Gila Benmayor

Yuvacık, İzmit Belediyesi'ne bir-iki gömlek büyük mü geldi?

8 Temmuz 2003
<B>LONDRA</B>'daki <B>‘‘Global Su Semineri’’ </B>davetini, Irak Savaşı nedeniyle petrolle birlikte bir süredir gündemde olan Ortadoğu'daki su kaynakları meselesinin tartışılacağını sanarak kabul ettim. Seminer beklediğim gibi çıkmadı ama hem dünyadaki, hem Türkiye'deki su sorunlarıyla haşır neşir olma fırsatını buldum.

Bir kere dünyada ‘‘su sektörünün’’ giderek gelişmekte olan bir sektör olduğunu öğrendik.

Dünyadaki su tüketiminin şimdilik sadece yüzde 5'i özel sektörün elinde.

Suyu yüzyıllardan beri ‘‘nasılsa bedava’’ mantığıyla hoyratça kullanmışız.

Şimdi alarm zilleri çalıyor.

Dünya nüfusunun artması, su kaynaklarının kirlenmesi, kötü yönetilmesi, altyapı eksikliği nedeniyle öyle görünüyor ki özel sektöre önümüzdeki yıllarda fazlasıyla iş düşecek.

Londra'daki seminerden çıkarttığım kadarıyla, birçok uluslararası kuruluş ve büyük şirket, 21. yüzyılın en önemli sorunu olmaya aday su için proje üretenlere destek sağlamaya hazır.

Meselá Avrupa Birliği Komisyonu ‘‘AB Su İnisiyatifi’’ adı altında Afrika, Orta Avrupa ve aralarında Türkiye'nin de olduğu Akdeniz ülkelerine kaynak akıtma kararı almış.

Türkiye'de suyla ilgili proje üretmek isteyen sivil toplum kuruluşları sanırım AB Komisyonu'ndan bu konuda bilgi alabilirler.

Seminere katılanlar arasında su sektörünün önemli isimlerinden Thames Water da vardı.

Alman RWE şirketi tarafından satın alınan Thames Water bugünlerde Hazine'ye verdiği zarar nedeniyle yeniden gündeme gelen İzmit Kentsel ve Endüstriyel Su Temini Projesi'nin aktörlerinden.

Şirketin Türkiye direktörü Evren Köprülü'ye 4 milyar dolara varacağı iddia edilen zararı sordum.

Biliyorum, bu proje ve Yuvacık Barajı konusunda bir hayli yazıldı çizildi, ortaya iddialar atıldı.

Ancak Thames Water durumu nasıl değerlendiriyor?

Evren Köprülü ‘‘Biz sözleşmeye sadık kaldık’’ diyor.

Proje için sözleşme imzalandığında, İstanbul'un da yılda 100 milyon metreküp almasının söz konusu olduğunu söylüyor.

İstanbul'un yanısıra sanayiye de su satılması gündemdeymiş.

Ne var ki evdeki hesap, çarşıya uymamış.

İstanbul yani İSKİ suyu almaktan vazgeçmiş.

İzmit Belediyesi de sanayiye suyu satmayı başaramamış.

‘‘Proje İzmit Belediyesi’ne bir-iki gömlek büyük geldi’’ diyor Köprülü.

İzmit Belediyesi’ne yılda 110 milyon metreküp su veriliyor, parası alınıyor ama belediyenin kullandığı su ancak 55 milyon metreküp.

Neden?

‘‘Fiziki kayıplar var. Altyapı bakımsız ve eski. Suyun dağıtımı kontrolsüz. Kimi kaçak kullanılıyor. Kimi zaman siyasete yatırım diye borçlar siliniyor. Neticede Türkiye genelinde olduğu gibi yaklaşık yüzde 50'lik bir kayıp var.’’

Hazine'den kredi garantisi istemiyor


Evren Köprülü ile konuşurken Thames Water'ın Gebze için Hazine'ye önerdiği proje de gündeme geliyor.

Thames Water, Gebze, Dilovası'ndaki sanayiye Yuvacık Barajı'ndan gelen suyu bağlamayı önermiş. Yani gerekli altyapıyı üstlenecek.

Köprülü ‘‘Hazine'den kredi garantisi istemedik’’ diyor. ‘‘Tam tersine 2013 yılına kadar kasanıza 100 milyon dolar girmezse biz ödeyeceğiz dedik.’’

Şirketin araştırmalarına göre Dilovası'ndaki şirket sayısı 685.

Bunların yaklaşık 200 tanesiyle yüzyüze görüşme yapılmış.

Tankerle su taşıma ya da kuyudan su çekme yerine çoğu belediyeden su almayı istiyormuş.

Hesaplara göre Dilovası'nda sanayiye su satarak 10 yılda 360 milyon dolar elde etmek mümkün.

Söz konusu yatırım Thames Water'a yaklaşık 25 milyon dolara malolacak.

Şirketin önerisine hazineden henüz yanıt yokmuş.

Çelik Gülersoy ve Adalılar Vakfı


İSTANBUL tutkunu Çelik Gülersoy'u en son geçen pazar günü Büyükada'da gördüm.

Adalılar Vakfı'nın yeni çalışmalarını tanıtmak üzere yaptığı toplantıda.

Vakfın ‘‘Adalı Onursal’’ grubuyla yaptığı toplantıda, Yavuz Canevi, Yalım Eralp, 37 yıllık kariyerinde 33 bakan görmüş eski İstanbul İl Turizm Müdürü Yalçın Manav ve bir süreden beri çalışmalarını Büyükada'da sürdüren Çelik Gülersoy vardı.

Adalılar Vakfı her Adalı'nın içinde yer alabiliceği, ‘‘Adalı Onursal’’ ‘‘Adalı Esnaf’’ ''Adalı Turizmci'' ''Adalı Genç'' gruplar oluşturmuş.

Toplantıda elbet Adalar'a sahip çıkmak meselesi konuşuldu.

Yıllarını İstanbul'a sahip çıkmaya, eldeki güzellikleri korumaya harcamış olan Çelik Gülersoy doğrusu pek iyimser sayılmazdı.

Maddi kaynak olmadan hiçbir şey yapılamayacağını söylüyordu o hoş üslubuyla.

Öyle ya, bu işi kendisinden daha iyi kim bilebilirdi?
Yazının Devamını Oku

Annee, Berlusconi geliyor

6 Temmuz 2003
<B>İSTANBUL</B>'daki İtalyan Başkonsolosu <B>Luciano Pezzotti</B>, davetlerde karşılaştığımızda, parmağını burnuma doğru sallayarak <B>‘‘Yine başbakanım aleyhine yazmışsın’’</B> der. Gülüşürüz.

Başbakanı Silvio Berlusconi basına bol malzeme sağlayacak laflar ediyorsa, Avrupalı meslektaşları tarafından eleştirilen davranışlarıyla, politikasıyla hep gündemdeyse suç kimin?

Başbakanlığa geldiği günleri hatırlayın.

Avrupa basını ayağa kalkmıştı.

Şimdi 1 Temmuz'dan itibaren Avrupa Birliği Başkanlığı’nı devraldı ya basın ‘‘6 ay boyunca 450 milyon Avrupalı'nın başkanı olacak’’ diye yine feryat ediyor.

Le Nouvel Observateur son sayısında ‘‘Berlusconi sorunu’’ başlığıyla kapak yapmış.

Şöyle diyor: ‘‘İtalya Başbakanı kendini beğenmiş ve demagog olmanın yanı sıra, cezasız kalma şampiyonu. Hiçbir eleştiriye tahammülü olmadığı gibi, tüm hesapları yasalara ve kurallara uymamak üzerine kuruludur.’’

Brüksel'de kılı kırk yarmaya pek hevesli bürokrat çevreleri ve Berlusconi'yi yan yana düşünün.

Adamın her şeyi onlara ters.

Çevresindekilere pırlantalı saatler gibi pahalı hediyeler dağıtması, Sardunya Adası'ndaki yedi villasından bahsetmesi, devlet adamları önünde şarkıcılık yeteneklerini sergilemeye bayılması, kendi çıkarlarına uygun yasalar çıkartması.

Berlusconi'nin çıkarttığı son yasalardan bir tanesini yeni öğrendim.

Meğer başbakanın en büyük hayalinden bir tanesi de Arcore'daki villasının bahçesine Tutankamon'un Mozolesi'ni yaptırmakmış.

Ölünce evinin bahçesindeki mozoleye gömülecek ve Mısır firavunları ile ölümsüzleşecek.

Ne var ki İtalya'da da Napolyon döneminden kalma bir yasa, mezarların konutlara yakın olmasını yasaklıyor.

Berlusconi'yi kim durdurabilir?

Ne yapıyor, ediyor neticede geçen ocak ayında yasa değiştiriliyor

Dokunulmazlık yasasını da bir çırpıda meclisten nasıl geçirdiğini gördük.

Ünlü İtalyan yönetmen Nanni Moretti ‘‘Berlusconi 2001 yılında başbakan seçildiğinde sanıyordum ki Avrupa onu değiştirecek. Ama şimdi Berlusconi'nin Avrupa'yı değiştireceğine inanıyorum’’ diyor.

Avrupa'nın değişip değişmeyeceğini bilemem ama Brüksel'de hem hafif bir panik, hem hafif bir eğlence rüzgarının eseceği kesin.

Niye panik?

Çünkü Berlusconi, Brüksel'dekilerin akıllarının ucundan bile geçirmek istemedikleri konuları gündeme getiriyor: ‘‘Rusya hemen AB üyeliğine alınsın, Ukrayna da öyle.’’

İşin eğlenceli kısmına gelince, toplantıların en beklenmedik yerinde anlattığı fıkraları herkes merakla bekliyor.

Başbakanın en sevdiği fıkralardan bir tanesi şöyleymiş: ‘‘Büyük bir şirket silahlı adamlar tarafından basılıyor. Patron ‘‘dikkat bu bir soygundur’’ lafını duyar duymaz rahat bir nefes alıyor. ‘‘Tanrım çok şükür ben de maliyeciler bastı sanmıştım.’’

Bu Berlusconi tehlikeli olmasa gerçekten matrak bir adam.
Yazının Devamını Oku

İstanbul için daha ne bekliyoruz

4 Temmuz 2003
<b>İSTANBUL</b> UNESCO'nun <B>‘‘Dünya Kültür Mirası’’ </B>statüsünü yitirecek mi? Mardin'in UNESCO'nun listesinden ‘‘teknik nedenlerden’’ ötürü adaylığını çektiği gün Osmanlı Bankası Müzesi'nde bu konu tartışılıyor.

Panelistler Bilgi Üniversitesi'nden Murat Belge, Mimar Sinan Üniversitesi'nden mimar Turgut Cansever ve İTÜ'den Atilla Yücel.

Meseleyi biliyorsunuz.

UNESCO'ya karşı yükümlülüklerimizi yerine getirmediğimiz için İstanbul statüsünü kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya.

Murat Belge durumu şöyle özetliyor: ‘‘İstanbul tüm dünya için değerli ancak biz onu korumak için gerekeni yapmıyoruz. Batı'da evladını hırpaladığı için velayetini kaybeden anne, baba durumundayız.’’

1690'larda yapılmış olan Boğaz kıyısındaki Amcazade Yalısı'nı örnek gösteriyor. ‘‘Haziran 2004'ü çıkartır mı bilmiyorum. Roma, Bizans eserlerini koruyamamışız. Osmanlı mimarisinin örnekleri de gözümüzün önünde çürüyüp gidiyor’’ diyor.

Turgut Cansever'in gözünde Amcazade Yalısı dünyada benzeri olmayan bir eser. 3. Ahmed kayıkla önüne gelip, mimarisinin güzelliğini seyredermiş.

İstanbul, UNESCO'nun ‘‘Dünya Kültür Mirası’’ listesine 1980'li yıllarda alınmış.

Turgut Cansever en fazla, İstanbul'un korunmasına çaba gösteren uzmanları görevden alan Bedrettin Dalan'a kızıyor.

Zeyrek, Süleymaniye, Ayvansaray'daki tarihi evler vaktiyle 100 bin kadarmış. Şimdi kala kala 500 tane.

Cansever, beklenen depremin en çok bunlara zarar verebileceğini söylüyor.

Bir de bir minaresi kötü restore edilmiş Süleymaniye Camii tehdit altında. ‘‘Minare depremde caminin üzerine yıkılırsa bu camiyi kaybederiz’’ diyor.

Deprem tehlikesi, ilgisizlik, boşvermişlik...

Dünyanın gözbebeği İstanbul'un kaderi bu mu?

Tarihi yarımadanın 1995 yılında SİT alanı ilan edilmesinden sonra UNESCO buradaki tarihi eserlerin envanterini istiyor.

Aradan kaç yıl geçiyor envanter filan yok.

UNESCO en fazla bunun üzerinde duruyor.

Envanter çıkarılmazsa eserler nasıl korunacak?

Osmanlı Bankası Müzesi'ndeki panelden hemen sonra Büyükşehir Belediyesi'nden Projeler Daire Başkanı Nihat Macit'ten envanter konusunda bilgi alıyorum.

Envanter nihayet çıkartılmış.

9 bin 500 yeraltı ve yerüstü tarihi eser tespit edilmiş. Bunları koruma planı da Koruma Kurulu'na gönderilmiş

Anladığım kadarıyla top şimdi kurulda.

UNESCO'daki Büyükelçimiz Bozkurt Aran'a göre, UNESCO İstanbul'un durumunu önümüzdeki şubat ayında yeniden gözden geçirecek.

Cansever, ‘‘İstanbul yanıyor’’ diyor. ‘‘Louvre Müzesi şu anda yanıyor olsaydı dünya nasıl ayağa kalkardı. İstanbul için harekete geçmek için de bekliyoruz.’’

Bu satırları yazarken elime İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ‘‘İstanbul'a yeni 550 eser’’ davetiyesi geliyor. Küçüksu Deresi'nin ıslahı için temel atma töreni. Zarfın bir köşesinde ‘‘Çiçek gibi İstanbul’’ deniyor.

Günümüzde pek yaygın deyişle ‘‘şaka gibi.’’

Turizmcilerin gözü Gürtuna'da

OSMANLI Bankası'ndaki toplantıda Murat Belge, Ankara'nın tarihi eserlere karşı kayıtsızlığı ile ilgili küçük bir anekdot anlatıyor.

Eski turizm bakanlarından Bahattin Yücel, İstanbul'a dikkat çekmek için Murat Belge'nin meşhur kültür turlarına İstanbullu milletvekillerini davet etmeyi öneriyor.

İstanbullu 50'ye yakın milletvekilden gele gele 10 tanesi geliyor.

Zaten gelenler de Çırağan'daki öğle yemeğinden sonra dağılıyor.

Yani Ankara'nın tarihe, kültüre ilgisi sıfır.

‘‘Oysa’’ diyor Murat Belge ‘‘Tarihi eserlere sahip çıkılsa, restore filan edilse daha fazla turist gelir, bu da daha çok para demek.’’

Söz İstanbul ve turizme gelmişken, geçen akşam Turist Rehberleri Birliği'nin ‘‘Crossroads’’ Dergisi'nin Arkeoloji Müzesi'ndeki tanıtımındaydım.

Sohbetlerden anladığım kadarıyla İstanbul turizmi hiç parlak değil.

Geçen yıla oranla yüzde 20'lik bir düşüş var.

TÜROB Yönetim Kurulu Üyesi Ömer Faruk Boyacı, belediyenin bazı birimlerinin turizme el atması gerektiği görüşünde.

O da sözü ‘‘550 yeni esere’’ getiriyor.

‘‘Bunlara akıtılan kaynağın onda biri turizme akıtılsa, özellikle tanıtım konusunda belediyenin yapacağı çok şey var’’ diyor.

Yılda 45 milyon turist çeken Paris'te (burada küçük bir düzeltme yapıyorum çünkü eski yazılarımdan bir tanesinde rakamı 10 milyon diye vermişim) Belediye Başkanı'nın yardımcılarından bir tanesi turizmci, belediyenin ise turizmle ilgilenen 100 kişilik bir kadrosu mevcut.

İstanbullu turizmciler belediyeyi de devreye sokmak için önümüzdeki günlerde Ali Müfit Gürtuna'yla bir araya gelmeye hazırlanıyormuş.

Yunan turizmi de AB fonlarına bakıyor

AVRUPALI turizm için neler yapmıyor?

İşte örnekler: Fransız belediyeyi kullanıyor. Ya Yunanlı? O da AB fonlarından destek alıyor.

Yunanlıların turizm için AB fonlarından yararlandığını yeni öğrendim.

AB fonları oldukça girift bir mesele.

Bunlara ulaşmak için danışman şirketler şart.

Geçenlerde bu tür danışmanlık şirketlerinden Fransız Arttic'in yöneticilerinden Eric Papon ile sohbet fırsatım oldu.

Arttic, Avrupa'da KOBİ'lerin yanısıra Alcatel, Airbus, Siemens, France Telecom'a da hizmet veriyormuş.

‘‘Airbus'ın Avrupa fonlarına ihtiyacı var mı’’ diye soracak oldum.

‘‘Boeing ile rekabet etmek için evet’’ cevabını aldım. Burada, Mavera adındaki bir şirkete temsilcilik veren Arttic meğer Yunan Turizm Bakanlığı'nın fonlardan yararlanacağı projeler hazırlıyormuş.
Yazının Devamını Oku

Diyarbakır ipekçilikte Bursa ile yarışacak

1 Temmuz 2003
<B>YÜZYILLAR </B>boyunca 26 medeniyete beşiklik etmiş olan Diyarbakır, İpek Yolu'nun üzerindeymiş. Zamanında ipekçilikte Bursa kadar iddialıymış.

Bir akşam yemeğinde yanyana düştüğümüz Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Kutbettin Arzu diyor ki ‘‘Borsa kayıtlarına göre 1960'lı yıllarda ipek üretimi 300 tona kadar çıkmış.’’

Daha gerilere gidersek, 1927 yılı sanayi sayımında ipek dokuma tezgahlarının sayısı 278. Bursa'dan hemen sonra ikinci sırada. 1980'li yıllardan itibaren Diyarbakır'da ipekçilik ve dolayısıyla ipek dokumacılığı deyim yerindeyse ‘‘ölmüş.’’

İpekböceğinin beslendiği dutluklar bir bir yok olmuş.

Derken Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası, valilik, borsa ve İl Tarım Müdürlüğü'nün desteğiyle harekete geçiyor ve geçtiğimiz yıl Kulp'ta 150 aileye Koza Birlik'ten altığı ipekböceği kurtçuklarını dağıtıyor.

Bu arada ipekçiliği öğrenmeleri için Kulpluları Bursa'ya eğitime gönderiyor.

Kutbettin Arzu, ‘‘İpek böceği beslemenin masrafı yok. Zira dut yapraklarıyla besleniyor. Bu iş için evde bir oda ayırmak yeterli şimdilik. Isıyı kontrol etmek için termometre gibi araçları biz dağıttık’’ diye anlatıyor.

Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı, istediği kadar mütevazı görünsün, kısıtlı olanaklarla gerçek bir başarı öyküsü anlattığı.

Zira geçen yıl 150 ailenin elde ettiği ipek miktarı 5 ton 600 kilo.

Bu yıl ise ipekçiliğe 350 aile soyunmuş ve kozalardan 30 ton ipek elde edilmiş.

Yani, ürün bir yılda beşe katlanmış.

Diyarbakır'ın Kulp ilçesi bu işten 300 milyar kazanmış.

Kutbettin Arzu, hedefin önümüzdeki yıl 90 ton olacağını söylüyor. İşin güzel yanı insanlardan dut fidanı talebi gelmeye başlamış. Yani ipekçilik işi akla yattığı için dut ekmeye başlayacaklar.

Kulp'tan sonra sırada Lice, Hano, Çermik gibi ilçeler var.

Diyarbakır ipekçilikte eski günlerine, Bursa ile rekabet ettiği günlere kavuşma telaşında.

Arzu'ya göre ikinci aşama ipek dokumacılığını yeniden canlandırmak. Peki Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası bunun için Avrupa Birliği fonlarından yararlanmayı düşünmüyor mu?

Elbet düşünüyor.

Kutbettin Arzu, TOBB'un önümüzdeki hafta Ankara’da yapacağı AB fonlarıyla ilgili toplantıya odanın iki uzmanını göndereceğini söylüyor.

1 dolarlık yatırım 7 dolar olup dönüyor


DİYARBAKIR'da Kutbettin Arzu ile karşılaşmamı sağlayan AÇEV yani ‘‘Anne Çocuk Eğitim Vakfı.’’

Önce, projelerini yerinde görmemiz için bizi Diyarbakır'a götüren AÇEV ile ilgili kısacık bir bilgi.

AÇEV, 1993 yılında Ayşen Özyeğin, halen Koç Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olan Profesör Çiğdem Kağıtçıbaşı ve Boğaziçi öğretim görevlilerinden Profesör Sevda Bekman tarafından kurulmuş. Esas uzmanlık alanı erken çocukluk eğitimi. 0-6 yaş arası çocuğun en hızlı geliştiği dönem.

Okulöncesi dönemde bir çocuğa yapılan 1 dolarlık yatırım ileride ekonomiye 7 dolar olarak dönüyor. Ayşen Özyeğin işin ekonomik boyutunu iyi biliyor zira kendisi Finansbank'in sahibi Hüsnü Özyeğin'in eşi.

AÇEV'in bilimsel araştırmaları temel alarak uyguladığı programlardan şimdiye kadar 240 bin kişi yararlanmış. Diyarbakır projesine dönersek, AÇEV burada farklı üç programı devreye sokmuş.

Okulöncesi eğitim, yetişkinlere okur yazarlık ve anne destek programları. Bunlar basit şeyler değil.

AÇEV tam 2.5 yıllık bir çalışma döneminden sonra Diyarbakır'da faaliyete geçmiş.

Önce kendi eğitimcilerini yetiştirmiş. Çocukların programa katılması için aileler, kadınlara okuryazarlık için de erkekler ikna edilmiş.

Okulöncesi eğitim programının yapıldığı şirin okulu ziyaret ettikten sonra birlikte Alipaşa semtinin sokaklarında dolaştığımız Profesör Sevda Bekman ‘‘Şöyle bir fantezim var’’ diyor: ‘‘Kocaman bir kepçeyle Laila'da eğlenen insanları bu mahallenin ortasına bıraksak ne olurdu?’’

Profesör Bekman defalarca Diyarbakır'a gidip gelmiş.

Okulda gördüğümüz altı yaşındaki çocuklarının pek çoğunun zihinsel gelişme yaşının ancak dört olduğunu söylüyor.

Erken davranılırsa çocuklar için bir şeyler yapmak mümkün.

Ama ya okuryazarlığı olmayan kızlar, kadınlar.

Profesör Kağıtçıbaşı'ya göre, Diyarbakır'daki her iki kızdan birinin okuryazarlığı yok.

Kendimiz de gördük.

Alipaşa'daki okulun önünde, kucağında üç, dört aylık kardeşiyle 11 yaşındaki Fatma okul yüzü görmemiş. O 11 yaşında. Peki ya 16, 18 yaşlarında olanlar?

Ya genç anneler?

AÇEV sayesinde onların gördüğü kursun adı İYOP yani ‘‘İşlevsel Yetişkin Okulyazarlığı ve Kadın Destek Programı.’’

Bu programı geliştiren Profesör Aydın Yücesan Durgunoğlu Minnesota Üniversitesi'nden. Diyarbakır projesi için kalkıp buralara gelmiş.

Kadınlara bir yanda okuryazarlık, diğer yanda hayatla ilgili bilgilerin ustaca verilmesinin ardında müthiş bir çalışma, gönüllülük ve idealizm yatıyor kuşku yok ki.

Sponsorluk olmadan asla


AÇEV'in Diyarbakır'daki faaliyetleriyle ilgili yazacak sayfalarca dolusu şey var ama yer yok.

Bir, iki noktaya daha değinmek istiyorum.

AÇEV bu işleri başarırken Milli Eğitim ile işbirliğine, yerli yabancı STK'larla gidiyor ve sponsorlar buluyor.

Bir kere Ayşen Özyeğin nedeniyle Finansbank doğal bir sponsor. Diyarbakır'daki projenin arkasındaki isimlerden biri Soros'un Açık Toplum Enstitüsü. Gaziantep'te 210 kursla sürdürülen İYOP programının sponsorlarından bir tanesi Sani Konukoğlu Vakfı.

Diyarbakır'da gezdiğimiz okulun bazı eşyaları rengarenk bir tahta görünümündeydi. Süt kutularını geri dönüştüren Tetrapak'ın hediyesiymiş. Çocukların oyuncaklarını Erkol Oyuncak temin etmiş. Temizlik malzemeleri Gima, kırtasiye Abdi İbrahim İlaç derken Diyarbakırlı çocukların yaşamı işte böyle değişiyor.
Yazının Devamını Oku

Kızını aldık sıra anasında

29 Haziran 2003
<B>KIDEMLİ</B> tarihçi <B>Cemal Kutay</B>, <B>‘‘www.cemalkutay.com’’ </B>sitesinin duyurusu için hem mektup, hem mail göndermiş. Mektubun bir yerinde şöyle diyor: ‘‘Geçmişini bilmeyen bir toplum geleceğini arayamaz, bulamaz!’’

Ben de diyorum ki: ‘‘Türk milleti bugün geçmişini her zamankinden fazla öğrenmeye meraklı.’’

Bunu nereden mi çıkartıyorum?

Geçen pazartesi günü kızımla, Profesör Dr. Halil İnalcık'ın‘‘Fatih Sultan Mehmed'in Kişiliği ve Fütuhat Planları’’ konuşmasını dinlemek üzere Yapı Kredi Kültür Merkezi, Sermet Çiftçi Salonu'ndayız.

Konferansa yirmi dakika kala gelmiş olmamıza rağmen, salonda boş koltuk olmadığı gibi, neredeyse yerde oturacak bir köşe kalmamış.

Profesör İnalcık'ın konuşma yapacağı masanın etrafı dahi abluka altında.

Öğrenciler, akademisyenler, işten yeni paydos etmiş takımlı, çantalı genç ‘‘yuppi’’ler, tarih sevdalıları, İnalcık hayranları.

Herkes orada.

Profesör İnalcık ‘‘Fareli Köyün Kavalcısı’’ gibi insanları biraraya toplamış, 1430'lu yıllara götürüyor.

Önce baba İkinci Murad.

‘‘Baba ayyaş, halk arasında nüfuzu sarsılmış. Dünya işleriyle yakından uzaktan alákası yok. Tarikatçı. Şairlere para bağlayan ilk padişah. Her şaire bin akçe bağlamış. Ömer Hayyam'vari rubailer yazıyor.’’

Öyle anlaşılıyor ki, cengáver bir insan olmayan İkinci Murad'ın mistik yönü ağır basıyor.

‘‘Kabrime kubbe yapmayın, üstü açık olsun. Tanrı'nın rahmeti üzerime düşsün.’’

Profesör İnalcık'a göre, İkinci Murad'ı önemli bir padişah yapan dönemin büyük komutanları. Gelelim konferansın esas kahramanı Fatih Sultan Mehmed'e.

‘‘Medyada da büyük insanlara toz kondurmamak gibi bir cereyan var’’ diyor Profesör İnalcık. ‘‘Onların insani taraflarını anlamak gerek.’’

Fransa'yı bir dönem avucuna almış olan Napolyon'u örnek gösteriyor.

Hakkında o kadar çok kitap yazılmış ki, hayatının en küçük, en sefil ayrıntıları herkesin gözü önünde. Bu arada, notlarıma bakarken şimdi fark ediyorum ki, Fatih'in annesiyle ilgili, adından başka hiçbir not almamışım.

Her neyse Fatih'e dönersek, 12 yaşında tahta geçtikten sonra babasına bağlı olan Çandarlı Paşa ile kendisini eğitmekle görevli lalalar Zağanos Paşa ve Şahabettin Paşa arasındaki kıyasıya mücadeleyi öğreniyoruz.

Fatih, Çardarlı Paşa'nın İkinci Murad'a bağlılığını hiç unutmaz ve İstanbul'un fethinden hemen sonra onu idam ettirir. Zaten İnalcık'a göre, İstanbul'un fethi genç padişahın karakterini değiştirmiş. Kibri ön plana çıkmış. Fethin Tanrı tarafından kendisine özel bir misyon olarak verildiğine inanmış.

Akşemsettin Paşa, ‘‘İstanbul'un fethi din adamları yol göstermeleri sayesinde oldu’’ deyince Fatih Sultan Mehmed'in cevabı şöyle olmuş: ‘‘Hayır İstanbul'u benim kılıcım fethetti.’’

İnalcık
'a göre, İstanbul'dan sonra Fatih, Roma'yı da almayı ciddi bir şekilde düşünmüş.

Çevresindekilere ‘‘Kızını aldık, anasını da alacağız’’ demiş.

Fatih'in İstanbul için yaptıklarına gelince...

‘‘Bizans'ın son dönemlerinde ekonomi çökmüş. Ekonomik alt yapıyı yenileyen Fatih, çarşılar, külliyeler yaptırtmış.’’

Şöyle diyor İnalcık: ‘‘Büyük gelişmelerin nedeni Fatih. Topun en güçlü surlara karşı yıkıcı gücünü kanıtladı ve bir devir açtı. Ama en önemlisi Kristof Kolomb'un 1492'te Amerika'yı keşfi yine Fatih'in eseri.’’

Bunu benim gibi ilk kez duyanınız herhalde çoğunluktadır.

Profesör İnalcık'a göre, bu gerçeğe Batı'daki çoğu kitapta rastlamak mümkün değil. Meğer, İspanya Kraliçesi İsabela'nın Kolomb'a ‘‘sponsor’’ olmasının en büyük nedeni, onun Çin'e ulaşmasını sağlamak ve Çin ile birlikte Osmanlı'yı arkadan vurmakmış.
Yazının Devamını Oku

Pahalı elektrik, Çin'i Eti Krom'dan soğuttu

27 Haziran 2003
<B>LİANG Wentao</B>, Ankara'da Çin Elçiliği'nin genç ekonomi müsteşarı.<br> Kendisiyle mayıs ayında İstanbul'da yapılan ‘‘Forum-İstanbul Hedef 2023’’ toplantısında, bir öğle yemeği sırasında tanışmış, sohbet etmiştim.

Yemeğin ortasında telaşla ayağa fırlayıp gitmeden önce, bana bir Çin şirketinin, özelleştirilmesine karar verilen Eti Krom ile ilgili olduğunu söylemişti.

Yılda 40 ila 50 milyar dolar arasında yabancı sermaye çeken Çin'in Türkiye'de yatırım yapacak olması bana ilginç gelmişti.

Liang Wentao'nun söylediklerini aklımın bir köşesine not ettim.

Geçenlerde Özelleştirme İdaresi Başkanlığı Eti Krom'un özelleştirilmesi için ihale açılacağını duyurunca Wentao'yu aradım.

‘‘Eti Krom ile ilgilenen şirket ihaleye katılıyor mu’’ diye sordum.

Katılmayacakmış.

Liang Wentao'nun söylediklerini aktarıyorum.

‘‘Çin'in en büyük paslanmaz çelik üreten şirketi (adını vermek istemedi) bir süreden beri Eti Krom ile ilgileniyordu. Ancak işi biraz araştırınca karşısına çıkan rakamlar gözünü korkuttu.’’

Çinlileri en fazla korkutan şey elektriğin pahalılığı.

Kilovatının 9 sent olduğunu keşfedince yelkenleri suya indirmişler.

Bir de kromu zengileştirmek yani ferrokrom elde etmek için gerekli hammadde de oldukça pahalıya geliyormuş.

Wentao ‘‘Elektriğin kilovatı normalde 4 ila 5 sent olmalı. 1 sent hatta altına düştüğü yerler de var. Ama Türkiye'de inanılmaz pahalı’’ diyor.

Çinliler, ayrıca yılda 150 bin ton krom madeni ve ferrokrom üretim kapasitesi olan Eti Krom'un, kapasitenin yüzde 60'ına bile ulaşamadığını öğrenince şaşırmışlar.

Wentao ‘‘Kuşkularını gideremedim’’ diyor.

Sonuçta Çinliler gelmiyor.

Peki Eti Krom ile ilgilenen başka hangi şirketler var?

Birkaç kişiyle konuşunca ilginç bazı şeyler çıktı ortaya.

Meğer Eti Krom ile nicedir Glencor adındaki bir Amerikan şirketi ilgileniyormuş.

İlgilenen başka bir şirket de Kazaklar'ın EuroAsia Şirketi.

Eti Krom ihalesine EuroAsia ile Glencor'un birlikte girebilecekleri iddialar arasında.

Ancak yine iddialara göre, Glencor ihaleyi kazandığı takdirde burada yatırım yapmayacak.

Eti Krom ile birlikte sahip olacağı Kef Dağı'ndaki krom yataklarından çıkarttığı kromu alıp götürecek.

Yani elektriğin pahalı olması burada üretim yapmayacağı için onu pek de fazla ilgilendirmiyor.

Arjantin ve Brezilya'da özelleştirmeden aldığı madenleri orada işlememiş ve alıp

götürmüş.

Almanların önde gelen çelik şirketlerinden Thyssen de Eti Krom'a sıcak bakanlardan. Ancak yüksek elektrik fiyatının onun da gözünü korkutacağı söyleniyor.

Eti Krom'un ihalesine katılma süresi eylül ayına kadar.

Bakalım ihaleyi kim kazanacak?..

GAP'a AB'den 500 milyon Euro hibe yok

GAP Başkanı Olcay Ünver'in AKP Hükümeti tarafından görevinden uzaklaştırıldığını yazdığım gün ‘‘GAP'a Avrupa Birliği'nden yılda 500 milyon Euro hibe’’ diye bir haber.

AB Komisyonu Türkiye temsilcisi Büyükelçi Hans Jörg Kretschmer Diyarbakır ziyareti sırasında böyle bir paradan söz etmiş.

Bu inanılmaz bir meblağ.

Ankara'da Avrupa Komisyonu Temsilciliği’ni aradığımda böyle bir yardımın söz konusu bile olmadığı ortaya çıktı.

Doğrusunu isterseniz AB yardımları meselesi biraz karışık.

2001 yılında onaylanan ve 5 yıllık bir süreyi kapsayan zaman diliminde Türkiye'nin GAP için alacağı yardım 47 milyon Euro.

2004 yılı için Türkiye'ye ayrılan miktar 250 milyon Euro, 2005 yılı için 300 milyon Euro ve 2006 yılı için 500 milyon Euro olarak belirlenmiş durumda.

AB bu yardım için 10 alan belirlemiş.

Bunlardan bir tanesi de bölgelerarası farklılıkları

gidermek. GAP'a yardım bu maddeye dahil.

Her neyse, büyük bir olasılıkla Büyükelçi Kretschmer, AB yardımının 500 milyon

Euro'ya kadar çıkacağından söz etmiş ancak yanlış anlaşılmış.

İşin unutulan başka bir boyutu da, bu yardımlar için projelere gerek olduğu. Proje olmadan böyle havadan filan gelen bir para mevzu bahis değil.
Yazının Devamını Oku

Mersin can çekişiyor Suriye malı götürüyor

24 Haziran 2003
<B>MERSİN </B>Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı <B>Kadri Şaman</B>'ın telefondaki sesi oldukça sıkıntılı. Mesele Mersin Limanı.

Sorunlar 10 yıldan beri birike birike artık dağa dönüşmüş.

Doğu Akdeniz'in en büyük limanı olan Mersin'in bugünlerde, Irak'a gıda yardımlarının ve ülkenin yeniden imarına yönelik malzemelerin sevkıyatı nedeniyle en canlı dönemini yaşıyor olması gerekmez miydi?

100 milyar dolarlık bir pastadan onun da önemli bir pay alması gerekmez miydi?

Oysa durum öyle değil.

1963 yılında hizmete giren liman öylesine hantal bir yapıda ki, hani can çekişiyor desek yeridir.

Kadir Şaman ‘‘Başvurmadık kapı bırakmadık’’ diye anlatıyor.

Mersin milletvekili, eski Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz'den medet umulmuş.

AKP Hükümeti iktidara geldikten sonra, yılın ilk aylarında milletvekilleriyle Meclis'te toplantı yapılmış, hem yerli, hem yabancı uzmanlara hazırlatılan raporlar sunulmuş. Ardından Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ziyaret edilmiş.

Netice sıfıra sıfır.

Mersinlilerin, limana ilişkin kaygılarını, telaşlarını anlamak gerek.

Zira nüfusunun yüzde 50'si göçle oluşmuş.

İşsizlik yüzde 25 ila yüzde 30 dolaylarında.

Mersin Limanı'nın tam kapasiteyle çalışması demek, şehre ekonomik canlılılığın gelmesi, yeni iş imkanlarının yaratılması demek.

Peki limanın can çekişmesine yol açan faktörler neler?

Kadri Şaman şöyle sıralıyor:

‘‘Altyapı, teknolojik ve işletme sorunları.’’

Limanda rıhtım sayısı yetersiz, mevcut olanlar ise işlevsiz.

Işıklandırma, drenaj kanalları ve arıtma tesisleri feci durumda.

Arıtma tesislerinin ruhsatı dahi yokmuş.

Liman teknolojide tam sınıfta kalmış.

Toplam 720 bin metrekarelik bir alanda topu topu 10 adet bilgisayar var. Üstelik bunlar birbirleriyle irtibatlı olmadığı gibi dünyaya entegre değil. Resmen daktilo gibi kullanılıyor.

Vinçler teknolojinin gerisinde kalmış.

Ancak Kadri Şaman'ın anlattıklarından çıkardığım kadarıyla en önemli sorun işletmeyle ilgili olanı.

Bir kere liman 7 bakanlığa bağlı 20'ye yakın kurumla bağlantılı.

Diğer bir deyişle siyasilerin ve bürokrasinin çarkları arasında sıkışıp kalmış.

İşletme Müdürü, operasyon müdürü, teknik müdürü düşünün.

Her biri ayrı telden çalıyorsa, uyum yoksa toplam 1431 kişinin çalıştığı liman nasıl verimli olabilir?

İşin bir başka boyutu da yükleme-boşaltma ücretinin diğer limanlara göre daha pahalı olması.

Bir örnek veriyorum: 10 bin grostonluk bir geminin 5 günlük maliyeti Pire Limanı’na göre yüzde 118, İskenderiye Limanı’na göre yüzde 182 daha pahalı.

Tam da Irak gündemde iken ne oluyor?

Hemen yanıbaşımızda Suriye'nin limanları Lazkiye ve Tartus devreye giriyor.

Kadri Şaman bir heyetle mayıs sonu Suriye'yi ziyaret etmiş.

‘‘Hem teknolojide, hem altyapıda bizden ileri sayılırlar. Limanlar küçük ama daha verimli çalışıyor. Üstelik fiyat da kırıyorlar. Dolayısıyla rekabet üstünlüğümüzü onlara kaptırmak üzereyiz’’ diyor.

Ne yazık...

Kim derdi ki, Hafız Esad'ın kapalı ekonomisinden daha yeni yeni kurtulmaya başlayan Suriye bile günün birinde bizden daha dinamik olacak.

Dünya Gıda Programı Mersin'e resti çekmiş


MERSİN Limanı’nda lojistik hizmet sunan, son derece modern bir terminale sahip Ceynak'ın Yönetim Kurulu Başkanı Ali Avcı anlatıyor.

BM Dünya Gıda Programı, Irak'a insani yardım sevkıyatında Türkiye koridorunu kullanmaya karar verdikten sonra Ceynak'la Roma'da bir anlaşma yapmış.

Irak'a çeşitli ülkelerden her ay ortalama 700 bin, 800 bin ton yardım yapılıyor.

Akabe, Um-Kasr, Kuveyt limanlarının yanısıra Mersin program için son derece önemli bir nokta. Limanlar arasında hinterlandı en geniş olanı.

Dünya Gıda Programı Ceynak ile anlaşma yaptıktan sonra sevkıyata başlamış. Ancak o malum bürokratik engeller karşısına çıkınca daha 20 gün önce ‘‘Biz Türkiye koridorunu kullanmaktan vazgeçiyoruz’’ diye haber yollamış.

Arada iki gemi de Tartus Limanı'na gitmiş.

Ali Avcı, ‘‘Limanda herkesi seferber ettik, BM'ye rica ettik, bir şans daha verin dedik, güç bela ikna ettik’’ diye anlatıyor. Peki Mersin Limanı için çözüm nerede?

Kadri Şaman ‘‘Bu limanın özelleştirilmesi şart’’ diyor.

Özelleştirmenin bir alternatifi ise ‘‘otonom idare’’...

Fransa'nın 19. yüzyıldan beri tercih ettiği bir idari sistem... Hollanda, Belçika, Almanya da onu daha sonra izlemişler.

Şaman'a göre, ikinci bir alternatif ise hizmetlerin özelleştirilmesi.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın dikkatlerine sunulur.

GAP'ın sonu mu geldi?


AKP sonunda GAP'a da el attı.

1991 yılından bu yana GAP İdaresi başkanlığını yürüten Dr. Olcay Ünver görevinden uzaklaştırıldı.

Güneydoğu Anadolu Projesi’ni ilk keşfedişim 1996-1997 yılları.

Olcay Ünver'i de o yıllardan beri tanıyorum.

Onunla en son karşılaşmamız ise daha iki hafta önce, İstanbul'da Dolmabahçe Kültür Merkezi'nde GAP'ın sponsorluğunu yaptığı ‘‘Sudaki Suret’’ Sergisi'nin açılışında oldu.

Doğrusunu isterseniz, GAP bana heyecan veren, sürekli izlediğim bir proje oldu.

Zira Türkiye'nin güneydoğusunu yeni bir çehre kazandıracak bir projeydi.

GAP'ın 2017 yılında tamamlanması ve Türkiye'nin yüzde 10'unu ‘‘yeşil bir cennete’’ dönüştürmesi bekleniyordu.

Bekleniyordu diyorum çünkü bundan sonra GAP'ın ne olacağı meçhul.

AKP Hükümeti'nin bu konuda ne düşündüğü pek bilinmiyor.

Kimi çevrelere bakılırsa,

GAP'ın tümden yürürlükten kaldırılması ve fonksiyonlarının

2-3 ili biraraya getirecek ‘‘Bölgesel Kalkınma Ajanslarına’’ devredilmesi gibi düşünceler var.

Tarım eğitimi, sulama, pilot çiftlikler, baraj sularında balıkçılık, kadınların üretime katkısı sağlayan ÇATOM'lar, BM'nin çeşitli örgütleriyle işbirliği ve Zeugma.

Olcay Ünver'in başkanlığında GAP bunlardı.

Şimdi ne olacak göreceğiz...
Yazının Devamını Oku

Erkekler hep mi yalan söyler?

22 Haziran 2003
<B>İNGİLİZLER </B>başbakanları <B>Tony Blair</B>'e <B>‘‘Bliar’’ </B>adını takmışlar. Soyadının baş harfiyle İngilizce yalancı anlamına gelen ‘‘liar’’ın birleştirilmesinden ortaya çıkmış bir sözcük.

Gazetelerin birinde gözüme bir karikatür ilişiyor.

Blair'in burnu, Pinokyo'nun burnu gibi uzamış. Başbakanın burnu, ucunda bir kurukafa resmi olan bir füze şeklinde.

İngilizlerin yüzde 63'ü Blair'in savaşı haklı kılmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğuna ilişkin yalan söylediğine inanıyorlar.

Blair, gerçekleri saptırmak, sahte belgelere dayanmak ve en önemlisi siyasi dostlarını kandırmakla suçlanıyor.

İngilizlerin ünlü haberalma servisi M16 bile ‘‘başbakanın söyledikleri bizim ona verdiğimiz raporlarda yok’’ diye isyan etmiş.

Parlamentoda son günlerde en fazla konuşulan ‘‘İngiliz Watergate’’i.

Bush ise tam suçüstü yakalanmış vaziyette.

Yalanı ortaya çıkartan Washington Post Gazetesi.

Bush
, Irak'ın elinde biyolojik ve kimyasal silahları olduğunu iddia ederken Savunma Haberalma Ajansı'nın raporunu kanıt olarak sunuyor.

Meğer rapor tam aksini söylüyormuş:

‘‘Irak'ın kimyasal silah imal ettiği ve stok yaptığına ilişkin yeterli kanıt yok.’’

Saddam
devrileli iki ay olmuş, İngiltere'yi, ABD'yi ve tüm dünyayı tehdit ettikleri söylenen şu silahları ara ki bulasın.

Washington'daki siyasi çevreler kesin konuşuyor:

‘‘Silahlar ortaya çıkmazsa Bush kendisini müthiş bir skandalın göbeğinde bulacak.’’

İddialara bakılırsa CIA bile rahatsızmış durumdan.

Blair, Bush, Colin Powell, Donald Rumsfeld tümü yalancı.

Onlar Irak davasında yalan söylemiş.

ABD eski başkanı Bill Clinton ise kadın yüzünden.

Hillary Clinton'ın geçenlerde piyasaya çıkan ‘‘Yaşayan Tarih’’ kitabından bir sahne:

Clinton, Hillary'nin yatağının ucuna ilişmiş şöyle diyor:

‘‘Evet, yalan söyledim, Monica Lewinski ile yattım.’’

Aylardan beri Monica ile ilişkisini inkar eden kendisi değilmiş gibi.

Suçu büyük.

Hem Hillary'ye, hem de Amerikan halkına yalan söylemiş.

Bizdeki yalan rüzgarı ise ayrı telden.

Doğalgaz alımında Türkiye'nin 368 milyon dolar fazla ödemesini araştıran TBMM Yolsuzluk Komisyonu’na çağrılan Mesut Yılmaz ne diyor?

‘‘Ben bilmem bürokrat bilir.’’

Bürokrat yani BOTAŞ Genel Müdürü Nevzat Arseven ne diyor?

‘‘Ben bilmem memur bilir.’’

Ben de bilmem?

Erkekler hep mi yalan söyler?

P.S. Erkeklerle yalan konusunda alıp vermediğim olduğu sanılmasın sakın. Sadece geçen hafta gazetelere bakınca yalan söyleyenler hep onlardı da...
Yazının Devamını Oku