21 Aralık 2010
YOĞUN kar tam öğlen vakti başladı.
Saate baktığımdan değil “brunch” kampanasının çalmasından anladım.
Elinde çan, otel görevlisi saat onikide servise girecek lokantanın açıldığını haber verdi.
LOBİDEN dâhili mekâna giden koridorun uzun camekânından dışarısını gördük.
Tipiden ziyade lapa lapa denilen cinsten yağıyordu. Etraf aniden bembeyaz kesmişti.
Oysa birkaç dakika önce de buz üzerinde yürüyerek gelmiştik ama hiç yağış yoktu.
Sonra salona girdik. Noel arifesi ya, garson masamızı gösterirken piyanodaki siyahî adamın Benny Goodman’vâri bir “Far Away Christmas Blues”da gezindiğini işittim.
Kabul, musiki tabii ki “günü manâ ve ehemmiyeti” uygun düşüyor.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2010
BAŞLIK yukarıdaki partiye ilişkin olarak ciddi bir tahlil yapacağım izlenimini veriyor Oysa işin aslına bakarsanız CHP hakkında kalem oynatmak hiç de içimden gelmiyor.
Niye gelsin ki? Ha buza, ha sütuna yazmışsınız, hiç fark etmiyor. Etmeyecek.
Kellim kellim lâyem fa, altı oklu kurum yine bildiğini okumayı sürdürecek.
Yönetime kim gelirse gelsin ve ideolojik varyant hangi kavse dümen kırarsa kırsın, “endişeli kentlilerin”(!) ve blok Alevilerin oyları nasılsa çantada keklik!
Dolayısıyla, aynı ideolojinin “bir lokma, bir hırka” kanaatkârlığına zaten çoktan fit bir CHP ana muhalefet statüsüyle haydi haydi yetindiğine ve yetineceğine göre, ona iktidar kapısını yahut iktidar ortaklığını aralayabilecek her türlü perspektife de kapalı, kör ve sağır!
FAKAT muhtemelen, kendisini daha da “ulusalcılaştırmak; yani toplumda daha da marjinal ve dünyada daha da tecrit kılmak için nasihat ve talimat buyuran “Cumhuriyet” Gazetesi’ne veya “OdaTv” sitesine falan kulak veriyordur ama ben o cihetten değilim.
Zira yine malûm, bizlerin adı kendi karar ve irademiz hilâfına “liberal”e (!) çıkartıldı.
Dolayısıyla, hâlâ bir nebze umut sunmaya devam eden Kemal Kılıçdaroğlu başta, ne zaman ki parti yöneticilerine “şu tarafa meyletseniz hem sizler, hem de Türkiye için daha hayırlı olur” diyecek olsak, yukarıdaki “talimat korosu” derhal salvo atışına geçiyor.
“Aman ha! Görmüyor musunuz, CHP’yi de ‘sağcılaştırmak’ (!) isteyen ‘liberaller’ (!) altı ok ilkesinden taviz verilmesi için kampanya yürütüyor. Sakın oyuna gelmeyin, sakın tuzağa düşmeyin” diye dehşet vaveyla kopartıyorlar.
Sanki o CHP biraz modernleşme ve çağdaşlaşsa bizim boyumuz bir karış büyüyecek.
Sanki bu sayede izzet ve ikbal sahibi olacağız.
FAKAT eh n’apalım, hasbelkader bir de “liberal” olduk ya, boynumuz kıldan ince!
Bizlere ancak susmak düşer. Çenemizi kapatmak ve bilgisayarımızı söndürmek kalır.
Dolayısıyla, varsın CHP yöneticileri o bizleri değil de şu pek “solcu” (!) “Cumhuriyet” Gazetesi’ni, “OdaTv” sitesini, Bedri Baykam “öngörüsünü” (!) veya Onur Öymen diskurunu pusula belleyerek siyaset rotası tayin etmeyi sürdürsünler.
Bugünkü mal meydanda, yarınki malı da çok yakında ve hep beraber göreceğiz.
Bakalım, dokuz köyden değilse de altı oktan seve seve kovulan o biz “doğrucu Davut”lar mı haklı çıkacak, yoksa yukarıdaki çokbilmiş “nasihat ve talimat korosu” mu?
Tabii burada aklıma bir de içinde “kılavuz” ve “karga” kelimeleri geçen bir atasözü geliyor ama almış olduğum “iyi aile terbiyesi”(!) tekrar etmemi engelliyor.
İĞNELİ lâtife bir yana, şu bizim CHP acaba dünyadaki hangi örgütle benzeşebilir diye düşünüyorum da aklıma bir tek Meksika’nın “Kurumsal Devrimci Partisi” geliyor.
Evet evet, yanlış işitmediniz! Hem “kurumsal”, hem de “devrimci”!
1910’ların Zapata ihtilaline uzanan bu parti de tıpkı CHP’nin altı ok ilkesi gibi, bir geçicilik ve olağanüstülük durumu olan “devrim” kelimesiyle, onun tam zıddındaki kalıcılık ve sıradanlık durumunu ifade eden “kurum” sözcüğünü bir araya getirmekten çekinmemiştir.
Artı, yine tıpkı Türkiye’deki tek parti devrindeki gibi fakat Meksika’da çok daha uzun süren bir otoritarizm döneminde ülkeyi CHP ideolojisiyle türdeş bir pratikle yönetmiştir.
Sözün özü, “Kurumsal Devrimci Parti” aslında mutlak bir statüko partisi olmuştur.
Zaten “kurumsallaşmış” bir “devrimcilik”ten (!) başka şey ummak da ahmaklık olur.
İşte, büyük iyi niyetle ve sırf CHP’nin encamı ve serencamı yukarıdaki Latin Amerika partisinden belki farklı olur ümidiyle bu yazıyı yazdım ki, lâfım meclisten dışarı değilse bile “sakın ‘liberallerin’(!) tuzağına düşmeyin” diye nasihat ve talimat veren korodan dışarıdır!
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2010
BİZ silahı seven bir ulusuz. Göçebe kültür mirası, muhtemelen de her zaman sevdik.
Çünkü unutmayalım, “at, avrat, silah” sözünü kutsallaştırmış bir kavmin uzantısıyız.
Nitekim “Flinta gibi delikanlı” övgüsünden “at Martini Debreli Hasan” türküsüne, tüfek markalarını bile günlük lisanda metafor ve referans olarak kullanmaya devam ediyoruz.
Dolayısıyla, “silaha tapınma”yı daima baş tacı etmiş olduğumuzu ve “ordu millet” kavramının arkasında da bu şartlanmanın yattığını söylersek yanlışa düşmüş sayılmayız.
ANCAK mazoşist davranıp kendimize de haksızlık etmeyelim.
Aynı “silah fetişizm”inden muzdarip, tek kavim, tek ulus, tek toplum sırf biz değiliz.
Himalaya yaylalarından Arjantin pampalarına yahut Yemen çöllerinden Sibirya taygalarına uzanan çok geniş bir coğrafyada da bizimle ortak “aşk” paylaşan insanlar yaşıyor.
Fakat dikkat edersek, bunların hepsinde yine ortak öğeler belirleyicilik taşıyor.
BİR; söz konusu ülkelerde, bazen de bölgelerde hukuk devleti oturaklaşmamıştır.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2010
SİLAHI çok severim! Ama tabii kılıçtan, kalkandan, kamadan falan söz etmiyorum.
Daha neler, bari oldu olacak taş devrinin balyozuna, baltasına, zıpkına dönelim!
Ben yukarıda silah derken Köroğlu’na mertlik bozdurtan delikli demirleri kastettim.
Evet evet, onları öylesine severim ki bu “aşk”tan ötürü konu hakkında uzmanlaşmış Amerikan ve Fransız dergilerine sittin senedir aboneyim. Postayı her ay iple çekiyorum.
Dolayısıyla da, meselâ patent hakkına hiçe sdayan Çinlilerin bir kronometre kadar tıkırında işleyen İsviçreli “Sig” tabancaları hoyratça kopya edip işporta fiyatına sattığını yahut, efsanevî İngiliz karabinası “Holland and Holland”la Afrika gergedanını tek darbede devirebilmek için kaç sinetiklik mermi gücü gerektiğini bilecek kadar işin “ehli”(!) sayılırım.
ÖTE yandan, aynı dergileri izlemek bana Türk hafif silah sanayinin de son yıllarda muazzam bir atılım yaptığını öğretti.
Ne mutlu, meğer artık dünyanın en ünlü markalarıyla at başı yarışıyormuşuz.
Firma reklamı yapacak değilim ama aynı dergilerde kalem oynatan ve bilumum piştov ve tüfenglerin kurdu addedilen o Amerikalı ve Fransız uzmanlar hiç durmadan “made in Turkey” alamet-i farikalı namlulara övgü yağdırıyorlar. Methiye üstüne methiye düzüyorlar.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2010
HASAN Cemal dünkü yazısında “Sayın Başbakan, gençlere karşı yanlış yoldasınız!” başlığını kullanmıştı.
“Yanlış” derken kastettiği şeyi de üniversitelerdeki protesto gösterilerine sinirlenen aynı Başbakan’ın aynı gençleri “tezgâha alet olmakla” suçlaması oluşturuyordu.
Cemal ayrıca, “arkalarına sinmiş maceracı örgütler gerçekten varsa, şunu bilin, şimdi onlar zil takıp oynuyordur” diye eklemişti ki, bu saptamalar sonsuz haklı ve doğrudur.
EVET haklıdır ve doğrudur, oysa ben bir konuda Hasan Cemal’den ileri gideceğim.
Yani varsayımı bile kenara atıp daha kesin ve daha kategorik bir hüküm vereceğim.
Hem kendim “cinnet yılları”nda o örgütlere dâhil olmuş olduğumdan; hem de aynı dönemden miras deney ve “konspirasyon” (komünist lügatin gizli faaliyet deyimi) birikimim şimdiki olayların perde arkasını yorumlamak fırsatı verdiğinden, şundan adım gibi eminim:
Yukarıdaki türden “sinsilik” son eylemlerde tabii ki mevcuttur. Zerre kuşkum yok!
Kalıbımı basmak ne kelime, beynimi ve yüreğimi ateşe basarım ki, yüksek öğrenim kurumlarında gerçekleştirilen “haytalıklar”ın (!) gerisinde malûm “ulusalcılar”dan tatlı su “solcuları”na uzanan ve eşgüdümlü çalışan binbir mikrokosmos yapılanma yer alıyor.
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2010
DİPLOMASİ dediğimiz genel mekanizmanın kökeni haniyse Nuh-u nebiye uzanır.
Asgari bir kurumlaşma daha tarihin ilk devlet nüveleriyle birlikte kızağa konmuştur.
Ta Asur’dan, Eti’den, Babil’den itibaren kâh daimi, kâh geçici elçi teatisi yapılmıştır.
Eğer hemen geri dönmeyeceklerse de o elçiler temasları sırasında edindikleri izlenim, teklif ve fikirleri kendi hükümranlarına ulaklar vasıtasıyla ve yazılı biçimde iletmişlerdir.
ÖTE yandan, henüz kesin kaideye dönüşmemiş ve hatta bazılarının kellesi uçmuş olsa bile yazışma gizliliği ve temsilci dokunulmazlığı daha o vakitler genel kabul görmüştür.
Zaten “elçiye zeval olmaz” sözünün kökeni bu özel davranış türünden kaynaklanır.
Ama şimdiki modern diplomasinin gerçekten kurumlaşması için Napolyon savaşlarını noktalayan 1814 Viyana Kongresi’ni beklemek gerekecektir. Kurallar orada netleşmiştir.
İşte o gün bugündür ve üç aşağı, beş yukarı, Metternich’in belirlediği sistem işliyor.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2010
BİR bardak suda fırtına kopartan şu “WikiLeaks” patırtısı var ya, meğer bazı tatlısu “solcularına” (!) göre bu hırsızlık pek “hayırlı” bir gelişmeymiş. Alkışlamak gerekiyormuş. Çünkü gizli ABD yazışmalarını ayağa düşmesi “ahlâkileşme”ye hizmet edecekmiş.
Fesüphanallah ve de güler misin, ağlar mısın?
EVET güler misin, ağlar mısın, zira renk yelpazesi pembemtıraktan kıpkızıla uzanan bu “solcu” (!) hazretler tarafından dile getirilen yukarıdaki tez budalalığın daniskasıdır!
Vakıa Sezar’ın hakkı Sezar’a, onları yine de bir ölçüde tebrik etmek gerekiyor.
Hiç olmazsa diğer bazı hemcinsleri gibi “WikiLeaks” hırsızlığında bir “CIA” veya İsrail kumpası daha keşfedip, bir defalığına da olsa komplo teorisi uydurmamışlar.
Ancak böylesine izafi bir “kavrayış” (!) dahi “bundan uluslararası ilişkilerde şeffaflık ön plana çıkacak” varsayımın doğru olduğu anlamına gelmez ve gelmeyecektir!
Nitekim de neresinden başlayayım ki?
Madem sırtlarına “solcu” (!) yaftası yapıştırıyorlar, o halde bari o solculuğun “anavatanı” addedilmiş olan müteveffa Sovyetler Birliği’nden başlayayım.
EFENDİM malûm, Bolşevikler 1917 Kasımında darbe yapar yapmaz, muhalifleri öbek öbek kurşuna dizmeye ek olarak bir de bütün gizli antlaşmaları ortaya saçmışlardı.
Hem Çarlık tarafından imzalamış, hem de 1. Harp’te Fransa ve İngiltere’yle müttefik olduğu için aynı Çarlığın eline ulaşmış tüm mahrem belgeleri dünya kamuoyuna açıkladılar.
Hatta Kızıllar bu “ahlâkileşme” işini öylesine ileri götürmüşlerdi ki, Lev Davidoviç Bronştayn, nâm-ı diğer Troçki Yoldaş Dışişleri Halk Komiseri olarak atandığında, “tek işim yurtdışındaki elçilikleri kapatmak, diplomatları geri çağırmak ve sonunda bakanlığın kapısına kilit vurmak olacak” diye pek yüksek perdeden atan bir beyanat patlatmıştı.
DUY da inanma, çünkü öyle “ahlâkilik”, “alenilik”, “saydamlık” gibi komünistlerin boyundan, vicdanından ve beyninden fersah fersah büyük lâfları zaten geçelim.
Fakat Moskova’nın diplomasi pratiği de yukarıdaki teorinin tam zıddı bir seyir izledi.
Yedi düvele yolladığı “Komintern”, “NKVD”, “GRU” ajanlarına ek olarak, bizzat Kremlin’in dışişleri aparatı tarihin en gizli ve en gayr-ı ahlaki uygulamasını hayata geçirdi.
İhtilâl’in ilk masum kanları daha kurumamıştı ki, 1919 Versailles Antlaşması Alman Weimar Cumhuriyeti’ne ordu kısıtlaması getirdiğinden, onunla ortak revizyonist ? intikamcı kampa dahil bulunan Rusya aynı ordunun kendi topraklarına manevra yapması için, resmi Alman hükümetine bile gizleyerek direk olarak “Reichwehr” kurmayıyla sözleşme imzaladı.
Daha berbatı, Polonya ve Baltık ülkelerinin iki devlet arasında paylaşılması 1939 Ağustosundaki Molotov-Ribbentrop Paktı’na protokolun gizli maddesi olarak yer aldı.
Nitekim de Naziler Varşoya’ya girer girmez, leş kargası bir Kızıl Ordu doğu Lehistan topraklarını Hitler’in müsamahakâr bakışları altında ve tek kurşun atmadan işgal ediverdi.
İMDİİ, hem yukarıdaki Rusya, hem de Çin’den Küba’ya dek diğer bütün komünist ülkelerin hastalık derecesine varan “gizlilik diplomasi” örneklerini sonsuza dek uzatabilirim.
Yani tatlısu “solcuları”nın “ahlâkileşme” diye savunduğu “WikiLeak” hırsızlığının, onların ağabaları tarafından uygulanmış pratikle nasıl çeliştiğini daha da çok ispatlayabilirim.
Kabul de, rezil içerikleri hariç yukarıdaki devletlerin evrensel bir yöntem olarak o diplomasinin gizlilik ve mahremiyet kurallarına uymasında şaşılacak bir yan bulunmuyor ki!
Tıpkı Avustralyalı meczubun internette “ifşa ettiği” (!) ABD misyon yazışmalarında yine en ufak şaşılacak yönün bulunmaması gibi ki, nedenlerine yarın geleceğim.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2010
BEYOĞLU’ndaki ünlü Şişmanoğlu Konağı Yunanistan Konsolosluğu’na aittir.
Zaten sanırım herkes fark ediyordur, çünkü binada Helen ve AB bayrakları dalgalanır.Ve önünden hemen her gün geçtiğim için biliyorum, burası her daim insan kaynıyor.
Çünkü gayet önemli sergiler ve çok çiddi kültürel faaliyetler gerçekleştirmeye başladı.
Şehrimize ne mutlu ki dost ve kardeş komşularımızın Şişmanoğlu Konağı da örneğin İspanya’nın “Cervantes” veya İtalya’nın “Casa d’Italia” merkezleri gibi, “öteki” ufuklarını İstanbullulara bu defa Yunanî perspektifte açan bir irfan, hars ve tanıtım yuvasına dönüştü
DOST ve kardeş diye kasten vurguladım!
Zira geçtim ortak tarihi miras filan gibi beylik lâfları, o Beyoğlu’nu ister Cadde-i Kebir’de, ister en ara sokaklarda katedin, kahvelerde, lokantalarda, dükkanlarda ne işitirsiniz?
Tabii ki her adım başı kâh bir rembetiko, kâh bir sirtaki dışarıya taşar.
Oysa şüphe mi var, aynı tınıların insanları dostluk ve kardeşlik için yaratılmışlardır.
Yazının Devamını Oku