Hadi Uluengin

Eski teleks yeni ihtilâl

16 Şubat 2011
1978 yılında mesleğe ilk siftah ettiğimde 20’nci asır başı gazeteciliğini aşmıştım. Yani haber yetiştirmek için postaneye koştuğum ve “arşidüke suikast -stop- katil sırp ?stop- seferberlik bekleniyor -stop- gerisini uydurun” diye telgraf yolladığım olmadı.
Ancak yine de yayılışı 1. Harp’e uzanan telefon ve teleksten başka iletişim aracı yoktu.

ÖTE yandan, teoride bunlar vardı, ama ülkemiz için pratikte bunlar dahi yok sayılırdı.
İsterseniz santrale kendinizi “yıldırım” değil “şimşek” yazdırttın.
Sonra da ahize ha cazırdadı, ha cazırdayacak diye aparat başında çişinizi tutun. Nafile!
Veya mucizevî hat düşer diye takur takur klavyede Türkiye’yi kodlayın. Yine nafile!
Tufan kopsa haberi ulaştıramazdınız ve suç sizinmiş gibi de şeflerden azar işitirdiniz.

UNUTTUM, bir de uluslararası ajanslarda merdaneyi döndüre döndüre siyah-beyaz fotoyu yüz saatte geçen telefaks mevcuttu. Ama yollamak fahiş fiyattı ve gazeteler istemezdi.
Dolayısıyla resim gönderecek muhabir havaalanına koşar ve yüzünü kızartarak, binbir minnet ve ricayla gözünün tuttuğu bir İstanbul yolcusunun eline bobini tutuşturmaya çalışırdı.
Ölme eşeğim ölme, o yolcu inecek de, gümrüğü geçecek de, şoför eşkâlini bulacak da, Çağaoloğlu’na yetiştirecek de, laboratuar banyo edecek ve ertesi sabah sayfada yer alacak.
Eh durum haberi üreten gazeteci açısından böyle olunca, o haberi tüketen okuyucunun, dinleyicinin ve seyircinin “güncel”e ne denli çabuk ulaşabildiğini varın siz hesaplayın!

YUKARIDAKİ eski defterleri Mısır’da yaşanan “Büyük İhtilal”den dolayı açtım.
Çünkü Mübarek diktatoryasının dayattığı kapalı topluma rağmen eğer böyle bir ihtilal gerçekleşebildiyse bu ancak diğer bir devrim, yani iletişim devrimi sayesinde mümkün oldu.
Burada “Duvar”ın çöktüğü tarihe denk gelen 1989 yılı hayati dönüm noktasıdır.
Aynı yılın ilkbaharında “CNN” tankın önüne çıkan Pekinli genci haniyse anında; sonbaharında ise aynı “Duvar”ı tükürükle yıkan Berlinlileri direk olarak ekrana getirdi.
Sonra, Rumen kalabalığın Çavuşesku’yu yuhalamasından Rus direnişçilerin “palyaço generaller” darbesini bastırmasına, an be an nakledilen imajlar sıradanlık kazanmaya başladı.
Oysa bu sıradanlık insanlık tarihinde asla yaşanmamış bir devrimi de sıradan kılıyordu

ÖYLESİNE radikal ve muazzam bir devrim ki, son tahlilde 1. Harp’ten beri hemen hiç değişmemiş eski iletişim teknolojinden kopuş özünde eski değerlerden kopuşa tekabül etti.
İlk hızlı faksa, ilk dijital hatta, ilk dizüstü bilgisayarına şaşıracak vakit kalmadı, hemen ardından ilk cep telefonu, ilk internet ağı ve ilk “Twitter” veya “Facebook”u geldi.
Çok kısa bir sürede bambaşka bir haber akışına geçiş aslında hayatın akışını değiştirdi.
Bütün bunlar da eski telefonun ve eski teleksin insanı olan Mübarek ve benzerleri farketmese bile Mısır’daki ve diğer yerlerdeki “Büyük İhtilaller”in tohumlarını ekti.

BEN o telefon ve teleksi kullanırken bunlar kesilebilir ve tv stüdyosu kilitleyebilirdi.
Ama bugün hadi sıkıysa internet ağını engelle! Yahut çanak anteni karart!
Birincisine yeltenmek kendi ayağına ateş etmek olur. Çünkü ordun da dâhil bankandan oteline ve mahkemenden fabrikana bütün bir sistem ve ekonomi onun ekseninde işliyor.
İkincisini de karartamazsın, zira uzayın uydu dalgalarını Nil nehrinde boğamazsın!
Dolayısıyla, öyle çölün hamsin rüzgârına falan ihtiyaç olmadan ne Tunus’taki “Yasemin Devrimi” kokusunun daha anında Kahire’ye ulaşmasını; ne de aynı Kahire’den İskenderiye’ye “Tahrir Meydanı’na gelin” diye SMS mesajı atılmasını önleyebilirsin.
Eski hayat cazırtılı telefon ve takırtılı teleksle bitti, yeni hayat her anlamda ihtilâldir!
Yazının Devamını Oku

Geçmiş bir sevgilisizler günü

15 Şubat 2011
NE de olsa kaçın kurası adamım, iletişim teknolojisinin birey özgürlüğüme tecavüzde çizmeyi daha da aşacağını çabuk sezinledim ve cep telefonumu daha geçen salı günü kapattım

Arada bir açtım ve kim aramış diye baktıktan sonra tekrar şebeke dışına çıktım.
Sonra dün sabah, belki mütecavizlik artık nihayete ermiştir diye yeniden bağlandım.

* * *

NAFİLE ve “son an, son fırsat, son sürpriz” mesajları aynısıyla sürüyor.
“Akşam için yerinizi ayırtın, rezervasyonumuz hâlâ var”; “hediyenizi derhal alın, vitrinimiz hâlâ ışıltılı”; “mumunuzu hemen yakın, nefesimiz hâlâ üfürüklü” türü sms’ler 2. Savaş Londra’sına yağan Nazi bombalarına rahmet okutacak yoğunlukla ekrana düşüyordu.
Ve tabii şeytan da al o telefonu fırlat,diyor.

Yazının Devamını Oku

Sizin balık kaç santim?

12 Şubat 2011
NÂZIM Hikmet zindan şiirine “Bugün pazar, beni ilk defa güneşe çıkardılar”la başlar.

“Bu anda ne düşmek dalgalara; ne kavga, ne hürriyet, ne karım” diye devam eder.
Ben de öyle yapacağım. Gerçi şükür, dün sabah mahpus avlusunda volta atmadım.
Olsun, yine de bugün ne Mısır, ne “kağıttan kaplan”, ne de “Kuzey Kıbrıs Ekmek Elden Su Gölden Türk Cumhuriyeti” umurumda, yalnız balıktan söz edeceğim.

EFENDİM, geçen pazar öğlen vakti hava hayli serinceydi. Fakat günlük güneşlikti.
Canım çok fena halde palamut çektiğinden de mutlaka balıkçıda yemek istedim.
Oysa cigara belâsına illâ açıkta oturmamız gerekecek. Dolayısıyla allem ettim, kallem ettim ve “sarıp sarmalanırsın, olmadı şal isteriz” diyerek önce refakatçimi kandırdım.
Tabii öyle Boğazlar’a, Adalar’a, Modalar’a değil iki adımlık mahalle mekânına gittik.

Yazının Devamını Oku

Sol mu keskin kılıç mı kesin?

10 Şubat 2011
VİRGÜLÜNE dokunmadan aktarıyorum, müteveffa İlhan Selçuk, 12 Mart 1971 muhtırasının ertesi günü “Cumhuriyet” Gazetesi’ndeki sütununda darbeyi şöyle desteklemişti.

“12 Mart bildirisi devrimci çizgide olumlu bir adımdır.
Atatürkçülük ve 27 Mayıs doğrultusunda ordunun devrimci gelenek ve yapısına uygun tarihi bir belgedir. Cici demokrasinin cılkı çıkmıştır”.
Oysa hatırlatırım, o “devrimci gelenek” (!) yukarıdaki yazıdan biraz sonra “solcu” (!) Selçuk’a da şamar nakşetti ve Erenköy’deki Ziverbey Köşkü’nde işkence tezgâhına yatırdı.

ÖTE yandan, tekrar müteveffa ve tekrar “solcu” (!) Hikmet Kıvılcımlı aynı darbeden üç gün sonra yayınladığı dergide “Ordu Kılıcını Attı” diye sevinçten havalara uçuyordu.
Zaten “Doktor” lâkaplı komünist lider “asker siyaset yapamaz” ilkesinin “maval” olduğunu söyleyerek yazısını TSK’ya yönelttiği “hadi hayırlısı” temennisiyle bitirmişti.
Fakat yine hatırlatmak zorundayım ki o “kılıç” kendi kellesini de uçurmaya kalkışınca Kıvılcımlı acilen kaçtı ve Allah rahmet eylesin, Belgrad’taki sürgün hastanesinde vefat etti.

DİĞER taraftan, bu defa Allah daha nice uzun ömürler ihsan eylesin, “Eskitüfek” müstear adını kullanan başka bir komünist önder; yani “ordu gençlik elele / milli cephede” sloganın da mucidi olan Mihri Belli aynı ordu aynı darbede aynı tüfeği kendisine yöneltince kapağı yine apar topar yurtdışına atmak zorunda kaldı.

Yazının Devamını Oku

Apoletsiz generaller

9 Şubat 2011
SİVİL demokrasi için mücadele tabii ki askeri vesayete karşı mücadeleyi de kapsıyor. Hatta düne kadar başı çekiyordu. Zaten tersi tahayyül dahi edilemezdi ve edilemez.
Ancak Türkiye’de hüküm sürmüş olan yukarıdaki vesayet yalnız o askerin paşa gönlüne ve garnizonun öznel iradesine bağlanamaz.
Yani sebep ? sonuç ilişkisindeki kışla bir sonuçtur ama illâ “sebep” değildir.
“Apoletsiz general” denilen ve TSK ekseninde politika yapan habis bir sivil kesimin de en az o kışla kadar, hatta daha fazla sorumluluk taşıdığını mutlaka vurgulamak gerekiyor.

ŞÖYLE ki, “eyvah, ordu kağıttan kaplanmış” diye hüngür hüngür ağlayan şu CHP Başkan Yardımcısı’nın da dâhil bulunduğu siyasetçi tipi, yakın tarihimizde hep mevcut oldu.
Zaten de onlar her darbeye ve her müdahaleye alesta bekleyen kadro tahsis ettiler.
Fakat daha ötesi ve daha vahimi, tıpkı şimdiki Batum gibi kâh serzenişli çağrışımla, kâh açık açık bizzat böylesine darbe ve müdahalelere yaldızlı davetiye yolladılar
Bu gelenek ta Turhan Fevzioğlu’nun GP’siyle başlar. 12 Mart Nihat Erim’ini ve 12 Eylül Coşkun Kırca’sına değdikten sonra da işte bugünün Süheyl Batum’una uzanır.
Ve tabii hatırlatmak gerekiyor ki söz konusu şahsiyet, politikacı ve kadroların ezici çoğunluğu köken itibariyle yine altı oklu partisinin rahle-i tedrisatından geçmiştir.

YUKARIDAKİ “apoletsiz generaller”in projesi öz itibariyle laisist ve modernisttir.
Fakat özünde yekpâre bütün olan bu modernliğin, yalnız tek bir boyutunu benimserler.
Çoğulcu demokrasiyi, serbestçi sekülerliği ve adem-i merkeziyetçi sivilliği es geçerler.
Böylesine bir sakatlık da onların toplumsal destek ve dayanağını asgariye indirger.
Nitekim kendilerini “sivil general” (!) addetmelerine rağmen rütbenin üniformalısına gereksinim duymaları da tam buradan kaynaklanır.
Destek yoksunluğu projeyi cebren uygulayacak bir güce yani orduya ihtiyaç doğurur.
Yüksek hâkim 28 Şubatçıları ayakta alkışlar. Gazeteci de paşalarına darbe gazı verir.
Üstelik kendilerini “seçkin”, “krema”, “Beyaz Türk” falan diye tanımlasalar bile sözünü ettiğim Kırca gibi çok nadir ve çok pırıltılı istisnalar hariç ortalama gayet vasattır.
Entelektüel seviye vülgarizasyon kitabıyla, hayat gustosu da rakı şişesiyle sınırlı kalır.
En eliti şarap modasına uyar. Tınısı için değil ideolojisi için Fazıl Say konserine gider.
Zaten hedefledikleri şey de böyle bir vasatlığı genel kılacak mediyokrasi sistemidir.

ÖTE yandan, yukarıdakiler modernliğin Batı’yla bütünleştiğini tabii ki biliyorlar.
Nitekim söz konusu Batı, ülkemizdeki askeri vesayetlerin sırtını sıvazladığı müddetçe hemen hepsi daima “Batıcı”, hatta “Amerikancı” çehre sergilediler. Aralarından su sızmadı.
Ama ne vakit ki Soğuk Savaş bitti ve vesayetlere cevaz gelmez oldu, külâhlar değişildi.
Apoletlileri gibi “apoletsiz generaller” de “titre ve kendine dön” rotasına girdiler.
Küresel dönüşüm onların da ayrıcalığını sarstığı içindir ki, ağzında “emperyalizm” kelimesini bile dolandıran şimdiki Süheyl Batum gibi bu defa keskin “ulusalcı” kesildiler.
Nasıl dün Batı modernliğinin demokrasi boyutundan nefret ediyorlardı, bugün aynı nefreti aynı moderniteyle eklemleşmiş Batı’ya karşı bir bütün olarak kusmaya başladılar.
El insaf, NATO mensubu ordunun subayı Rusya’yla ittifak kurmaktan dem vurur oldu.
Veya ABD burslu profesör “Avrasya seçeneği”ni (!) alternatif diye sunmaya kalkıştı.
İşin özü, asker ve sivil, “eski düşüncelerin” insanları “yeni düşüncelerin” dünyasını anlayamadıkları için kaosa savruldular ve o dünyanın, hayatın ve ülkenin marjına düştüler.
Oysa kariyer icabı apoletli generaller dahi tekaüt olduğuna göre, “ordu kağıttan kaplanmış” diye ağlaşan “apoletsiz generaller”in emeklilik vakti çoktan geldi ve geçiyor.
Yazının Devamını Oku

Batum’un kaplanı Kılıçdaroğlu’nun çağrısı

8 Şubat 2011
BELLİ ki CHP Başkan Yardımcısı Süheyl Batum, Mao’yu okumuş. Eh, tebrikler!

Ama tabii “Halk İçindeki Çelişkilerin Doğru Çözümü” veya “8. Yol Ordusu” filan da dâhil kızıl despotun herzelerini cilt cilt mi devirdi, yoksa yalap şalap mı geçti bilemiyorum.
Farketmez, çünkü her halükarda Çinli katilin sözü Batum’un kulağına küpe kalmış.

ÖYLE, zira siyaset üzerindeki askeri vesayetin sona ermiş olmasına pek hayıflanan altı oklu parti sözcüsü bu derin acısını cumartesi günü hangi yakınmayla ifade etti?
Alenen, “meğer ordu kağıttan kaplanmış. Koca ağacı hop diye yıktılar” buyurdu.
Kabul, breh breh ama şunu da ekleyin: Bu “kağıttan kaplan” deyimi Mao patentlidir.

EVET, tabii ki breh breh! Çünkü düşünün, yukarıdaki lâfı eden kişi demokratik sistemle et ve kemik olması gereken bir kurumun genel başkan yardımcısı sıfatını üstleniyor.
Doğası ve konumu icabı o sistemi her şart altında savunmak yükümlülüğünü taşıyor

Yazının Devamını Oku

Cuma namazı mı sistem çıkmazı mı?

5 Şubat 2011
DÜN yazıya erken başladığımdan Kahire camilerinde henüz cuma selâsı verilmemişti.

Dolayısıyla da namaz sonrası “Arap sokağı”nda neler olup biteceğini bilmiyorum.
Çok önemli değil zira bugün o camiyle o sokak arasındaki genel ilişkiye değineceğim.

MALÛM, yukarıdaki caminin Mısır’da ön plana çıkması, özellikle de kitlelerin Cuma namazını Mübarek karşıtı gösterilerin odağına dönüştürmesi Türkiye’de eleştiri konusu oldu.
Seküler – dini ayırımında “laikçi” çizgiye meyledenler; yani “ibadethanede politika yapılmaz” ilkesini bir dogma olarak algılayanlar, 1979 İran’ında da ağızlar yanmış olduğu için imâni mabedin siyasi bir mihrak rolü oynamasını kuşkuyla, hatta korkuyla karşılıyorlar.
Hemen söyleyeyim ki teorik olarak ben de aynı ilkeyi benimsiyorum.
Ama bu teori son tahlilde kitabidir. Farklı zaman ve mekânlarda pratikle bağdaşmıyor. Hele hele, İslam Âlemindeki otoriter rejimlerin “kapalı toplum” dayatması göz önüne alındığı takdirde yukarıdaki “ilke” somut ve zorunlu gerçekle hiç mi hiç bağdaşmıyor.

NİTEKİM şu soruyu soracağım: Allah rızası için söyleyin, kelime kökeni dahi aynı fiilden türemiş camiler hariç Mısır halkı dün nerede “icmâ” edebilirdi? Yani toplanabilirdi?

Yazının Devamını Oku

Mübarek kaç vakitte yolcu?

3 Şubat 2011
EĞRİ oturup doğru konuşalım, Hüsnü Mübarek henüz yiğitliğe b.. sürdürmedi.

Salı akşamı yaptığı ve küstah bir meydan okumayı da içeren konuşmada sadece Eylül’de aday olmayacağını söylemekle yetindi. Eh, mecburen de “reform” (!) sözü verdi. 
Ulus bununla yetinir mi? Bir ayağı çukurda despot yedi ay daha koltukta oturur mu?
Yanıt belirsizlik arz ediyor ve hem ruhi yapıyı, hem yeni tabloyu irdelemek gerekiyor.

İLKİN, Arapların yekpare bir kavmi ruhiyata sahip olduğu önyargısını çöpe atalım.
Burada “ruhiyat” derken hal ve oluş tarzından zihniyet ve tepkiselliğe uzanan düşünce, kavrayış ve davranış yelpazesini kastediyorum. Kültür kelimesini bile kullanabiliriz.
Örneğin, her ikisi de köken itibariyle çöl göçebesidir ama Mağrip Berberîleriyle Ürdün Bedevîleri arasında çok önemli farklar mevcuttur. Beyrut ve Şam şehirlileri ise Yemen dağlıları ve Umman denizcileriyle hiç benzeşmez.

MISIR insanı ise hepsinden daha başkadır.

Yazının Devamını Oku