4 Ocak 2011
EVET, İslam korkutuyor! Tevili mevili yok, hem de sonsuz korkutuyor!
Onun adına gerçekleştirilen, uygulanan ve dayatılan şeyler diğer bütün öteki iman ve inanç sahiplerine dehşet saçıyor. Panik yaratıyor. Giderek de evrensel bir nefret körüklüyor.
Nitekim bir korunma içgüdüsü olarak doğan “İslamofobi” sırf Hıristiyan âlemde değil Konfüçyanist, Budist, Hinduist diğer din kültürlerinde de artık normal, hatta haklı addediliyor.
ÖYLE, zira sadece 24 Aralık Noel ve 31 Aralık Yılbaşı geceleri Hıristiyanlara karşı gerçekleştirilen korkunç saldırıların faturası bile yukarıdaki saptamayı doğrulamaya yetiyor.
Kahire kilisesindeki ayin-i ruhanide bomba patladı ve 21 Kıpti hayatını kaybetti.
Nijerya’da ibadethaneler kundaklandı ve salipli dine mensup 62 kişi can verdi.
Zaten 80 Asurînin katledildiği Irak’ta ise yine ayin çıkışı üç İsevi öldürüldü.
Filipinler’de de kiliseye tekrar bomba atıldı ve bir papazla cemaatten beş kişi yaralandı
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2011
KÜRT Sorunu tabii ki bir Türk Sorunu’dur. Dilimde tüy bitti, tekrarlamayacağım. Artı, taraflar arasındaki “aidiyet ayrışması”nı belirleyen eksen de “dil meselesi”dir!
Kürtçenin kullanım sınırı; coğrafi lehçe farklılığı; hatta milli hareketi omuzlamış bazı militanların dahi tek kelime Mem-û Zîn lisanı konuşmaması ise yukarıdaki özü değiştirmez.
Söz konusu dilin pratikteki işlevi, yaygınlığı yahut zenginliği ancak ikincil önem taşır.
Tek kıstas onun varlığından, mevcudiyetinden, haberdar olmaktır.
Henüz moderniteyle donanmaması Kürtçenin hayatiyetini sıfırlamaz ve sıfırlayamaz!
ÖYLE, zira bir önceki yazımda dediğim gibi, mantıki olmaktan ziyade “fıtri” bir nitelik taşıyan milli ve kavmi sorunlardaki ayrışma her zaman değilse bile çoğu defa lisan ekseninde gerçekleşir.
Çünkü dil muazzam geri planıyla birlikte hemen her kimlik aidiyetinin mihenk taşıdır. Nitekim Sünni bir Türkü ve Kürdü farklı kılan nokta, ikisinin de o devasa geri planla birlikte başka bir dil kültürüne ait olduklarını bilmeleri, en azından bunu sezinlemeleridir.
Ve işte burada da, çözülmekte olduğu için dört gündür aynı Kürt sorununa oturttuğum Belçika’yla Türkiye’nin ilk oluşum karakterleri arasında kısmi benzerlikler gözlemleniyor.
Kasten kısmi diyorum, zira kavmi ve milli meselelerde tıpatıp Siyam ikizleri yoktur.
TAMAMEN suni biçimde kurulmuş Belçika’nın resmi dili daha 1830 Fransızca oldu.
Oysa aristokratlar, ruhbanlar, eski merkantil ve yeni sanayi burjuvaları hariç, çiçeği burnundaki ulus-devlet ahalisinin ezici çoğunluğu tek kelime Voltaire lisanı bilmiyordu.
Güney kısmen Latinleşmiş bir Cermen lisanı olan Valoncayı; kuzey ise yine Cermen kökenden inen ve Hollanda Felemenkçesinin varyantını oluşturan Flamancayı kullanıyordu.
Yani bu açıdan baktığımızda, Ankara resmi dil olarak her hangi bir yabancı lisanı değil de zaten hâkim Türkçeyi seçtiğine göre, Brüksel’le ciddi bir farklılık saptamış oluyoruz.
Ama aynı Cumhuriyet’in lehçelere bölünmüş Kürtçeyi “ilkel” (!) addederek onu daha baştan dışladığı ve ulus-devleti “dil birliği” eksenine oturtmak iradesini dayattığı göz önüne alınırsa, bütün bunlar aşağı yukarı bir asır önce Benelüks Krallığı’nda da aynısıyla yaşanmıştı.
ŞÖYLE ki, başta öncü durumdaki liberaller olmak üzere Fransızcayı “etnisite ötesi” bir birleştirici öğe olarak algılayan yönetici sınıflar, söz konusu lisana Valoncadan da uzak düştüğü için esas itibariyle Flamanlardan gelen “dil özgürlüğü” taleplerini daima reddettiler.
İlk mazereti de zaten sonsuz hor görülen aynı Flamancanın farklı şiveler barındırması; dolayısıyla komşu köylülerin dahi birbirleriyle anlaşamaması gerekçesi üzerine oturttular.
Sonra da bu dilin evrensel ve bilimsel Fransızca yanında “vahşi” kaldığını söylediler.
Nitekim bugün dahi Flaman kolektif hafızası, Fransızca komut veren subayları anlayamadıkları için 1. Harp cephelerinde pisipisine ölmüş neferlerin hatırasıyla doludur.
Yahut hâkimin, savcının, hatta avukatın bile ne söylediğinden haberdar olmadıkları için kellesi giyotin altına gitmiş masumlar aynı hafızaya birer efsane olarak kazınmıştır.
Yani izafiliğe rağmen şunu söyleyebiliriz: “Alavere dalavere, Kürt Mehmet nöbete” mantığından General Muğlalı’nın “33 kurşun” katliamına veya Kürtçe tabela isteminden anadil eğitimi talebine, Türkiye yukarıdakilerin benzerlerini Belçika’dan yüz yıl sonra yaşadı.
Zaten o Belçika’da da ilk Flaman anadil üniversitesi 1830’dan yine yüz yıl sonra açıldı.
FAKAT işte görüyoruz ki nihayetinde açılıyor. Eninde sonunda da açılacak.
“Kavmi aidiyet” talebinin özünü oluşturan “dil sorunu”ndan kaçış yok ve olmuyor.
Dolayısıyla benzerliklerin artık derhal biteceğini ve ders çıkartacak Türkiye’nin bugün Belçika’da yaşananları yine bir yüz yıl sonra tekrarlamayacağını ümit ve temenni edelim!
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2010
ÜÇ gündür, açık açık bölünmekte, en azından çözülmekte olan Belçika’yı işliyorum. Bu Avrupai emsalle Kürt sorunu arasında hem ortaklık, hem de farklılık arıyorum.
Çünkü ikisi de “milli mesele”ye, daha derininde ise “kavmi mesele”ye giriyorlar.
İNSAN fıtratıyla bütünleştiklerinden bu konularda illâ rasyonel mantıkçılık aranamaz.
Aritmetik hesaplar, gelir endeksleri, üretim istatistikleri, ileriye dönük iktisadi ve siyasi projeksiyonlar falan, bunlar aidiyet dürtüsünde ancak belirli bir yere kadar etkili olurlar.
Çoğu defa, en nihayetinde “kan ve toprak” içgüdüsü hepsine ağır basar.
Biliyorum, Nazi pratiğinden sonra böyle bir ifade tehlike çağrıştırıyor. Eh, n’apim?
Zira o “kan ve toprak” formülü yukarıdaki “fıtri” güdünün ta kendisini yansıtıyor.
Riyakâr bir “siyaseten doğruculuk”la gerçeği gizlemek de çözüme götürmüyor.
Nitekim hem Belçika’daki Flaman, hem de Türkiye’deki Kürt sorunları dönüp dolaşıp ve binbir teorinin arkasına saklanıp yine aynı “kan ve toprak” algılamasına düğümleniyorlar.
Dolayısıyla ilkinin Yaşlı Kıta batısındaki bir refah toplumunda, ikincinin ise doğudaki bir orta halli toplumunda patlak vermesi nüanslara, hatta çelişkilere rağmen özü değiştirmiyor.
O halde tarihten başlamak ve her şeyden önce de şunu saptamak gerekiyor:
“BELÇİKALI” kelimesi tamamen sunîdir. Etno?sosyolojik hiçbir gerçekliği yoktur.
Halbuki her kavim gibi onlara da başkaları tarafından verilmiş olsa bile “Türk” ve “Kürt” sıfatları etnik ve kültürel bir aidiyetin tarih içinde yerleşmiş tanımlarıdır.
O halde demek ki, “kan” olarak bir Belçikalılık mevcut değildir. Ama aksine, Türklük ve Kürtlük vardır ve olmuştur. Benelüks krallığıyla ülkemiz arasındaki ilk ayrılık buradadır.
Oysa “toprak” olarak Belçika deyimi çok eskilere, Roma İmparatorluğu’na uzanıyor.
ORAYA uzanıyor ama sözcüğün mucidi Julius Sezar bununla herhangi bir kabile ya da halkı tanımlamamıştı. Emperyal ufukla baktığı için etnik farklılıkları hesaba katmıyordu.
“Belgae” derken, aşağı yukarı bugünkü Kuzey Fransa, Batı Ren yakası, Frizya güneyi ve Manş Denizi arasında kalan coğrafyanın insanlarını bir bütün olarak kastediyordu.
Bu sahada da Cermen asıllı Flaman ve Valonlar yaşıyordu. İkinciler sonra Latinleşti.
Hiçbiri de asla Belçikalı olmadılar. Dini iman bir yana, ya kan bağını taşıdıkları kavmin, ya da site merkantilizmi bölgede doğduğu için oturdukları şehrin adını kullandılar.
Gent’teki dokumacı kendini önce Katolik, sonra “Gent’li”, sonra da Flaman; Namur’deki celep ise yine önce Katolik, sonra “Namür’lü”, daha sonra da Vallon hissediyordu.
Tamamen yapay biçimde ve entrika sonucu inşa edilen modern ulus-devletin kelimeyi metazori dayattığı 1830 yılına dek lügatte “Belçikalı” diye bir kavram yer almıyordu.
BELKİ biz de burada Yakup Kadri’nin Kurtuluş Savaşı anılarına atıfta bulunabiliriz.
Yani istisnalar hariç Türklerin kendilerine “Türk”, Kürtlerin de “Kürt” demediklerini vurgulayıp, Belçika’yla Cumhuriyet arifesindeki Anadolu arasında paralellik arayabiliriz.
Fakat yanılırız! Yanılırız, çünkü o 1923 Cumhuriyeti dini anlamda bile olsa yine de “millet” kelimesini kullanan çok etnisiteli bir imparatorluğun doğal uzantısını oluşturuyordu.
Oysa “efendilik”ten gelmeyen 1830 Belçika’sı daima farklı imparatorlukların ancak eyaleti olmuş bir sosyal coğrafyada inşa ve idame ettirilmeye çalışıldı.
Dolayısıyla Osmanlı devletindeki hâkim unsurun Türk olduğu varsayılıyorsa, zaten böyle bir devlete sahip olmadığı için ne Flaman, ne de Valon hâkimiyetinden söz edilebilirdi.
Fakat doğru, iki ulus-devletin inşasıyla birlikte yine her ikisi de “fıtrî” olan Kürt ve Flaman “milli meseleleri” başka ortaklık ve benzerliklerle donandı ki, cumartesi işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2010
DÜN dediğim gibi, çocuklarımın Noel – Yılbaşı tatilinden istifade, onlarla bir nebze hasret giderebilmek için birkaç günlüğüne Brüksel’deyim.
Kör talih, tam da karakışın ortasına düştüm. İstanbul uçağı bile nice zorlukla inebildi.
Kar Belçika’da zaten hanidir varmış ama Perşembe gecesi yağan tipiden sonra o eskilerin üstüne ben diyeyim yirmi, siz deyin otuz santimlik bir kat daha eklendi.
ANCAK Başkent’te ve güneydeki Valonya’da tek dirhem kimyasal mıcır kalmamış.
Dolayısıyla ne kırsal alanlardaki, ne de şehirlerdeki yollar temizlenebiliyor.
Ana güzergâhlar bile trafiğe yasaklanmış. Direksiyon tutmaya cesaret eden kelleyi koltuğa almış sayılıyor. Noel nevalesini yetiştiremeyen kamyoncular da burnundan soluyor.
Ve tabii tramvay ve otobüsler de çalışıyor. Tren rötarları ise iki saatten başlıyor.
Havaalanında mahsur kalan yediyüz yolcu da o Noel’i Kızılhaç çadırlarında geçirmiş.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2010
ÇOCUKLARIMIN hasreti, yılbaşı münasebetiyle bir kaç günlüğüne Brüksel’deyim.
Paris’ten gelen kızıma ve torunuma kavuştum. Oğullarım ise zaten orada yaşıyor.
Ve şunu kesinkes gördüm ki, Belçika çözülmektedir. Dağılacaktır. Belki de bitecektir.
Kabul, yukarıdaki süreç sürpriz bir gelişme olmadı. Aniden ve gökten zembille inmedi.
Nitekim önce mülteci, sonra gazeteci olarak çok uzun süre ikamet ettiğim bu ülkenin tedricen ve kısmen gerilemekte olduğunu henüz oradayken de fark ediyordum.
Eh, nerede fakirliği dahi haniyse cebren yasaklamış olan 1970’lerin “inayetli devlet”i, nerede berduşların, dilencilerin lumpen proleterlerin köşede avuç açtığı 2000’ler Belçika’sı?
Nerede oluk oluk ve bol keseden dağıtılan o cömert işsizlik sigortası, nerede Kızılhaç tarafından kaynatılan çorba kazanı önünde kuyruk oluşturmaya başlayan o düşkünler ordusu?
TAMAM ama yine de benim orayı terk etmiş olduğun son üç sene zarfında yukarıdaki “yuvarlanış”ın böylesine hızlı ve trajik biçimde gerçekleşeceğine ihtimal vermemiştim.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2010
YENİ Ahit’te, Aziz Luka’ya göre İncil’in 1. bab, 12. suresinde şöyle yazar: “Melek dedi ki: Size müjde getirdim. Bugün Davut’un diyarında kurtarıcı doğdu.
Aceleyle gittiler ve Meryem’i, Yusuf’u ve samanlıkta yatan çocuğu gördüler”.
ANLADINIZ, yukarıdaki satırlar Ruh-ül Kûds’ün nefesinden hâmile kaldığı varsayılan Hazreti Meryem’in İsa Mesih’i doğurduğu ânı tasvir ediyor.
Zaten Luka’nın bu aktarış biçimi Matta, Markos ve Yuhanna tarafından kaleme alınmış diğer Ahid-i Cedid İncillerinde de üç aşağı beş yukarı aynı şekilde zikredilir.
Ve malûm, söz konusu kutsal olay bu dine mensup olanların Noel’ini oluşturuyor.
İŞTE bugün de o Noel’e denk geliyor ki, hepsi değilse bile Hıristiyan âlemin büyük çoğunluğu 24?25 Aralık geceyarısından beri Hazreti İsa’nın doğumunu kutluyor.
Hepsi değil, zira Jülyen ve Gregoryen takvimleri arasındaki farktan dolayı meselâ Rus veya Sırp; yahut Ermeni ya da Grek Katolik kiliseleri aynı Noel’i 6 Ocak’ta idrâk ederler.
Oysa diğerleri için bu tarih, kâhinlerin bebeği ziyarete gittiği “Epifanya” yortusudur.
Her neyse, teolojik tartışmalara girmek üzerime vazife olmadığından ben sadece yerli ve yabancı Hıristiyan yurttaş ve misafirlerimizin bayramını kutlamakla yetiniyorum ki, nokta!
NOKTA dedim ama din kültürlerine ve felsefelerine öylesine meraklıyım ki; bunlar beni öylesine cezbediyor ki, yazının başında hızımı aldığım için galiba hâlâ duracağım.
Oysa mutlak bir ateist değilsem bile yine de Ernest Renan’ın “her şey mümkündür, Tanrı dahi” sözünü benimsemiş şüpheci bir agnostik kimliğimi korumaya devam ediyorum.
Mantıkçı şartlanmamdan olacak, kendimi bildim bileli metafizik imâniliği sorguladım.
Fakat aynı zamanda yukarıdaki din kültür ve felsefelerini insanlığın en dev birikimi ve zenginliği addettiğimden, ilâhiyata duyduğum ilgi beni şimdi de şu soruyu sormaya zorluyor:
Noel, medeniyet ve ruhiyat aidiyetini taşıdığım İslam’da hangi bayramla benzeşebilir?
KANDİL addedildiği için 12 Rebi’evvelin “Kutlu Doğum”unu hariç tutalım.
O hâlde, sosyolojik açıdan baktığımda Şeker Bayramı daha ağır basıyor gibime geliyor.
Çünkü her ikisi de genel bir neşe, kıvanç, huzur ve suhulet mesajıyla bütünleşiyor.
Artı, esas olarak önce ailevî, ardından da cemaatsel işlev ve ritüel ön plana çıkıyor.
Biz Muhammedilerde lokumlu ev ziyareti; öncesindeki farz Ramazan zekâtı; barışma, el öpme ve eskinin mendil âdeti; İsevilerde ise 24 Aralık gecesindeki sofra buluşması, hemen ertesindeki merhamet sadakası, hediye değiş tokuşu, tüm bunlar birbirleriyle çok benzeşiyor.
Hatta bütün bir yıl alnı hiç secdeye varmamış Müminlerin Bayram sabahı cami avlusu doldurması gibi, yine bütün yıl bir defa dahi haç çıkartmamış Hıristiyanların aynı geceyarısı kilise ayinlerine akın etmesini ayrı bir ortak payda daha olarak gözlemlemek gerekiyor.
GERÇİ Ramazan bitimindeki bayramın, Büyük Perhiz’i noktalayan Paskalya’ya koşut olduğu vurgulanarak, bu bayramımız Noel’den ziyade pekâlâ o Paskalya’ya da benzetilebilir.
Üstelik çok sonraları zuhur eden ve Cermen paganizminin izlerini taşıyan 25 Aralık’ın aksine, mahlep çörekli ve kırmızı yumurtalı yortu aslında Hıristiyanlığın en kadim kutsalıdır.
Kabul de, ilkin pekiştirici ve tali öğeler olarak doğmuş olan din ritüelleri zamanla öne çıkarlar. Kısmen dönüşürler. Kâh seküler olanları dinileşir, kâh da dini olanları sekülerleşir.
Dolayısıyla ben, sonsuz eskiye uzanan ve karanlık günlerin nihayetini kutsayan “ışıklı bayram” Noel’i, beyaz mendilli ve fıstık lokumlu Şeker Bayramı’na benzetmeyi yeğliyorum.
Her din ve inançtan insanların o ışığı pırıltılı, Hıristiyanların da Noel’i kutlu olsun!
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2010
EFENDİM malûmunuz, şu sıra yumurta pek bir moda oldu. Ziyadesiyle tüketiliyor. Eh arz ? talep meselesi ya, belki de toptancı halindeki düzine fiyatı tavan yapmıştır. Hayır, yeni bir beslenme modası da aramayın. Hani bazen şarlatan bir hekim “mucize rejim” keşfeder ve bin reklamla furyaya dönüştürür ya, yumurta böyle bir formüle girmiyor.
Kabuklu plazmanın kalori, protein ve lipit ihtiva ettiği ve ifrata kaçılmadığı takdirde de yararlı olduğu zaten ezelden beri biliniyordu ki, asparagas reçeteler artık ona rağbet etmez. Nitekim de avuç ayası kullanarak tek elle çift yumurta kıranlarda bir artış gözlenmiyor. O halde biline, tüketimdeki yegâne ve yegâne artış zorbalıktaki artıştan kaynaklanıyor!
EVET evet, zorbalıktaki, çirkeflikteki ve acizlikteki fahiş artıştan kaynaklanıyor! Zira şom ağızlarından yel alsın ama yine de hiç utanmadan, hiç sıkılmadan ve büyük bir arsızlıkla kendilerine “solcu” (!) demek cüretini gösteren güruhlar artık bardağı taşırdılar. Aslında tabii ki evrensel sol kavramıyla hiç ilgisi olmayan ve son nefesini vermekte olan köhne statükonun zaptiyesi bile değil, tekne kalıntısı ve fahri mahalle bekçilerinden başka bir şey olmayan bu “neo-ittihatçı - ulusalcı” çapulcular şimdi çizmeyi tam aştılar. Kim ki onların fanatik, bağnaz ve totaliter ideolojilerini konferans salonunda, akademi forumunda, üniversite amfisinde hallaç pamuğu gibi atacak, onlar da ancak yumurta atıyor.
Kendi acizliklerini, birikimsizliklerini, cahilliklerini ve tıntınlıklarını bildiklerinden, kürsüye hasım fikir taşıyan kim çıkarsa çıksın, bu tatlısu “solcu”su ve şovenizm “ulusalcı”sı cephe “örgütsel eylem koyarak” o şahıs veya şahsiyeti kabuklu plazma yağmuruna tutuyor. Artı, işi vahşete bile vardırıyorlar. Evrenselliği savunan diğer bir sol yönetici Roni Margiueles’e yaptıkları gibi, tekme tokat girişerek insanları kan revan içinde bırakıyorlar.
İMDİİ, rezilliğinize rağmen aynı haltlara fazlasıyla karışmış birisi olarak size yine de “arkadaşlar” diye hitap edeceğim delikanlılar ve genç kızlar, şimdi beni dört kulak dinleyin!
BİR solcu olarak diğer solculardan ilk dayağı 1969 kışında ve İTÜ kantininde yedim. Halk savaşı kırdan mı, şehirden mi başlamalı eksenindeki “PDA - Kırmızı Dergi” ayrışması gerçekleşmişti. Birinciyi savunan ben on kurucusu arasında yer aldığım “Dev-Lis”in “pasifist” azınlığında kaldım. “Keskinler” tarafından pataklandım ki, İlk Yardım’a gittim. Tekrar aynı yıl ve tekrar İTÜ seçimlerinde Cengiz’in (Çandar) protestosuna karşı “ultra keskin” (!) “Sarı Erol” tabanca sıkınca da arbedeye atladım. Ama yara bere almadım.
Yine piştov çekilen ve yine hatip dövülen forum ve konferans sayısını ise unuttum. Ama 12 Mart 1971 darbesinde dışarı tüyünce, Paris’teki Öğrenci Birliğini basan gruba bu defa ben elebaşılık ettim. TİP ve TKP yandaşlarını Sorbon avlusunda değnekle kovaladım.
Fakat 1979 yılında o TKP’liler Fransa’nın intikamını benden bir aldılar, pir aldılar. Brüksel yürüyüşünde eşek sudan gelinceye kadar dövüldüm ki, hastaneye kaldırıldım.
TEKRAR imdii! Ey “yumurta tüketicisi arkadaşlar”, bizler ve rakiplerimiz de tıpkı sizler gibi bütün bu haltları “sol” (!) adına yedik ama aslında yalnız ve yalnız naneyi yedik. “Cinnet yılları”mızla hem 12 Mart’a ve 12 Eylül’e çanak tuttuk; hem de “sol kültür”ü özümsememiş olduğumuz içindir ki şu veya bu “sosyalist devlet”in (!), kendi mikrokozmos örgütümüzün, hatta bizzat T.C. statükosunun otoritarizmiyle uzlaşan totaliter dehşetlere saptık.
Fakat yanlışlarımız tabii ki affedilemeyecek olsa bile yine de biz izafi bir özre sahibiz. Ne emsal, deney, gelenek bulduk; ne de dünyayla bütünleşmiş bir Türkiye’de yetiştik. Oysa sizler bunlarda bizim tahayyül dahi edemeyeceğimiz ölçüde Karun zenginisiniz ki, artık o âcz yumurtasını falan değil, fena halde sağa çark etmiş şu “sol” ayağınızı denk atın!
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2010
BUGÜNE dek Kürtleri karınlarından konuşmakla eleştiriyorduk.
Buna ben de katılıyordum. Nitekim de zaman zaman dostane biçimde ifade ettim.
Eh, bağımsızlıktan Büyük Kürdistan’a ve konfederasyondan yerelleşmeye, o Kürtler binbir farklı ağızdan ve yine binbir farklı talep dile getirmediler mi?
Ama dün söylenen yarın unutulmadı mı? Filanca doğrularken falanca yalanlamadı mı?
Dolayısıyla da, ilk bakışta eleştirimizde haklıydık gibi geliyordu.
OYSA o kadar da haklı değildik. Değildik, çünkü en önce Kürtlerin ve Kürt siyasetçilerin illâ yekparelik arzettiği, daha doğrusu arzetmesi gerektiği yanılgısına düştük.
Böyle olamayacağını bilmemize rağmen de ormanın bütünü yerine tekil ağacı aradık.
Yani, Güneydoğu’daki yangının etkisiyle net talep ve tek formül bekledik.
Yazının Devamını Oku