Rahmi Turan

Türkler ve Voltaire!

5 Aralık 2010
BELÇİKA ’da Flamanca yayın yapan devlet radyo ve televizyonundaki “De Pappenheimers” adlı bilgi yarışmasında yaşanan skandal, birçok Avrupa ülkesi gibi Belçikalıların da Türkler hakkında ahlaksızca düşüncelerini ortaya koyuyor. Yarışmada, ünlü Fransız düşünürü Voltaire’in “Dünya üzerindeki en iğrenç halk” diye tarif ettiği ulusun, hangi millet olduğu soruluyor ve “Flamanlar-Yahudiler-Türkler” seçeneği sunuluyor!
Flaman Parlamentosu Başkanı olan Yeni Flaman Partisi’nin Başkan Yardımcısı Peumans küstah bir şekilde “Türkler” cevabını veriyor.
Oysa Voltaire’in bu sözleri ve görüşleri Yahudilere yöneliktir.
Utanmaz adam daha sonra “Aslında sonunun cevabını biliyordum ama Yahudilere bir şey söyleyecek cesaretim yok. Onlar hassas insanlardır. Bu nedenle Türkler şıkkını tercih ettim” demek rezilliğini gösteriyor.
Davranış, tam bir şerefsizlik örneği!
* * *
Özgürlükçü fikirleriyle tanınan ve Fransız Devrimi’nin düşünsel altyapısını oluşturan Fransız yazarı Voltaire (1694-1778) dünya tarihinde iz bırakan düşünürlerdendir.
Voltaire, bazı sözlerinin, ölümünden 232 yıl sonra böyle çarpıtılarak böyle “şerefsizce” kullanılacağını bilemezdi. Türkleri sevmezdi ama takdir ettiğini yazmaktan da çekinmezdi...
Aristokrasinin egemen olduğu dönemlerde ‘şeref’ ve ‘şerefsizlik’ nutuklarla değil, eylemlerle kanıtlanırdı. Örneğin bir düello davetinde, davetten kaçan kişi ‘şerefsiz’ sayılırdı.
Voltaire, Türklerde yüzyıllardan beri “düello geleneği” olmadığını söyleyerek “Yiğittirler fakat düello etmezler. Çünkü barış zamanında silah taşımazlar. Düellonun uygarlıkla bir ilgisi yoktur” der.
Nitekim, 19. yüzyılın ikinci yarısında düello bütün Avrupa ülkelerinde yasaklanmıştır.
Voltaire, Avrupalı ulusların Türklere sürekli iftirada bulunduğunu söyleyerek görüşlerini şöyle yazar:
“Türklerin sırtına yüklediğimiz iftiralar koskoca bir kitap olur. Ben, kadınları baskı altında tutan, güzel sanatlara ilgisiz davranan Türkleri sevmem fakat iftiradan o kadar iğrenirim ki, onlara dahi çamur sıçratılmasına katlanamam.
Türkler gururludurlar fakat asilzadelik taslamazlar. Cesurdurlar, yiğittirler ama düello etmezler. Çünkü ancak savaşa giderken kılıç taşırlar. Özel yaşamlarında silahsızdırlar.
Bunun aksine, barbarlık ve şövalyelik çağlarından beri Avrupalılar için, belinde kocaman kılıçla yemek masasına oturmak bir şeref meselesi olmuştur. Türkler ise gösterişi sevmezler.”
* * *
Voltaire, hayatı boyunca insan haklarını ve din özgürlüğünü savundu ama kendisi dinlere inanmazdı. Böyle olduğu halde “Din, halkların iyi yönetimi için şarttır” derdi. Tanrı’ya inanırdı ama dinleri sürekli sorgulayan bir “deist” idi.
Deistler, Tanrı’ya inanır ama dinlere, kutsal kitaplara, mucizelere inanmazlar.
Voltaire’in de benimsediği “deizm” adlı inanç şekline göre “Tanrı vardır ve kainatı yaratmıştır. İnsanların ruhları ölümden sonra da var olacak, yaşayacaktır. Tanrı iyi davranışlarımızı ödüllendirecek, kötü davranışlarımızı cezalandıracaktır.”
Voltaire’in “Fikirlerinizden nefret ediyorum ama onu ifade etmenizi ölümüne savunurum” sözleri, onun inançlara ve fikir özgürlüğüne verdiği önemi gösterir.
YARIN: “Avrupalıların Türklerden alacağı çok ders var”
Yazının Devamını Oku

Köstebekler!

2 Aralık 2010
WIKILEAKS depremi devam ediyor. Avustralyalı genç bir bilgisayar uzmanının, dört yıl önce kurduğu internet sitesi, dünyayı sallıyor. Başta Amerika olmak üzere birçok ülkenin (bu arada Türkiye’nin de) kirli çamaşırları ipe serildi.
251 bin 287 belgenin sadece binde biri (250 kadarı) açıklandı ama bunlar bile ülkeleri karıştırmaya yetti.
Başrolde iki ülke var: Amerika ve Türkiye. 7.918 belge Türkiye’ye ait.
Yayınlanan belgeler utanç verici. Bazı uyanık(!) siyasetçiler “Bunlar yalan, uydurma, iftira” diyor ama Amerika Birleşik Devletleri hükümeti “Belgeler doğrudur” diye gerçeği itiraf etmek zorunda kaldı.
Açıklanan belgelerde, her türlü “ikiyüzlülük, yolsuzluk, kalleşlik, rüşvet olayı” var.
Tam bir utanç verici siyasi deprem!
¡ ¡ ¡
WikiLeaks aslında insanlığa önemli bir hizmette bulundu. Devletlerin kirli yüzlerini gözler önüne serdi.
Utanç belgelerini açıklayan sitenin kurucusu Julian Paul Assange adında Avustralyalı genç bir adam. 39 yaşında. Eski bir bilgisayar korsanı. “Özel bilgi”ye inanmıyor ve “Ben elime geçen her sırrı açıklarım” diyor. Sansüre ve gizliliğe karşı. 1991’de gözaltına alınmış ve mahkeme onu kefaletle serbest bırakmış.
İnternet gazeteciliğine 2006 yılında başlayan Assange, amacının her türlü gizli belgeyi deşifre etmek olduğunu söylüyor.
Sansüre ve gizliliğe şiddetle karşı. Özgür basını seviyor. Araştırmacı gazetecilik üzerine çalışıyor. Fizik ve matematik okumuş, ödüller almış.
Dünyanın her yanında muhbirleri var.
¡ ¡ ¡
Assange, Amerikan askerlerinin Irak’ta iki fotoğrafçıyı ve bir sivili öldürdüğü görüntüleri yayınlayınca Amerika’da “kötü adam” oldu.
Bu arada 77 bin Afgan savaş belgesini ifşa edince tutuklanmamak için Amerika’dan kaçtı. Daha sonra 400 bin Irak savaş belgesini yayınladı. Şimdi de ABD Dışişleri’nin gizli belgelerini gözler önüne sererek “hedef adam” haline geldi.
ABD’den kaçıp sığındığı İsveç’te, bir kadına tecavüz ettiği suçlamasıyla başı derde girdi. Karalama kampanyası yoğun bir hal alınca İsviçre’ye kaçtı.
“Asla geri adım atmayacağım” diyen Julian Paul Assange, 2009’da Amnesty International’ın insan hakları ödülünü aldı.
Eylül 2010’da dünyanın en etkili 50 kişisi arasında 23’üncü sırada gösterildi.
Ünlü Time Dergisi onu 2010 yılının en etkili kişileri arasında ilk sıralarda gösterdi..
¡ ¡ ¡
WikiLeaks belgeleri, Amerikalı diplomatların bulundukları ülkelerdeki köstebeklerinden aldıkları bilgileri ve kendi değerlendirmelerini içeriyor.
Wiki-miki derken devletlerin bütün sırları ortaya döküldü!
Ulusumuzun nasıl kandırıldığını, Türklere nasıl yalanlar söylendiğini bir kez daha anladık.
Amerikalı diplomatlar, dünyanın her ülkesinde köstebekler kullanıyor, para ile insanlar satın alıyor, özel bilgilere ulaşıyor.
Her ülkede köstebek var ama Türkiye’deki köstebeklerin sayısı, diğer ülkeleri ikiye katlıyor. “Köstebekler ülkesi olmak” kabul edilebilecek bir durum değil...
Hani bizim onurumuz, gururumuz, vatan sevgimiz?
WikiLeaks’in açıkladığı belgelerin binde birini özgür ülkemizde, Türk gazetecileri açıklasaydı, yanarlardı! Akıbetleri “Ergenekon sanıkları” gibi olurdu herhalde!
Yazının Devamını Oku

Top sahasında müzik sesleri!

29 Kasım 2010
SANAT, bir ülkenin gücüdür.

Atatürk “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyerek toplumların sanatsız gelişemeyeceğini anlatmıştır.
Sanat eserleri, uygarlıkları sonraki kuşaklara anlatan tanıklardır.
Sanatın meyveleri ölümsüz olur.
Biz ulus olarak sanata gereken önemi veriyor muyuz?
Bu soruya gönül rahatlığıyla “Evet” demek mümkün değil!
Dünyanın en büyük kentlerinden olan dev İstanbul’da, kaç tane sanat merkezi var ki?
Baleyi, dansı günah sayan bir zihniyetin, sanatla ne kadar ilgisi olabilir?

Yazının Devamını Oku

Büyük hesaplaşma!

28 Kasım 2010
CHP bir gayya kuyusu! Yönetmek kolay değil! “Gayya” ne demek? Cehennemde bulunduğu varsayılan bir kuyunun adı... “Gayya kuyusu” ise “Karmaşık işlerin döndüğü yer, çapraşık bir durum!”
CHP, işte bu halde...
Taze Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, 6 ay sonunda fıtık oldu. Daha doğrusu CHP, Kılıçdaroğlu’nu fıtık etti!
Hafta içinde başarılı bir ameliyat olan Kılıçdaroğlu’na “Geçmiş olsun”  diyoruz.
Sırtında büyük yükler, taşınması zor sorumluluklar bulunan Kemal Bey’i, Tanrı yeni bir fıtık ameliyatından korusun!
* * *
CHP 33 yıldır iktidar olamıyor. Bunun birçok nedeni var.
Parti içinde bir kör dövüşü sürüyor. Neyi paylaşamıyorlar? Menfaatleri!
Bu kargaşaya rağmen “İlk seçimde iktidara geleceğiz” diyorlar. Peki, nasıl olacak bu?
CHP’nin yeni projeleri, halka umut verecek yeni mesajları var mı?
Yoksa eski söylemlerini mi tekrarlayacaklar?
Yarın iktidar olacağı söylenen partinin yeni yol haritası nedir?
Ekonomide, milli eğitimde, dış politikada ne yapacaktır?
* * *
CHP’ye oy vermeyi düşünen ama tereddütleri olan kitlelerin kafaları karışık, zihinleri allak bullak! CHP’nin ne yapacağı ya da neler yapabileceği konusunda bir açıklık göremiyorlar.
Görünen sadece iç çekişmeler ve koltuk-makam kavgaları...
Kılıçdaroğlu, türban, din, Kürt sorunu gibi konulara girerken, mayınlarla dolu bir tarlada dolaştığının bilincinde olmalıdır.
Kemal Bey, adı dürüstlükle özdeşleşmiş, düzgün, güvenilir bir siyasetçidir. Sağlam bir kişiliği vardır. Tamam da... Kadrosu güven veriyor mu? Kendisi güçlü bir lider midir?
Bu henüz net olarak belli değil!
* * *
Kılıçdaroğlu, din ile sorunu olmadığını göstermeli ama dinci kisvesine bürünmemeli...
Kürt sorununu çözme çabalarını sürdürmeli ama BDP ile ittifak gibi saçmalıkların tuzağına düşmemeli... Din ve PKK, Türkiye’nin en hassas konularıdır. CHP, oy için bunlara göz kırparken unutmasın ki, dayandığı taban altından kayabilir.
Bu konularda atılacak yanlış adımlar, bir canlı bombayı koynuna almakla eşdeğerlidir. CHP’yi paramparça eder!
* * *
Kılıçdaroğlu polemiği seviyor, herkese, özellikle Tayyip Bey’e laf yetiştiriyor ama polemiklerle bir yere varılmaz ki...
Haziran 2011’de yapılacak genel seçimlere sadece 6 buçuk ay kaldı.
CHP lideri, acemilik dönemini artık geride bırakmalı. Mevlânâ’nın dediği gibi: “Dün dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım!”
Kılıçdaroğlu yeni söylemler, yeni sloganlar bulmalı, yeni projeler üretmeli, karamsar kitlelere yeni umutlar vermeli. Onu gören, onu dinleyen Türk insanının yaşama sevinci coşmalı... Peki, bu umudu verebiliyor mu? Şimdilik hayır!
Kılıçdaroğlu’nun başarılı olması Türkiye’nin kazancı olur. Siyasette en azından denge sağlanır. AKP, boş sahada tek başına top koşturamayacağını anlar!
18-19 Aralık günleri toplanacağı belirtilen “CHP Olağanüstü Kurultayı”nın büyük bir hesaplaşmaya sahne olacağı ve bir meydan savaşı halinde geçeceği kesin!
Kemal Kılıçdaroğlu’nun en büyük liderlik sınavı bu olacak! Başarılı olamazsa, hem kendisi, hem CHP, hem de ülke kaybeder!
Yazının Devamını Oku

İnsanlık öldü mü?

25 Kasım 2010
ZİYARET için gazeteye gelen bir arkadaşım, daha odadaki koltuğa oturmadan, içini çekerek, hüzün dolu bir sesle: “İnsanlık ölmüş vallahi!” dedi. “Hayrola, ne oldu?” diye sordum.
“Az önce Güneşli yolunda gördüğüm olayın insanlıkla ilgisi yok!”
“Ne oldu ki? Ne gördün? Anlat bakalım...”
“Adamın biri yerde yatıyordu. Ölmüş mü, yaralı mı, bir araç mı çarptı, fenalık mı geçirdi, belli değil! Yardıma ihtiyacı olduğu belli...”
“Eee... Sonra ne oldu?”
“Onlarca insan yürüyüp yanından geçti, dönüp ona bakan olmadı. Herkes görmezlikten geldi. Kimsede yardım duygusu ve vicdan kalmamış arkadaş!”
“İyi diyorsun da, peki, sen niye yardım etmedin?”
“Haklısın. Ben de yardım etmedim. Yaralı bir kişiye yardım etmek, insanî bir görevdir ama ben de insanlık yapmadım doğrusu... Eski bir tarihte başımdan geçen bir olaydan sonra Kuran-ı Kerim’e el basarak yemin ettiğim için artık kimseye yardım edemiyorum. Kalbim parça parça olsa da, kafama tabanca dayasalar da, yine yardım edemem. Üzülürüm sadece... Kalbim kan ağlar, elim ayağım titrer ama yapamam... Dedim ya, yemin ettim bir kere...”
“Garip bir durum... Hem insanlık ölmüş diyorsun, hem de aynı vicdansızlığı kendin yapıyorsun. Tam bir çelişki, tam bir saçmalık değil mi?”
“Öyle söyleme... Dedim ya, birkaç yıl önce, yolda bulduğum bir yaralıyı hastaneye götüreyim demiştim, başıma gelmeyen kalmamıştı... Dinlemek ister misin?”
“İsterim tabii... Merak ettim, anlat bakalım, ne oldu?”
* * *
Arkadaşım anlattı:
“Birkaç yıl önceydi. Topkapı dışında, yerde bir adamın yaralı olarak yattığını gördüm. Her yanı kan içindeydi ve can çekişiyordu! Bir otomobilin çarpıp kaçtığını anladım.
Adamı kucaklayıp, bin bir güçlükle arabamın arka koltuğuna taşıdım. Üstüm başım da, yepyeni arabamın koltuğu da kanlar içinde kaldı.
Alelacele Cerrahpaşa Hastanesi’ne gittim. Yaralı derhal Acil Servis’te ameliyata alındı.
Benim insanlık görevim bitmişti. Artık gidebilirdim. Öyle değil mi?
Nah gidebilirim! Hastane polisi yakama yapıştı:
‘Dur bakalım arkadaş, belki adamı sen ezdin!’ dedi.
Polise, sadece insani görevimi yaptığımı anlatamadım. ‘Bak memur bey’  dedim, ‘Eğer adama ben çarpsam, arabada ezikler olur. Gördüğün gibi en ufak bir iz yok. Ayrıca adımı-sanımı, işimi-adresimi verdim. İstediğiniz vakit beni bulabilirsiniz. İşim gücüm var, iş görüşmeleri yapacağım. Ben sanık değil, tanığım, ifademi verdim, bırak gideyim.’
Hayır, gidemedim. Beni 24 saatten fazla nezarette tuttular. Çektiğim eziyeti ve yaşadığım korkuyu ben bilirim. Allah’tan, yaralı kendine geldi ve ifade verdi de, yakamı bıraktılar.
Eğer adam konuşamadan ölseydi, yanmıştım. Suçsuz olduğumu nasıl kanıtlayacaktım?”
* * *
“Bir daha insani yardım mı? Allah göstermesin! Artık yeminliyim.
Ülkemizde önce anlayışın değişmesi ve insanlara güvenilmesi lazım...
Yardım eden herkese suçlu muamelesi yapılırsa, iyiliğin karşılığı karakollarda sürünmek olursa, kimse kimseye yardım etmez!
Ben o gün dersimi aldım, o öfkeyle yemin ettim. Artık kalbim parça parça olsa da, yüreğim yangın yerine dönse de kimseye yardım edemiyorum.
Hadi ben böyleyim... Utanıyorum... Peki, diğer insanlar niye yardım etmiyor?
İnsanlık ölmüş arkadaş!”
Yazının Devamını Oku

Bir dokun bin ah işit! (2)

22 Kasım 2010
GEÇEN haftaki “Hastaneler Ticarethane Oldu” başlıklı yazıma, yağmur gibi yağan mesajlara bugün de devam ediyorum. Çoğu doktorlardan gelen mail’lerden birkaç örnek daha (kısaltarak) verip bu konuyu noktalayacağım. Şimdilik tabii... * * *
Doktor Nadiye Kahraman yazıyor:
“Hastanelerin ticarethaneye dönüşmesiyle ilgili yazınızı ilgiyle okudum. Bir hekim olarak meslektaşlarım adına esef duydum.
Susmamalıyız. Susmak da suça ortak olmak demektir çünkü...
Ben, üç yıl önce çalışmakta olduğum özel bir hastaneden, iyi bir tüccar olmadığım gerekçesiyle kovulduktan sonra kerhen emekli oldum ve bu ‘Kurtlar sofrasında yokum’ diyerek bir süre çalışmadım. Şimdi, bana göre düzgün insanların, tüccar olmayan doktorların çalıştığı bir hastanede çalışmaktayım.
Ettiğimiz kutsal yeminin gereğini yerine getirerek insanlara yardımcı olmak ve gözlerini para hırsı bürümüş bir takım ‘Kravatlı eşkıya’ grubuna ‘dur’ demek istiyorum.”
* * *
Fransa’da yaşayan Türk vatandaşı Profesör Celine Cotton’ün Türkiye serüvenini özetleyerek naklediyorum:
1) Ben bir Fransız profesörle evliyim. Paris’te yaşıyorum. Anavatanım Türkiye.
2) Emekli bir öğretmen olan annem, İstanbul Etiler’deki bir hastanede (mektupta hastanenin ve doktorun adı var) sol gözünden katarakt ameliyatı oldu. Emekli Sandığı’nın ödemesi ile ücret 930 TL. idi. 350 lirasını biz ödeyecektik. Fakat o ne? 4500 TL. istemesinler mi? Biz itiraz edince ‘Hadi hatırınız için 3500 TL. olsun’ dediler. Parayı mecburen yatırdık. Ameliyat başarılı geçti. Ertesi günü kontrol için gittiğimizde fatura istedik. Mırın kırın ettiler ve vermediler. Yeni adı SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) olan Emekli Sandığı’nın Zeyrek’teki binasına gidip müdüre durumu anlattık, şikâyet dilekçemizi verdik. SGK müdürlüğünün soruşturma açması üzerine hastane yetkilileri anneme ‘Şikâyetini geri alın paranızı verelim veya öbür gözünüzü bedava ameliyat edelim’ demeye başladılar. Bu nasıl bir ciddiyetsizliktir?
3) Bir yaz tatili sırasında İstanbul’da sol ayağım kırıldı. Çağlayan’daki özel bir hastaneye gittik (mektupta hastanenin adı var). Sadece bandaj yapılması gereken ayağa 40 kilo alçı yapıldı, 4750 TL. hesap çıkarttılar. Eşim yabancı, bizi göz göre göre kazıkladılar! Türk ve Müslüman anavatanım böyle mi olmalı?
4) Yeşilköy’de bir hastanede (mektupta adı var) yanlış ameliyat edilen ve ruhunu teslim eden bir de şehidim var. Canım kız kardeşim... Onun acısı hâlâ yüreğimde.”
* * *
Bu da, Doktor Coşkun Bahar’dan gelen bir mektubun özeti:
“Ben bir üniversitede, halk sağlığı uzmanı olarak çalışmaktayım.
Sağlık sistemimizle ilgili olarak dile getirdiğiniz sorunlar uzun yıllardır yaşanan gerçeklerdir. İşin acı tarafı, insanlarımız başlarına gelen acı olayların nedenini yeryüzünde aramıyor, göklerden (Tanrı’dan) geldiğini sanıyor.
Günümüzde sağlık hizmeti, hastaya sunulan bir sosyal hizmet olmak yerine, giderek aşırı kâra yönelik bir hizmete dönüşmüştür. Devlet Hastaneleri ve Kamu Üniversitesi Hastaneleri dahil olmak üzere Türkiye’deki tüm hastaneler aslında özel işletmedir. Çünkü bu hastanelerin hepsi ‘Döner Sermaye İşletmesi’ mantığı çerçevesinde kâr amacıyla çalışmaktadırlar.
Doktorlar nasıl bir sistemin içinde olduklarını çok iyi biliyorlar. Ancak seslerini çıkarmadıkları sürece paylarına düşeni alıyorlar. Çünkü sistem bu haliyle birilerine daha büyük rantlar kazandırıyor. Hastaneler ticarethane olmaya, doktorlar da tüccar olmaya devam edecektir. Herkese hayırlı alışverişler!”
Yazının Devamını Oku

Bir dokun, bin ah işit!

21 Kasım 2010
“HASTANELER Ticarethane Oldu” başlıklı yazıma gelen mektuplar çığ gibi... Bazıları kısa, bazıları uzun bir roman sanki... Mesajların çoğu, doktorlardan geliyor. Sağlık sistemindeki çarpıklıkları, yozlaşan zihniyeti kabul ediyor, doktorların, bir yandan hastane sahiplerinin kâr baskısı, bir yandan mesleki sorumlulukları arasında sıkıştıklarını, Sağlık Bakanlığı’nın “Performans Sistemi”nin her şeyi berbat ettiğini söylüyorlar.
Bu mektuplardan (kısaltarak) bazı örnekler vermek istiyorum.
* * *
Sağlık Bakanlığı eski müsteşarlarından Dr. Aytun Çıray şöyle yazıyor:
“Hastaneler Ticarethane Oldu” başlıklı yazınızda, sadece bugün değil, ileride Türkiye’nin ağır bedeller ödeyeceği bir konuyu en iyi şekilde dile getirmişsiniz.
Ben, konuyu hem Sağlık Bakanlığı Müsteşarı, hem bir doktor, hem de bir yazar olarak dile getirmeye çalışıyorum. Ancak, medyanın diğer unsurları ‘Üç maymun’u oynadıklarından ve iktidar özgür basına itibar etmediğinden değişen bir şey olmuyor.
Sağlık Bakanlığı “Performans Sistemi”ni getirdiğinde Numune Hastanesi’nde ameliyat sayıları yüzde 300 arttı. Bu cinayet demektir. Ahlaki açıdan, terör kadar önemli bir sorundur. Kaleminize, elinize sağlık.”
* * *
“Yazınızda bahsettiğiniz hususlara katılıyorum. Sağlık meselesi maalesef ticari hale gelmiş durumdadır ve insanların sevdikleri için her şeyi göze alacakları bilindiğinden bu durum sonuna kadar sömürülmektedir.”
(Serdar Fadıllıoğlu)
* * *
“İnsanın her tarafta hastane görmesi gerçekten güzel bir şey. Allah muhtaç etmesin ama eksik de etmesin. Ancak bahsettiğiniz çarpıklıklar için aynen size katılıyorum.
Bir yakınımın kulaklarından şikâyeti vardı. Doktor geldi, kulaklara şöyle bir bakıverdi. Tansiyona baktı, gözlere baktı, kalbi ve akciğerleri dinledi, sonra masasına geçip bir sürü şey yazdı. ‘Bunlar nedir doktor bey?’ diye sordum. Kan ve idrar tahlili, akciğer filmi vs. ‘Bunları yaptırıp gelin’ diye cevap verdi. ‘Doktor bey, biz kulak için geldik’ dedim ama o ‘İlla bu tahlilleri yaptıracaksınız’ diye diretti. Meğer oranın tek doktoruymuş, üstelik kulak-boğaz-burun doktoru değilmiş!”
(Hüseyin Işık)
* * *
“Sadece hastaneler mi ticarethane oldu? Özel üniversiteler de ticarethane haline geldi. 4 yıllık bölümü 4 yılda bitirebilen hiç kimse yok. En az 6-7 senede mezun olabiliyorsun. Kaç yılda mezun olabileceğine onlar karar veriyorlar. Sen veli olarak sağmal inek gibisin. Bir kere o yola girdin mi, vazgeçme şansın yok.
Sağabildikleri kadar sağıyorlar. Lütfen yazın. Belki biraz utanırlar!”
(Ahmet Yılmaz)
* * *
“Ben de doktor olduğum için yazınızı büyük bir dikkatle okudum. Anlattığınız olaylar gibi binlercesi özel hastanelerde her gün cereyan ediyor.
Hastaneler, hastanın derdine derman olmaktan öte, bir ticarethane haline dönüşmüştür. Yeter ki hasta elden kaçırılmasın tarzındaki yerleşik düşünce daha çok cana mal olacaktır. Fakat bunların çoğu da yandaş oldukları için dokunulmazlardır!”
(Dr. Ahmet Bozaykut)
* * *
“Bu tezgâhın parçası olmayı reddettikleri için işini kaybeden doktor tanıdıklarımız var. O sebeple yazıklarınızı harfiyen biliyorum. Memlekette ahlak erozyonu var!” (Ahmet Karahan)
NOT: Mektuplara yarın devam edeceğim. R.T. 
Yazının Devamını Oku

Allah kabul eder mi?

18 Kasım 2010
BİZ hep “Toplumun aynasıyız” gibi sözlerle kendimizi aldatırız. “Basın toplumu aydınlatan ışıktır... Basın toplumun aynasıdır” filan...
İyi de... Ayna köre yardımcı olmaz ki...
Önce bakan, inceleyen, gören gözler gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz toplumun bir bölümü olayları algılayamıyor, gerçeklerle karşılaşıldığı zaman, onu anlamaya çalışacağı yerde öfkeleniyor, kızıp küfrediyor.
Yıllardır “Türkiye 21’inci yüzyılın lider ülkesi olacak... İstikbalimiz parlak! Müthiş bir gelişme içindeyiz” diye avutulduk.
Türkiye şöyledir, böyledir, aslandır, kaplandır ama... Kesecek kurbanını bile yabancı ülkelerden ithal eden, borç içinde yüzen bir kaplandır!
¡ ¡ ¡
Bugün mübarek Kurban Bayramı’nın üçüncü günü...
Her yıl olduğu gibi caddelerde inekler, boğalar ve koyunlar kovalandı. İnsanlar, kurban yerine kendilerini kesti, gösteriş olsun diye evlerinin kapısında kurban kesenlere rastlandı.
Bu yıl kesilen kurbanların bir kısmı, Avustralya’dan, Güney Amerika’dan ithal edildi.
Uruguay’dan satın alınan kurbanlık “angus inekleri” gemiyle ülkemize getirildi. Anavatanı İskoçya olan ve boynuzları olmayan angus inekleri, bizim ineklerden çok daha iri ve etleri daha lezzetli. Angusların ağırlığı 800 kilo ile 1.5 ton arasında değişiyor.
¡ ¡ ¡
Şuraya bakar mısınız lütfen? Tarım ve hayvancılık ülkesi olan Türkiye’de, tarihimizde ilk defa, yabancı ülkelere döviz ödeyerek kurbanlık canlı hayvan almak zorunda kalıyoruz.
Acı bir durum! Kurbanımızı bile kendimiz yetiştiremiyor, elin yabancısının besleyip büyüttüğü hayvanları, borca girip satın alıyor, kesiyoruz?
Bunlarla sevap işlediğimizi sanıyoruz!
“Paramız var ki alıyoruz” demeyin. Paramız da yok! Ülke olarak hep borç içinde yaşıyoruz! Türkiye’nin yabancı ülkelere olan borcu her yıl hızla artıyor!
“Borçla yaşayanın benzi sararır” derler... Biz de sapsarı olmuş durumdayız.
¡ ¡ ¡
Eylül sonu itibarıyla Türkiye’deki yabancı para miktarı 117.5 milyar dolar!
75 milyar dolar borsada işlem görüyor.
33 milyar dolar hazine bonolarına yatırılmış durumda. Çok tatlı faiz var.
9.5 milyar dolar, bankalarda yabancı mevduat halinde...
Yatırımla ilgisi olmayan, işsizlik sorununa çözüm getirmeyen, ülkenin sadece gününü kurtaran “sıcak para” bunlar!
Faizini alacak, sömürebildiği kadar sömürecek, damarlarda emecek kan kalmayınca ya da en ufak bir çalkantıda yabancı paralar, serçe sürüsü gibi bir anda kanatlanıp “Pırrr” diye başka ülkelere uçacak. O zaman kıyamet kopacak tabii...
Cari açık büyüdükçe büyüyor. Bu yıl yüzde 220 oranında artmış! Sıcak para ile cari açıklar kapatılmaya çalışılıyor!
¡ ¡ ¡
1970’lerde Türkiye’de “her insana iki hayvan” düşüyordu. 40 yıl sonra bugünlerde, “her insana ancak yarım hayvan” düşüyor!
Türkiye’den Çin’e kadar uzanan bir yol düşünün. Bu bayramda, 10 bin kilometrelik bu yol boyunca, her beş metrede bir hayvan boğazlandı.
Elin yabancısının yetiştirdiği hayvanları, yine yabancılardan aldığımız borç para ile getirip kurban diye keserek sevap mı işledik?
Borçla kurbanlık hayvan alıp kesmek aslında günahtır. Fakat iş çığırından çıkmış durumda!.. Allah bunu kabul eder mi, bilemiyorum!
Yazının Devamını Oku