Gila Benmayor

Mersin'in Valery Giscard d'Estaing'e selamı var

3 Haziran 2003
<B>YAKLAŞIK </B>iki yıl önce kurulan Mersin Kalkınma Ajansı meğer haberimiz olmadan usul usul yol almış. Avrupa Birliği'nin fonları için birkaç projeyle komisyona başvuran ajans aralık ayı sonunda Mozaik Programı'na kabul ediliyor.

75 bin Euro'luk fonun yüzde 60'ına hak kazanıyor.

Mozaik Programı kültür ağırlıklı bir program.

Yanına, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Mersin Üniversitesi, Fransız Anadolu Araştırmalar Merkezi ve İtalyan Lecce Üniversitesi'ni partner olarak alan ajans geçtiğimiz cumartesi günü başlayan üç günlük ‘‘Mersin'in eski tarihi ve kültürü’’ konulu workshop düzenlemiş.

Mersin Kalkınma Ajansı Fransız danışmanı Gilles Heitz'in açılış konuşmasında dikkat çektiği gibi, Avrupa Birliği'yle entegrasyonun kültürel boyutunu da ihmal etmemek gerek.

Mersin, Mozaik Programı'na kabul edilerek işin bu boyutunu yakalamış.

Kalkınma Ajansı'nın üç günlük çalışma toplantılarına yukarıda saydığım üniversitelerden sosyolog, arkeolog ve tarihçiler katılmış.

Çalışma toplantılarının amacı hem kültürel alışveriş, hem Mersin için çözümler üretmek.

Esas önemli olan amacı ise Mersin'i de kapsayan Kilikya kültürünün Avrupa kültürüne katkılarını ortaya koymak.

Bir anlamda, ‘‘Türkiye Avrupa uygarlığı'nın bir parçası olamaz’’ diye buyuran Avrupa Konvansiyonu Başkanı, eski Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d'Estaing'e cevap vermek.

Avrupa ekonomisini HORECA kurtaracak


G-8'lerin Evian'daki toplantısının ana temalarından biri ‘‘dünya ekonomisi’’.

Bildiğiniz gibi, toplantı öncesi Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac toplantının ‘‘dünya ekonomisine güven’’ mesajı vermesi arzusunda olduğunu söylemişti.

Chirac'ın arzusu iyi, güzel ama dünya ekonomisi güven vermekten çok uzak.

Özellikle de Avrupa en sancılı dönemini yaşıyor. Almanya durgunluğun tam göbeğinde. İtalya ilk üç ay negatifte, Fransa ayak sürüyor.

Durun daha bitmedi.

Hollanda da durgunluğa girmiş vaziyette.

Portekiz'in durumu sallantıda.

Kamu açıkları, işsizlik, toplumsal patlamalar (en son Fransa'da emeklilik yaşının uzatılması gündeme geldiğinde yüzbinlerce kişi sokağa döküldü) Avrupalı ülkelerin korkulu rüyası. Dünya Bankası Başkanı Wolfensohn daha geçenlerde ne demişti?

‘‘Bugünkü sorun tüketim olmaması. Dünyanın her tarafından insanlar bir şey satın almıyor, çünkü savaştan, terörden her şeyden korkuyorlar.’’

Hem Amerikalı, hem Avrupalı tüketiciler eskisine oranla çok daha dikkatli...

Sadece bir tek alanda kemerler sıkılmıyor: Dışarıda yemek.

Hafta sonunda Paris'te, Metro Cash&Carry'nin Genel Müdürü Michel Arnoult'yu dinlerken Avrupa ekonomisini HORECA'nın kurtarabileceğini düşünüyorum.

HORECA ne?

Market dilinde ‘‘hotel, restaurant ve cafe’’nin kısaltılmışı.

Arnoult'ya göre, Metro Cash&Carry'nin satışlarının yüzde 60'ına yakını otellere, lokantalara ve cafelere.

Bu, Fransızlar'ın dışarıda yemek yeme alışkanlığından kaynaklanıyor. Fransızların dışarda yemek yemeye harcadığı para yaklaşık 55 milyar Euro.

Metro Cash&Carry'nin satışları bir yıl öncesine oranla yüzde 5.5 oranında artmış.

Satışların önemli payını HORECA'nın aldığına göre, bundan da dışarıda yemek yeme alışkanlığının azalmadığı, tam aksine arttığı sonucu çıkıyor.

Yani Avrupalılar ekonomik sıkıntıdan bulandıkça çareyi lokantalarda almışlar.
Yazının Devamını Oku

Globalleşmenin panzehiri şiir mi?

1 Haziran 2003
<B>''ATEŞİ Çalanlara Övgü'' </B>önceki gün Fransa'da piyasaya çıkan kitabın adı. Yazarı tanıdık biri: Fransa Dışişleri Bakanı <B>Dominique de Villepin.</B> Çocukluğunda Rimbaud olma hayalleri kuran bakanın kitabından, gerçek dostlarının asla politikacılar olmadığını, Baudelaire, Rilke, Eluard, Garcia Lorca'yı dost diye bellediğini öğreniyoruz.

Şair neye yarar?

800 sayfalık kitabında de Villepin bu soruya yanıt arıyor.

BM koridorlarında Irak Savaşı'na karşı çıkan, masa başında saatler süren görüşmelere rağmen ABD ile Fransa arasındaki gerginliği azaltmayı başaramayan bakan şu kanıya varıyor: Şairler dünyayı yeni baştan yaratmaya, büyülemeye, başka hayatların kapılarını aralamaya yarar.

Ruhsuz bir globalleşmenin panzehiri ancak bir dünya-şiiri olabilir de Villepin'e göre. Yeryüzü sakinleri ancak ortak sözcükleri ve ortak duyguları paylaştıkları takdirde mutlu olabilirler.

Nükleer ateşin tehdidine karşılık, de Villepin, şairin elindeki cılız fenere inanmak istiyor.

‘‘Ateşi Çalanlara Övgü’’ anladığım kadarıyla talihsiz bir ortamda piyasaya çıktı.

Irak Savaşı'nın yol açtığı belirsizlikleri, Avrupa ve ABD'deki ekonomik durgunluğu filan bir yana bırakın, de Villepin'in ülkesi Fransa bugünlerde hükümetin değiştirmek istediği emeklilik yasası nedeniyle karışmış durumda.

Yüzbinlerce emekli sokaklara dökülmüş.

Haklarını arayan eğitimciler de dökülmek için tetikte.

Bakanın tam böyle bir zamanda kitabını yayınlaması kimilerine göre ‘‘dam üstünde saksağan’’ vaziyeti.

‘‘Yaşlı Avrupa’’ ile dalga geçen Atlantik ötesinin bu kez de ‘‘felsefi düşler’’ kuran bir Avrupa'yı diline dolaması mümkün.

Peki Villepin bir hayaperest mi?

Fransa'nın sorunlarını bir yana bırakın, dünyanın bugünkü durumuna bakın.

Dünya Bankası'nın geçenlerde yapılan toplantısında yine zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum konuşuldu. Öyle bir uçurum ki, artık uzmanlar bile bunu ‘‘ürkütücü’’ buluyor.

Japonya'da bugün doğan bir çocuğun 22. yüzyılı görme şansı yüzde 50 iken, Afganistan'da yeni doğmuş bir bebeğin beş yaşından önce ölme ihtimali dörtte bir oranında.

1990'lı yılların başlarında günde 1 dolardan az bir parayla geçinen dünya nüfusunun yüzde 47'si 10 yıl sonra aynı yerde. Oranda herhangi bir değişiklik olmamış.

Yoksullara, açlara şiir neye yarar diyeceğim ama demiyorum.

Çünkü de Villepin gibi düşünmek istiyorum.

Bugüne kadar hiçbir şey işe yaramadığına göre, belki bir dünya-şiiri bazı şeyleri değiştirebilir.
Yazının Devamını Oku

Tiran’daki Kentbank'a Yunanlılar talip

30 Mayıs 2003
<B>ARNAVUTLUK</B>'un nüfusu 3.2 milyon. Türkiye de yaşayan Arnavutlar neredeyse 4 milyon.

Arnavutluk'un bir yüzünü de Türkiye'ye çevirmiş olması bu yüzden doğal.

DEİK'in Arnavutluk Cumhurbaşkanı Alfred Moisiu'nun onuruna verdiği öğle yemeğinde aynı masayı paylaştığım eski dişişleri bakanı, cumhurbaşkanının politik danışmanı Muhammet Kapllani'yle muhalefetteki Demokrat Parti milletvekili Bamir Topi aynı şeyi söylüyor: ‘‘Türkiye ile ekonomik ilişkiler istediğimiz düzeyde değil.’’

Tabağımdaki yiyeceklere doğru parmağını uzatırken Türkçe, ‘‘yaprak sarması, bamya’’ diyen Tobi, iki ülke arasındaki tarihi ilişkilere işaret etmek istiyor gibi.

Osmanlı'nın bu ülkedeki 500 yıllık varlığının izleri elbet kalmış.

Dünyanın öbür ucundaki Çin'in en yakın müttefiki olmayı seçerek, Arnavutluk'u dünyanın en kapalı toplumlarından bir tanesi haline getiren Enver Hoca'nın 40 yıllık iktidarının izlerini silmek hiç de kolay değil.

Muhammet Kapllani, ‘‘Şoförü değiştirirseniz yeterli değil. Arabayı değiştirmek gerek esasında’’ diyor.

1985 yılında ölen Enver Hoca'nın kurduğu sistemin kalıntıları direniyor.

Ulaşım, telekomünikasyon, enerji, inşaat, gıda sektörlerinde yapacak çok iş var. Peki Arnavutluk, Türkiye'den ne bekliyor?

Daha çok yatırım.

Biz Godot'u bekler gibi yabancı yatırımcıyı beklerken, Arnavutlar da Türklerin gelmesini bekliyorlar.

Ülkedeki en önemli yatırımcılar İtalyanlar ve Yunanlılar.

Toplam yatırımları 200 milyon Euro civarında.

Türkiye'nin Arnavutluk'a ihracatı 2002 yılında 78.6 milyon dolar.

Türk girişimcilerin yatırımları inşaat sektöründe yoğunlaşmış.

Yemek öncesi işadamlarıyla sohbette ülkedeki ilk atık su arıtma tesisi ve kolektör ihalesini bir Türk konsorsiyumunun kazandığını öğreniyorum.

8 milyon Euro'luk ihale Başyazıcıoğlu İnşaat, MASS Arıtma ve Piomak Otomasyon Makina Sanayii'ne kalmış.

Piomak'tan Oral Avcı, Arnavutluk'un kaçırılmaması gereken bir partner olduğu görüşünde. Peki bildiğimiz kadarıyla Arnavutluk'un parası yok, ihaleyi kim finanse edecek?

Atık su arıtma tesisini finanse eden Almanya Kalkınma Bankası KFW imiş.

Bankadan söz açılınca, Kentbank özelleştirilen Arnavutluk Milli Ticaret Bankası'nın hisselerini 2000 yılında almıştı.

Kentbank TMSF'ye devredilince Tiran'daki şube de ortada kaldı.

Şimdi o bankaya da Yunanlılar talipmiş.

Zonguldak’a Ruhr modeli

GÖRÜP tanıdığım, dertlerini bildiğim için aramda duygusal bağların geliştiği şehirlerden bir tanesi de Zonguldak.

Geçen yaz aylarında çıktığımız seçim gezileri sırasında bana piyangodan Zonguldak çıkmıştı.

Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun (TTK) bu şehir için ne anlama geldiğini öğrenmiştim.

Kısaca söylemek gerekirse TTK hálá her Zonguldaklı için ekmek kapısı.

Geçmişte 600 milyon dolarlık zararı olan TTK'nın zararı 2000 yılında başına getirilen Ömer Yenel tarafından neredeyse 150 milyon dolara kadar düşürülmüş.

Ömer Yenel bir süre önce AKP hükümeti tarafından görevinden alındı ve TTK'nın geleceği belirsiz.

Tümden kapatılacağı söylentileri dolaşıyor.

İşte tam bu noktada Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) devreye giriyor.

TAM ile Zonguldak Karaelmas Üniversitesi önceki gün ortaklaşa ''Ortak Kaderli İki Bölge: Zonguldak ve Ruhr'' toplantısını düzenliyorlar.

Dün sabah gazeteye uğrayan TAM Direktörü Prof. Faruk Şen anlatıyor.

Meğer Ruhr Bölgesi'nde Zonguldaklı 80 bin işçi çalışıyormuş.

Ruhr ile Zonguldak arasındaki ‘‘duygusal bağ’’ işte bundan kaynaklanıyor.

Ruhr da aynen Zonguldak gibi maden ocaklarının kapatılması ve dolayısıyla işsizlik tehdidi altında.

TAM ve Karaelmas Üniversitesi'nin toplantısında iki şey üzerinde duruluyor: Çalışmakta olan maden ocakları için teknoloji transferi ve yeni istihdam alanlarının açılması.

Faruk Şen, Avrupa Birliği'nin 2004 ile 2006 yılları arasında bölgesel kalkınma projelerine 1 milyar 50 milyon Euro ayırdığını hatırlatıyor.

Zonguldak, kömürden, yeni sanayi dallarına geçebilmek için proje üretmek zorunda ki, AB'nin fonlarından yararlanabilsin.

Bu konuda da Ruhr Bölgesi'nin deneyimleri işe yarayacak, zira ortak projeler üretilecek.

Dikkatle izleyelim.

Zonguldak'ın kaderi değişebilir.
Yazının Devamını Oku

Bir yumurtayı dokuz kişi taşımasın diye yazılan kitap

27 Mayıs 2003
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>cuma günü Sabancı Üniversitesi'nde <B>‘‘Dilek Sabancı Araştırma Ödülü’’ </B>törenindeyiz. Bu yıl ilk kez verilen ödülün konusu ‘‘Etkin Devlet’’.

10 bin dolarlık ödülü kazanan kitap da ‘‘Etkin Devlet’’ adını taşıyor. Yazarları ise Gümrük Müsteşarı Doçent Dr. Nevzat Saygılıoğlu ile Gümrük Müsteşarı Danışmanı Selçuk Arı.

‘‘Etkin’’ ve ‘‘vatandaş odaklı’’ devletin kilometre taşları nedir?

Devlet ile vatandaş arasındaki ilişkinin temeli ne olmalıdır?

İşte kitap bu ve bunun gibi soruları ele alıyor.

Sabancı Üniversitesi'ndeki törene katılan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da devletten şikayetçi.

‘‘Bir yumurtayı dokuz kişi taşıyor’’ derken devletin küçülmesi gerektiğini bir kez daha vurguluyor.

Sabancı Üniversitesi'ndeki törenden bir gün sonra bu kez İstanbul Sanayi Odası'nın düzenlemiş olduğu Sanayi Forumu'ndayız.

İSO Başkanı Tanıl Küçük açılış konuşmasında diyor ki: ‘‘Devlet hantal yapısından uzaklaşarak, daha az kaynak tüketip, daha etkin ve verimli hizmet üreten, çağdaş bir işleyişe kavuşmak zorundadır.’’

Forumda 14 sektörün temsilcileri söz alıp, sorunlarını dile getiriyor, çözümler öneriyor.

Sorunların çoğu bürokrasiden, günün koşullarına uymayan mevzuattan kaynaklanıyor.

Çarpıcı bir örneği Deri Sanayi adına konuşan Seyit Ali Gündüz veriyor.

Deri sektörü yurtdışından, çoğunlukla Yeni Zelanda, Avustralya'dan mal alıyor.

Bu malın 60 gün içersinde gümrüklenmesi gerek.

Oysa bunların gelmesi kimi zaman 60 günü aşıyor.

60 günlük süre dolmuş ise Tarım Bakanlığı malın Türkiye'ye gelmesine izin vermiyor. Ve parası ödenmiş mal gümrükte çürüyor.

Buyrun size, Gündüz'e göre, 2.5 milyar dolarlık bir ihracat gerçekleştiren sektöre Tarım Bakanlığı'nın bir kazığı.

14 sektör temsilcisi söz aldıkça bunun gibi örnekler çoğalıyor.

Hantal devlet, bürokratik engeller hep bunları duyuyoruz.

Kimbilir bu konuda kaç makale, kaç kitap yazıldı.

‘‘Dilek Sabancı 2002 Araştırma Ödülü’nü kazanan ‘‘Etkin Devlet’’ de bunlardan bir tanesi.

Merak ettiğim konu şu: Bunca emekle yazılan kitap doğru adrese gidecek mi? Okuması gerekenler okuyacak mı?

Erdoğan'ın Berlusconi örneği doğru değil


İSTANBUL Sanayi Forumu'nda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı da dinlemek fırsatını bulduk.

Başbakan Erdoğan'ın söyledikleriyle ilgili bir, iki gözlem ve belki de birkaç itiraz.

Bir saati aşkın süreyle konuşan Başbakan Erdoğan, Batılı basının kendisine yakıştırdığı ‘‘pragmatik lider’’ tanımına tam uyuyordu doğrusu.

Başbakan ‘‘Yürüyerek değil sıçrayarak gitmek zorundayız. Tüccar siyaseti yapacağız’’ diyor.

Kendisine ve diğer hükümet yetkililerine ulaşmak isteyen sanayicilere ‘‘İSO Başkanı'nda ve Meclis Başkanı'nda telefon numaralarımız var, bize her an ulaşmak mümkün’’ diye sesleniyor.

Bürokrasinin önceden ‘‘kapalı toplum’’ mantığı ile hareket ettiğini, yasaları oluştururken ilgili kurum, kuruluşlara danışmadığını söylüyor.

İtiraz bir: SİT alanlarının imara açılması için 37 maddeden oluşan tasarıyı hazırlayan AKP hükümeti de kimseye danışmadı.

Televizyon programlarına çıkan uzmanlara kulak verin. ‘‘Kimse bize danışmadı’’ diyorlar.

Başbakan konuşmasının bir yerinde AKP hükümetine haksız yere yüklenildiğini iddia ederek şöyle diyor: ‘‘Berlusconi ile konuşurken kendisi söyledi. Siyasete girinceye kadar hakkında tek dosya yokmuş. Girdikten sonra 567 dosya açılmış.’’

İtiraz iki:
Berlusconi'nin siyasete girme nedeni zaten dokunulmazlığa kavuşmak. Hakkındaki yolsuzluk iddiaları o kadar ayyuka çıkmış ki yanılmıyorsam, 1993 yılında siyasete girmeye karar veriyor. İtalya'da politikacıların dokunulmazlığı 1997 yılında kaldırıldı ve Berlusconi'nin davaları devam ediyor.

Dünkü Le Monde'un birinci sayfasında yine Berlusconi'nin İtalyan adaletine karşı giriştiği mücadele vardı.

İtalya'nın eski Cumhurbaşkanı Oscar Luigi Scalfaro'ya bakarsanız, kişisel çıkarları için adalet mekanizmasının çarklarına çomak sokan Berlusconi, İtalyan demokrasisini tehdit ediyor.

Berlusconi'nin gösterilmeye değer bir örnek olduğunu hiç sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku

Ipanemalı Kız’ın barı

25 Mayıs 2003
Yıl 1962.<B> </B>Heloisa Pinheiro her gün evinden okula giderken<B> </B>Montenegro Sokağı'nda, Veloso Barı'nın önünden geçmektedir. Barın müdavimlerinden besteci Antonio Carlos Jobim ile şair Vinicius de Moraes, güzel Heloisa'yı her gördüklerinde iç geçirirler. Üzerinde çalıştıkları müzikal komediyi filan unutup, uzun sarı saçlı, yeşil gözlü Heloisa için ‘‘Ipanemalı Kız’’ şarkısını yazarlar.

CORCOVADO Dağı'nda, 710 metrelik şu ünlü İsa Heykeli'nin, Rio de Janeiro şehrini kutsamak için mi kollarını iki yana açtığını sanıyorsunuz?

Yanıldınız.

Rehberimiz Felipe Heras Rocha, İsa Heykeli'nin kollarını iki yana açma nedenini şöyle izah ediyor: ‘‘Aşağıya, şehre doğru baktığında bir ‘carioca'nın işe gittiğini görürse alkışlayacak. Bu yüzden hazır bekliyor.’’

Tabii bu espride anahtar sözcük carioca.

Rio’da en sık duyacağınız sözcük olan carioca doğma büyüme Riolu anlamında kullanılıyor.

Carioca çalışmayı, disiplini, düzenli bir işi pek sevmez.

Tatlı hayatı, Ipanema, Leblon, Copacabana plajlarında tembel tembel güneşlenmeyi, sörf yapmayı, kafelerde sohbet etmeyi, müziği, sambayı sever.

Bu yüzden İsa'nın ellerinin birbirine değmesi biraz zor.

Üreten carioca'lar da var elbet.

Kaldığımız oteldeki dergiyi karıştırırken gördüm.

Brezilyalı yazar Paulo Coelho da ünlü bir carioca.

Telefon numarasını bulmasını rica ettiğim rehber Felipe'den aldığım bilgiye göre, Ipanema Plajı'na bakan bir apartmanda oturuyormuş.

‘‘O bir star’’ diyor Felipe.

Rio'nun başka bir starı ise Ipanemalı Kız.

Yıl 1962.

Heloisa Pinheiro her gün evinden okula giderken Montenegro Sokağı'nda, Veloso Barı'nın önünden geçmektedir.

Barın müdavimlerinden besteci Antonio Carlos Jobim ile şair Vinicius de Moraes, güzel Heloisa'yı her gördüklerinde iç geçirirler.

Üzerinde çalıştıkları müzikal komediyi filan unutup, uzun sarı saçlı, yeşil gözlü Heloisa için ‘‘Ipanemalı Kız’’ şarkısını yazarlar.

İşte samba, bossa nova'nın fırtına gibi estiği 60'lı yılların en gözde şarkısı Ipanemalı Kız'ın öyküsü.

Rio de Janeiro'da kaldığımız üç günün ikincisinde, carioca'ları taklit edip plajda güneşlendikten sonra Ipanemalı Kız şarkısının yazıldığı bara tesadüf etmeyelim mi?

İki kafadarın şarkıyı yazdıkları barın adı değişmiş, ‘‘Garota de Ipanema’’ olmuş.

Sokağa ise şairin adı, Vinicius de Moraes konmuş.

Ipanema Plajı'nın göründüğü bir köşede.

Önünden yanık tenli kızlar, oğlanlar geçiyor.

Favelalı gençler havlu satıyor.

Biz içeri girdiğimizde oldukça tenhaydı bar.

Adı aklımda eğer yanlış kalmadıysa ‘‘Gerival’’ olan yaşlı garson sadece Portekizce konuştuğundan ‘‘Ipanemalı Kız’’ öyküsünden başka ipuçları yakalayamadık.

Bizi pek seven Gerival, neredeyse işaretlerle barda müzik çalınıp çalınmadığını sorduğumuzda karşı köşeyi işaret etti. Akşamları orada iyi müzik yapıldığını anlatmaya çalıştı. Giderken de bize bir tomar kağıt Amerikan servisi hediye etti.

Peki ya Heloisa Pinheiro?

O konuya da bizim rehber Felipe açıklık getirdi.

Şimdilerde 55 ile 60 yaşlarında olması gereken Ipanemalı Kız daha geçenlerde Playboy dergisine çıplak poz vermiş.

Ne demişti şair Vinicius de Moraes?

‘‘Uzun boylu, yanık tenli Ipanemalı kız yürüdüğünde herkes iç geçirir’’

‘‘O kimseyi görmez, samba yapar gibi geçer gider...’’
Yazının Devamını Oku

Polisan'ın ‘doğudan batıya’ formülü tuttu

23 Mayıs 2003
<B>RENK </B>ustalarıyla, sambanın, futbolun ve renklerin ülkesi Brezilya'da tanıştık. Polisan'ın Rio'daki bayi toplantısında hem şirketi, hem Türk boya sektörünü yakından tanıdık.

Polisan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Necmettin Bitlis'in, babasıyla amcasının yıllar önce 10 altın ile Malatya'da açtıkları aktar dükkanı bugün 100 milyon dolar cirosu olan dev bir şirkete dönüşmüş durumda.

Türkiye'nin en önemli boya, tutkal ve reçine üreticilerinden biri.

1964'te önce kimya sektöründe faaliyete başlayan, 1986'da ise boya sektörüne de el atan Polisan rakiplerinin aksine son krizden güçlenerek çıkmış.

2002 cirosu, 1999 cirosunun neredeyse 4,5 katı.

Türk boya sektörünün Avrupa'da 6. sırada olmasındaki payı büyük.

Peki bu başarının arkasında ne var?

Polisan Genel Müdürü Erol Mizrahi'ye göre, başarı hızlı ve düzenli büyümekle gelmiş ama işin püf noktası yatırıma doğudan başlamış olmalarında.

‘‘Sektörde daha eski ve daha büyük olan rakiplerimiz doğuya burun kıvırırken biz yatırıma doğudan başladık. Markamızı önce doğuda sağlamlaştırdık. Hedef şimdi batı.’’

Boyada hedef Türkiye'nin batısı olsa da Polisan hakiki Batı'ya çoktan açılmış.

Türkiye'nin ilk kimyasal teknoloji transferini gerçekleştiren şirket olmuş.

1990'lı yıllarda İspanya'da, ardından Tunus'ta ‘‘sanayi tutkalı’’ fabrikaları kurmuş.

Fabrikalardaki hisseler sonradan satılmış ama Polisan artık oralarda tanınan bir marka.

35'i Azerbaycan'dan olmak üzere 500 kişinin katıldığı bayi toplantısı nedeniyle Polisan'ın artık Brezilya'da da tanınmış olduğundan hiç kuşkunuz olmasın.

Corcovado Dağı'ndaki İsa Heykeli'ni Polisan tişörtleriyle gezen bayilerin bir de Brezilya'nın en ünlü kuyumcusu H. Stern'e 130 bin dolar bıraktıklarını düşünürseniz...

Cironun yüzde 10'u limandan

KİMYA sektöründe faaliyet gösteren bir şirketin limanla ne ilgisi olduğunu merak edebilirsiniz.

Polisan, tesislerinin olduğu Dilovası'nda 150 bin metrekarelik özel bir limana ‘‘Poliport’’a sahip.

4 geminin aynı anda yanaşabildiği limanda ayrı kimyasal maddelerin depolandığı tanklar var.

Depolanan maddenin sadece yüzde 3'ü Polisan'a ait. Gerisi Shell, Bayer, BSF gibi şirketlerin ürünleri. Polisan'ın cirosunun yüzde 10'u, yani 10 milyon doları depolama, tahliye ve nakliye işlerinden geliyor.

Şirketin yöneldiği bir başka alan da okul malzemeleri.

Öğrencilerin kullandıkları, çoğu ithal, boyama malzemeleri üretimine başlayan Polisan böylelikle tüketiciyle markasını daha sık buluşturmanın da yolunu bulmuş.

Rüşvet en büyük doğal afetmiş

RİO de Janeiro Havalimanı'nda pasaport kuyruğunda beklerken ilk sohbet ettiğim kişi olan Veronalı İtalyan işadamı ‘‘İki hafta önce arkadaşım burada 250 Euro için öldürüldü’’ demeseydi belki Rio sokaklarında daha rahat dolaşacaktım.

Pasaport kuyruğundaki sohbete ilaveten, bavulumun Rio yerine Sao Paulo'ya gitmesi ve fotoğraf makinem dahil birkaç parça eşyam eksilmiş olarak bana geri dönmesi de başka bir şanssızlıktı elbet. İtalyan işadamının gözümü korkutmasına, bavul macerama rağmen Rio dünyanın en güzel şehirlerinden biri.

Bir de yoksulluk, sefalet, işsizlik olmasa.

Brezilya 170 milyonluk bir ülke.

Bunun 30 ila 40 milyonu yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

Ocak ayında iktidara gelen Luiz İnacio Lula da Silva Davos'ta dinlediğim konuşmasında ne demişti?

‘‘Önce açlıkla savaşacağız. Hedef sıfır açlık.’’

Brezilya dünyanın en zengin madenlerine sahip.

Kahve, portakal, şekerkamışı üretiminde ve büyük baş hayvanda dünya birincisi.

Kullandığı petrolün neredeyse yüzde 95'ini kendi üretiyor.

Ama zenginliği insanların yaşamına yansımamış.

Rio'daki teneke mahalleleri yani ‘‘favelalar’’ zengin mahallelerle neredeyse kucak kucağa.

Kaldığımız Sheraton Oteli'ne bakan tepedeki evler, bizdeki gecekondu mahallerindeki evler gibi boyasız, derme çatma.

Rehberimiz Felipe Heras Rocha'a bakarsanız, Brezilya'nın üçüncü dünyalıktan kurtulamamasının nedeni ‘‘doğal afet’’ diye tanımladığı rüşvet.

Doğal afet muhabbeti tahmin edebileceğiniz gibi, gruptan birilerinin Brezilya'da deprem olup olmadığı sorusu üzerine gelişiyor.

Rehber Felipe ‘‘Hayır deprem yok, bizim en önemli doğal afetimiz rüşvet’’ diyor.

Daha sonra Rio de Janeiro'nun tam göbeğindeki üç binayı gösteriyor ‘‘İşte burası Rio'nun Şeytan Üçgeni.’’ Binalardan biri İmar Bankası, diğeri Sosyal Kalkınma Bankası üçüncüsü ise devletin petrol şirketi Petro Bra'nin binası..

Brezilyalı yoksulların, açların bir türlü yüzünü göremediği paralar bu üç bina arasında kayboluyormuş.

Eski Merkez Bankası Başkanı ‘taksici’ olmuş!

BREZİLYA'da iken aklıma Merkez Bankası'nın eski başkanı İbrahim Eriş'i sormak geliyor. Başta bizim Felipe olmak üzere Brezilyalılar onu enflasyonu düşüren iyi bir Merkez Bankası yöneticisi olarak hatırlıyor.

Oradayken sohbetlerde bu kez başka bir eski Merkez Bankası Başkanı, Arminio Fraga'nın adı geçiyor.

1999 yılında Merkez Bankası'nın başına geçmeden önce George Soros için çalışmış olan Fraga bugünlerde ünlü televizyon şovu ‘‘Casseta & Planeta’’da taksi şoförü olarak görünecekmiş.

Fraga'ya neden bu rolü seçtiğini sormuşlar.

Şöyle cevap vermiş: ‘‘Merkez Bankası'nı bıraktıktan sonra ekonomi bilgilerimi en iyi nerede değerlendirebilirim diye düşünmeye başladım. Sonra aklıma taksi geldi. Zira ekonomiyi en iyi bilen kişiler taksi şoförleridir.’’
Yazının Devamını Oku

Simitis'ten Erdoğan’a Selanik daveti

20 Mayıs 2003
<B>TÜRKİYE</B>'nin, Atina'daki 2004 Olimpiyatları'nın 2 milyar Euro'luk bütçesinden pay alması için iki yıl uğraşan <B>Leyla Üstel Çağatay</B>'ın umudu sönmüş. Paradiana diye bir danışmanlık ve turizm şirketinin sahibi olan Çağatay'ın dosyaları, başta Kültür Bakanı Evangelis Venizelos olmak üzere Olimpiyat Oyunları Genel Sekreteri Constantin Cartalis ile sayısız görüşmeleri, tüm çabaları boşa çıkmış.

‘‘İnşaat, gıda, turizm sektörlerinin yapabilecekleri sayısız iş vardı, olmadı. Türkiye için bir fırsat daha kaçtı’’ diyor.

Tanıdık, bildik mesele.

Koordinasyonsuzluk, strateji belirleyememe, uzun vadeli plan yapamama hastalığı.

Olimpiyat Oyunları'yla da ilgili ilginç bir şey söylüyor Çağatay.

Atina, SARS nedeniyle Çin'deki 2008 Olimpiyatları'nın tehlikeye düşmesini fırsat bilip ‘‘2008 oyunlarını da buraya alalım’’ diye kulis yapıyormuş.

Burada bir soru.

Peki SARS yüzünden Çin'in ev sahipliği tehlikeye düştüyse Pekin'in rakipleri arasında olan İstanbul'daki Olimpiyat Komitesi ne yapıyor?

Devreye girmek için çaba harcıyor mu?

Olur ya... Pekin işi suya düşerse İstanbul'un şansı açılabilir. Her neyse, Atina Olimpiyatlarının Türkiye'ye sunduğu fırsatlar kaçtı ama Çağatay boş durmuyor.

Türkiye İhracatçılar Meclisi'nin (TİM) Atina'da açacağı ofisinin temsilciliğini üstlenmiş.

Meğer TİM Başkanı Oğuz Satıcı 7-8 ay önce Atina'da bir temsilcilik açma kararı almış. Temsilcilik bünyesinde bir Türk-Yunan Ticaret Merkezi olacak.

Amaç, Türk ürünlerinin sürekli sergileneceği bir mekan oluşturmak.

Şimdi Atina'nın prestijli bir yerinde 3 bin metrekarelik bir yer aranıyor.

İlerde benzer bir merkezin İstanbul'da açılması da gümdemde.

Leyla Üstel Çağatay, geçenlerde Atina'da yine TİM'in işleriyle ilgilenirken, Selanik'te önümüzdeki ayın 21 ve 22'sinde Yunanistan'ın AB Başkanlığı'nı İtalya'ya devredeceği zirveyi hazırlayan komite eline bir mektup ulaştırıyor.

Mektupta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Selanik Zirvesi öncesi bir konuşma yapmaya davet ediliyor.

Yunanistan Başbakanı Simitis ile Kuzey Yunanistan Sanayiciler Federasyonu Başkanı Dimitrios Simeonidis'in imzasını taşıyan aynı içerikte bir mektup 2 ay önce Ankara'ya ulaştırılmış.

Ancak Ankara bir yanıt vermeyince bu kez komite elden bir mektup yollamaya karar vermiş.

Mektup şimdi Başbakan Erdoğan'in özel kaleminde.

Bakalım Erdoğan Selanik'e gidecek mi?

Yat turizmi yapan neden yabancı bayrak peşinde


SANAYİCİLERİMİZİ yurtdışına kaçırdık.

Daha ucuz enerji, daha ucuz arsa, vergi muafiyeti sağlayan Bulgaristan, Romanya, hatta İran sanayicilerimize kucak açınca kaçış başladı.

Şimdi de yat turizmi yapanlar yabancı bayrak peşindeymiş.

Nedeni, ticari yatlara getirilen ÖTV yani Özel Tüketim Vergisi.

Bodrum Denizciler Derneği Başkanı Macit Gündoğdu anlatıyor:

‘‘Adam 500 bin dolara bir tekne yaptırmış. Aslında tekne olarak değil yüzer otel olarak düşünmek gerek. İki ay çalışırsa 70-80 bin dolar ciro yapacak. Daha çalışmadan kendisinden neredeyse 30-40 bin dolarlık ÖTV istiyorlar. Yeni yatırım yapan adamda bu para ne gezer?’’

ÖTV yüzde 6.7 oranında.

Macit Gündoğdu'ya bakarsanız yat turizmi Türkiye'ye yaklaşık 2 milyar dolar bırakıyor.

Böylesine verimli bir sektöre ÖTV ağır bir darbe indirmiş.

Bodrum Deniz Ticaret Odası Başkanı Gündüz Nalbantoğlu da aynı görüşte.

Hatta İstanbul'daki merkeze, Deniz Ticaret Odası'na gönderdiği faksta ÖTV nedeniyle ticari yatların yabancı bayrak çekecekleri uyarısında bulunuyor.

Yabancı bayrak çekme maliyeti 500 ile 3 bin dolar arasında değişiyormuş.

Yabancı bayraklı bir yatta personelin SSK, gelir vergisi ödenmesi de söz konusu değil elbet.

Nalbantoğlu faksında Yunanistan örneğini veriyor.

Komşumuzda ticari teknelere ÖTV gibi bir uygulama söz konusu olmadığı gibi, Kurumlar Vergisi ve Gelir Vergisi sadece yüzde 4 oranındaymış.

Zaten Yunanistan'ın denizcilik sektörünü nasıl desteklediğini hepimiz biliyoruz.

Geçen yıl Atina'daki Posidonia 2002 Fuarı'na birlikte katıldığımız Deniz Ticaret Odası eski Başkanı, AKP milletvekili Cengiz Kaptanoğlu da biliyor.

Zira Ankara'nın denizcilere yeterince ilgi göstermediğinden yakınıyor, Yunanistan'ın ise denizcileri nasıl desteklediğini

anlatıyordu sürekli.

Yat turizmcilerinin şikayetlerini iletmek için kendisini aradığımda Cengiz Kaptanoğlu ne diyor?

‘‘500 bin dolar veren ÖTV'yi de versin.’’

Ankara mı desem, Meclis koltuğu mu desem insanı bayağı değiştiriyor galiba.
Yazının Devamını Oku

Arjantin'de tek kişilik tango

18 Mayıs 2003
<B>DOĞRUSUNU </B>isterseniz Arjantin <B>Menem </B>badiresini kıl payı atlattı.
El Turco lakabıyla tanıdığımız Carlos Menem, bugün yapılması planlanan ikinci tur seçimlere bir, iki gün kala havlu atınca meydan kimsenin tanımadığı Patagonyalı Nestor Kirchner'e kaldı.

Arjantinlilerin pek alışkın olmadıkları durum.

Tek kişilik bir tango.

Peki kim bu Nestor Kirchner?

Patagonya'daki Santa Cruz eyaletinin 12 yıllık valisi.

Peronist gelenekten gelen taşralı bir politikacı.

İddialara bakılırsa, ‘‘saman altından su yürüten’’ cinsinden olabilir ama karizma sıfır.

İktidarda olduğu yıllarda biz gazetecilere müthiş bir malzeme sağlayan Menem'den sonra iktidara gelen Arjantinli devlet başkanlarını tam olarak kim olarak sayabilir ki?

1989-1999 yılları arasında Arjantin'i yöneten Carlos Menem'den bakın aklımda neler kalmış.

Arjantinlilerden acısı sonradan kat kat çıkacak olan ‘‘sahte’’ bir refah dönemi.

Şüpheli bir helikopter kazasında ölen oğlu Carlitos.

Başkanlık sarayından kovduğu karısı Zulema.

Karısından ayrılınca resmi ziyaretlere götürdüğü kızı Zulemita.

Özelleştirmeden sonra havaya uçan 40 milyar dolar.

Kendisinin Cenevre'deki 10 milyon dolarlık hesabı.

Uluslararası bir silah şebekesinin başında olduğu iddiasıyla tutuklanması, 70 yaşında diye hapis cezasından kurtulması ve ev hapsine alınması.

Yarı yaşındaki eski Kainat güzeli Cecilia Bolocco ile evliliği.

Ve nihayet yeni bir ‘‘Evita Peron’’ olma hayaliyle tutuşan genç karısının zorlamasıyla kalkıştığı yeni bir başkanlık yarışı.

İlk turda oyların yüzde 24'ünü alan Menem siyaset sahnesinden tamamıyla silindi mi?

Adını artık duymayacak mıyız?

72 yaşında baba olmaya hazırlanan, saçları boyalı Menem'in pek kolaylıkla pes edeceğini sanmıyorum.

Onun gibiler kediler misali yedi canlı olur.

Karizmasız Kirchner, Menem'in başkanlık yarışından çekildiğini duyar duymaz ‘‘Arjantinlilerin oy kullanma hakkı dahil her şeylerini çaldı’’ demiş.

Menem'in ekonomi politikasının, yaygınlaştırdığı yolsuzluğun, rüşvetin Arjantin halkının yoksullaşmasına neden olduğu doğru.

Arjantinliler renkli, karizmatik bir başkana sahip olmanın bedelini ağır ödediler.

Bakalım şimdi bu silik başkan onlara iyi gelecek mi?

Metropolitan Müzesi'nden Alpay Pasinli'ye övgü


BUGÜN Arkeoloji Müzesi'nde Müzeler Haftası nedeniyle bir panel var.

Konu ‘‘Küreselleşmede kültürel turizm ve müzelerin yeri.’’

Panele Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu'nun katılması da bekleniyor.

Müzelerimizin içler acısı hali ortada.

Parasızlık nedeniyle kadrolar sınırlı.

Bekçi yok diye kimi müzelerin salonları kapalı.

Bakımsızlık, hırsızlık vakaları.

Müzelerin yerel yönetimlere devri meselesi.

Sorunların hangi biri bu panelde ele alınır bilemiyorum ama bu karamsar tabloda küçük ama güzel bir haber vermek istiyorum.

Metropolitan Müzesi'nde ‘‘İlk Şehirlerde Sanat’’ Sergisi'nin açılışında konuşan müze müdürü Phillipe de Montebello, sergiye katkılarımızdan ötürü Anıtlar ve Müzeler Müdürü Alpay Pasinli'ye teşekkür etmiş.
Yazının Devamını Oku