Çünkü hepimizin içi biraz ondan biraz bundan. Bazen öyle davranıyoruz bazen böyle.
Zenginlik dolu, çeşitlilik ve hayret doluyuz.
Ayrıca potansiyeller doluyuz, beynimizi eğip bükebiliyor, yeni yollar açıp, eski yollara uğramayabiliyoruz.
Yine de bayıldım ben bu termostat termometre ayrımına.
Var böyle insanlar. Kendilerini de hemen belli ederler.
Termometreler, odadaki ısıyı söyler.
Fırtınalar esiyor, söndü sönecek oluyorum.
Yağmurlar yağıyor, beni bitirecek o ağır çekim damlayı düşünüyorum. Sonra bir el hissediyorum, beni avuçluyor.
Bir el nasıl bir mum alevini canlı tutar şaşıyorum, ama oluyor.
Kimin eli bilmiyorum. Fırtına dinince gidiyor.
Ben yine aydınlatmaya devam ediyorum etrafı, çemberim kadar.
Geceleri büyüyor çember, ateşböcekleri geliyor yanıma iyice aydınlanıyoruz.
Onlara eli anlatıyorum, onlar bana kanatları anlatıyor.
Böyle yaşayıp gidiyoruz, aydınlığım, fırtınalar, el, ateşböcekleri bir döngüdeyiz sanki.
Galiba ben benden akıllı ve bilge kadınları dinlemeyi seviyorum.
Fark ettim ki, onların kitaplarını okuyor, onların konuşmalarını dinliyorum en çok.
Hele otobiyografi ya da anı gibi bir kitap yazarlarsa, zevkten dört köşe bir yana kıvrılıp, kendimi bir sonraki versiyonuma taşıyormuş gibi hissediyorum.
Fırsatını bulduğumda onlarla sohbet de etmek isterdim tabi ama benim kafamı tahmin edersiniz, hiç susmayan çocuk dolu.
O sebeple birisiyle uzun ve derin sohbet edebilmem için ancak yürüyüş yapıyor olmam gerekiyor.
O zaman bedenen başka bir şeyle meşgul olduğum için, daha çok dinleyebiliyorum.
“Benden daha akıllı” podcasti tam benim yapmak isteyeceğim cinsten bir podcast.
Benden yaşça daha büyük, zeki, hayata dikkatli gözlerle bakan, süzgecinin eleğine güvendiğim kadınlarla yapılan sohbet.
Gözlerimizi kapıyoruz.
Tek ayağımızı havaya kaldırıyoruz, öbür ayakla sağa sola arkaya ve çaprazlara doğru rastgele sıçrıyoruz.
Bu sırada spor öğretmenimiz, koca bir pilates topuyla bize çeşitli yönlerden hafifçe çarparak dengemizi bozmaya çalışıyor.
Amaç, dengeni gözün kapalıyken bile kaybetmemek.
Ben bu egzersizi çok seviyorum, neden mi?
Bence bu bir ruh eğitimi de ondan. Biz hayatta zaten yarı kör ilerliyoruz.
Beynimizin içindeki algılar denizinde, belli belirsiz gördüğümüz kimi serap kimi gerçek adalara seyahat ederken, vapurumuza her yönden dalgalar çarpıyor, rüzgarlar esiyor.
Ayaklarımız bata çıka yürüyorduk ve nereye baksam beyazdı. Nereye baksam soğuktan mutluydu.
Kar, güneş ve soğuk konuşuyordu. Kendi aralarında böyle bir cenneti yaşatmak için pazarlıktaydılar.
Dünya kesinlikle sadece insanlar için yapılmamıştı.
Çamlarda serçeler cıvıl cıvıl bunun şarkısını söylüyorlardı:
Şu insanların haline bak/ zannederler ki her şey kendileri için/ halbuki biz kuşlar çok iyi biliriz ki/ onlar dünyanın sadece küçük ve gürültücü bir parçası/ ciki cik cik ciki cik/ İnsan aslında küçücük!
Bir balkona teslim oldum. Beni avucuna alıp, öyle bir vadi gösterdi ki bana.
Güneşin her saat yüzlere boyadığı sarı gölgeleri görmeliydiniz.
Oturup oracıkta kalmak ve her şeyi en başından düşünmek istedim.
Sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sağlığı iyi olsun.
Kalbi ritmini çalsın.
Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun.
Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın.
Ciğerlerinden nefes, bacaklarından güç eksik olmasın.
Sevdikleriyle yan yana olsun.
Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın.
Lafları birbirleriyle başlasın.
Nedir bu karşımıza çıkıp duranlar ve neden karşımıza çıkıyorlar?
Biz onlar karşımıza çıksın diye başvuruyoruz aslında.
Aramalarımız artık parmak izimiz gibi bizi ele veriyor.
“Ne yersen osun” vardı. Şimdi de “Ne aradıysan osun” var.
Hepimiz çok iyi biliyoruz artık aradıklarımızın peşimize takıldığını.
Eskiden “Karşıma çıktı” başka bir şeydi, sokakta filan karşına bir tanıdık çıktığında söylerdin.
Şimdiyse, her gün dilimizdeki bu cümlede bir gizli özne olduğu gibi (ben, çünkü benim aradıklarımın beni bulması bu), bir de gizli özür var.
Kendimize de, çocuklara da, başkalarına da hikayeler anlatmaz olduk.
Halbuki biz de, onlar da hayata başlamadan hikayesini duyardık.
Kaf dağını, ekmek kırıntılarını yiyen kuşları ve gezegeninde yapayalnız bir prensi dinleyip, hayatın parçalarını birleştirmeye çalışırdık.
Şimdiyse cepteki ‘story’ (hikaye) çok başka bir şeyin adı.
Yakınma yazısı değil bu yalnız. Niye yakınayım?
Hayat burada, ben de şahidiyim.
İçinde kendime yakınmadığım bir köşe elbet bulurum.
Benim bahsetmek istediğim kendi hikayemiz.