Deve cüce oynar gibi.
Bazen kendime şaşıyorum. İçimde, aslında küçük olduğunu bildiğim bir şeyin nasıl büyük kırmızı alarmlara, uykusuzluklara ve endişelere yol açtığını dışarıdan bir göz gibi izliyorum.
Diyorum ki, aklım bunun basit bir şey olduğunu biliyor, o halde duygular neden ayakta!
İnsan büyüdükçe korkuları artıyor. Komik değil mi?
Sanki korkan çocuklarmış gibi geliyor insana, ama aslında yetişkinlerin her şeyden ödü kopuyor.
Ya öyle olursa, ya böyle olursa, ya o yaptığım şuna sebebiyet verir ve yapmadığım buna neden olursa diye uyuyamıyorlar.
Korkular, kolaylıkla aşacağımız küçük şeyleri koca balonlar olarak üzerimize fırlatıyor.
Onlardan kaçalım derken, küçüklüklerini unutup onları büyük problemler gibi yaşıyoruz.
Bayağıdır ‘eğlence’ kelimesi hayata hafif kaçar oldu. Dünyayı virüsler sardı, sonra ıstıraplar ve şimdi de gitgide ısınmanın tehditleri.
Her yandan bir şey batıyor gibi bütün gün kollarımıza. Ve biz yine dimdik, sabahları yüzümüzü yıkayıp çocuklara ve birbirimize günaydın diyoruz.
Haziranın birdenbire getirdiği yaza bakıyoruz. Yaz bize bakıyor, biz yaza.
Hâl buyken, “Eğlenmenin Gücü” isimli kitap bana hafif geldi. Yine de bir hasretle aldım elime.
Eğlenmenin hiç de ayıp olmadığı, hatta çok da iyi olduğu, herkese ömürlük iyi geldiği zamanları hatırladım.
Onu ne çok sevdiğimi, yakalayınca nasıl çocuk gibi mutlu olduğumu fark ettim.
Biz küçükken bir reklamda dediği gibi, bir anda ‘on yüz bin baloncuk yuttum!’.
Merlin uygulamamı açıp, bu hangi kuşun şarkısıymış diye bakınca, ‘büyük baştankara, çıtkuşu ve kara başlı ötleğen’in beraber söylediği çıktı ortaya.
Nasıl güzel bir konserdi size anlatamam.
Dakikalarca dinledim. Bilet alıp da bir konsere gelmiş gibiydim.
İyi ki penceremde bir akçaağaç vardı da, gün doğuşu kuş konserleri dinleyebiliyordum.
Aklıma Besteci Olivier Messiaen geldi. Çok küçük yaşlarında kuşların sesleriyle büyülenmiş.
Ornitolog (kuş bilimci) olmuş ve seslerini kaydetmiş.
Sonra onları notalara dökerek besteler yapmış. Catalogue D’oiseaux, kuş şarkılarından oluşan, 13 piyanoyla çalınmış eserden oluşuyor. Ne güzel değil mi?
Dünyanın bir canlısı başka bir canlısının müziğini kendi dilinde çalıyor.
“Cancağızım” şarkımı kasımdan beri dizimin dibinden ayırmazken, geçen cuma hayata, sizlere bıraktım.
Bir nevi doğum.
Gurur duyduğum, üzerine titrediğim, sırf kendim duymak için yüzlerce kere çalıp söylediğim bir şarkı.
Serdar da “Klibinde davul çalar mısın” dediğinde, şarkının beni götüreceği yerler, yaşatacağı duygular bitmemiş diye düşündüm.
İlk gençliğimdeki ruhla, Kadıköy’e gidip davul dersleri almaya başladım.
Harika bir kadından.
Adı Özge Gün.
Aynı zamanda oğlumun davul öğretmeni.
Ve bu çok hoşuma gitti. Demek güvenliği sevmiş diye düşündüm.
Bu düşüncelere bu kadar hızla ve doğal bir şekilde nasıl gelebildiğimi anlamanız için ben olmanız gerekir.
Hayatı fantastik bir kurgu gibi yaşıyorum.
Memnunum.
Değiştiremiyorum da zaten. Güvenliğe kalp bırakmak bana TikTok’ta emoji kalp bırakmaktan daha güzel geliyor ayrıca.
Neden sticker gibi kalpler taşımıyoruz ki?
Dijital dünyada, günde onlarca sağa sola saçtığımız şu kırmızı kalpten, gerçek hayatta da olsa.
Ceplerimizde taşısak.
Bu bebek hep ağlayacak, bu yara hep kanayacak, bu cümle hiç susmayacak.
Halbuki hepimiz çok iyi biliyoruz ki zaman, bol deterjanlı bir bulaşık süngeri gibi hepsini silip süpürüveriyor.
Tezgaha yeni şeyler koyuyor.
Kıpkırmızı bir elma, kırık bir bardak, sulanmak isteyen bir çiçek... Bu sefer de sen onları sonsuz sanıyorsun nedense.
Bu elma hep olacak hiç çürümeden, böyle duracak.
Hep bu kırık bardaktan içeceğim.
Çiçeğim hep sulanmak isteyecek.
Sonra bakıyorsun, onlar da silinip süpürülüyor.
Z kuşağına, onların diline, ihtiyaçlarına, dünyasına her gün uyumlanmaya çalışan bir 80’ler çocuğuyum.
Yeni çağların uçan taksisinde Sezen çalan bir taksi şoförü gibi düşünün beni.
Müşteriyi ve gittiği yerleri kapılardan anlamaya çalışıyorum ama hayat o kadar hızlı akıyor ki, artık akan hiçbir şeyin ona yetişmesine imkan yok.
Dün bir robotun baştan aşağı her şeyiyle bir şarkıyı yarım saatte bitirişini izledim.
Bunun yirmi dakikası bir insanın ona nasıl bir şarkı istediğini tarif etmesiyle geçti.
Ben yeni şarkımı kasımda yazdım, hâlâ içime sinen müzik miksinin gelmesini bekliyorum.
İçinden çıkılamaz havuz problemleri gibiyiz.
Dinlemiyormuşum. Doğrudur.
Sadece ben değil, pek çoğumuz kimseyi ve hiçbir şeyi dinlemiyoruz.
Dünya körler sağırlar birbirini ağırlar yeri.
İnsanlar genelde biri bir şey anlatırken, kendi sonra diyeceklerini kurgularmış.
Yani sürekli bir iç monolog kurbanıyız.
Herkese, her cümleye diyeceklerimiz hazır.
Ağızlar açıldığında, adeta sesi kısıp içeride söylenecek sözlerin paketini hazırlıyoruz.