Hadi Uluengin

Gülen camiası ve Gülen’in hatırlatması

13 Nisan 2011
GEÇEN hafta burada tek ortak paydası Fethullah Gülen Hocaefendi’nin manevi liderliği benimsemek olan geniş kitlelere “cemaat” denilemeyeceğini yazdım.

Zira nicelikteki çoğulluk ve nitelikteki çoğulculuk artık “camia” tanımını gerektiriyor.Yoğunlaşan her yapıda olduğu gibi bünyenin farklılık üretmesi ise doğallık arzediyor.
Yani özetlersek, iradesi hilâfına ABD’de yaşamak zorunda kalan karizmatik şahsiyete sadakat hariç Hareket mensupları illâ yekpare ve merkezi bir hiyerarşide hareket etmiyorlar.

OYSA yukarıdaki cemaatten camiaya geçiş olgusuna, yani genişleme ve farklılaşma sürecine rağmen Gülen Hareketi’nin “öteki” tarafından algılanma tarzı pek değişmedi.
Burada “öteki” derken öz itibariyle laik, kentli ve alevi kesimlere mensup olan ve eski şartlanmadan ötürü de “tarikat” sözcüğüne alerji duyan diğer geniş kitleleri kastediyorum.
Şu bir vakıa ki aynı kesim söz konusu camiayı her şeye kadir bir “öcü” olarak görüyor.
Diğer kültürlerden örnek ararsak şöyle bir öcü hayal edin: Bolşevik bir merkezi zapt-u raptla örgütlenmiş, Katolik bir Cizvit elitizmle yetişmiş, Protestan bir Calvin misyonculukla donanmış ve yine Katolik bir “Opus Dei” veya seküler bir Mason gizlilikle yoğrulmuştur.
Ve kim ki, ona yan bakar yahut yoluna taş koyar, işte anında Silivri Cezaevini boylar!

HAYIR, Fethullah Gülen Hocaefendi camiası böyle paranoyayla bağdaşmıyor!

Yazının Devamını Oku

Gülen: Cemaat mi, camia mı?

6 Nisan 2011
GÜLEN hareketini ele almak için ilkin tanımlamalar konusunda anlaşmak gerekiyor.

Böyle bir uzlaşma tartışmayı çok daha sağlıklı ve nesnel bir zemine oturtacaktır.
Çünkü aynı harekete yöneltilen belki doğru, belki yanlış; belki de yarı-doğru, yarı-yanlış son iddia ve ithamlar her şeyden önce bu tür bir lügat birliğini zorunlu kılıyor. 
Şunu demek istiyorum:

PENNSYLVANIA’daki kanaat önderinin manevi ve fikri kişiliği etrafında birleşen geniş kitleler acaba genelde dil pelesengi edildiği gibi “cemaat” özelliği mi yansıtıyorlar?
Yoksa aksine, “camia” kelimesini kullanmak daha mı uygun düşüyor?
Ben bu sonuncu tanımın doğru olduğuna inanıyorum ki hemen gerekçelerine geleyim.

MALÛM, her iki sözcük de toplanmak anlamındaki “icma” fiilinden iniyor.

Yazının Devamını Oku

Ergenekon nedir ve ne değildir?

30 Mart 2011
“ERGENEKON” tabii ki vardır! Bundan şüphe duymak dahi abesle iştigal eder!

Oysa yine de hâlâ tereddüt taşıyan iyi niyetli insanların olduğunu biliyor ve görüyoruz.
Söz konusu iyi niyetin yüzü suyu hürmetine de onlara “kör” değil “naif” diyelim.
Bilhassa da, sorgulama ve yargılamalardaki üslup ve usul hoyratlıklarından dolayı yukarıdaki tereddüdü güçlendiren veriler bulunduğunu nesnel bir vakıa olarak kabullenelim.
 
BUNA karşılık, en baştan beri “hayır yoktur ve kumpas vardır” diye bağıranlar bambaşka bir kategoriye giriyor. Onlar yukarıdakiler gibi iyi niyetli naiflerden oluşmuyor.
Onlar son temel taşlarına da kazma vurulmakta olan eski statükonun bekçileridir.
Zaten de aynı “Ergenekon” Cumhuriyet tarihimizin en hayati sivil atılımı olduğu içindir ki o bekçiler davayı itibarsızlaştırmak amacıyla güneşi balçıkla sıvamaya çalıştılar.

Yazının Devamını Oku

Libya: Sakal ve bıyık

24 Mart 2011
LİBYA’daki son durum yukarıdaki kadar basittir! Tabii lâfın gelişi “basit” diyorum. Aslında tam tersine, benzetmedeki kadar zor ve çetrefildir.

Sakaldan başlayalım. Varsayalım ki uluslararası camia “iç işlerine karışmamak” ilkesi adına Libya’ya müdahale etmemiş ve gelişmeleri seyretmeyi sürdürmüştü. Eh, yandı gülüm keten helva!
Zira şüphe yok, Kaddafi ordusu yitirmiş olduğu tüm konumları tekrar ele geçirecekti. Dolayısıyla da, zaten en baştan beri yaptığı gibi çoluk – çocuk ve kadın – sübyan demeden muhalif addettiği bütün bir ahaliyi katliama tâbi tutacaktı.

PEKİİ, çöl meczubu bunu yapacaktı da “ulusalcı” veya “İslamcı” malûm koro ne yapacaktı? Tabii ki feryadı basacaktı: “Bakın, zaten son dönemde Batı’ya kaymış olan Kaddafi petrolü elinde tuttuğu için o Batı kılını kıpırdatmıyor. Mazlum katliamını umursamıyor. Nitekim Müslüman oldukları için Boşnaklara da böyle kayıtsız kalmışlardı diye mangalda kül bırakmayacaktı.

BIYIĞA tükürmeye gelirsek, söz konusu durum halen sürmekte olan gelişmelerdir. Yani kof ve iğreti bir Fransa teğeliyle tutturulmuş olan yamalı bohça “koalisyon”un (!) Muammer Kaddafi ve şakirtlerine karşı halen yürütmekte olduğu askeri süreçtir. Önce o Fransa, daha doğrusu “acul” (!) Sarkozy hakkında birkaç şey söyleyeyim.
Bilelim ki Tunus Devrimi’nde tamamen çuvallayan; Mısır’da aynen tekerrür ettiren; dolayısıyla dışişleri bakanını acilen istifaya zorlayan; bu beceriksizliklerinden ötürü de sondajlarda dibe vuran Nicolas Sarkozy hazretleri eğer Libya konusunda aniden “zaptiye çavuşu” kesildiyse, onun bu traji-komik atılımı tümüyle iç politikaya yöneliktir.
Sanıyor ki ABD’yi bile peşine takan “güçlü ve prestijli” Fransa imajı yaratacaktır. Böylelikle de kırdığı yumurtaları yapıştıracak ve kamuoyunda yeniden puan toplayacaktır. “Chiche” (bahse var mısın) Mösyö Sarkozy, puan falan değil nal toplayacaksınız! Neyse, şu tekrar bıyığa tükürme durumuna geleyim.

İŞTE, yarım yamalak biçimde ve kimin elinin kimin tetiğini çektiği bilinmeden bile olsa Libya’ya harekât başladı. Tabii bizim yukarıdaki koro da yine aynı feryada başladı. Hani sakala tükürüldüğü takdirde “hin Batı, Arapların ve Müslümanların katline seyirci kalıyor” demek için pusuda bekleyen kesim bu defa da şunu terennüm eder oldu: “hin Batı, petrol için Arap ve Müslüman mazlumları katlediyor”.

Yazının Devamını Oku

Niçin uzlaşma kültürü?

16 Mart 2011
KİTAP önümde değil dolayısıyla mealen aktaracağım.

Dev tarihçi Marc Bloch, “Müdafaa” başlıklı eserinde toplumsal lügatin, yani aslında sözcüklerin zaman içinde geçirdiği evrime de değinir. Ve aşağı yukarı şu ifadeyi kullanır:
“Biz tarihçiler istediğimiz kadar hayal kırıklığına uğrayalım, insanlar adet ve uygarlıklarını değiştirdiler ama bu yenileri tanımlayacak farklı terimleri üretmediler”.
O halde “demokrasi” kelimesini emsâl alarak Bloch’un “hayal kırıklığı”na gelelim.

MALÛM, yukarıdaki deyim Yunanî kökenden iniyor. Zaten de sözcük başta Atina olmak üzere Helen sitelerinde hüküm süren katılımcı yönetimi adlandırmak için kullanılırdı.
Bazı tarihçiler buna bir bölüm Viking ve Macar aşiretinin sistemini de dâhil ediyorlar.
Oysa hepimiz biliyoruz ki modern zamanların demokrasi kavramı ne Ege, ne Baltık, ne de Tuna kıyılarında bir vakitler hüküm sürmüş olan demokrasi anlayışıyla benzeşiyor.
Kölelerin, kadınların ve meteklerin dışlandığı sisteme bugün kim demokrasi diyebilir?

Yazının Devamını Oku

Değişim suları, değişim liderleri

9 Mart 2011
BAŞI felsefeyle hiç hoş olmayanlar bile Heraklitos’un şu sözüne kulak aşinasıdır:<br><br>“Aynı nehrin suyunda iki defa yıkanılmaz!”

Çünkü “Aforizmalar”ı ve “Kırıntılar”ı miras bırakmış olan Efesli hemşerimiz bu veciz ifadeyle diyalektiğin, yani değişimci dinamiğinin özünü tanımlamıştır.
Hiçbir şey sabit değildir! O her şey daima akar ve o her şey daima zıddına dönüşür!
Zaten bundan dolayı da Heraklitos’un öncülük ettiği ekole “seyyaliyetçilik” denilir.

ÖTE yandan, kuramını İtalya’daki Foça kolonisi Velia’da geliştirmiş olsa dahi Heraklitos’a tamamen zıt düşen diğer bir filozof, yani Zenofan da yine kadim hemşerimizdir.
Kökeni aynı Efes’in kapı komşusu Kolofon’a, şimdiki Değirmendere’ye uzanır.
Fakat gerçekten de birincisiyle zıtlaşır. Zira şakirdi Parmenis aracılığıyla biliyoruz ki üstadına göre evren de, dünya da, hayat da hiç değişmezler. Şeyler ezeli ve ebedidir.  
Nitekim bu yüzden Velia öğretisine de “duraganlık” veya “sabitlik” ekolü adı verilir.

YAZIYA kasten kadim Yunan’a ait fakat her ikisi de Anadolulu filozoflarla başladım.

Yazının Devamını Oku

Yetti!

5 Mart 2011
EVET, yeter ve yetti! “Ergenekon” şaibesi altında önceki gün gerçekleştirilen gayr-ı meşru baskın ve gözaltılar bardağı taşıran son damla oldu!

Bardak ne kelime; hatta sürahi, şişe, leğen bile ne kelime, artık damacana dahi taştı.
O halde, tekrar yeter ve yetti!

YETTİ, zira operasyonun kitabına uydurulmuş bir “yasallık” (!) çerçevesinde düzenlenmiş olması yukarı gayr-ı meşruluğu değiştirmedi. Değiştiremez de!
Zira “kanuniyet” bir şeydir, “meşruiyet” ise bambaşka bir şeydir.
Birincisi hukuki ve adlidir. Yani maddidir. Zamanda ve mekânda değişkendir.
İkincisi ise vicdani ve ahlâkidir. Manevidir. İnsan “insanî insan” oldukça da ebedidir.
Oysa o ahlâktan ve o vicdandan biraz nasiplenmiş her “insanî insan” ülke tarihine bir “utanç Perşembesi” olarak geçecek olan 3 Mart takviminin yaprağını koparıp atacaktır.      

ÖYLE, zira bizzat “derin devlet” şemasını şeffaf kılmak uğraşı veren bir Ahmet Şık veya bir Nedim Şener’in sırf adlarının bile “Ergenekon”la birlikte telaffuz edilmesi zuldür!

Yazının Devamını Oku

Sol: Fesih ve ilhak

3 Mart 2011
MALÛM, “sol”la “sağ” arasındaki sınır kalktı “Ulusalcı” etiket altında bütünleştiler. Ancak bu sıfatları “merkez”e yakın kesim için değil de “uç” kutuplar için kullandım.

Siz “hızlı Marksistler” ve “ultra milliyetçiler” olarak da tercüme edebilirsiniz.

BUNLARDAN birincisini, atmışlı yıllarda o Marx’ı keşfeder keşfetmez gerilla savaşından darbe girişimciliğine uzanan bir yelpazede “üretim ilişkilerini değiştirecek devrim” yapmak sevdasına kapılan komünist veya komünizan “sol” oluşturuyor.
İkincisi ise, bazen faşizan eğilimler bile yansıtan, hatta kavmiyetçilik rıhtımlarına dahi palamar atan ve her halükarda da devlet fetişizmini kutsayan milliyetçi “sağ”a odaklanıyor.
Şüphesiz, farklılığa rağmen proje ve yöntemlerde ortak bir otoriter – totaliter eğilim olduğu için her ikisi arasında benzerlikler olduğu söylenebilir. Fakat abartmamak gerekiyor
Çünkü eğer zıt ve net çelişkiler barındırmasalardı evrensel terminoloji birini “sol”, diğerini de “sağ” diye tanımlamak ihtiyacını zaten hissetmezdi.

HALBUKİ böyle bir ihtiyaç hissediliyor, zira Marksist “sol”un peygamber addettiği Trierli Mehdi’ye göre ilk ve kesin dogma sınıflı toplum kavramıdır. Her şey buna bağımlıdır.
Dolayısıyla da iç bünyedeki sınıf mücadelesi o “sol”un en dokunulmaz amentüsüdür. 

Yazının Devamını Oku