Otururum ve ne yazacağımı bilemem o gün.
Halbuki benim aklım hep meşgul çalar.
Kalbim taşar durur.
Hep kolayca güleceğim ve dokunsanız ağlayacağım bir şey olur.
Coğrafyamda geniş vadiler uzanır.
Üzerinde bulutların tepsi gibi durduğu koca koca dağlar ve birden açarak çiçekleri şaşırtan bir güneş olur.
Bir kadının potansiyeline ulaşabilmesi için, ekonomik bağımsızlığı (tek taşımı kendim aldım) ve kendine ait bir alanı olması gerekirdi.
Çağlar boyu eğitimden ve toplumsal hayattan uzak tutulmaları, onları finansal olarak erkeklere bağımlı hale getirmişti.
Ayrıca seslerini duyuracak, fikirlerini söyleyecek yasal güçleri de olmamıştı.
Halbuki bir kadının yazabilmesi için, bağımsız olması şarttı.
Woolf, bunu 1929’da yazdı. Neredeyse 100 yıl önce.
Bugün ülkemde, kadınların bırak eğitim ve yaşam alanı, kendine ait bir nefesi bile kalmaması beni çok üzüyor.
Duyduğumuz hikayeler uzak diyarların acı dolu hikayeleri değil, yanı başımızda.
Başkalarını rahatsız ettiğini, çocuğuna hâkim olamadığını düşündüklerini düşünüyor.
Çocuğu bağırdıkça, o da içinde sağır edici bir çaresizliğe hapsoluyor.
Derken onu tuvalete götürmenin en azından sesi uzaklaştıracağını düşünüyor.
Çocuğunu koridorda zar zor tuvalete kadar götürüyor. Tuvalet dolu! O sırada yere çöküyor kadın, ellerini kalbine koyuyor.
İçindeki ve dışındaki bütün o sağır edici seslere rağmen, bir 10 saniye kendisiyle konuşuyor.
Diyor ki: Çok zor bir anın içindesin. Üzgünüm. Güçsüz ve çaresiz hissediyorsun. Göreceksin geçecek. Seni çok ama çok seviyorum...
Bu cümleler onu sakinleştiriyor. Çocuğu onun sakinliğiyle sakinleşmeye başlıyor.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, yapıyorsunuz!
Yapıyoruz, yapıyorlar.
İstediğimiz çoğu şeyi yapmadığımız gibi, istemediğimiz çoğu şeyi de yapıyoruz.
Neden böyleyiz?
Neden ayaklarımız çapraz yürüyoruz bazen?
Ayıp olmasın, öyle durmasın, şöyle görünmeyeyim, şu hissi uyandırayım diye.
Yani ait olmadığımız anları yaşamak için.
Siz kendinize söylediniz mi?
Eşe dosta söylediniz mi?
Cümle insanın içini acıtıyor.
Geçmişte çok zaman geçiren ne çok insan var.
Geçmişi, Atlas’ın sırtında gökyüzünü düşmesin diye tutması gibi, sırtında tutanlar.
Geçmiş kamburları. Geçmiş hamalları. Geçmiş hurdacıları. Hepimizde var.
Bırakamadığımız eller.
Kalkamadığımız koltuklar.
Biri bir şey der, ufuklara koşarsın, başkası bir şey der, kuyulara yuvarlanırsın.
Kimi var, yanından gittiğinde sana hazineler, yeni düşünceler, yeni bir film, kitap, hikâye bırakır.
Merakını uyandırır.
Geleceğe ait bir lambayı yakar.
Hayatla baş etme şekliyle sana ilham olur.
Onlar gittiğinde, güzel rüzgârları esmeye devam eder.
Kimi vardır, şikâyetle acılaşmıştır.
Olduğu yerden, olduğu halden, olduğu insandan, yanındakinden ve uzağındakinden memnun değildir.
Güzel anları, hatırlamak istediklerimi bir deftere çizecektim, not düşecektim.
Her şeyin birbirine karıştığını gördüm.
Eskiden de zamanın kumu bu hızla mı akardı, yoksa kumun akışı mı hızlandı?
Hızlanan bizim telaşlı bakışımız mı?
Günler, sıcak bir koşuşturmayla geçiyor.
Sanki gün sonunda, lokmalarını çiğnemeden yutmuş gibi yatağa uzanıyorum.
O kadar uykum var ki olanları gözümün önünden geçirmeye kalksam, uyuyakalacağım.
Dokununca rahatlatan, bereketinden kaybetmeyen, bire bin veren.
İçinde binbir canlıya ev olan.
Yağmurda çocukluk kokan.
Bizim bir babamız daha var. O da rüzgâr.
Yelkenlerimize üfleyen.
Birden saçlarımızı uçuran.
Kulağımıza bizim adımızla başlayan en güzel cümleyi kuran.