Yukarıdaki saptamama çok yerinde bir “buna Türkiye de mi dâhil” sorusu yöneltildi.
Hiç tereddütsüz ve kestirmeden “hayır” cevabını verdim.
Sonra da “Türkiye’yi etkilemez, aksine Türkiye oraları etkileyecek” diye ekledim.
EVET, Türkiye dün olduğu gibi bugün de Arabî dünyayı etkiliyor ve etkileyecek.
Dün derken, 1923 Cumhuriyeti’mizin geçmişte bir dizi Ortadoğu lideri ve rejimi tarafından model olmasa dahi en azından emsâl olarak algılanmış olmasını kastediyorum.
Tamam, Mişel Eflâk’ın Baas ideolojisi tabii ki belirleyici addedilir.
Fakat yine de Mısır’da Nasır kısmen; Tunus’ta Burgiba’sı haydi haydi; Cezayir’de de ilk FNL yöneticileri önemli ölçüde “Kemalist Devrim”in rüzgârında yıkanmışlardı.
Şöyle ki, 18 Ocak günü burada yayınlanan yazımda yukarıdaki “Devrim”in diğer Arap – İslam ülkelerine sirayet edeceğine fazla ihtimal vermediğimi söylemiştim. Noktayı da “keşke bu tahminim fos çıksa” diye koymuştum.
Ve işte fos çıktı!
FOS çıktı ve alev çölün hamsin rüzgârıyla yayılmadı. İletişim devrimiyle yayıldı. Yangın uydudan aktarmalı geçti ve “Facebook”la, “Twitter”le, internetle sirayet etti. Tıkla, Mağrip vahasındaki hurmanın kıvılcımları Nil vadisindeki palmiyelere sıçradı. Mesajla, Arap Âleminin kalbi, beyni, uzvu, her şeyi Mısır da tutuştu.
Zaten 2011 Tunus’unun 1989 Polonya’sının Doğu Avrupa’da oynadığı öncü rolü Ortadoğu’da üstlenemeyeceğini söyleyerek yanılgıya düşmüş olmam da buradan kaynaklandı. Arabî kitlelerin aynı iletişim devrimi sayesinde, değil cızırtılı telefon ve takırtılı teleks, TV anteninden bile mahrum dünkü Komünist Blok ahalisiyle aşık atabileceğini düşünemedim. Fakat noktayı koyarken dilediğim “keşke”nin gerçekleşmesinden sonsuz mutluyum
İMDİİ, özeleştiriden sonra en önce şunu saptayalım: Bir şahıs, bir aile, bir hanedan, bir oligarşi olarak Hüsnü Mübarek devri bitmiştir. Nitekim de belki siz bu satırları okuduğunuz sırada Tunuslu hemcinsi gibi, varis diye yetiştirdiği oğlu ve diğer familyasıyla birlikte bir bedevi sarayına cehennem olmuş olacak.
Yahut da taş ve ihtiyar yüreği sokağın gazabından tam panikleyip onu bugün – yarın sekte-i kalpten başka bir cehenneme, Kadim Mısır’ın cehennem tanrısı Aper’e kavuşturacak. Her halükarda şu kesin: “Yardımcı” diye atadığı eski hafiye müdürüyle biraz daha idare etmeye çalışsa bile Kahire’ye otuz yıldır hükmeden diktatörün sultası nihayete erdi.
“Reis”e sadık olduğu söylenen ordu dahi yukarıdaki mukadderatı artık değiştiremez. Peki de, tarihe ilk “sanal zamanlar devrimi” olarak geçecek olan “açların isyanı” Mübarek’in asla mübarek olmayan defterini dürdü dürüyor ama kısa - orta vadede ne olacak?
Ama ilk payitahtımıza olan aşkında bununla da yetinmez. “Beş Şehirden” denemesinde Evliya Çelebi’ye atfen Bursa’yı “ruhaniyetli şehir” diye tanımlar.
Öte yandan, bu defa Fransız edebiyatının diğer bir ustası olan André Gide 1914’deki gezisinde ne Türkiye’yi, ne ahaliyi, ne de İstanbul dâhil kentleri sever.
Bir tek Bursa’yı istisna tutar ve defterine, “tahminimden fazla üzülerek ayrılıyorum. Bu küçük ve hoş şehrin esrarengiz bir cazibesi var” notunu düşer.
KARAYOLUYLA Güney’e iniş çıkışlarda hep çevreden kat ettiğim ama hanidir uğramadığım Bursa’ya Eylül nihayetlerinde bu defa sırf o Bursa için gittim.
Tanpınar’lı “uhrevî ahengi” ve Gide’li “esrarengiz cazibeyi” aradım.
Buldun mu diye sorarsanız, hem hayır, hem evet cevabını vereceğim
Hayır, zira hep biliyoruz, kent bugün dev bir sanayi metropolüne dönüştü.
Bir de hükümete önyargısız bakan özgürlükçülere; yani “liberal” terimini ucuz ve pespaye bir küfre dönüştürüp “liboş” diye hitap ettikleri insanlara karşı şu temayı işlediler.
“Şah muhalifleri de mollaları destekledi ama ihtiyaç bittiği an Humeyni onları kıtır kıtır kesti. Saftirikliğinize doymayın, biz olmasak sizi de aynı akıbet bekliyor.”
Böylelikle hem gözümüzü korkutmaya, hem de kaç zaman önce kapıyı vurup terk ettiğimiz otoriter ve totaliter “baba evi”ne yeniden dönmemizi sağlamaya çalıştılar.
Şimdi de, referandumda “evet ama yetmez” demiş olan biz “liboşlar”ın son dönemde nihayet “uyandığını” ve aniden panikleyerek AKP’ye tavır aldığını öne sürüyorlar.
HAYIR, yukarıdaki tahlil dün ne kadar yanlış idiyse bugün de aynı ölçüde yanlıştır!
Çünkü önce, en tek ortak paydası sivil demokrasi olan özgürlükçülerin tavrı ilkeseldir.
Halep oradaysa arşiv buradadır ve isteyen araştırır. Bu satırlar yazarı da dâhil onların son çeyrek yüzyıldır söylediği şeyler istikrarlı, dürüst ve helezoni bir çizgi izledi.
Dört kol çengi, haniyse zil takıp oynayacaklar.
Neymiş, “liberaller”in nihayet aklı başına gelmişmiş!
Ve tabii burada “liberal” derken “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” türü vahşi iktisat politikalarını benimsemiş her hangi bir sermayedar kesimden bahsetmiyorlar.
Aksine, genelde “sol kültür”den inen ama “baba ev”inden ayrılıp hanidir sivil demokrasiyi sahiplenen; dolayısıyla da böylesine bir “ihanet”i affetmeyen yukarıdakilerin ya cehaletten, ya kindarlıktan bu çok elâstiki sıfatla yaftalandırdığı özgürlükçüleri kastediliyorlar
Amenna, burada kelime etimolojisini tartışmayacağım ve sadece şununla yetineceğim.
HER zamanki fikri ve zihni acizlikleriyle ezelden beri şu biçare “liboş” küfründen medet uman statüko zaptiyeleri için eyvah ki, hazretler yine fena halde şapa oturuyorlar.
Çünkü “liberal” sözcüğüne bir aşağılama, bir hakaret, bir “cürüm” değeri biçen aynı ulusalcı ve Kemalist kesim aslında hiç farkına varmadan en övgü içeren terimi kullanıyor.
Önce şöyle ki, Bumin yedi yıl evvel bin Ali’nin Tunus’taki nespotik diktatörlüğünü eleştirdiğinde o da aynen benim gibi Ankara’daki Mağribi Büyükelçinin hışmına uğramış.
“Efendisi”ni sahiplenen sefir hazretleri kendisine “düzeltme”(!) üstüne “düzeltme” göndererek ülkesinin aslında ne denli demokratik ve özgür olduğuna dair edebiyat döktürmüş.
BENİM gibi diyorum, çünkü 15 Ocak tarihli “Türk modeli, Tunus kopyası” başlıklı makalemde de belirtmiştim, aynı elçi aynı densizliği bana da kaç defa tekrarladı.
Ancak tabii bendeniz söz konusu “düzeltmeler”e sütununda yer vermek nezaketini gösteren Kürşat gibi “terbiyeli”(!) olmadığım için bunları anında çöpe atmıştım.
Artı, lisan-ı münasip yerine elçinin anladığı Fransevî dilde oturaklı bir deyim kullanıp, Türkiye’deki basının Tunus’taki sansür bakanlığından emir almadığını yazmıştım.
Eh, efendisi Suudi çadıra tüydü ya şimdi belki o da yaban diyara kaçmıştır. Ama belki de eski rejimin diğer uşakları gibi “vallahi mecburen öyle yaptım” diye günah çıkartıyordur.
Neyse, aynı deyimle şeytana kadar yolu var, konumuzu sefil bir sefir oluşturmuyor.
KONUMUZU şu oluşturuyor: Kürşat Bumin dünkü yazısında bir de, kendisi bin Ali’nin yüzde 94,5 elde ettiği son “seçim” komedisini eleştirirken “ulusalcı” cihete sözcü, hatta teorisyen addedilen Mümtaz Soysal’ın Tunus’taki diktayı nasıl savunduğunu anlatıyordu.
Şöyle ki, siyasi-iktisadi anlamda “sınıf” kelimesini kullanan bir lügat paralayacağım.
Ve bu takdirde de derhal şunu vurgulamam gerekecek:
İşte, yukarıdaki türden bir sınıf olarak Türkiye’de yalnız burjuvaziye güveniyorum!
EVET evet, ben ki “cinnet yıllarımın” küstahlığımda kâh “komprador”, kâh “işbirlikçi” diyerek o burjuvaziye lânet yağdırmıştım, hanidir bir tek bu sınıfa güveniyorum.
Çünkü söz konusu katman sırf ekonomik açıdan değil politik bağlamda da ülkenin en öncü, en ilerici ve dolayısıyla en demokratik gücünü oluşturuyor.
TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in son konuşması da buna delildir ki aşağıda geleceğim.
Her halükarda, bizzat Trier’li sakallı yukarıdaki kesimi “tarihin en devrimci sınıfı” diye tanımladığına göre, benim bugün aynı zümreye duyduğum güven Marx’la çelişmiyor.
Diğeri el cevap, bilhassa ve hızlı hızlı ünlemleyerek derhal yanıtlamış:
“Her bayram ağam, her bayram!”
Zaptiye şimdi tam pür hiddet, “peki, rakı zıkkımlanır mısın” diye kükremiş.
İşin şakaya gelir yanı yok ve yalan söylese sırtına on yerine yüz değnek inecek.
Baba erenler bu defa gayet ağırdan alarak ve kelimeleri kasten uzatarak yine el cevap:
“Akşamdaaan akşama, akşamdaaan akşama paşam!”
ŞÜKÜR bektaşi gibi değnek korkum yok, kendi cevabımı dobra dobra vereceğim.