‘Maria gibi bir problemi nasıl çözersin?’
Dün “Maria” filmini izlerken bunu düşündüm.
Maria Callas gibi kadınları düşündüm.
Kendimi kadınlık parantezinde düşündüm. Film, Maria Callas’ın son bir haftasına götürüyor bizi.
Bütün o La Scala geceleri, Viyana’da ayakta alkışlarla biten gösteriler, Paris’te herkesin ona baktığı partiler, flaşlar, alkışlar, tebrikler...
Hepsi geride kalmış. Unutulmuş bir Maria ne yapar? Sesi gitmiş bir Maria ne yapar? Spot ışığı takip etmediğinde nereye gidersin?
Çenesini hep yukarıda tutmak isteyen kadınlar, güzellik ve yetenek onları terk ettiğinde ne yöne bakar...
Gitgide gölgelenen geçmişlerine mi, arkalarında havai fişekli bir lunapark gibi parıldayan geçmişlerine mi, aynada gençliği her gün biraz daha solan yüzlerine mi?
Düşüncenin, tereddütün fişini çekiveriyor. Hop o şeye dalıyorsunuz.
Halledilmeyen işler, bekleyen şeyler, sıradakiler, ertelenmekten pestil gibi olmuşlar, hepsine çare.
O sıradaki sisi hemen dağıtıyor, tavsiye ederim.
İçinizden beş, dört, üç, iki, bir diyor ve uzaya füzeyi yollar gibi o şeye atılıyorsunuz. Çok da zevkli.
Çok da çılgın. Soğuk duş gibi bir şey.
Artık şundan eminim.
İnsana kendisi dışında konuşan, izah eden, ikna eden, vazgeçiren biri yok.
Pencerenin önündeki ağacın aynı dalına.
Baharı geçirmek için bizi seçiyorsun belli. Mart’ın 1’i.
Kışı zordu bahçenin. Karlar beton gibi yığıldı.
Seranın çatısı çöktü. Evet çocuklar ve büyükler çocuk oldular ve kar topu attılar birbirlerine. O iyi oldu.
Kışa şaştı İstanbul, suratını görecektin. Sen nereye gidiyorsun kışları? Kışlığın neresi?
Dağları mı denizleri mi daha çok seviyorsun diye sormuştun bana geçen bahar.
Cevabım kesin. Dağları.
Onları da karanın dalgaları gibi düşünüyorum artık. Dolomit Dağları’nı gördün mü?
Hepimizin içinde aynı cümle: Sabaha tutsa.
İşe, okula, sağa sola gidemesek.
Evde kalakalsak. Gelen giden olmasa.
Biz bize ya da ben bene olsak.
Ne varsa onu pişirsek. Çay demlesek.
Pencereden baksak.
Çocuklar neşe içinde dışarı fırlasa.
Çünkü hepimizin içi biraz ondan biraz bundan. Bazen öyle davranıyoruz bazen böyle.
Zenginlik dolu, çeşitlilik ve hayret doluyuz.
Ayrıca potansiyeller doluyuz, beynimizi eğip bükebiliyor, yeni yollar açıp, eski yollara uğramayabiliyoruz.
Yine de bayıldım ben bu termostat termometre ayrımına.
Var böyle insanlar. Kendilerini de hemen belli ederler.
Termometreler, odadaki ısıyı söyler.
Fırtınalar esiyor, söndü sönecek oluyorum.
Yağmurlar yağıyor, beni bitirecek o ağır çekim damlayı düşünüyorum. Sonra bir el hissediyorum, beni avuçluyor.
Bir el nasıl bir mum alevini canlı tutar şaşıyorum, ama oluyor.
Kimin eli bilmiyorum. Fırtına dinince gidiyor.
Ben yine aydınlatmaya devam ediyorum etrafı, çemberim kadar.
Geceleri büyüyor çember, ateşböcekleri geliyor yanıma iyice aydınlanıyoruz.
Onlara eli anlatıyorum, onlar bana kanatları anlatıyor.
Böyle yaşayıp gidiyoruz, aydınlığım, fırtınalar, el, ateşböcekleri bir döngüdeyiz sanki.
Galiba ben benden akıllı ve bilge kadınları dinlemeyi seviyorum.
Fark ettim ki, onların kitaplarını okuyor, onların konuşmalarını dinliyorum en çok.
Hele otobiyografi ya da anı gibi bir kitap yazarlarsa, zevkten dört köşe bir yana kıvrılıp, kendimi bir sonraki versiyonuma taşıyormuş gibi hissediyorum.
Fırsatını bulduğumda onlarla sohbet de etmek isterdim tabi ama benim kafamı tahmin edersiniz, hiç susmayan çocuk dolu.
O sebeple birisiyle uzun ve derin sohbet edebilmem için ancak yürüyüş yapıyor olmam gerekiyor.
O zaman bedenen başka bir şeyle meşgul olduğum için, daha çok dinleyebiliyorum.
“Benden daha akıllı” podcasti tam benim yapmak isteyeceğim cinsten bir podcast.
Benden yaşça daha büyük, zeki, hayata dikkatli gözlerle bakan, süzgecinin eleğine güvendiğim kadınlarla yapılan sohbet.
Gözlerimizi kapıyoruz.
Tek ayağımızı havaya kaldırıyoruz, öbür ayakla sağa sola arkaya ve çaprazlara doğru rastgele sıçrıyoruz.
Bu sırada spor öğretmenimiz, koca bir pilates topuyla bize çeşitli yönlerden hafifçe çarparak dengemizi bozmaya çalışıyor.
Amaç, dengeni gözün kapalıyken bile kaybetmemek.
Ben bu egzersizi çok seviyorum, neden mi?
Bence bu bir ruh eğitimi de ondan. Biz hayatta zaten yarı kör ilerliyoruz.
Beynimizin içindeki algılar denizinde, belli belirsiz gördüğümüz kimi serap kimi gerçek adalara seyahat ederken, vapurumuza her yönden dalgalar çarpıyor, rüzgarlar esiyor.