28 Ekim 2010
YARIN Cumhuriyet’in 87’nci kuruluş yıldönümünü kutlayacağız. Mutlu bir gün olması gerekiyor değil mi?
Peki, mutlu muyuz?
Yasaların çiğnendiği, cemaatlerin devlete hâkim olduğu, ilköğretim okullarında bile laikliğin yerle bir edildiği bir dönemde nasıl mutlu olabiliriz?
Dinciliğin dörtnala at koşturduğu, dinin kişisel ya da parti çıkarları uğrunda hoyratça istismar edildiği bir dönemde, gerçek cumhuriyetçiler mutlu olabilir mi?
Günümüzde yozlaşmadık bir kurum kaldı mı, bilemiyorum!
Cumhuriyet’in 87’nci yılını, çok sayıda sorunun oluşturduğu dumanlı bir havada, umutları gölgeleyen bir kaos içinde idrak ediyoruz.
* * *
Aslında, 87 yılda büyük gelişmeler sağladık, mucizevi başarılara tanık olduk. Tüm bunlara, büyük Atatürk’ün muhteşem devrimleri sayesinde ulaştık.
87 yıl önce 29 Ekim 1923 günü nasıl bir Türkiye vardı?
Hayatı, yakın tarihimizi incelemekle geçen ve bu konuda önemli kitaplar yazan Turgut Özakman, Cumhuriyet yönetiminin görevi devraldığı tarihteki Türkiye’yi şöyle anlatıyor:
* * *
“13 milyon nüfus... İlkel bir tarım... Sıfıra yakın sanayi... Madenlerin büyük çoğunluğu, limanlar ve var olan bütün demiryolları yabancı şirketlerin yönetiminde... Ülkede 153 ortaokul ve lise, sadece bir üniversite var...
Halkın yüzde 7’si okuryazar... Bu oran, kadınlarda yüzde 1 bile değil. Ekonomik bakımdan yarı sömürge... Kişi başına gelir 4 lira... Kişi başına ortalama kamu harcaması 50 kuruş!
Altyapı her alanda yetersiz. Bilim hayatı ve düşüncesi yok sayılacak düzeyde... Anadolu, yetersiz medreselerin elinde... Her yanda tarikatlar, tekkeler, dergâhlar var.
Yasalar, çağın gerçeklerinin çok gerisinde...
Kadınların ilke olarak toplumsal hayatları ve hiçbir hakları yok.
Kadınların da bir gün erkekler gibi doktor, mühendis, avukat, belediye başkanı, milletvekili, bakan olabileceklerini hayal etmek bile zor. Ne seçme hakları bulunuyor, ne de seçilme... Kısacası, vatandaş sayılmıyorlar.
Ülke neredeyse bütünüyle ve pek çok alanda ortaçağı yaşıyor...”
* * *
Türkiye işte o günlerden bugünlere geldi.
Cumhuriyet dönemi, çağın gereklerine uygun, yeni insan yetiştirmeyi, akla ve bilime öncelik vermeyi, Anadolu aydınlanmasını, büyük bir kalkınmanın gerçekleştirilmesini amaçlayan muhteşem devrimler yaptı.
Atatürk devrimleri, umutsuzluktan, yepyeni, güçlü, büyük bir Türkiye yarattı.
Cumhuriyet rejimi, bir devlet için kısa sayılabilecek süreye, belki de beş-on kuşakta yapılamayacak işleri, hamleleri, devrimleri sığdırdı.
* * *
Nerelerden geldik? Şimdi ne durumdayız? Ve nereye gidiyoruz?
Bunu bir bilebilsek ya da geldiğimiz yeri hatırlayabilsek!
O zaman, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin değerini daha iyi anlayacağız ama... Son yıllarda Cumhuriyet’in bütün değerlerini yok etmeye çalışan bir zihniyet ülkeye egemen olmaya başladı... Atatürk ilkeleri hırpalanıyor, yok edilmeye çalışılıyor.
Yaşanan olaylar, bir karşı devrimle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Yarın, Cumhuriyet’in 87’nci yıldönümünü kutlayacağız...
Kutlayacağız ama hangi yüzle?
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
25 Ekim 2010
MEMLEKETTE rüşvetten bol bir şey yok! Son birkaç gündür gazetelerde rüşvet haberleri iyice çoğaldı.
ABD’nin güçlü şirketlerinden 3M, Türkiye’de belediyelere büyük rüşvetler dağıtmış... Şirketin Amerika’daki merkezi “Bizim Türkiye’deki temsilciliğimiz belediyelere rüşvet vererek ihaleler almış!” diye bizzat açıklama yapmak zorunda kaldı.
3M ne sattı, kime sattı? Bunlar elbette ki kayıtlarda var. Peki, sonuç? Hiç ses seda yok!
Ya yargıdaki rüşvet olayına ne demeli?
Üç gün önce, aralarında Yargıtay eski Daire Başkanı’nın da bulunduğu 37 kişi, “yargıda rüşvet” iddiasıyla gözaltına alındı.
Büyük rüşvet skandalına, İstanbul Ticaret Odası Başkanı’nın da adı karıştı.
İddialar arasında, rüşvetin Ankara’ya araç bagajında götürüldüğü, pantolon cebinden rüşvetler taştığı söylemleri de var.
¡ ¡ ¡
Aslında rüşvet de, fahişelik gibi, insanlık tarihi kadar eskidir!
Her devirde bin bir türlü rüşvet olayı yaşanmıştır. Rüşvet olayları, düşman süngüsü gibi delik deşik eder toplumları... Çürütür, yozlaştırır, ahlaki değerleri bitirir!
İnsanlarımız yıllardır aldatıldıklarını bilir... Bilir ama artık alışmış, kanıksamıştır!
Bu ülkede güvenip de aldatılmayan kim var ki?
Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet haberleri sürüsüne bereket! Fazla etki yapmıyor!
Yönetime kim gelirse gelsin sistem halkı pestile çeviriyor. 70 yıldır değişmeyen gerçek bu.
Rüşvetin dönmediği, yolsuzluğun olmadığı kurum sayısı parmakla gösterilecek kadar az.
¡ ¡ ¡
Aklıma ülkemizin bilinen ilk rüşvetçi sadrazamı geldi... Bu adam, Kanuni Sultan Süleyman’ın (1494-1566) damadı Rüstem Paşa’dır.
1500-1561 yılları arasında yaşayan Rüstem Paşa’yı tarihçiler şöyle anlatır:
Tarihimizin bilinen ilk rüşvet olayının kahramanı Hırvat dönmesi Rüstem Paşa’dır.
Sadrazamlığı sırasında devleti öyle soymuş, öylesine büyük rüşvetler almıştı ki, zenginliği padişahı bile geçmişti. Küpleri altın doluydu. Buna rağmen rüşvetsiz hiçbir iş yapmazdı!
Bir de çok şanslıydı bu adam... Mesela Padişah Kanuni Sultan Süleyman, biricik kızı Mihrimah Sultan’ı Rüstem Paşa ile evlendirmek isteyince, paşanın aleyhtarları hemen bu evliliği önlemek için faaliyete geçti.
Rüstem Paşa’yı gözden düşürmek için birçok kusurlarını saydılar ve hatta cüzam olduğunu bile ileri sürdüler.
O zamanlar cüzam, bugünkü AIDS gibi korkunç bir hastalıktı. Diğer iddialara kulak asmayan padişah, bu iftira karşısında şaşırdı ve işi hekimbaşıya havale etti.
Hekimbaşı, kimde bit bulursa onun cüzamlı olmayacağını tıbbi bir esas olarak ortaya attı ve paşayı muayeneye sevk etti.
¡ ¡ ¡
Meşhur bit, işte bu muayene sırasında paşanın gömleğinde görüldü. Hekimbaşı “Buldum, buldum! Bir bit buldum!” diye sevinçle bağırdı ve adamın cüzam olmadığı uğurlu bit sayesinde anlaşıldı. Olayla ilgili şu beyit tarihe geçmiştir:
Olacak kişinin bahtı iyi, talihi yar / Sırtındaki bit bile onun işine yarar!
Padişahın damadı olduktan sonra devleti iyice soyan ve kendisine işi düşen herkesi yolan Rüstem Paşa öyle büyük rüşvetler yedi ki, 61 yaşında öldüğü vakit arkasında yüzlerce çiftlik, binlerce ev, sayısız arsa, milyonlarca altın ve mücevher bıraktı.
Kefenin cebi yoktur. Yenilen rüşvetlerin hepsi bu dünyada kalır. Rüstem Paşa da servetini yiyemeden öldü gitti. Şimdi mezarında kemikleri kalmamıştır!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
24 Ekim 2010
MEHMET Şevket Eygi dinci kesimin önde gelen yazarlarından ve fikir önderlerindendir. Eski yıllarda “Son Çağrı Gazetesi”nde onunla kısa bir süre beraber çalışmıştık. İnsan olarak zarif bir kişidir ama bazı düşünceleri çok radikal, çok katı ve rahatsız edicidir!
Türkiye’deki kadınların tesettürünü beğenmeyen Eygi Hoca “Bunlar İslâmiyeti rezil ettiler” diyerek, daha ilerisini isteyip kadınların “çarşaf ve peçe” kullanmaları gerektiğini söylüyor ve:
“Gidin, tesettürü Yemen’de görün, Arabistan’da görün, Fas’ta görün! Sizinkisi tesettür değil, rezalettir!” diyor.
Biz kadınlarımıza türban giydirilmesinden şikâyet ediyorduk, oysa Eygi Hoca ve onun gibi birçok kişi türbanı bile az buluyor, kadın özgürlüğünün daha da kısıtlanmasını istiyorlar!
Mehmet Şevket Eygi’nin 21 Ekim tarihli ve “Sıkmabaş Bayan Gökkuşağı” başlıklı yazısını okurlarımla paylaşmak istiyorum:
¡ ¡ ¡
“Sizi protesto ediyorum. Çünkü siz, İslâmî tesettürün canına okudunuz.
Sizin tesettürünüz İslâm’a, Kur’ana, Sünnete, Şeriata uygun değildir!
İslâmî tesettür, iffetli ve şerefli İslâm kadınlarını ve kızlarını şehvetli bakışlardan korumak için bir perdedir. Sizin kıyafetiniz ise, açık kadınlardan daha fazla şehevî/seksî bakışları çekmektedir.
Sizin sıkmabaş rengârenk kıyafetiniz tesettür değil, anti-tesettürdür.
Sadece sizi değil, sizin: Anne babalarınızı, kocalarınızı, velilerinizi de protesto ediyorum. Bu kadarla da yetinmiyorum:
Sizi böyle anti-İslâmî kılık ve kıyafetlere sokan sözde modacıları da protesto ediyorum.
Uyduruk, kıytırık tesettür kıyafetler satarak yüklü paralar vurdular ama şer’i tesettürün canına da okudular. Bakalım bu cinayetlerinin hesabını nasıl verecekler?
İslâmî, şer’î tesettür dediğin sade olur.
Tek veya en fazla iki renk olur, gökkuşağı gibi alaca bulaca olmaz.
Parlak renkler olmaz, sade pastel renkler olur.
Vücut hatlarını göstermez, bol olur.
Yabancı erkeklerin şehvetli bakışlarını çekmez. Dikkat çekmez.
Şer’î tesettür kadına şeref, haysiyet, itibar kazandırır.
Sizinkisi tesettür değil, rezalettir.
Gidin tesettürü Yemen’de görün, Arabistan’da görün, Fas’ta görün, diğer nice bilâd-ı İslâmiyede (İslâm memleketlerinde) görün.
Merhum Sultan Abdülhamid-i Sanî efendimiz zamanında İstanbul’da, Osmanlı vilâyâtında gerçek tesettür vardı. İslâm kadınlarının haysiyeti ve itibarı vardı.
Çarşaf ve peçe gerilikmiş, çirkinlikmiş... Bunu söyleyen halt etmiş.
Bana inanmayanlar Yakub Kadri’nin ‘Çarşafa ve Peçeye Dair’ başlıklı nefis yazısını okusunlar. O, dindar biri değildi ama bir estetti. Çarşaf ve peçeyi öve öve bitiremiyor.
Evet, alaca bulaca, daracık, rengârenk, yırtmaçlı, takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş, ‘ve lâ teberrecne...’ (ziynetlerini ve süslerini açığa vuran) kılıklı ve tavırlı sözde tesettürlüler, sizi protesto ediyorum.
Dost acı söylermiş...”
¡ ¡ ¡
Dinci kesimin en önde gelen yazarlarından ve fikir önderlerinden M. Ş. Eygi’nin görüşleri böyle... Türk kadınının Yemen, Arabistan ve Fas kadınları gibi tesettüre bürünmesini istiyor.
Yemen, Fas ve Arabistan’ın, dünyanın en geri, en tutucu ülkelerinden üçü olduğunu hatırlatmama gerek var mı, bilmiyorum.
Bunlar, türbanla da kalmayarak kadını baştan aşağı çarşafa dolamak istiyorlar!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
21 Ekim 2010
HANEFİ Avcı kim?<br><br>Bir polis müdürü... Başarılı, çalışkan, namuslu bir polis müdürü... Üstelik mütedeyyin (dindar) bir emniyet mensubu...
Terör örgütleriyle yıllardır kıyasıya mücadele eden bir polis şefi olarak tanınıyor.
Şimdi neyle suçlanıyor?
Sol bir terör örgütüne destek olduğu iddiasıyla tutuklu olarak cezaevinde bulunuyor.
“Devrimci Karargâh Örgütü” soruşturması kapsamında tutuklanan Eskişehir eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın evinde ve işyerinde ele geçirildiği öne sürülen 24 adet ses kaydıyla ilgili soruşturmada, eski Başbakanlardan Tansu Çiller’in kocası Özer Çiller, emekli Orgeneral Çevik Bir ve birçok gazeteci, işadamı, siyasetçi “mağdur sıfatı ile” ifade verdi.
* * *
Hanefi Avcı, başına gelecekleri biliyordu.
Tutuklanmadan önce “Bu devirde bu ülkede olmayacak şey yok! Yazdığım kitap nedeniyle başıma her şey gelebilir!” şeklindeki demeçleri gazete ve televizyonlarda yayınlandı.
Yılların tecrübesiyle, düşüncesi ve önsezileri doğru çıktı.
Hanefi Avcı, bir süre önce “Haliç’te Yaşayan Simonlar - Dün Devlet, Bugün Cemaat” adlı bir kitap yazmış ve yayınlamıştı.
Büyük ilgi gören ve baskı üstüne baskı yapılıp, satış rekorları kıran bu kitapta Hanefi Avcı, müthiş suçlamalarda bulunuyor, polisin, yargının ve milletvekillerinin arasına çok sayıda “cemaat imamı” sızdığını ve bunların cemaati eleştiren herkese tuzaklar kurup, komplolar hazırladığını iddia ediliyordu.
Hanefi Avcı, 28 Eylül günü tutuklandı. O gün bu gündür Silivri Cezaevi’nde...
* * *
Dün, Hanefi Avcı’dan, kendi el yazısıyla yazılmış ve kolay okunsun diye matbaa harfleri ile kopyası çıkarılmış bir mektup aldım.
Tek sayfa kâğıdın üzerinde, “Silivri Cezaevi Mektup Okuma Komisyonu”nun mektubun okunarak cezaevinden yollandığına dair damgası vardı.
Kamuoyundaki çeşitli iddialara ve söylentilere cevap niteliğinde olduğu için bu mektubu okurlarımla paylaşmak istedim. Hanefi Avcı mektubunda şöyle diyor:
* * *
“Saygıdeğer beyefendi,
Hayatı terör örgütleriyle mücadelede geçen, 34 yıllık bir polis müdürünü bir anda, sol terör örgütlerine yardım yapan bir kişiye dönüştürebilen hukuk sitemi adil değildir.
Bu anlayış, herkesi her zaman, her suçtan haksız olarak damgalayabilir, mahkûm edebilir!
Her türlü özgürlüklerin teminatı ve masumiyetin güvencesi olması gereken adalet organları, korkularımızın kaynağı haline gelmemelidir.
Hiçbir kişi veya bir örgüte mesleğimin ve kanunların yasak ettiği yardımı yapmadım. Bu konuda ciddi hiçbir delil konuşma ve tanık yoktur.
Şikâyetçi olduğum kişiler kendi hukuksuz dinleme ve izlenimlerini gidermek için olmayacak iddialarda bulunmuşlardır.
Olay sadece benim sorunum değildir. Bu adalet ve hukuk anlayışı toplum ve herkes için tehlikelidir. Bir hukuk devletinde olmayacak bir durumdur.
Bu anlayış, ülkemizde egemen olmamalıdır.
Hukuk ve demokrasi herkese, her zaman lazım olacak değerlerdir.”
(Hanefi Avcı - 4 No’lu L Tipi Cezaevi B 12 koğuş Silivri, İstanbul)
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
18 Ekim 2010
“KİMİ yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez ya da bir peştamal ya da benzer bir şeyler atarak yüzünü, gözünü, gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir ya da yere oturarak yumulur. Bu durum, ulusumuzu gülünç gösteren bir görünüştür. Hemen düzeltilmesi gerekir!” Bu sözler Mustafa Kemal Atatürk’e ait... Ata bunu 87 yıl önce söylemiş... Ülkemizde 87 yılda değişen ne var? Yine kadınların kafaları (Atatürk’ün tabiriyle) bir bez ya da peştamal ile kapanıyor. Buna türban diyorlar!
Şimdi üniversitelerde bu kılıkta öğrenim görmenin yolları açıldı.
İlerici geçinen CHP ve onun lideri Kılıçdaroğlu bile (belli ki politik nedenlerle) bunu destekliyor! Ülkemizdeki çağdaşlık (!) anlayışı böyle demek ki...
* * *
21 Mart 1923 tarihinde, yani bundan tam 87 yıl önce, Konya Hilaliahmer (Kızılay) Kadınlar Şubesi’nin düzenlediği çay partisinde Mustafa Kemal Atatürk şöyle diyordu:
“Muhterem hanımlar!
Memleketimizin bazı yerlerinde giyim tarzımız, kıyafetimiz, bizim olmaktan çıkmıştır.
Kadınlarımızın giyim tarzı ve örtünmesinde şu iki şekil görünüyor:
Ne olduğu bilinmeyen çok kapalı, çok karanlık bir dış görünüm gösteren kıyafet veyahut Avrupa’nın en serbest balolarında bile giyilmeyecek kadar açık bir giyim...
Bunun her ikisi de yanlış! Eğer şeriatın tavsiyesi, dinin emri gereği örtünselerdi, ne o kadar kapanacaklar, ne o kadar açılacaklardı.”
* * *
Bu sözlerden anlaşılıyor ki Atatürk, Avrupalılar kadar açık kıyafetleri de, Araplar kadar kapalı kıyafetleri de tasvip etmemişti.
Günümüzde “örtülü baş” hâlâ tartışılıyor. Bugün tartışılan başörtüsü değil, türbandır.
Hepimiz biliyoruz ki, başörtüsü denilen örtü, Anadolu’da yüzlerce yıldır var olan, başın altından bağlanan, saçların bir kısmının göründüğü bir örtünme şeklidir.
Türbanın ise başörtüsüyle ilgisi olmayan, siyasi bir simge olduğu yargı kararlarıyla sabittir! Saçlar, tek teli görünmesin diyerek tepede toplanıyor ve üzerine tas gibi bir bone geçiriliyor. Sonra onun da üzerine sarılan örtü, başın altından düğümleniyor ya da iğneleniyor.
Böylece din ile, İslamiyet’le ilgisi olmayan bir sıkmabaş modeli ortaya çıkıyor.
Günümüzün din alanındaki en bilge kişilerinden biri olan Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk “Dinimizde bu şekil bir örtünme modeli yoktur. Bu bir rahibe kıyafetidir” diyor.
* * *
Bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın eşi ve Başbakan’ın eşi bu şekilde örtünüyorsa ve Türkiye uygar dünyada bu şekilde temsil ediliyorsa, artık iş bitmiş demektir.
Kimileri gerçekten inançları gereği, kimileri tamamen siyasal amaçla, kimileri de maddi çıkar sağladıkları için kapanıyor.
Evet, “Bırakalım genç kızlar üniversiteye bu şekilde gitsinler” diyelim. Gitsinler de, başı açık kızlar ne olacak?
YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan “Türbansız öğrenciler de teminatımız altında” diyor.
Oysa biz bu teminatı Anayasa ve yasaların verdiğini sanıyorduk. Anlaşılan Yusuf Bey kendisini “yasa üstü” görüyor! Hukuksuzluk böyle tipler yarattı!
Bağlayıcı yargı kararlarını göz ardı edip üniversitelere türbanı sokan YÖK, bir süre sonra, yine yasaları takmayıp “İslam’da örtünmek zorunludur. Bütün kızlar üniversiteye örtünerek gelecek” derse ne olacak?
Türban özgürlük getirmiyor, tam tersine kadın özgürlüğünü kısıtlıyor!
Dünya Ekonomik Forumu’nun 2010 raporuna göre Türkiye “kadın-erkek eşitsizliği”nde İran’dan bile geri. 134 ülke arasında 126’ncı. Ne söylesek boş! Çağdaşlık düzeyimiz işte bu!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
17 Ekim 2010
TOPLUM olarak gerçekleri ya göremiyoruz ya da görmek istemiyoruz. Durumumuz bir fıkraya benziyor. İki arkadaş, güzel bir yaz günü pikniğe çıkar ve gece bastırınca çadırlarını kurup yatarlar. Gecenin bir vaktinde, iki arkadaştan biri, gürültü duyup uyanır, gözlerini açınca şaşırıp kalır. Hemen arkadaşını dürter:
“Hey, uyan uyan! Yukarı bak!”
Arkadaşı kalkar, şaşkın şaşkın bakarken o sorar:
“Yukarıya bak bakalım, ne görüyorsun?”
Beriki gözlerini ovuştura ovuştura yukarı bakar:
“Yıldızlar... Ay... Lacivert gökyüzü” diye mırıldanırken öbürü patlar:
“Ulan salak! İyice bak! Üzerimizdeki çadırı yürütmüşler!”
Biz böyleyiz işte... Ta ki, kıçımız açıkta kalınca aklımız başımıza gelecek. Gidiş, o gidiş!
* * *
9 ay sonra, Haziran 2011’de “genel seçim” var. Partiler şimdiden kollarını sıvadılar bile... Bu arada seçim fıkraları da konuşulmaya başlandı.
Aceleci bir partinin genel merkezinde genel başkan:
“Unutmayın, aday listelerine Zülfikâr Bey’le, Hayrullah Bey’i de koyacağız... Not alın, zamanı gelince bana hatırlatın. Adil davranmamız lazım!”
Parti kurmaylarından biri itiraz edecek olmuş: “Ama efendim, onlar aptalın tekidirler!”
Genel başkan bilgiç bir tavırla: “Biliyorum” demiş “ama ben demokrasiye inanırım. Ülkemizde o kadar çok aptal var ki, onların da Meclis’te temsil edilmek haklarıdır!”
* * *
Siyasete atılmak isteyen bir adam, aşağılık duygusunu yenmek için ruh doktoruna gitmiş:
“Doktor bey, hayattaki en büyük arzum, bir partiye kaydolup siyasete girerek milletvekili olmak ama bir türlü buna cesaret edemiyorum” demiş.
“Anlat bakalım, neden cesaret edemiyorsun?”
“Doktor bey, sebebini bilmiyorum ama bende aşağılık duygusu var da ondan!”
Doktor sormaya devam etmiş, adam da anlatmış:
“Doktor bey, ben hayata küçük yaşta yankesicilik ve hırsızlık yaparak başladım. İlk servetimi kadın satışından kazandım. Evimi yakıp sigortadan parasını aldım. Kumarhane işletirken, silah ve uyuşturucu kaçakçılığına başladım. Komşumun karısını baştan çıkardım. Baldız baldan tatlıdır lafına kapılarak baldızlarımdan biriyle yatıp karımı aldattım, sonra diğerine sulandım...”
Adamın yediği herzeleri dinleyen doktor daha fazla dayanamamış:
“Sende aşağılık duygusu yok!”
“Ya ne var?”
“Sen zaten aşağılık bir herifsin!”
* * *
Bir zamanlar kartaldık... Yükseklerden uçar, imparatorluklar kurardık...
Ya şimdi? Çok değiştik, çoook... Kanadımız mı kırıldı, tüylerimiz mi yolundu, nedir? Bırakınız uçmayı, neredeyse yürümeyi bile unutur hale geldik!
Bir hikâye var... Bizimle bir ilgisi yok tabii ama nedense aklıma hep o takılıyor.
Bir kartal yumurtası, bir tavuk kümesine düşer.
Tavuklardan biri onu kendi yumurtasıymış gibi alıp kuluçkaya yatar. Yumurtadan çıkan civcivi, kümesin tavukları kendilerininmiş gibi büyütürler.
Civciv kartal, yeri gagalamayı öğrenir, tavuk gibi, yetişir, gelişir...
Bir gün büyük bir kuşun üzerinden uçtuğunu görür, imrenerek bakar. Tavuklar onun tüm yaratıkların en mükemmeli olduğunu söylerler...
O dönüp, yeri gagalamaya devam eder, bir tavuk olduğunu sanarak yaşar ve ölür!
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
14 Ekim 2010
ÖNCEKİ gün Hürriyet’te Pierre Loti ile ilgili şöyle bir haber vardı: “Pierre Loti’nin Fransa’da mezarının bulunduğu Oleron Adası ve civarındaki kentlerden 6 ressam İstanbul’a gelerek Loti’nin oturduğu kahveden, Loti’nin bakışıyla İstanbul’u resmedecek. Fransız ressamlar, Osmanlı kültürünün hayranı Fransız yazar Pierre Loti’nin, bundan 100 yıl kadar önce dolaştığı ve Aziyade adlı İstanbullu bir genç kıza olan aşkını yazdığı Eyüp’teki ünlü kahvede Pierre Loti’nin izlerini sürecek.”
Haber böyle başlıyor ve 6 Fransız ressamın Türkiye’ye duyduğu ilgiyi anlatıyordu.
* * *
Fransa, bugünkü zenginliğini, sömürgelerinin kanını, iliğini, kemiğini emerek elde etmiştir.
Aslında “Uygar” denilen Avrupa uluslarının çoğu, Fransızlar gibi, mazlum ulusların kanını emerek bugünkü refahlarına ulaşmışlardır.
Buna rağmen, kendilerinin yaptığı tüm vahşeti unutup “Türkler 1915 yılında Ermenilere soykırım yaptı” diye kanunlar çıkarmak utanmazlığını yapabilmişlerdir.
Avrupalılar, kendi çıkarlarına toz kondurmazlar, güçsüz gördükleri ülkelerin üzerine acımasızca çullanırlar!
* * *
Bütün Fransızlar aynı değildir tabii... Yukarıdaki haberde bahsi geçen 6 ressam ve izini sürdükleri Pierre Loti gibi aklı başında, mantıklı, ahlaklı, sevecen, insancıl olanlar da vardır.
Pierre Loti ünlü bir Fransız yazarıdır. Herkes Türklerin üzerine hücum ederken, Anadolu yabancı orduların istilasıyla yangın yerine dönerken, Pierre Loti 1919 yılının ocak ayında Ermeni konusunda cesur bir çıkış yapmış ve Fransız halkı ile Fransız hükümetini gerçeği görmeye davet ederek şöyle yazmıştır:
“Hayatım boyunca söyledim ki, Türkler bütün Doğu’nun en sağlam, en dürüst insanları ve ayrıca hoşgörüsüzlüğün kendisi olan Ortodokslardan yüz kere daha fazla hoşgörülüdürler.
Biz Fransızların, Saint-Barthelemy katliamımız var. İspanya’nın engizisyon ayıbı var. Yahudileri vahşice katlettiler ve ülkelerinden attılar. Onlar da Türkiye’ye sığındılar ve orada büyük bir hoşgörüyle karşılanıp birer sadık Osmanlı vatandaşı oldular.
1896 olaylarını Türklerin üzerine yüklemeden önce, Ermeni Devrimci Partisi’nin nasıl bir vahşilikle saldırılar yaptığını unutmamak gerekir.
Bütün bunlara ilaveten Ermeniler bir de Hıristiyanları, Katolikleri ve Ortodoksları, Türkiye’ye karşı bütün Batı’yı kışkırtma rolünü yüklendiler. Türklerin Hıristiyan olmamaları Avrupa’nın gözünde temel bir eksiklik. Ermeniler ve Ortodokslar, bu Hıristiyan kimliğinden yeteri kadar faydalandılar ve herkesi bununla aldattılar.
Ermeniler tarafından beyan edilen ölü sayısına gelince, aşağı yukarı Anadolu’daki toplam nüfuslarının iki katını geçer. Ermeniler, tam anlamıyla yalancıdır. Fransa da Türklere haksızlık yapmaktadır.”
* * *
Bu yazının yazıldığı tarihten itibaren 91 yıl geçti.
Fransızların da, Ermenilerin de o gün yaptıkları düşmanlık bugün de devam ediyor. Yazık!
İşin daha acı yanı, ünlü bir Fransız yazarı Türkleri savunurken, Türk olarak Nobel ödülü alan bir yazar “Türkler bir milyon Ermeni’yi öldürdü” diyebiliyor. Loti’nin görüşü ise şöyle:
“Ermenilerin iddia ettikleri ölü sayısı, Anadolu’da yaşayan toplam Ermeni nüfusunun iki katını geçer! Soykırımcı Ermeniler, tam anlamıyla yalancıdır!”
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)
11 Ekim 2010
SÜLEYMAN Demirel bir siyaset bilgesidir. Başbakanlıkları zamanında çok eleştirdiğim Demirel, 7 yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde dört dörtlük bir yönetim sergiledi, laik cumhuriyetin ve anayasanın yılmaz bir savunucusu oldu. Başbakanlığı zamanında aramız bazen iyi, bazen limoni idi ama Çankaya’da olduğu yıllarda onu daha çok sevdim.
Atatürk sevgisi ileri derecedeydi ve her partiye, her kuruma eşit uzaklıktaydı...
* * *
Ertuğrul Akbay, Günaydın Gazetesi’nde uzun yıllar beraber çalıştığımız, çok başarılı bir arkadaşımdır. Akbay’ın Demirel’le yaptığı söyleşiyi izlerken o eski günler gözlerimin ekranında canlandı.
“Demirel bir siyaset bilgesidir” demiştim. Onun Ertuğrul Akbay’a söyledikleri, Türkiye’nin bugünkü duruma nasıl geldiğinin özeti gibidir. Demirel söyleşide diyor ki:
“Siyasetteki bugünkü parçalanma, 1980 darbesinin eseridir. Siyaset bölünmüştür. CHP toparlanamamıştır, diğer siyasi partiler de karışık bir haldedir.
Halkın muayyen gruplarının nereye oy vereceği bellidir. Ama orta yerde oyunu kime vereceğini düşünen çok adam vardır.
2002 seçimleriyle iktidara gelen AKP bir sürprizdir. Evveliyatı Milli Nizam Partisi... Refah Partisi... Selamet Partisi’dir. Sonunda AKP yüzde 34 gibi bir oyla tek başına iktidara gelmiştir. Bu siyasetteki parçalanmanın eseridir!
Ertuğrul Akbay soruyor: “AKP, iktidara gelmesini 1980 darbesine, Kenan Evren’e mi borçlu demek istiyorsunuz?”
“Evet, öyle diyorum.”
“Durum böyle olunca, Tayyip Erdoğan da, Abdullah Gül de gidip Evren’in elini öpmeliler. Bu anlattıklarınızdan bu çıkıyor!”
“Ben söyleyeceğimi söyledim. Artık bundan ne çıkartırsan çıkart!”
* * *
“Netice itibarıyla 8 senedir AKP Türkiye’yi idare ediyor. Bugünkü Türkiye geçen 8 yılda yüzde 4 4.5 civarında büyümüştür. Ama bugünkü Türkiye rahatsızdır. Bir ülkede rahatsızlık varsa iyi yönetilmemektedir. Bugün Türkiye’nin iyi yönetildiğini iddia etmek fevkalade güçtür. Şöyle rahatsızlıklar var:
Bir defa, sokaktaki vatandaş, vatandaşla, devlet vatandaşla zaman zaman savaş halinde... Kavgalar, dövüşler! Ülkede her gün bir olay, bir rahatsızlık oluyor...
Halk, bölünmüş olmaktan fevkalade korkuyor!
Bir açılım hadisesi... Kürt açılımı hadisesi halkta “Acaba bölünüyor muyuz?” gibi bir kaygıyı yarattı... Devletin kurumlarıyla siyasi iktidarın sorunu var.
Halkın telefonlarının dinlenmiş olması ve bu Ergenekon olayındaki keyfilikler de çok büyük rahatsızlıklar yarattı!”
* * *
“Keyfilikler diyoruz. Şöyle keyfilikler var: Yani gece yarısı geliyorsunuz adamın evini, yerini talan ediyorsunuz. Ne aradığınızı söylemiyorsunuz. Bir şeyler arıyorsunuz.
Orta yerde suç yok ama bir takım deliller arıyorsunuz ki, suç çıkartasınız!
Halbuki mevcut olan suça delil aranır. Oysa bunlar delil arıyorlar ki, suç çıkartsınlar...
Türkiye’de, konuşan insanları aylarca tutuklayarak büyük korku yaratılmıştır.
Bu dinleme hadisesi, sadece telefon dinlemekten ibaret değildir. Mekân dinliyorsunuz. Bunları mahkemeye delil olarak götürüyorsunuz. Halkın mahremiyeti zedelenmiştir.
Ayrıca, mahremiyete ek olarak kişi suçluluğu ispatlanana kadar masumdur.
Türkiye’de bu his de zedelenmiştir!
Artık bu ülkede darbe filan olmaz ama Türkiye bu kamburlarını düzeltmelidir!”
Yazının Devamını Oku ![](https://static.hurriyet.com.tr/static/images/hurriyet/fullarticle-arrow.png)