Gözlerimizi kapıyoruz.
Tek ayağımızı havaya kaldırıyoruz, öbür ayakla sağa sola arkaya ve çaprazlara doğru rastgele sıçrıyoruz.
Bu sırada spor öğretmenimiz, koca bir pilates topuyla bize çeşitli yönlerden hafifçe çarparak dengemizi bozmaya çalışıyor.
Amaç, dengeni gözün kapalıyken bile kaybetmemek.
Ben bu egzersizi çok seviyorum, neden mi?
Bence bu bir ruh eğitimi de ondan. Biz hayatta zaten yarı kör ilerliyoruz.
Beynimizin içindeki algılar denizinde, belli belirsiz gördüğümüz kimi serap kimi gerçek adalara seyahat ederken, vapurumuza her yönden dalgalar çarpıyor, rüzgarlar esiyor.
Ayaklarımız bata çıka yürüyorduk ve nereye baksam beyazdı. Nereye baksam soğuktan mutluydu.
Kar, güneş ve soğuk konuşuyordu. Kendi aralarında böyle bir cenneti yaşatmak için pazarlıktaydılar.
Dünya kesinlikle sadece insanlar için yapılmamıştı.
Çamlarda serçeler cıvıl cıvıl bunun şarkısını söylüyorlardı:
Şu insanların haline bak/ zannederler ki her şey kendileri için/ halbuki biz kuşlar çok iyi biliriz ki/ onlar dünyanın sadece küçük ve gürültücü bir parçası/ ciki cik cik ciki cik/ İnsan aslında küçücük!
Bir balkona teslim oldum. Beni avucuna alıp, öyle bir vadi gösterdi ki bana.
Güneşin her saat yüzlere boyadığı sarı gölgeleri görmeliydiniz.
Oturup oracıkta kalmak ve her şeyi en başından düşünmek istedim.
Sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sağlığı iyi olsun.
Kalbi ritmini çalsın.
Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun.
Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın.
Ciğerlerinden nefes, bacaklarından güç eksik olmasın.
Sevdikleriyle yan yana olsun.
Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın.
Lafları birbirleriyle başlasın.
Nedir bu karşımıza çıkıp duranlar ve neden karşımıza çıkıyorlar?
Biz onlar karşımıza çıksın diye başvuruyoruz aslında.
Aramalarımız artık parmak izimiz gibi bizi ele veriyor.
“Ne yersen osun” vardı. Şimdi de “Ne aradıysan osun” var.
Hepimiz çok iyi biliyoruz artık aradıklarımızın peşimize takıldığını.
Eskiden “Karşıma çıktı” başka bir şeydi, sokakta filan karşına bir tanıdık çıktığında söylerdin.
Şimdiyse, her gün dilimizdeki bu cümlede bir gizli özne olduğu gibi (ben, çünkü benim aradıklarımın beni bulması bu), bir de gizli özür var.
Kendimize de, çocuklara da, başkalarına da hikayeler anlatmaz olduk.
Halbuki biz de, onlar da hayata başlamadan hikayesini duyardık.
Kaf dağını, ekmek kırıntılarını yiyen kuşları ve gezegeninde yapayalnız bir prensi dinleyip, hayatın parçalarını birleştirmeye çalışırdık.
Şimdiyse cepteki ‘story’ (hikaye) çok başka bir şeyin adı.
Yakınma yazısı değil bu yalnız. Niye yakınayım?
Hayat burada, ben de şahidiyim.
İçinde kendime yakınmadığım bir köşe elbet bulurum.
Benim bahsetmek istediğim kendi hikayemiz.
Cümlemi bitirdiğimde, gözlerimin dolduğunu ve onların da gözlerinin dolduğunu fark edip, durdum.
Bazen bir cümle nasıl gözlerden yaş taşırıveriyor?
Kelimeler nasıl bu kadar güçlü?
Kalbe nasıl ellerini sokuveriyor kelimeler?
Kimi zaman acıtmaya, kimi zaman affetmeye, kimi zaman özlemeye…
“Onu olduğu gibi görebilmek istiyorum.
Kim olduğunu kaçırmamak. Kendimle, hakkında denilenlerle, korkularım ve endişelerimle karıştırmadan.
Terapistler hemen seni elinden tutup ona götürür, “konuşun aranızda anlaşın” derler.
Fotoğraflardan, sana hem komşunun çocuğu kadar uzak hem de aynadaki çillerin kadar yakın gelen bu çocukla bir çeşit kovalamaca oynarsın.
Bazen sen kaçarsın o kovalar, bazen sen kovalarsın o kaçar.
Onu hatırlamak için gözlerimi kısarım bazen, o zamanlarda bile flu kalır bir kısmı.
Bir çocukla konuşmak kadar zordur onunla konuşmak. Konuları kısa keser. Oynamak ister.
Anlatmaya geçmek için büyümek gerekir.
Londra’da bir taksideydim telefon çaldığında.
“İchi-go, ichi-e”, “Bir sefer, bir buluşma” demekmiş.
Çay seremonileri için kullandıkları bu cümle, her buluşmanın biricik bir buluşma olduğunu anlatıyor. Japonların çay seremonisine bu kadar önem vermelerinin sebebi, o çayın tadının ve toplanan o insanların varlığının tadına ancak tek sefer bakabilecek oluşu. Japonya’ya gittiğimde Kyoto’da bir çay seremonisine katılmıştım.
Her şeyin bu kadar sakin bir ritüelle, uzun uzun, seni her saniye orada olmaya davet ederek yapılışı beni çok etkilemişti.
Zamanın geçişini, sanki tenlerinde bizden daha çok hissediyorlar.
Kiraz çiçeklerinin açtığı o bir haftanın kıymetini bilirken hüznünü de hissetmek, onların diline çok güzel kavramlar sokmuş.
Mesela “Mono no aware” de bunlardan biri.
Bir şeyin geçiciliğinden duyulan hüzün ama bu hüzün aynı zamanda bir mutlulukla beraber hissedilmesi için orada.
Geçiciliğin hüznü, yaşananı benzersiz kıldığı için aynı zamanda bir mutluluk sebebi. Dil bazen bir şeyi anlatmaya uzanmıyor.