5 milyon zadegân sınıf, paraya para demiyor, en lüks arabadan, en lüks villaya, büyük yatlara, katlara, helikopterlere kadar, akıllarına esen her şeyi satın alabiliyor.
Hele iktidara yakın olan bazı kesimler, ne alacaklarını şaşırmış durumda, her lüks mala büyük bir iştahla saldırıyor!
Lüks araç ithalatçıları hayatlarından memnun, ellerinde mal kalmadığını söylüyorlar!
Bu yıl içinde pahalı ithal otoların kapış kapış gittiği belirtiliyor ve 2011 yılının bu yıldan daha bereketli olacağı tahmin ediliyor. Neden? Çünkü ülkede kolay ve havadan para kazananlar artıyor ve bunlar derhal en lüks araçlara yöneliyorlar!
* * *
Öte yanda, dramatik tablolar da yaşanıyor.
Bu ülkede, bir dilim ekmeğe talim edenler, bir tas sıcak çorbaya muhtaç olanlar var.
Dolaylı vergilerin ağırlığı, zengin ve yoksul arasındaki uçurumu daha da derinleştiriyor.
Ülkemizin en büyük sorunlarından biri vergideki adaletsizlik ve gelir dağılımında derinleşen uçurum! Sorunlar biliniyor ama çözüm arayan yok!
Yazının Devamını Oku

78 yaşında bir delikanlı

16 Aralık 2010
BEN, meslek büyüğümüz olan Altan Öymen’i, kendini tüketerek başkalarına sürekli ışık veren bir kandile benzetirim. Öymen, basın dünyasında birçok gazetecinin hocasıdır.

Onu, 1972 yılında, ANKA Ajansı’nı kurduğu günden beri tanırım. ANKA, iyi habercilik yapan dinamik bir ajanstı. O tarihlerde, tirajı milyona vuran Günaydın Gazetesi’ni yönetiyordum. ANKA, özel istihbarat servisimiz gibiydi, sadece bize servis yapıyordu.
1970’li yıllarda, Çin, “Kızıl Çin” adıyla, demir yumruk altında yönetilen, kapıları dünyaya sımsıkı kapalı bir ülkeydi. Tüm gazeteciler Çin’e gidip röportaj yapmak için yanıp tutuşuyordu ama bunu kimse başaramıyordu.

* * *

Altan Öymen, imkânsızı başardı, Çin’e vize aldı. Napolyon’un “İmkânsızlık, yalnız sersemlerin sözlüklerinde bulunan bir kelimedir” sözlerini doğru çıkardı.
Altan Öymen, bir ay sonra Kızıl Çin’den, muhteşem bir röportajla döndü. Adını beraber koyduk: “UYANAN DEV: ÇİN”
Röportajı, birinci sayfadan başlayarak yayınladım. Altan Öymen gibi bir gazetecinin hazırladığı röportaj nasıl olur, tahmin etmek zor değil...

Yazının Devamını Oku

Bodrum kışın daha güzel!

13 Aralık 2010
EVET, Bodrum bu mevsimde daha güzel. Sokaklar, caddeler tenha, yazın binlerce turistin oynaştığı sahiller boş... Deniz köpüklü dalgalarla kaplı... Hava serin, fakat insanlar her zamanki gibi sıcak...
Birkaç günlüğüne Bodrum’a geldim. Torba Kavşağı ile Yalıkavak arasındaki asfalt yolun rezilliği hariç çevre iyi.
Bana göre, yarımadanın en güzel beldesi olan Gündoğan’da kalıyorum.
Gündoğan Belediye Başkanı İbrahim Bilgi MHP’li... Üç dönemdir sürekli kazanıyor. Demek ki çalışıyor ve seviliyor.
Gündoğan’da iki gündür fırtına var. Deniz de, gökyüzü de kararmış... Buna rağmen insanı dinlendiren bir atmosferi var beldenin... Ciğerlerinize serin, temiz bir hava doluyor.
İmkânı olanlar kış aylarını da Bodrum’un koylarında geçirmeli. Daha uzun ömürlü olurlar.
* * *
Bodrum, 3 bin yıllık bir tarihe sahip.
Halikarnossos, Bodrum’un antikçağlardaki adı... Pers İmparatorluğu zamanında Karya bölgesinin kralı olan Mausollos’un anıt mezarı burada. Gerçi anıtın mermer sütunları ve muhteşem heykelleri 120 yıl önce Padişah İkinci Abdülhamid’in izniyle Arkeolog C.T.Newton tarafından Londra’ya götürülmüş ama birtakım kalıntılar hâlâ var.
“Mausollos Anıt Mezarı” dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul ediliyor.
Tarihin babası sayılan Herodotos ve dünyanın ilk kadın amirali olan 1’inci Artemisia da Bodrumlu idi.
Yüzyıllardır bir gerdanlık gibi kenti süsleyen Bodrum Kalesi, Ortaçağ’dan kalan görkemli bir eser... Rodos Şövalyeleri’nin inşa edip yüz yıla yakın yaşadığı Bodrum Kalesi’nde dünyanın en büyük sualtı arkeoloji müzesi de var. Ayrıca 2 bin 300 yıl önce yaşayan Karya Kraliçesi Ada’nın altın tacı, iskeleti ve balmumundan heykeli de bulunuyor.
* * *
Sümer kaynaklarında Bodrum halkı “Denizin yüreğinde yaşayan insanlar” diye tarif edilir. Korkusuz denizci ve savaş yeteneği yüksek “iyi korsanlar” olarak bilinirler.
Korsanlık eski çağlarda hem saygın bir iş, hem de yaşam biçimiydi.
Dünyanın en büyük denizcileri arasında yer alan Turgut Reis de Bodrumlu idi (1485-1565)... Fakir bir ailenin çocuğu olan Turgut, genç yaşta Akdeniz korsanlarının arasına katılmış, olağanüstü yeteneği sayesinde hızla yükselerek “Reis” unvanını kazanmış, daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun ünlü bir amirali olmuştu.
Bugün, Bodrum’un büyük bir beldesinin adı Turgutreis’tir.
Bodrum genellikle “İstanbul sosyetesi”nin ve uzun bacaklı mankenlerin yiyip-içip dans ettiği, yabancıların yaz aylarında büyük sevdalar yaşadığı “aşk, müzik ve eğlence” kenti olarak bilinir ama gerçekte turizmle birlikte zengin bir tarih ve sanat hazinesidir.
* * *
Gündoğan’ın eski adı Farilya, Rumca “Güneşin doğuşu” anlamına geliyor.
Gerçekten orada güneş bir başka güzel doğuyor ve akşamları, tonu her an değişen kıpkızıl ışıklar saçarak batıyor.
Gündoğan’a gelip de “Terzi Mustafa’nın Yeri”nde nefis bir balık yememek olmaz.
Gündoğan restoranlarının hemen hemen tamamı sonbahar gelince kapanır ama Mustafa Özçelik ile oğlu Müjdat Özçelik’in işlettiği mekân yaz-kış açıktır.
* * *
İktidar partisi AKP’nin Türkiye genelinde en zayıf olduğu yer Bodrum...
Son yapılan referandumda “Evet” oyları yüzde 20, “Hayır” oyları yüzde 80 çıktı.
Bodrum yalnız ülkemizin değil, tüm dünyanın en uygar, en aydınlık kentlerinden biridir. Türkiye’nin diğer yöreleri de Bodrum düzeyine yükseldiği vakit biz Avrupalı oluruz.
Yazının Devamını Oku

Sevgisizlik bulutu!

12 Aralık 2010
YEDİĞİ yumruklarla feleğini şaşırmış bir boksöre döndük!<br><br>İnsanlarımız gergin, siyasetçiler gergin, polis gergin! Hayatlarından hoşnutsuz olan gruplar (öğrenciler, işçiler, işsizler ve diğerleri) her zaman yürüyor, kızgınlıklarını, tepkilerini gösteriyorlar.
Protesto her vatandaşın demokratik hakkıdır...
Herhalde keyif duydukları, zevk aldıkları için yapmıyorlar bunu...
Başbakan’ın Arapça “Men dakka dukka” (Kim vurursa, yani DAK derse, ona da vururlar, DAK ederler) demesiyle işin içinden çıkılmaz!
* * *
Ülkede herkes birbirine ters bakmaya başladı.
Bu karamsar hava sertlikle yok olmaz. Sertlik, sertliği doğurur, tepkiler büyür.
İstanbul’da kız-erkek demeden öğrencilerin gözlerine biber gazı sıkıldı, gençler copla, yumrukla, tekme-tokatla dövüldü de ne oldu?
Sindirildiler mi? Korkup protesto eylemlerinden vazgeçtiler mi?
Çok geçmeden Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde AKP’nin önde gelen kişilerinden Prof. Burhan Kuzu yumurta yağmuruna tutuldu.
Yumurta atmak elbette ki tasvip edilemez. “Yumurta atma özgürlüğü” diye bir şey yoktur ve olamaz. Ancak, yabancı ülkelerde de sık sık rastlanan bu tür eylemlere Batılılar biraz tebessümle bakarlar. Çünkü yumurtalı eylem hayati bir tehlike yaratmaz!
* * *
Kafasına yumurta yağan birinin ne hissettiği, hangi duygular içinde olduğu tahmin edilebilir.
Burhan Kuzu’nun da öfkesini anlamak mümkün... Ancak, Burhan Bey olayı yanlış değerlendiriyor ve “Olayın arkasında Ergenekon bağlantılı güçler var. Öğrencileri sokağa dökerek hükümeti yıkma peşinde olanlar var” diyor.
Demek ki yumurtanın sorumlusu da Ergenekon?
Oysa, öğrencilerin attığı yumurtalar, bir tepkinin ifadesidir ve Burhan Kuzu’nun mensubu olduğu partiye gönderilen “Hoşnutsuzluk dilekçeleri”dir.
Bunun böyle değerlendirilmesi, öğrencilerin ne istediklerin dinlenmesi, sorunlarına çözüm yolu aranması daha akılcı bir yaklaşım olmaz mı?
Bu ülke insanlarının dayağa değil, sevgiye, şefkate ihtiyacı var. Burhan Bey gibiler, başlarına taş düşse, bunu Ergenekon’un üzerine yıkarak sorunların üstesinden gelemezler.
Eğer “Ülkemizde demokrasi var” diyorsak, her kesimin protesto hakkına saygı göstermemiz, bunlara karşı şiddetle değil, hoşgörü ile yaklaşmamız lazımdır.
Sevgi ve anlayış, ülkedeki birçok sorunu çözer.
* * *
Tarihten ders almak gerekir. Hangi olay aşırı şiddetle çözüme ulaştırılmıştır ki?
Öğrencilerin protesto eylemlerine karşı polisi devreye sokarak “orantısız güç” kullanmak, yangının üzerine benzin sıkmaktan farksızdır. İnsanlarımız arasındaki kini, nefreti arttırır!
Bütün iktidarlar, ilerleyen zaman içinde yıpranır ama bu tür olaylar her iktidarı daha hızlı bir çöküş sürecine götürür.
Akıllı yöneticiler, polisin ölçülü davranmasını sağlarlar. Bunun tersi, bindikleri dalı kesmek ya da kendi ayaklarına kurşun sıkmak gibi olur. Hızla güven kaybedip yıpranırlar.
Unutulmasın ki, hiçbir iktidar “sonsuz” değildir.
Gençlik psikolojisini anlamak, onlara şiddetle değil, sevgiyle yaklaşmak gerek.
Oysa bizim polis ne yapıyor? Tekme, tokat sille... Acımasız dayak... Biber gazı, cop... Ve hamile kadınlara çocuklarını düşürtüyor!
Sevgisizlik, ülkemizi saran lanetli bir bulut sanki!
Yazının Devamını Oku

Yaşasın ileri demokrasi (!)

9 Aralık 2010
AYNASINA kızan talihine küssün! <br><br>Medya, yurdumuzun aynasıdır. Ayna sizi çirkin gösteriyorsa kabahat onun mu?
Polisin, öğrencilere attığı dayak, hâlâ vicdanları kanatıyor.
Nasıl da acımasızca vuruyorlardı gençlere? Genç kızlar yerde sürükleniyordu... Gözlerine biber gazı sıkılan gençler bir köşeye sinmiş, ıstırap içinde kıvranıyorlardı!
Bir yandan da coplar, tekmeler, yumruklar gaddarca, insafsızca çalışmaktaydı.
İleri demokrasi(!) dedikleri bu olsa gerek!
* * *
Bir okurum aradı. Kızı protestocu öğrenciler arasındaymış:
“Görecektiniz halini” dedi ve ağlamaklı bir sesle devam etti:
“Eve geldiği vakit zor tanıdım yavrumu... Yüzü, yediği darbelerden şişmişti. Bir gözü mosmordu. Daha önemlisi, böbreklerine yediği yumruklar nedeniyle zor yürüyordu. Yüreğim isyan duygusuzla kabarıyor. Haksızlık ve adaletsizlik, benim gibi sakin bir insanı bile isyankâr yapıyor. Ortada bir suç varsa, cezasını yargı verir. Polis ceza makamı değildir. Bu copların hesabını soracak bir merci yok mu? Devlet yok mu? Emniyet Müdürü yok mu? İçişleri Bakanı nerede? Nedir bu zulüm?”
Dertli okuruma bir şey diyemedim.
* * *
Yalnız Türkiye’de değil, hemen hemen her ülkede öğrenciler sokaklara dökülür. Demokratik bir haktır bu...
Washington’da Beyaz Saray’ın karşısında, ellerinde pankartlarla, ağızlarında sloganlarla yürüyen öğrenciler, Başkan Obama’yı bağırıp çağırarak şiddetle protesto ederler. Polis önlem alır ama müdahale etmez...
Aynı sahneler, Londra’da, Paris’te, diğer büyük kentlerde de yaşanır. Öğrenciler eylem yaparlar, sloganlar atarlar. Yasal sınırlar aşılmadıkça polis kesinlikle harekete geçmez.
Ancak Türkiye’de bu tablo değişir, kafası kızan polis soğukkanlılığını kaybeder, coplarını, yumruklarını, tekmelerini konuşturur!
Oysa, demokratik ülkelerde iktidarlar her türlü gösteriye katlanmak zorundadır.
* * *
Elbette ki, öğrenciler seslerini yükseltecek, şikâyetlerini dile getireceklerdir. Ellerinde pankartlarla yürüyecek, ağızlarında sloganlarla protesto gösterileri düzenleyeceklerdir fakat...
İleri demokrasi(!) olduğu iddia edilen ülkemizde bunlara tahammül edilemeyerek ilkel bir görünüm sergileniyor. İzlediğimiz gaddar dayak sahneleri utanç vericidir!
Polisin orantısız güç kullanarak kız-erkek demeden gençleri hınçla, öfkeyle coplayarak görülmemiş bir şiddet kullanması, bizim demokratik hayatımızın özeti gibidir!
Acımasız darbeler nedeniyle bebeğini kaybeden öğrenci kız “Dur, vurma diye yalvardım, hamileyim dedim, polisler yine de karnıma karnıma vurdular” diye yediği korkunç dayağı anlatıyor.
Bu nasıl bir hınç, nasıl bir öfkedir? Bu kızın çocuğunu düşürmesinin hesabını nasıl verecekler? İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın bunu söyleyebilir mi?
* * *
İşin en hazin tarafı, sokaklarda öğrenciler perişan edilirken, kimsenin kılının kıpırdamamasıdır. Tüyler ürpertici bir vurdumduymazlık içinde “Nasihat ile uslanmayanın hakkı kötektir! Onlar da yerlerinde otursaydı birader. Hem hamile kadının orada ne işi var?” gibisinden laflarla vahşetin mazur görülmesi ileri(!) bir demokrasi anlayışı mıdır?
Özgürce konuşamayan, korkutulup susturulan, dayakla sindirilen, ezik, yıkık, umutsuz bir toplum olmamalıyız!
Yazının Devamını Oku

‘Türk’ten alacağımız çok ders var!’

6 Aralık 2010
BRÜKSEL ’de, Flamanca yayın yapan devlet radyo ve televizyonunda, ünlü Fransız düşünür Voltaire’in Yahudiler için söylediği “Dünya yüzündeki en iğrenç halk” sözünün Türklere mal edilmesi Belçikalıların bize bakış açısını net bir şekilde gösteriyor.

Dünkü yazımda da anlattığım gibi Flaman Parlamentosu’nun başkanı olan Yeni Flaman Partisi Başkan Yardımcısı Peumans, televizyon yarışmasında, Voltaire’in o ünlü cümlesiyle Yahudileri kastettiğini bildiğini söyleyerek “Evet, bunu biliyorum ama Yahudilere bir şey söyleyecek cesaretim yok. Onlar hassas insanlardır. Bu nedenle Türkler şıkkını tercih ettim” demek küstahlığını göstermişti.

Özgürlükçü fikirleriyle tanınan Voltaire (1694-1778) “Kadınları baskı altında tutan, güzel sanatlara karşı ilgisiz olan Türkleri sevmem ama Avrupalıların onlara yaptığı iftiralara da dayanamam” der ve Türklerin iyi özelliklerini bir bir dile getirirdi...
 
* * *  

Voltaire, Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezit’in yiğitliğini, asaletini ve mertliğini çok takdir ederdi. Onun hakkında yazdıklarından bir bölüm şöyle:

Yazının Devamını Oku