Rahmi Turan

İyiliğe karşı iyilik hikâyedir!

10 Ocak 2011
BAŞARILI mı, başarısız mı? Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu kimisi (özellikle yandaş medya denilen grup) öve öve göklere çıkarıyor, kimisi de (muhalefet yapan grup) yerin dibine batırıyor.
İkisi de yanlış bence...
Ne söylendiği kadar iyi, ne de yerildiği kadar kötü!
Davutoğlu “İç politika ile dış politika iç içe geçmiştir artık” diyor. Bu bir bakıma haklı!. İçte de, dışta da, her alanda Amerika’nın etkisi görülüyor. Davutoğlu bunu demek istiyorsa haklı! Yıllardır Amerika ve Avrupa Birliği’nin güdümünde, yuvarlanıp gidiyoruz!
Sayın Dışişleri Bakanı her zaman, hedeflerinin iddialı olduğunu ortaya koyuyor ama şöyle bir düşündüğümde, dışarıda elde edilmiş önemli bir başarı göremiyorum doğrusu!
* * *
Amerikan New York Times Gazetesi’nin “Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana, her zamankinden çok daha canlı bir Türkiye, çalkantılı Arap dünyasında ve çalkantılar içindeki Irak’ın tümünde ağırlığını gözler önüne seriyor” diye yayın yapmasına pek aldırış etmemek lazım...
O ağırlığımızın arttığı söylenen Irak’ta Amerikalıların, askerlerimizin başına çuval geçirdiğini, Kuzey Irak’ta da hiçbir söz sahibi olamadığımızı, ABD izin vermeden, teröristleri bile kovalayamadığımızı unutmayalım!
Boş hayalleri, boş böbürlenmeleri bırakıp gerçeği görmekte yarar var!
WikiLeaks belgeleri de gösterdi ki, Amerika’nın yönlendirdiği bir politika içindeyiz!
* * *
Rahmetli İsmet İnönü (1884-1973) zamanında, 1960’lı yılların sonuna doğru Amerika ile aramız açılmış ve ilişkilerimiz iyice gerginleşmişti. İşte o günlerde İsmet Paşa durumu, “Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer!” diye özetlemişti.
Ayı, adı üstünde ayıdır, çok güçlüdür, ne yapacağı belli olmaz.
Dost bile olsa ayı ile yatağa girilir mi hiç?
Kafası kızınca tırmalar mı, pençe mi atar, ısırır mı, yoksa tutup bir yerinizi mi kırar, hiç belli olmaz!
Büyük devletlerin de çıkarları bozulunca ne yapacağı belli değildir!
Şimdi Amerika birçok konuda bize bastırıp duruyor. Biraz fazla direnirsek, aba altından sopa gösteriyor “Yaramazlık yapmayın haa!” diyor. Yakamızı kaptırmışız bir kere!
Bu durum bize “Kurt ve Turna” hikâyesini hatırlatıyor.
* * *
Öldürdüğü zavallı hayvanla kendisine ziyafet çeken kurdun boğazına kocaman bir kemik parçası saplanmış. Büyük bir acı içinde kıvranan kurt, rastladığı bir turnaya:
“Boğazımdaki bu kemiği çıkarırsan sana istediğin ödülü vereceğim. Ne olur bana yardım et” diye yalvarmış.
Kurdun acı içinde kıvranmasına dayanamayan turna, uzun boynunu kurdun ağzına sokup kemiği çıkarttıktan sonra kurda, kendisine nasıl bir hediye vereceğini sormuş.
Az önceki yalvarmalarını unutan kurt:
“Hediye mi istiyorsun?” diye haykırmış “Seni gidi haddini bilmez kuş seni! Ben, başını kurdun ağzına soktuğunu ve kurdun da seni yemediğini torunlarına söylemen için hayatını bağışladım. Sen ise benden hediye istiyorsun ha! Fikrimi değiştirmeden çabuk gözümden kaybol, defol git!”
* * *
Kıssadan hisse:
Dünyada, iyiliğe iyilik sadece bir hikâyedir. Başkalarına güvenerek hayal kuranları ise tek sonuç bekler: Hayal kırıklığı!
Yazının Devamını Oku

Umutsuz yaşanmaz!

9 Ocak 2011
YENİ yılda günler hızlı geçiyor ama ülkenin sorunları yerinde sayıyor. Unuttuğumuz “mutluluk” sözcüğünü ne zaman kullanabileceğiz?
Ne zaman “Oh, çok şükür, halkımız artık mutlu” diyebileceğiz?
Mutluluğun şartları belli: * Sağlık, * Huzur, * Güven, * Refah.
Peki, soralım şimdi:
? İşlerini kaybedenler iş bulabiliyor mu?
? İnsanlarımız, kazandıkları para ile geçinebiliyorlar mı?
? Çocuklarının eğitim ve öğretimini sağlayabiliyorlar mı?
? Sağlık hizmeti alabiliyorlar mı?
? İnsanlarımızın büyük sorunu olan geçim derdi ve işsizliğe çözüm bulunacak mı?
? Güvenlik, sağlık, gelir düzeyinin yükselmesi, çocukların eğitimi ne olacak?
? Ülkemizde huzur var mı? Halkımız güven içinde yaşayabiliyor mu?
? Gençlerimizi, istikbal endişesinin pençesinden kurtarabiliyor muyuz?
? Hak, hukuk, adalet! Bunlar ne âlemde?
? Gerçekten ülkede adalet mülkün temeli mi?
Bu sorulara olumlu cevap vermek çok zor!
Her yıla umutla başlıyoruz ama hüsranla bitiriyoruz.
Kavgalar devam ediyor, gerginlik bitmiyor, kaybeden hep bizler oluyoruz!
¡ ¡ ¡
2011’e Cumhuriyet tarihimizin en büyük iç ve dış borcuyla başladık: 508 milyar dolar!
Bu ürkütücü borcu ödeyebilecek miyiz? Ödeyemezsek toprak tavizi gündeme gelir mi? Batı, Osmanlı Devleti’ni de böyle parçalamadı mı?
Ergenekon davası dörtnala devam ederken “Deniz Feneri e.V.” davasının kaplumbağa hızıyla bile ilerlememesi ülkemizdeki adalet anlayışının göstergesi mi?
Avrupa Birliği’ne üyelik görüşmelerinde 35 başlıktan sadece bir tanesinin çözümlenmesi, diğer 34 başlığın askıya alınması dış politikamızın başarısı mı, yoksa yüz karası mı?
Başbakan’ın dediği gibi “Annelerin gözyaşlarından, babaların yürek sızılarından, gençlerin akan kanlarından rant elde etmek isteyen” çıkarcılar ve fırsatçılar grubu, borularını daha ne kadar öttürecek?
Türkiye’de “Türkçe ile birlikte Kürtçe de resmi dil olsun” diye tutturan bölücüler güruhu, yoksul insanların duygularını sömürerek halkı daha ne kadar aldatacak?
¡ ¡ ¡
Seçimlere 5 ay kaldı. Son 8 yıldır, ağızlarından köpükler saçılarak halkımızın nasıl zenginleştiğini, nasıl mutlu olduğunu anlatan siyasiler, yine halkı uyutmayı başaracaklar mı?
? Geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimizi iyi yetiştirip iş-güç sahibi yapabilecek miyiz?
? Adaletsiz yasalarla gireceğimiz 12 Haziran seçimlerinde adaletli bir sonuç alınabilmesi mümkün olacak mı?
? Bu defa da oy uğruna, laik Cumhuriyet ilkeleri tahrip edilecek mi?
? Emekli maaşları ve asgari ücret insanca yaşama düzeyine çıkarılacak mı?
? Adaletsiz dolaylı vergilerle halkımız limon gibi sıkılmaya devam edilecek mi?
? Vurgun, soygun, talan, hırsızlık ve yolsuzluk biraz olsun azalmayacak mı?
¡ ¡ ¡
Sorular çok, fakat açık söyleyelim fazla umut yok. Ülkenin çivisi çıkmış durumda. Her şeyi yerli yerine oturtmak için hem akıl, hem bilgi, hem bilek, hem yürek gerek.
Ülkemizin karanlıklarını yırtacak böyle bir ışık parlar mı acaba?
Her şeye rağmen bunu umut etmek istiyoruz, çünkü umutsuz yaşanmaz!
Yazının Devamını Oku

Kürtlerin gerçek derdi!

6 Ocak 2011
GÜNEYDOĞU ’nun en büyük sorunu nedir? İki dil, iki bayrak, özerk bölge, Bağımsız Kürdistan mı?
PKK’nın destekçiliğini yapan birtakım fanatik ırkçı grup bu istekleri pompalıyor.
Her akılsıza hayran olacak başka akılsızlar bulunabilir!
Bu nedenle bir kısım insanımız, bazı çıkarcıların kışkırtmalarına inanarak, ülkede fokur fokur kaynayan huzursuzluğun ve hızla artan bölücülüğün kaynağı oluyor.
Nihayet gerçeği anlayan Başbakan Erdoğan’ın önceki gün söylediği şu sözlere katılıyorum:
“Açık söylüyorum, BDP çözüm istemiyor. BDP milletvekillerinin attığı adımlar sorunların çözümüne ilişkin bir katkı değildir. Bu tavır, annelerin gözyaşından, babaların yürek sızısından, gençlerin akan kanından rant elde etme tavrıdır!”
* * *
Güneydoğu gezisinde Cumhurbaşkanı Gül’ün karşılaştığı en yoğun talep ne oldu?
Yaşlı genç, kadın erkek, çoluk çocuk, gezi boyunca Kürtler hep iş istediler:
İş... İş... İş...
Güneydoğu’nun gerçek büyük derdi, iki dil, iki bayrak, özerklik filan değil, İŞSİZLİK!
Bölge insanlarının büyük bölümü aş ve iş istiyor!
Cumhurbaşkanı’na yüzlerce mektup verildi. Herkes “İş... İş!” diye feryat ediyor!
Açlığı tanımayan, yokluğu bilemez!
İki bayrak, iki dil edebiyatı yapanların tuzu kuru, karnı tok! Kendi çıkarları için çözümü engelliyor, yoksul insanların duygularını körükleyerek, onları isyana teşvik ediyorlar!
* * *
Bölücüler, toplumdaki büyük hassasiyeti hiçe sayıyor!
Türk halkının “Tek bayrak, tek vatan, tek millet, tek devlet anlayışından ve Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğinden asla vazgeçmeyeceğini” onlar da biliyor ama amaçları hainlik yaparak ülkeyi karıştırmak!
Terör durmuş değil! Kış şartları, teröristlerin inlerine girip, kış uykusuna yatmalarına yol açtı. Baharla birlikte yine deliklerinden çıkarak sağa sola saldırmaya başlayacaklar!
Terörün, iyi niyetle, güzellikle, diyalogla biteceğini sanmak safdilliktir.
İki taraftan biri pes edinceye kadar bu kanlı savaş devam edecektir.
* * *
“Eylemleri durdurduk!” sözü tam bir palavradır. Eylemler, onların iyi niyetinden değil, dağlardaki çetin kış şartlarından durmuş bulunuyor.
Baharda silahlar yine kılıflarından çıkacak, ihanet çeteleri hainliklerine başlayacak, baykuş kılıklı birtakım uğursuzlar bölücülük naraları atarak Türk ulusunun sabrını sınayacak!
Peki, bayrağımızı indirecek, toprağımızı verecek miyiz?
Bu alçaklığı kabul edecek bir Türk olabilir mi? Kanla sulanan vatan topraklarını birtakım hayâsızlara vermek, hiçbir siyasinin haddi değildir!
* * *
İmralı mahkûmu Öcalan, izlenen yanlış politikalar sonucu, siyasi bir lider haline getirildi. Öcalan bir yandan taleplerini bildiriyor, bir yandan da:
“Sakın bana bir şey olmasın ha! Ben burada depremden, hastalıktan bile ölsem, PKK bunu komplo sayacak ve sonsuz bir savaş başlatacaktır. İmralı’da her ölüm şüphelidir. Bu nedenle martta çözüm için acele etmek gerekir!” diye devleti tehdit ediyor!
Ciddi bir devlet, terör çetesinin liderini karşısına alıp onunla pazarlığa oturur mu? Bizimkiler ne yazık ki, bunu yapıyor!
Canilerin istekleri yerine getirilse bile terörün bitmeyeceği kesin! Taleplerin sonu gelmez.
Siyasi iradenin olmadığı bir ülkede asker ve polisin terörle mücadelesi daha da zorlaşıyor!
Yazının Devamını Oku

Süleyman Demirel’in 62 yılı (2)

3 Ocak 2011
DÜNKÜ bölümde Demirel “Bir kahraman geldi, ülkeyi dış düşmanlardan kurtardı ve dedi ki: ‘Esas mesele şimdi başladı. İç düşmanlardan kurtaracağız ülkeyi!’ Nedir iç düşman? Yoksulluktur diz boyu. Cahilliktir diz boyu... Harabiyettir diz boyu... Ve bu ülkeyi uygar, çağdaş ve zengin bir ülke yapacaksınız. Cumhuriyet’in hedefi budur”  demişti. Demirel’in konuşmasının ikinci bölümüne bugün devam ediyorum:
* * *
“1949 yılında mezun olduktan sonra köyüme gittim. Benim köyüm Isparta  vilâyetine bağlı. Akşam oldu mu, Isparta’da ışıklar yanıyor. Köylüler sordular bana ‘Şimdi sen ne yapacaksın?’ diye... Serde gençlik var, ataklık var, kavga da var kafamda... ‘Bakın, akşam oldu mu Isparta’da ışıklar yanıyor, burada da yanacak” dedim. Köyün kadınları ‘Ey yavrum, nasıl öyle bir şey olacak?’ dediler. Kimse inanmadı. Ama daha sonra her şey oldu. Okullar yapıldı, köylere yollar yapıldı.
1950’ye gelindiği zaman Türkiye’nin birçok problemi hâlâ vardı. 40 bin köyün 13’ünde elektrik vardı. Asfalt yol yoktu. Elektrik santrali yoktu. Sanayi yoktu.”
* * *
“Türkiye’nin 1950’de sadece 2 bin tane traktörü vardı.
Türkiye savaşa girmemişti ama çok sıkıntı çekmişti. Halkını beslemekte sıkıntı çekmişti. O günleri bilmeyenler, bunları böyle konuşur ama o günlerin zorluklarını iyi bilmek lazım.
1950’de yüzde 80’i kırsal alanda yaşayan 21 milyon nüfuslu Türkiye’de milyonlar yol, su, ışık, okul, doktor, ilaç istiyordu. Çocukları doğurtacak ebe yoktu. Devlet bunları vermeliydi.”
* * *
...Ve 1950’den bugüne, şöyle veya böyle, az yaptı veya çok yaptı, iyi veya kötü yaptı. Ama şimdi bu ülkenin her köyünde ışık varsa, bu ülkenin her köyüne gidilebiliyorsa, bu ülkede herkes okuyorsa ve bu ülkenin 254 tane barajı 50 milyon dekar toprağını suluyorsa ve nihayet 10 milyon ton civarında bulunan üretim -daha çok kuru ziraat ürününü kastediyorum- 390 milyonlara çıkarılmışsa, bu bir devrimdir. Ve nihayet 2 bin traktör 1 milyon 200 bine çıkmışsa bu da devrimdir.
Yani 62 yıl içerisinde Türkiye Cumhuriyeti bir büyük olayı gerçekleştirmiştir. Ama hâlâ sıkıntılarımız var. Tabii var!”
* * *
“Bütün bunlar olmuş. Ve bütün bunların hiçbirisi bugüne yetmiyor. Bugün diyoruz ki, şu yok, bu yok, birçok şeyimiz yine yok. Çok şeyimiz vardır, daha çok şeye ihtiyacımız vardır.
Yapılanları kimse küçük görmesin. Çok güzel şeyler yapılmıştır. Ama bu çok güzel şeyler kâfi değildir. Daha başka şeyler yapmak lazım. Türkiye hâlâ gelişme safhasında.
Türkiye Cumhuriyeti birbirinden güzel şeyler yaptı, daha da yapması lazım.
Türkiye su ve toprak fakiri bir ülke değil. Kendine yetecek kadar her şeyi var. Biz Türkiye’de altyapısını yaptık. Türkiye Cumhuriyeti olarak geçen 60 sene içerisinde... 50 milyon dekar alanı suladık. 30 milyon dekar alanı daha sulayabilecek durumdayız.”
* * *
“Cumhuriyet, 88 yıl önce tarımla uğraşan, adam başına ortalama geliri 50 dolar olan, 12 milyon nüfuslu Türkiye’yi çağdaş bir ülke yapmak istedi. Devrim bu idi!
Nereye gelindi? Halen yüzde 25’i tarımla uğraşan, adam başına 10 bin doları aşan gelire sahip, 72 milyon nüfuslu bir ülke olduk. Yılda ortalama yüzde 4.5 büyüdük.
Tarımda 10 kat, hizmetlerde 57 kat, sanayide 170 kat büyüdük.
Dünyada 192 ülke arasında 17’nci büyük ekonomi olduk.
Cumhuriyetin ana hedefini yakalamış olmaktan çok uzak değiliz. Başarılıyız ama daha çok işimiz var. Bunu anlatmaya çalıştım.”
Yazının Devamını Oku

Demirel’in 62 yılı

2 Ocak 2011
YENİ bir yıla başladık. Yeni yılla birlikte, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in siyasette 62’nci yılına girdiği aklımıza geldi. Türkiye Cumhuriyeti’nin 88 yılının 62’sinde onun emeği, çabası, imzası var.
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, kırsalda yaşayan milyonlara “Köylü milletin efendisidir” diye yönelmişti... Kalkınmanın köyden başlaması gerekiyordu.
Amaç, yoksulluk, cehalet ve çaresizlik içinde yaşayan milyonları, çağdaş, uygar seviyeye çıkarmak, zenginleştirmek, ülkeyi yeniden imar ve inşa etmekti.
Yeni bir devlet, yeni bir toplum söz konusu idi. Hem devlet, hem toplum çağdaş olmalıydı...
* * *
88 yılda Türkiye’nin kalkınması, çeşitli aşamalardan geçmiş, pek çok gelişme olmuş, önemli mesafeler alınmıştır.
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda neredeyse “ümmî” olan (okuma-yazma bilmeyen) Türk toplumu okuma-yazma öğrenmiş, eğitim, aş, iş, ışık, yol, içecek su, sağlık hizmeti gibi pek çok imkâna kavuşmuştur. Türkiye bu süre içerisinde tarımda 10 kat, hizmetlerde 57 kat ve sanayide 170 kat büyümüş bulunuyor.
Fakat hâlâ gelir dağılımı bozukluğu, halkın önemli bir bölümünün yoksulluğu ve işsizlik Türkiye’nin belini büküyor. Türkiye’nin hâlâ çözülmesi gereken yığınla sorunu var.
9. Cumhurbaşkanı Demirel, bir süre önce “Türkiye Ziraatçılar Derneği’nin 61’inci Kuruluş Yıldönümü” toplantısında önemli bir konuşma yapmıştı... Bu konuşma medyada gereği gibi yer bulmadığı için okurlarıma özetle nakletmek istiyorum:
* * *
“Konuşmamın başında şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Milletin gencecik evlatlarına Allah rahmet eylesin!
Bu ülke, sonsuza kadar var olacaktır. Bütün fedakârlıkları millet yapagelmiştir.
Bu pahalı bir yaşamdır. Yani mutlaka birtakım yeni gelirlere dayanması gerekir.
Türkiye bu yeni yaşamı, istenildiği şekilde tesis edebilmiş değildir. Sorunlar çok ama sorunu olmayan hiçbir ülke yok! Fakat bunun taşınabilir olması lazım.
Ben size, devlet hizmetinde olduğum yılların kısa bir özetini yapacağım. Nereden başlanıp, nerelere gelinmiştir?
Bunca yıldır halkın hizmetindeyim, çiftçinin hizmetindeyim. Onun için bu yılların en iyi şahitlerinden birisi benim. Şahadet etmek benim görevim.
* * *
Bir ülke düşünün. Nüfusunun yüzde 87’si çiftçi, köylü. Kırsal alanda yaşıyor. 12 milyon nüfus. 10 milyonu köylü. Bu 10 milyon insan, aşağı yukarı 40 bin köye dağılmış, kimsenin birbirinden fazla haberi yok.
Köylü yarı aç, yarı tok, gününü gün ederek yaşıyor. Ekilebilir toprakların beşte biri ekiliyor. Ülke başıboş! İşte mesele bu!
Yarı aç, yarı tok 12 milyon insandan siz çağdaş bir ülke çıkaracaksınız. Bu az bir olay değildir. Yani evvela ülkeyi harici düşmanlardan kurtaracaksınız, sonra döneceksiniz. Bu 12 milyon insanın ancak 2 milyonu okuma-yazma biliyor, 10 milyonu da bilmiyor. 40 bin köyün hiç birinde ışık yok. 1923’te Ankara’da ışık yok. Geri kalmış bir ülke!
Bir kahraman insan geliyor. Dış düşmanlardan kurtarıyor ülkeyi... Ve sonra diyor ki ‘Esas mesele şimdi başladı’ İç düşmanlardan kurtaracağız. Nedir iç düşman? Yoksulluktur diz boyu... Cahilliktir diz boyu... Harabiyettir diz boyu... Ve bu ülkeyi uygar, çağdaş ve zengin bir ülke yapacaksınız. Cumhuriyet’in hedefi budur.”
YARIN: Cumhuriyet, ana hedefinden çok uzak değil!
Yazının Devamını Oku

‘At gözlüğü!’

30 Aralık 2010
ESKİYEN yıl, arkasında, öfke, üzüntü ve gözyaşı bırakarak gidiyor.<br><br>Yarın, gece yarısından sonra yeni yıla gireceğiz! 2011’in bir sevgi ve mutluluk yılı olmasını ümit edebilir miyiz?
Tüm umutlar tükenmiş değil. Ulusça unuttuğumuz “Mutluluk” sözcüğünü yeniden tanımak istiyoruz. Fakat bu ihtimal zayıf görünüyor!
Öyleyse hangi acılar var falımızda? Büyüyen borçlarımız, Kürt sorunu, iki dil-iki bayrak, ülkeyi bölme girişimleri, Ermeni ve Güney Kıbrıs tuzakları ne olacak?
* * *
2011’de kader bize neler hazırlıyor belli değil ama haziran ayında büyük bir seçim yaşayacağımızı biliyoruz.
Çekişmelere, didişmelere, karşılıklı suçlamalara sahne olacak büyük bir genel seçim!
Tayyip Bey “Bu benim son seçimim olacak” diyerek 2015 yılındaki seçimlerde adaylığını koymayacağını açıklamıştı. Peki ne yapacak?
Hedef Çankaya... Onun için, yeni bir mücadele dönemi başlayacak. Peki, sonuç ne olur?
Cumhurbaşkanı’nı halkın seçeceğini unutmayalım. Siyaset sürprizlerle doludur!
* * *
Haziran ayında halkımız, önümüzdeki dört yıl için yeni bir tercih yapacak.
Kaderimiz değişecek mi? Yoksa aynı kısırdöngü devam mı edecek?
Yine benzer sıkıntıları, benzer çileleri mi çekeceğiz? Buna, aziz yurttaşlarımız karar verecek! Sonuç ne olursa olsun, Tanrı ulusumuza daha acı günler göstermez inşallah...
* * *
2011, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu için de büyük bir imtihan yılı olacak.
Shakespeare’in kahramanı Hamlet’in ağzından çıkan ünlü “Olmak veya olmamak” sözü Kılıçdaroğlu’nun bu yılki durumuna çok uyuyor.
Kılıçdaroğlu için “Olmak veya olmamak... İşte bütün sorun bu...” Göstereceği çaba onu ya “Güçlü bir lider” yapacak ya da politika ırmağının acımasız girdabında yok edecek!..
Bu seçimde de AKP favoridir. Kılıçdaroğlu haziranda CHP’nin oylarını yüzde 30’un üzerine çıkarabilirse, 2015 seçimlerinde iktidar alternatifi olabilir.
* * *
İç ve dış tehlikeler çığ gibi büyüyor. Peki, biz bunu görüyor muyuz?
“At gözlüğü” mü taktık, nedir? Olaylara hep dar açıdan bakıyoruz.
Avrupa bir yandan, Amerika öte yandan bastırıp duruyor ama asıl tehlike iç ve dış borçlarımızın büyümesi!
“Borçlu ölmez, benzi sararır” derler ya... Biz de o duruma düştük! Sapsarıyız!
İç ve dış borçlarımızın toplamının, açıklanan rakamlara göre, 508 milyar doları geçmesi bir alarm çanı olmalı, bizi uyandırmalıdır.
Batı ülkeleri Osmanlı İmparatorluğu’nu borç batağına sürükleyip parçalamıştı.
Tarihten de ders almıyor ve olaylara “at gözlüğü” ile bakıyoruz.
* * *
Hep “at gözlüğü” diyoruz ama nedir bu at gözlüğü?
Huzursuz, endişeli, ürkek atlara “at gözlüğü” denilen, yanları kapalı bir gözlük takılır. Çevrelerini göremeyen, sadece önlerindeki belirli bir alana odaklanan atlar, etraflarında tehlike olsa bile algılayamaz ve rahatlarlar.
Bugün, ülkemizde yaşayan insanların birçoğu at gözlüğü takmış gibi rahat... Gelişen olayları, beliren tehlikeleri, çevremizi saran tehditleri göremiyorlar!
Ancak, “at gözlüğü” fazla bir işe yaramaz. Çünkü sadece görmeyi engeller ama tehlikeleri yok etmez. Görmediğiniz için korkmaz, kendinizi güvende hissedersiniz.
Bugün biz de ne yazık ki, bu durumdayız işte!
Yazının Devamını Oku

Cezaya dönüşen tutukluluk!

27 Aralık 2010
TUTUKLU olarak yargılanan Ergenekon Sanıkları’nın bulunduğu Silivri Cezaevi’nde hayat nasıl geçiyor? Dün, Albay Atillâ Uğur’un mektubuyla başladığım yazıya bugün sanıkların cezaevindeki günlük yaşamlarıyla devam ediyorum: * * *
Hücrelerde, yatağın dışında kalan alan bir ile dört adım arasında bir boşluktan ibaret.
Tutukluların çoğunluğu bu boşluğa kitap ve kıyafetlerini koyuyor.
Sanıkların hemen hepsi adeta birer kitap kurdu. Okumaya, öğrenmeye doyamıyorlar. Kitaplık yasak olduğu için kitaplarını boşlukta üst üste diziyorlar.
Giriş katı, bir kapıyla avluya açılıyor. Dikdörtgen şeklindeki avlunun büyüklüğü 6 adım ile 16 adım arasında... Yani 3 ile 8 metre kadar.
Avlunun çevresi dikenli telli, yüksek duvarlarla çevrili. Tutuklu ve hükümlülerin kaçmaması için her türlü tedbir alınmış.
Tutuklular, küçük avluda spor yapamadıklarından şikâyet ediyorlar.
Mustafa Balbay, bu avluda durmadan koşabilmeyi iki yıla yakın bir sürede öğrenebildiğini söylüyor. Ortamda ilk anda hissedilen, rahatsız edici bir rutubet kokusu var. Rutubet nedeniyle kışlar çok soğuk geçiyor.
* * *
Koğuş, avlu ve hücreler kameralarla 24 saat gözetleniyor. Kameraların koğuşlarda izleyemediği kör bir nokta yok!
Giriş katında iki tane, hücrede iki tane, avluda bir tane kamera var.
Tutuklular, gündüz ve gecenin her saatinde, her yerde izleniyor ve dinleniyor.
Kameraların kayıt yapabilmesi için ışıklar 24 saat açık tutuluyor. Bu durum tutukluların uykularını ve psikolojilerini bozuyor. Tutuklular uyurken bile kameralarla izlendikleri halde, günde iki defa, gardiyanlar koğuşlarda sayım yapıyor.
* * *
Dışarıdan gelen kitaplar ve mektuplar, görevliler tarafından okunduktan sonra tutuklulara veriliyor. Hapishanede, tutukluların bir dakika bile özel hayatları yok!
Tutukluların bulunduracağı giysilere de sınır getirilmiş durumda...
Garip yasaklardan biri ‘Yeşil yasağı’.
Tutukluların yeşil tişört giymesi nedense yasak... Bir diğer yasak da bornoz yasağı. Bunun yerine banyo havlusu kullanılabiliyor. Makas, bıçak gibi kesici aletler yasak!
Tutuklular tüm ihtiyaçlarını cezaevi kantininden karşılamak zorunda. Fakat mallar kalitesiz ve pahalı... Kantin sistemi şöyle işliyor:
Tutuklu yakınları, tutuklular hesabına hapishaneye para yatırıyorlar. Tutukluların eline para verilmiyor, yaptıkları harcamalar hesaptan düşüyor.
Bir tutuklu, bir haftada en çok 200 TL. harcama yapabiliyor.
* * *
Musluklardan akan su arıtma suyu... Tutuklular suyun koktuğunu söylüyor. Pek çok tutukluda, yıkanmak için kullandıkları bu su nedeniyle cilt hastalıkları yayılıyor.
Bir görüşmede Tuncay Özkan, gömleğinin düğmelerini açarak vücudundaki yaraları gösterdi. Tutuklular, tuvaletlerdeki sineklerden de şikâyetçi. Tuncay Özkan, bir gün tuvalette 300 kadar sinek saydığını söylüyor.
Koğuşlarda kullanılan elektriğin faturasını tutuklu ödüyor.
* * *
Tutukluların önemli bir kısmı psikolojik sorunlar yaşıyor. Psikolojik baskı çok ağır!
Cilt hastalıkları, tansiyon ve kalp sorunları, nefes darlığı en çok duyulan şikâyetler...
Sanıklar, iki yılı aşan ve bir cezalandırmaya dönüşen bu uzun tutukluluk halinden şikâyetçi... Silivri Cezaevi’nde işkence yok ama insanca yaşamak da yok! 
Yazının Devamını Oku

Cezaevinden mektup!

26 Aralık 2010
ERGENEKON tutukluları, Silivri Cezaevi’nde nasıl yaşıyor? Günler nasıl geçiyor? Sürekli mektuplar geliyor, okuyor ve Ergenekon davası sanıklarının cezaevindeki yaşam şartlarını, hangi koşullar altında yaşadıklarını öğreniyorum.
Önce, emekli Jandarma Albay Atillâ Uğur’un mektubundan söz edeyim. Tutuklu olarak yargılanan Albay Uğur “Silivri Esirevi” adını verdiği cezaevinden yazıyor ve diyor ki:
* * *
“Sayın Rahmi Turan,
1984 yılı Ağustosu’nda terörist eylemlerine başlayan bölücü örgüt, şimdilerde siyasî birtakım kazanımlarla amacına yaklaşmaktadır...
Bu örgüt, Kürt kökenli vatandaşlarımızın sözcüsü, hamisi rolünü oynamaktadır.
Yanlış uygulanan politikalarla bu insanlarımız terör örgütünün kucağına atılmaktadır.
‘Terörle ve silahla bir yere varılmaz’ söylemi artık geçerliliğini yitirmiştir. İşte, İmralı’da yatan Bölücübaşı ile ciddî pazarlıklar yapılmakta, Kandil’deki katillerin başı, ülkemizin politikasına yön verebilecek demeçler haykırmakta ve maalesef bunlar medyamızda manşet seviyesinde ilgi görmektedir.”
* * *
“İmralı’da sorguladığım Abdullah Öcalan ‘Bizim derdimiz Doğu ve Güneydoğu değil, bütün Türkiye’ye talibiz’ demişti.
Şu anda onun söylediklerinin yavaş yavaş hayata geçtiğini gördükçe kahroluyorum!
Sayın Turan; Örgütü ve elebaşısını çok iyi tanıyan bir kişi olarak şunu söyleyebilirim ki; istekler, talepler asla son bulmayacaktır. Yıllardır her sene, kış üslenmesine geçen örgüt, zaten eylemsizliğe yatmakta, baharla birlikte yeniden palazlanmaktadır.”
* * *
“Atatürk ve arkadaşlarınca, büyük Türk milleti ve Anadolu insanı ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, karanlık bir noktaya itilmektedir.
Şehit yakınları, gazilerimiz ve milletimizin büyük çoğunluğu kan ağlamaktadır.
Terörün minimize edilmesi, annelerin-babaların ağlamaması için elbette her şey yapılmalıdır. Ama bunun yolu katillerle görüşmek, onlara taviz vermek, Kürt kökenli vatandaşlarımızı onların kucağına itmek değildir.
Çok geç olmadan bu gaflet politikasına son verilmelidir.
Allah milletimizin ve Cumhuriyetimizin yardımcısı olsun. Saygılarımla...”
(Atillâ Uğur (e) J. Kd. Albay, Silivri Esirevi)
* * *
Emekli Albay Atillâ Uğur, cezaevinde bile, kendi sorunlarından çok, ülke sorunlarını düşünüyor, yazdığı mektupta bunu dile getiriyor, cezaevinden “Esirevi” diye söz ediyor.
Silivri Cezaevi’ndeki hayat nasıl?
Bu konuda da birçok mektup aldım.
Sanıklar, 3 kişilik koğuşlarda kalıyor ve sadece bulundukları koğuştaki insanlarla görüşebiliyor.
Koğuşlar arasında geçiş yok. İki kişiden başka kimseyi göremiyorlar.
Bulundukları koğuşlar iki katlı. Giriş katında iki tuvalet, bir mutfak ve içinde bir televizyon bulunan salon var. Televizyonda 21 kanal bulunuyor.
Mutfakta küçük bir buzdolabı ve su ısıtıcısı var.
Tutukluların vantilatör veya kahve makinesi gibi istekleri kabul edilmiyor.
İkinci kat, tutukluların hücrelerinden oluşuyor.
Peki, Ergenekon tutukluları, cezaevinde nasıl yaşıyor?
Bunu da yarın anlatacağım!
Yazının Devamını Oku