Biri bir şey der, ufuklara koşarsın, başkası bir şey der, kuyulara yuvarlanırsın.
Kimi var, yanından gittiğinde sana hazineler, yeni düşünceler, yeni bir film, kitap, hikâye bırakır.
Merakını uyandırır.
Geleceğe ait bir lambayı yakar.
Hayatla baş etme şekliyle sana ilham olur.
Onlar gittiğinde, güzel rüzgârları esmeye devam eder.
Kimi vardır, şikâyetle acılaşmıştır.
Olduğu yerden, olduğu halden, olduğu insandan, yanındakinden ve uzağındakinden memnun değildir.
Güzel anları, hatırlamak istediklerimi bir deftere çizecektim, not düşecektim.
Her şeyin birbirine karıştığını gördüm.
Eskiden de zamanın kumu bu hızla mı akardı, yoksa kumun akışı mı hızlandı?
Hızlanan bizim telaşlı bakışımız mı?
Günler, sıcak bir koşuşturmayla geçiyor.
Sanki gün sonunda, lokmalarını çiğnemeden yutmuş gibi yatağa uzanıyorum.
O kadar uykum var ki olanları gözümün önünden geçirmeye kalksam, uyuyakalacağım.
Dokununca rahatlatan, bereketinden kaybetmeyen, bire bin veren.
İçinde binbir canlıya ev olan.
Yağmurda çocukluk kokan.
Bizim bir babamız daha var. O da rüzgâr.
Yelkenlerimize üfleyen.
Birden saçlarımızı uçuran.
Kulağımıza bizim adımızla başlayan en güzel cümleyi kuran.
Kral Aeolus’un rüzgarlarına teslim olduğum yaz.
Galaxidi’de bir sokak arasındaki o bahçede, ilk defa biberli kayısı reçeli tattığım yaz.
En güzel kitapları okuyup bitirdiğim, The Kliffs’in “Running” şarkısını bıkıp usanmadan dinlediğim yaz.
“Ah o nakarattaki akor dizilişi” dediğim yaz.
Bu yaz, kuş olduğum yaz. Bir kuşum ben bu yaz.
Mitolojik Tanrıların fısıltılarındayım.
Atina’da Poseidon’la güneşi batırıp, Sifnos’ta Persephone’a aşık oluyorum.
Milos’ta Hades’le yerin altına girip, Ithaka’ya varıyorum Odysseus’tan önce.
İçindeki ışığa doğru yüzdüm. Sonra oradan küçük bir geçiş buldum. Oradan yüzerek geçerken, karnım neredeyse kayalara değecekti.
Geçtim orayı. Minik bir göle vardım.
Bu koca kayanın eşlikçisi olmak, beni bütün zamanlardaki bütün canlılıkla birleştirdi.
Bir Kızılderili gibi o dev taşa dokundum. “Sendenim” dedim. Sen de benden. Biz de ondan. Sudan, taştan, yaştan, ta baştan gelmedik mi?
Dersin adı: Sonumuz mu geliyor?
Derste, insanlığın karşı karşıya olduğu varoluşsal riskler işleniyor.
Nükleer silahlar, iklim krizi, biyolojik silahlar, yapay zeka…
Bu dersi astrofizik profesörü Daniel Holz ve bilgisayar mühendisi/ sosyolog James Evans beraber veriyorlar.
Derse, bu konulardaki uzmanlar da misafir olarak gelip bildiklerini anlatıyor.
Dönem sonundaki ödevler de, derste işlenen temalara yaratıcı cevaplar üretmek.
Ocak ayında, “Yapay zeka teknolojisinin insanlığa tehdit olup olmadığı” hakkında davet edilen bilgisayar mühendisi Geoffrey Hinton derse söyle başlamış: Hayatım mükemmel bir zamanlamaya denk gelmiş. İkinci Dünya Savaşı sonrası doğdum. AIDS’den önce ergendim. Ve insanlığın sonunu görmeden de öleceğim.”
Yanına bir evsiz yaklaştı.
“Bu havuz, para atılıp dilek dilenen bir havuz mu” diye sordu.
Bizim adam, çekimser, “At sen” dedi.
Onu bir an evvel başından savuşturmak istiyordu.
Evsiz adam atarken, “Senin için de bir dilek dileyeceğim” dedi.
Sonra da “Ama elimi tutman gerek” dedi.
Deve cüce oynar gibi.
Bazen kendime şaşıyorum. İçimde, aslında küçük olduğunu bildiğim bir şeyin nasıl büyük kırmızı alarmlara, uykusuzluklara ve endişelere yol açtığını dışarıdan bir göz gibi izliyorum.
Diyorum ki, aklım bunun basit bir şey olduğunu biliyor, o halde duygular neden ayakta!
İnsan büyüdükçe korkuları artıyor. Komik değil mi?
Sanki korkan çocuklarmış gibi geliyor insana, ama aslında yetişkinlerin her şeyden ödü kopuyor.
Ya öyle olursa, ya böyle olursa, ya o yaptığım şuna sebebiyet verir ve yapmadığım buna neden olursa diye uyuyamıyorlar.
Korkular, kolaylıkla aşacağımız küçük şeyleri koca balonlar olarak üzerimize fırlatıyor.
Onlardan kaçalım derken, küçüklüklerini unutup onları büyük problemler gibi yaşıyoruz.