Gila Benmayor

Kadıköy ve Adalar'da eski başkanlarla devam

23 Mart 2004
<B>28 </B>Mart öncesi Kadıköy ve Adalar'da durum ne? Hafta sonunda hem Kadıköy Belediye Başkanı CHP'li Selami Öztürk, hem Adalar Belediye Başkanı ANAP'lı Coşkun Özden ile bir araya gelme fırsatını buldum.

Selami Öztürk, pazar günü sabahın erken saatlerinde Kadıköylülerle yaptığı yürüyüşten sonra Caddebostan'daki Balıkadamlar Kulübü'nde kahvaltıda, ‘‘Nasıl bir sonuç bekliyorsunuz’’ soruma, ‘‘AKP'den yüzde 17 ile 20 oranında daha fazla oy alacağım’’ yanıtını veriyor.

Selami Öztürk yaklaşık 9 yıldan beri sivil toplum kuruluşları ve kadınlarla omuz omuza çalışıyor.

Beş noktada kurduğu, ‘‘Aile Danışma Merkezleri’’ aracılığıyla Kadıköy'ün varoşlarına, yani yoksul kesimlerine ulaşmış.

Örneğin, İçerenköy'de bu çalışmalar sayesinde oy potansiyelini artırmış.

Selami Öztürk'ün pazar öğleden sonra Bağdat Caddesi'nde yaptığı yürüyüşün sürpriz ismi ise Kemal Derviş.

Derviş,
Bağdat Caddesi'ndeki yürüyüşten önce CHP'nin Kadıköy merkezinde bir basın toplantısı düzenliyor.

Selami Öztürk'ü kırmayarak basın toplantısını izliyorum.

Derviş'in söylediklerine ayrıca değineceğim.

Gelelim Adalar'daki duruma.

Adalar Belediye Başkanı Coşkun Özden'in yüzde 55 ile 60 oranda oy alacağına ilişkin duyumlar var.

Doğma büyüme Adalı olan Coşkun Özden, Prens Adaları'nın sorunlarını en iyi bilen, şimdiye kadar pratik çözümler getirmesini başarmış biri.

Adalar'ın ‘‘tarihi ayıbı’’ çöp meselesini kökten çözmüş, Adalar'a ‘‘Deniz Ambulansı’’nı getirmiş, SSK dispanserini devreye sokmuş, geniş çaplı bir ağaçlandırma başlatmış.

Yıllık bütçesinin 3.5 trilyon olmasına rağmen 4 yılda 30 trilyona yakın kaynak bulma başarısını da göstermiş.

Dün sabah gazeteye uğradığında aklımda Kınalıada'nın tepesindeki o çirkin antenler var.

Berbat görüntüyü bırakın, Kınalıada'da son yıllarda artan kanser hastalığının sorumlusu olarak da, eski belediye başkanları Recep Koç ve Can Esen (AKP'nin adayı) döneminde dikilmiş olan antenler gösteriliyor.

Antenlerle ilgili Coşkun Özden'den aldığım yanıt sevindirici.

‘‘Antenlerin Kınalıada'dan sökülüp Sivriada'ya nakledilmesi için meclis kararı aldık. Karar, Orman Bakanlığı'na, Valiliğe, Başbakanlığa iletildi. Antenlerin ait olduğu kuruluşlara 6 ay tanıdık. Anten mücadelesi sonuna kadar sürecek’’ diyor.

Peki Özden oyların çoğunu alıp yeniden başkan olursa ne yapacak?

Gündemde doğal gaz ile Büyükada'da bir kültür merkezi varmış, bir de açıkhava müzesi.

Derviş: CHP'nin yükselişe geçtiğini hissediyoruz

YUKARIDA sözünü ettiğim Kadıköy'deki basın toplantısı Derviş'in talebi üzerine yapılıyor.

Derviş, 29 Mart günü CHP liderliğinin değişmesiyle ilgili bir ‘‘gizli toplantı’’ yapıldığı iddialarına öfkeli.

‘‘Genel başkanlık konusunda bir iddiam yok. Ben partiye fikir ve kavramsal düzeyde katkıda bulunabilirim’’ diyor.

Akademisyenlerin katıldığı toplantıyı sosyal demokrasiyi daha ileri götürmek için bir ‘‘beyin jimnastiği’’ olarak tanımlıyor.

Derviş'e göre, bu tür toplantılar daha sık yapılacak.

CHP'nin yoksullukla mücadelesi, gençlerle kaynaşması, internetle barışması için bu şart.

Derviş'in dikkat çektiği bir başka nokta ise anketler.

Büyük gürültü koparan geçen haftaki anketi fazla abartılı buluyor ve son iki haftada CHP'nin yükselişe geçtiğini hissettiklerini söylüyor.

Göreceğiz.

Avrupa Kadın Lobisi AB'nin kapısını aralıyor

AVRUPA'da kadın-erkek eşitliğini sağlamak için kadın derneklerinin oluşturdukları bir lobi var.

Avrupa Kadın Lobisi.

Avrupa Birliği'nde kadın çıkarlarını temsil etmek üzere 1990 yılında kurulmuş.

Avrupa'daki 3 bine yakın kadın derneği, Avrupa Kadın Lobisi'nin şemsiyesi altında.

Dernekler tek başlarına bu oluşuma üye olamıyorlar.

Kadın dernekleri her ülkede ‘‘ulusal koordinasyon’’ şemsiyesi altında toplanıp lobiye katılıyorlar.

Avrupa Kadın Lobisi, eski Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d'Estaing başkanlığında yürütülen Avrupa Anayasası'na kadın-erkek eşitliğinin girmesi için yoğun bir şekilde çalışmış ve başarılı olmuş.

Özetle demek istediğim şu: Avrupa Birliği ülkelerinde kadınlar için eşitlik tam olarak sağlanmış durumda değil.

Sağlanması için lobicilik faaliyetleri şart.

KA-DER Ankara Dış İlişkiler sorumlusu Dr. Selma Acuner, bir süre önce Avrupa Kadın Lobisi'ni Türkiye'ye davet ediyor.

Acuner'in girişimiyle geçtiğimiz cumartesi günü Ankara'da Hilton Oteli'nde bir toplantı düzenleniyor.

Avrupa Lobisi Genel Sekreteri Mary McPhail de toplantıya katılıyor.

KA-DER'in yanı sıra KAGİDER, Winpeace, ÇYDD, KAMER toplantıya katılmış olan 15 sivil toplum kuruluşlarından bazıları.

İşte bundan sonrası çok ilginç; zira Türkiyeli kadınların Avrupa Birliği'ne Ankara'dan önce tam üye olma şansı doğuyor.

Peki bu nasıl olacak?

Ankara'daki toplantıda ‘‘ulusal koordinasyon’’ için start veriliyor.

Toplantıya katılmış olan 15 dernek bunun için onay veriyor.

Kadın derneklerinin bu kadar çabuk örgütlenmesi Mary McPhail'i fazlasıyla heyecanlandırıyor.

Avrupa Kadın Lobisi'nin önümüzdeki ekim ayındaki yapacağı kongrede Türkiyeli kadınların üyeliğini onaylayacağı vaadini veriyor.

Neticede, AB ile üyelik müzakerelerine ‘‘yeşil ışık’’ yakılmadan kadınlarımız AB yolunda.
Yazının Devamını Oku

Marie nefretten ölmedi

21 Mart 2004
İçim dayak attığı kadının ölümüne neden olan Noir Desir’in solistine karşı öfke doluydu. Şimdi Marie<B> </B>ile Bertrand arasındaki duyguların yoğunluğunu okudukça, öfkemin bu aşkın karmaşıklığı karşısında azaldığını fark ediyorum. VILNIUS’te küçük bir mahkeme salonu.

Sanık sandalyesinde Fransız Noir Desir topluluğunun solisti Bertrand Cantat.

Karşısında, yani mahkeme salonunun sıralarında kendi anne babası.

İki çocuğunun annesi Kristina Rady.

Noir Desir
’in müzisyenleri.

Sekiz ay önce bir otel odasında öldürdüğü oyuncu Marie Trintignant’ın annesi yönetmen Nadine Trintignant.

Marie Trintignant’nın dört çocuğunun babaları; müzisyen Richard Kolinka, oyuncu François Cluset, yönetmen Samuel Benchetrit...

En arka sıralarda hafta başında başlayan mahkemeyi izlemek için diğerleri gibi Fransa’dan kalkıp gelmiş olan dostlar, yakınlar.

Bertrand Cantat, Marie ile ilişkilerinin nasıl başladığını anlatıyor:

‘Bir konserden sonra Marie beni tebrik etmeye geldi. Ardından telefon mesajları başladı. İlişki platonikti önceleri. Sonra aşka, şimdiye kadar hiç bilmediğim, tanımadığım bir tutkuya dönüştü.’

Marie,
iki çocuğunun babası Samuel Benchetrit, Bertrand Cantat ise Kristina Rady ile birlikte o sıralar.

KISKANÇLIK BAŞLANGICI

Aşktan kaçmak ne mümkün...

Bertrand Paris’e, Marie’nin evine taşınır.

Kimbilir...

Belki de Cantat’ın yüreğinde ilk kıskançlık tohumlarını filizlendiren evin posta kutusunun üzerindeki, Marie’nin sevmiş olduğu diğer üç erkeğin isimleridir.

Richard Kolinka, François Cluset, Samuel Benchetrit.

Değişik babalardan çocuklar, eski kocalarla, sevgililerle süregelen dostça ilişkiler hayata daha düz bakan Cantat’ın kafasını karıştırır.

Yine de Marie için müziğine ara vermeyi, genç kadının oynadığı filmin çekimi için Vilnius’e peşinden gitmekten alıkoyamaz kendisini...

Vilnius’te, Benchetrit’ten Marie’ye gelen bir SMS sonrası patlayan kavga, itişmeler ve yüzüne yediği darbeler sonrası genç kadının yere yığılması...

Bertrand Cantat, mahkeme salonunda Marie ile son gece yaşadıklarını anlattıktan sonra, öldürdüğü sevgilisinin annesine, çocuklarına dönüp şunları söylüyor:

‘Sekiz aydan beri her dakika, her saniye Marie’yi ve sekiz çocuğunu düşünüyorum. Çektiğiniz ıstırap nedeniyle beni duymadığınızı biliyorum ama Marie’yi her şeyin üzerinde sevmiş olduğumu bilmenizi istiyorum’ diyor.

DAVA BİR SEMBOL

Nadine Trintignant, Cantat’a inanmayan gözlerle bakıyor.

Şarkıcının, kızını ailesinden, çocuklarından, sinemadan kopartmak, onu yok etmek istediğini iddia ediyor.

‘Eğer Cantat affedilirse, dünyadaki her kadının kendisini seven erkeği tarafından öldürülebileceğini kabul etmiş oluruz. Ben gelecekteki tüm Marie’ler adına konuşuyorum.’

Cantat
haykırıyor: ‘Marie nefretten ölmedi!’

Doğru Marie nefretten değil aşktan öldü ama öldü işte.

Ne garip ki, geçtiğimiz yaz Marie Trintignant’nın trajik ölümünü yazdığımda ‘Feministler de dayaktan ölür’ diye başlık atmışım...

İçim dayak attığı kadının ölümüne neden olan Noir Desir’in solistine karşı öfke doluydu.

Şimdi Marie ile Bertrand arasındaki duyguların yoğunluğunu okudukça, öfkemin bu aşkın karmaşıklığı karşısında azaldığını fark ediyorum.

Vilnius’teki hücresinin duvarına Marie’nin adını kazımış olan Bertrand Cantat için dokuz yıl hapis cezası istendi.

Son karar yarın.
Yazının Devamını Oku

Gaziantep intihar ediyor

19 Mart 2004
<B>BU</B> sözler benim değil. Kültür ve Turizm Müsteşarı <B>Mustafa İsen</B>'a ait. Müsteşara göre, Zeugma mozaiklerinin önce Gaziantep'te sonra İstanbul'da NATO toplantısı sırasında sergilenmesine karşı çıkanlar yüzünden şehir tarihi bir fırsatı kaçırıyor.

‘‘Gaziantep intihar ediyor. Zira İstanbul'a gelecek başbakanlar, bakanlar, dışişleri bakanları ve beraberindeki yabancı basın ordusu Zeugma mozaikleri dolayısıyla şehri tanıyacaklardı’’ diyor.

Müsteşar Mustafa İsen, Gaziantep'te karşılaştıkları direniş karşısında şaşkın.

Zeugma mozaikleri nedeniyle Gaziantep'te kopan fırtınaya geçen hafta değinmiştim.

Özetle durum şöyle:

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Zeugma kazılarının sponsoru Packard Vakfı'nın Başkanı, HP patronu David Packard'ın 2 milyon dolarlık desteği ve sanat tarihçisi Profesör Nurhan Atasoy'un ‘‘gönüllü’’ katkısıyla önce Gaziantep ardından İstanbul'da bir Zeugma sergisine hazırlanıyor.

Ancak Gaziantep Müze yetkilileri ve bazı sivil toplum kuruluşları ‘‘Mozaikler Gaziantep dışına götürülecek, belki kaçırılacak’’ gerekçesiyle buna karşılar.

Mozaiklerin müzeden çıkartılmaması için mahkemeden karar çıkartılmış.

Gaziantep müzesi mühürlenmiş.

En fecisi, sergiyi hazırlamak için Gaziantep'te bulunan, dünyanın önde gelen mozaik restoratörü Roberto Nardi ve ekibinin hayatı karartılmış.

İtalyan restoratörler ‘‘ellerinde torbalarla tarihi eser kaçırıyorlar’’ diye polis ekibi tarafından çevrilmiş, hırsız muamelesi görmüş.

Direnişin bu kadarı da fazla değil mi?

Roberto Nardi, Zeugma mozaiklerinin sudan çıkartılmasından sonra restore eden kişi. Packard'ın ricasıyla sergileri hazırlamak için Gaziantep'e gitmiş.

Adamın başına gelenlere bakın...

Profesör Nurhan Atasoy, müzenin mühürlenmesi nedeniyle nisan ayında yapılması tasarlanan Gaziantep Sergisi'nin ‘‘suya düştüğü’’ görüşünde.

‘‘Müze mühürlendiği için laboratuvar kapalı... Sergiyi yetiştirmek imkansız’’ diyor. Peki İstanbul'daki sergi yapılacak mı?

Önce ekim ayı için planlanan ancak NATO toplantısı nedeniyle hazirana yetiştirilmesi tasarlanan bu serginin düzenlenip düzenlenmeyeceği de meçhul.

Zeugma 2000 yaz aylarında hem Türkiye'nin, hem dünyanın gündemine oturmuştu.

Packard'ın verdiği 10 milyon dolar sayesinde kazılar yapıldı, eserler gün ışığına çıkartıldı.

Sonra her şey durdu.

Kazılar durdu... Dünyanın en güzel mozaikleri Gaziantep müzesinin deposunda unutuldu. Şimdi Zeugma'nın yeniden dünya kamuoyuna hatırlatılması, Packard'ın yeni yapılacak bir müzeye katkısı mümkün olabilecek iken her şey berbat ediliyor.

Yazık...

Bardo mozaikleri dünyayı dolaşıyor

GAZİANTEP
ve İstanbul sergilerine karşı çıkanların bir iddiaları da mozaiklerin taşıma sırasında zarar görecekleri.

Oysa Müsteşar Mustafa İsen, bakanlığın önceki gün yayınladığı basın açıklamasında da işaret ettiği gibi her türlü önlemin alındığını söylüyor.

Mozaikler öyle alınıp kamyonlara yüklenmiyor ki?

Başında restorasyonu yapmış olan Nardi ve ekibi var.

Aylarca mozaikleri yanyana koymak için uğraşmış olanlar gerekli önlemleri almazlar mı?

Kaldı ki, günümüzde modern teknoloji çareler üretmiş.

Meselá Profesör Atasoy, mozaiklerin taşınması için uçak gövdesinde kullanılan malzemenin kullanılacağını söylüyor. Hem sağlam, hem hafif olacağı için taşıma sorun olmazmış.

Bu arada dünyanın en büyük mozaik müzesi olduğu söylenen Tunus'taki Bardo Müzesi'nin mozaiklerini sergilenmeleri için başka şehirlere, ülkelere gönderip göndermediğini merak ettim.

Ankara'daki Tunus Büyükelçiliği Kültür Ataşesi merakımı giderdi.

Bardo Müzesi'nin bazı mozaikleri bırakın bir şehirden diğerine gitmeyi dünyayı dolaşıyormuş. New York'ta, Paris'te sergilenmişler.

Tunus Kültür Ataşesi ‘‘Modern teknolojiyle artık sorun değil’’ diyor. Gaziantep'ten beni mail borbardımanına tutanlar bir zahmet elçiliğe telefon edip öğrensinler.

Kral sözü tutulacak mı?

DAVOS
Dünya Ekonomik Forumu'nun en popüler konuşmacılarından olan Ürdün Kralı Abdullah'ı önceki gün DEİK bünyesindeki Türk-Ürdün İş Konseyi'nin kahvaltısında dinledik.

Ürdün özellikle ABD'nin Irak operasyonundan sonra önem kazanmış.

Birçok ülke Irak'a sevkıyatı Ürdün üzerinden yapıyor.

Dünya Bankası da Irak işlemleri için Amman'ı kullanıyor.

Ürdün'deki serbest bölgelerin ABD'ye vergisiz mal satmak gibi avantajlarından yararlanan Türk işadamlarının sayısı giderek artıyor.

Kahvaltıda rastladığım Şahinler Holding'in patronu Kemal Şahin bunlardan biri.

Ürdün'ün Akabe serbest bölgesinde iki fabrikası var.

Biri üretime başlamış, diğeri üç ay içerisinde devreye girecek.

Amerikalı müşterileri kaçırmamak için Ürdün'de fabrika açan Kemal Şahin, vergi avantajının yanı sıra işçi ücretlerinin de düşük olduğunu söylüyor.

Türkiye'de tekstil işçisinin maaşı ortalama 500 dolar iken, Ürdün'de 300 dolar.

Akabe'de fabrika açmaya hazırlananlar arasında Kombassan ve Güngör Keşçi de var.

Bu arada, önümüzdeki mayıs ayında Dünya Ekonomik Forumu'nu ağırlamaya hazırlanan Ürdün ile Türkiye arasında serbest ticaret anlaşması bir türlü imzalanamıyor.

Türk işadamları işte bu yüzden önceki gün anlaşmanın imzalanacağına dair ‘‘Kral Sözü’’ veriyor musunuz diye soruyorlar.

Kral Abdullah soruya direkt yanıt vermiyor topu salondaki bakanlarına atıyor.

Aldığım bilgiye göre ‘‘Kral Sözü’’ pek kolay yerine getirilmeyecek.

Zira Türkiye, Ürdün'e 200 milyon dolarlık ihracatına karşılık bu ülkeden 20-25 milyon dolarlık mal alıyor.

Arada büyük bir uçurum var.

Ürdün, serbest ticaret anlaşması olursa Türk mallarının istilasına uğramaktan korkuyor.

Bu tür anlaşmalar yaptığı ABD'den yılda 600 milyon dolarlık, AB'den ise 500 milyon Euro'luk yardımlar alıyormuş.

Türkiye ile anlaşma karşılığında bazı yardımların beklentisinde.

Pazarlıklar sürüyor.

İşte bu yüzden ‘‘Kral Sözü’’ vakit alabilir.
Yazının Devamını Oku

Ar-Ge’de biz neredeyiz onlar nerede

16 Mart 2004
<B>GEÇEN </B>haftanın önemli bölümünü geçirdiğim Fransa'da, Madrid'deki patlamalardan önce gündemin ana maddesi araştırmacılarla hükümet arasındaki kavgaydı. Meseleyi kısaca özetliyorum.

Almanya gibi Fransa da, bütçe açığı yüzünden oldukça sıkıntıda.

Bu yüzden kesintilere gidiyor.

Araştırma merkezlerinin de bütçelerini kısmış.

500 araştırmacı kadrosuna ihtiyaç varken sayısı 120'de sınırlı tutmuş.

Fransa'da işte bu yüzden haftalardır kıyamet kopuyor.

‘‘Araştırmayı kurtaralım’’ adıyla başlatılan sivil inisyatifin kampanyası çerçevesinde hükümetin geri adım atması için sadece bir günde 40 bin imza toplanmış.

Araştırma merkezlerinde istifalar peşpeşe.

Başbakan Raffarin ile Bilimler Akademisi yetkilileri arasında sürdürülen pazarlıklarda, hükümet Ar-Ge'ye üç yıllık bir süre için yılda 1 milyar Euro öneriyor.

Raffarin'in bu önerisi araştırmacıları ikna etmeye yaramıyor.

Radyolarda, televizyonlarda Ar-Ge kısıntısının Fransa için nelere mal olacağı tartışılıyor. Beyin göçünün ülkeye pahalıya patlayacağı iddia ediliyor.

Bu arada küçük bir parantez. Ar-Ge alanında ABD, Japonya, Almanya'dan sonra dördüncü sırada gelen Fransa bu konuda hayli iddialı.

Tartışmaların bir bölümü UNESCO ile L'Oreal'in dünyada bilim kadınlarını desteklemek için başlattıkları program çerçevesinde, Paris'te düzenledikleri bilim haftasına denk düşüyor.

Türkiye'deki genç bilim kadınlarını seçen komitenin başkanı Boğaziçi Üniversitesi, Moleküler Biyoloji Genetik Bölümü'nden Profesör Dr. Aslı Torun ile Türkiye'de üniversitelerde Ar-Ge'yi konuşuyoruz.

Türkiye şimdiye kadar Ar-Ge'ye ciddi bir kaynak ayırmamış.

Ar-Ge ithalatı için yılda 2 milyar dolar harcıyor.

Yani teknoloji ithal ederek başka devletlere gelişmelerine katkıda bulunuyoruz.

Bildiğim kadarıyla Türk şirketleri ancak yatırımlarının binde birini Ar-Ge'ye ayırıyor.

Japonya'da patent başvurusu yılda 400 bin, bizde sadece 3 bin ila 4 bin.

Her neyse araştırmacı Profesör Aslı Torun'a üniversitelerin durumunu soruyorum.

Profesör Torun'un çizdiği tablo karamsar.

Dikkat çektiği en önemli husus, üniversitede ‘‘bilimsel liyakat’’ aranmadığı. Dediğine göre, üst düzey idareciler de bilimsel yaşamlarını geride bırakmış olduğundan araştırma gündemlerinde önemli bir madde oluşturmuyor.

Torun, birkaç yıl önce İstanbul Üniversitesi'yle birlikte kas hastalıklarıyla ilgili bir proje hazırladıklarını, AB fonlarına başvurduklarını ancak projenin dönemin rektörü tarafından onaylanmadığını söylüyor.

Üniversite rektörlerinin araştırma kaynaklarını ihtiyaca göre kullanma zorunda olmamaları işin başka bir boyutu.

Örneğin araştırmacı kadrolara asla para ayrılmıyor.

Torun, ‘‘Kadrolar sınırlı olunca iyi öğrenciler burs bulup yurtdışına gidiyor’’ diyor. Kendisi kadro nedeniyle araştırmalarını hayli zorlukla sürdürüyormuş.

Profesör Torun'un söylediklerinden anladığım kadarıyla araştırma meselesinde üniversitelerde işler hiç iyi gitmiyor.

Çin ‘Geniş Avrupa’dan neden korkuyor

DÜNYA ekonomilerinin bir numaralı korkusu haline gelen Çin de AB'nin genişlemesinden çekiniyor.

Çin'in çekindiği şey şu: 1 Mayıs'tan itibaren Avrupa Birliği'ne üye olacak ülkeler AB üyesi olmayan ülkelerle ikili anlaşmalarını iptal edecekler.

Dolayısıyla şimdi kota limiti olmaksızın 10 ülkeye ithal edilen bazı Çin mallarına mayıs ayından itibaren kota uygulanabilecek.

Çin şimdi AB ile kota pazarlığında.

Ancak AB Ticaret Komiseri Pascal Lamy de yeni AB üyelerinin Çin için 100 milyonluk yeni bir pazar olduğu gerekçesiyle Çin'in bu talebine direniyormuş.

İspanya, Time'ın nazarına mı geldi

İSPANYA Madrid'deki patlamalardan tam dört gün önce Time Dergisi'nin kapak konusuydu.

Dergi, sanatıyla, mimarisiyle, 741 milyar Euro'luk ekonomisiyle İspanya'yla ilgili kapsamlı bir dosya hazırlamıştı.

Sadece İspanya'nın ekonomisiyle ilgili küçük notlar.

1997 yılından bu yana büyüme ortalama yüzde 4 dolayında.

Geçtiğimiz dört yıl zarfında Avrupa'da yaratılan iş alanlarının yüzde 40'ı İspanya'da.

Bankacılık sektörü sağlam temellere oturmuş. Ülkenin en büyük bankası Banco Santander'in geçen yılki kárı 2.5 milyar Euro.

Time Dergisi’ne konuşan tarihçi Juan Pablo Fusi, ‘‘İspanya'da artık işlerin yoluna girdiğinden kimsenin kuşkusu yok. Yeni bir özgüven duygusu kazandık’’ demiş.

İspanya Time'ın nazarına mı geldi ne?
Yazının Devamını Oku

İşte dünyayı değiştirecek kadınlar

14 Mart 2004
<B>MADRİD’</B>i kana bulayan günün gecesi Paris’te UNESCO binasındayım. UNESCO ile ünlü kozmetik markası L’Oreal’in, altı yıldan beri birlikte yürüttükleri ’Kadınlar ve Bilim için’ programının ödül töreni var.

UNESCO’nun 1950’lerin sonuna doğru inşa edilmiş binasının tören salonu beton sütunlarla çevrili. Betonun soğukluğu ise ışık oyunlarıyla yumuşatılmış.

Salonda Fransa’nın ünlü kadınları...

Eski Maliye Bakanı Dominique Strauss Kahn’ın eşi ve televizyon yıldızı Anne Sinclair törenin sunucusu.

90 yaşına merdiven dayamış eski cumhurbaşkanı George Pompidou’nun karısı, eski bakanlardan Simone Veil, oyuncu Marisa Berenson gözüme ilişenler arasında.

UNESCO ve L’Oreal’in ortak programında, genç bilim kadınlarına 20 bin dolarlık burs, araştırmacı profesörlere ise 100 bin dolarlık ödül veriliyor.

Anne Sinclair, önce burs kazanmış olan bilim kadınlarını üç kişilik gruplar halinde sahneye çağrıyor.

Üçüncü grupta TÜBİTAK’tan burs almaya kazanmış moleküler biyolog Semra Aygün de var.

Bursuyla dokuz aylığına Pennsylvania Üniversitesi’ne gidecek.

Anne Sinclair hepsine en can alıcı soruyu soruyor:

‘Bir virüsü teşhis etmek, bir mikrobu bulmak kimi zaman yıllar gerektiriyor... Bu sabrı ve enerjiyi nereden buluyorsunuz? Neden bilimi hayatınızın en önemli amacı haline getirdiniz?’...

Yemenli, Nijeryalı, Bangladeşli, Türkiyeli, Romanyalı bilim kadınının çıkış noktası hemen hemen aynı: Çocukluklarında beğendikleri bir öğretmeni ya da bilim kadınını örnek almışlar.

15 genç bilim kadınının sırayla sahneye dizilmesinden sonra sıra beş profesöre geliyor.

Önce hayatlarını anlattıkları kısa filmleri seyrediyoruz.

Güney Afrikalı Jennifer Thomson, mısırı virüslere ve kuraklığa karşı dayanıklı hale getirmeyi başarmış. Yani mısırın genleriyle oynamış.

Avrupalı bildiğimiz gibi genleri manipule edilmiş ürünlere (GMO) karşı.

Anne Sinclair, duyarlı bir Avrupalı olarak bunu sorguluyor.

Thomson’un imdadına, bilim kadınlarını seçen jürinin başkanı, Nobel ödüllü Profesör Christian de Duve yetişiyor.

‘Afrika’nın başlıca gıdası mısırdır. Açlıkla boğuşan insanların yararına yeni tekniklerin uygulanmasında sakınca yoktur’ diyor.

Amerikalı Philippa Marrack bağışıklık sisteminin mekanizmasını çözmek için tam 35 yıldan beri çalışıyor. Bu arada zincirin bazı halkalarını aydınlatmış. En büyük destekçisi kendisi gibi bilimle uğraşan kocası.

Burs kazanmış gençlere tavsiyeleri şöyle:

n En sevdiğiniz şeyin peşinden gidin... Bunu bir erkekle birlikte yaparsanız da olur, yapmazsanız da...

n Eğer çalışmalarınızı yabancı bir ülkede sürdürecekseniz o ülkenin kurallarını bilmiyormuş gibi yapın. (Kendisi uzun yıllardan beri ABD’de oturan bir İngiliz.)

n Kirli çamaşırınızı unutup laboratuvarınızda kalın.

Brezilyalı Lucia Mendoza Previato, hayatını Güney Amerika’da 18 ila 20 milyon kişiyi etkileyen, uyku hastalığının kuzeni ‘Chagas’ parazitine adamış.

Fransız Christine Petit, kalıtımsal sağırlığa neden olan genlerle uğraşıyor.

Çinli Nancy İp ise salondakilerin tümünü, erkekler dahil ağlatıyor.

Nedeni en genç olmasında mı, ailesinden ve kendisinden söz ederken fazla duygulanmasında mı bilinmez ama onu dinlerken yanaklardan gözyaşları süzülüyor.

Altı kişilik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen, binbir zorlukla üniversiteye giden, Çin Bilimler Akademisi üyesi Profesör Nancy İp beynin sırrını çözme peşinde.

Alzheimer ve Parkinson’a çare bulacağını umut ediyor.

‘Çünkü’ diyor ’Teyzem Alzheimer’dan öldüğünde annem çok sarsıldı. Bana bu hastalığın çaresini ne zaman bulacağımı sordu...’

UNESCO
’nun töreninde karşımızda, sabırla, inatla saatlerini, dakikalarını, saniyelerini üstüste koyarak kendilerini insanlığa adamış kadınlar vardı.

Madrid’in ağladığı saatlerde işte bu kadınlar dünyaya bir umut mesajı veriyordu.
Yazının Devamını Oku

Bilim kadınına kozmetik devinden gelen destek

12 Mart 2004
<B>8 MART</B> haftasına Paris'teki UNESCO merkezinden devam. UNESCO'nun 1950'lerin sonunda inşa edilmiş, Fontenoy Meydanı'ndaki oldukça köhne binasının 11 numaralı odasındayız.

Sahnede dünyanın çeşitli ülkelerinden genç bilim kadınları ve aralarında TÜBİTAK Gen Mühendisliği ve Biyoteknoji Araştırma Enstitüsü'nden Semra Aygun.

Dünyanın bir numaralı kozmetik üreticisi L'Oreal ve UNESCO'nun bilim kadınlarını desteklemek için altı yıldan beri ortaklaşa sürdürdükleri ‘‘Kadın ve Bilim’’ projesi kapsamında buradalar.

Proje kapsamında 20 bin dolarlık bir burs kazanmış olan Semra Aygun, 9 aylık bir süre için çalışmalarını ABD'de Pennsylvania Üniversitesi'nde sürdürecek.

Moleküler biyolog Semra Aygun neyi araştırıyor?

Çok basit bir şekilde izah edersek hücresel enerji üretiminde rol oynayan enzimler üzerinde çalışıyor. Araştırmaları belki ilerde bazı kas hastalıkları türlerinin ya da mikrobik hastalıkların anlaşmasına yardımcı olacak.

‘‘Kadın ve Bilim’’ projesinin diğer bir ayağında ise beş kıtadan beş kadın araştırmacıya 100 bin dolarlık ödül veriliyor.

Geçen yıl bu ödülü kazananlar arasında Türk bilim kadını, Fizik Profesörü Ayşe Erzan da yer almış.

‘‘Kadın ve Bilim’’ projesine dönersek UNESCO ile L'Oreal işbirliği son derece mantıklı.

Bir yanda kadınların geri kaldıkları bilim alanında ilerlemesini hedefleyen bir kurum, diğer yanda kadınlarını güzelleştirirken cirosunun neredeyse yüzde 4'ünü Ar-Ge'ye ayıran bir şirket. 2003 yılında araştırma, geliştirmeye ayırdığı miktar 480 milyon Euro.

Önemli birkaç ayrıntı daha.

L'Oreal'in patronu aynı zamanda Fransa'nın en zengin kişisi bir kadın: Liliane Bettancourt. Kimyager olan babası Eugene Schueller sentetik saç boyasını geliştirerek 1907 yılında şirketi kurmuş.

Yani şirket bilime, Ar-Ge'ye duygusal nedenlerle de önem veriyor.

UNESCO'nun kadınların bilimdeki yeriyle ilgili dağıttığı raporda ilginç veriler var.

Tüm dünyada, bilimler akademilerinde kadın üyelerin oranı inanılmaz düşük.

Mesela İngiltere'de 1185 üyenin 43'ü kadın.

Fransa'da 190 üyeden 9'u kadın.

Hollanda'da 237 üyeden sadece biri kadın.

Üniversitelerdeki kadın profesör oranında Türkiye'nin durumu gerçekten gurur verici.

Oran bizde yüzde 21 iken, Belçika, İsviçre, Hollanda gibi ülkelerde yüzde 5.

Yine Türkiye'de bilim ve teknolojide doktorası olan kadınların oranı yüzde 38.

Japonya'da sadece yüzde 18.

Paris'te UNESCO'nun penceresinden töre, namus cinayeti, şiddet değil de bilim gözlüğüyle bakınca Türk kadınının yeri farklı.

Afrikalı, ABD'li neden L’Oreal'i tercih ediyor

L'OREAL yukarıda değindiğim gibi yaklaşık 100 yıllık bir şirket.

2003 yılında 14 milyar Euro'luk satış gerçekleştirerek kozmetikte bir numaradaki yerini korumuş. Kozmetik piyasası 10 yılda ortalama yüzde 4.6 oranında büyürken, L'Oreal yüzde 8.4 oranında büyümüş.

Lancome'dan Vichy'ye uzanan, bizde ve dünyada tanınmış 17 markaya sahip.

Saniyede 130 ürünü satılıyormuş.

Peki L'Oreal nasıl global marka olmuş?

Elbet evliliklerin payı büyük.

ABD'de Maybelline, Çin'de Mininurse ve Yue-Sai buna örnek. Ancak kanımca başarının en büyük sırrı etnik özelliklere göre üretmesinde yatıyor.

Delhi'deki kadının derisini beyazlatmak, Afrikalı-Amerikalı kadının kıvırcık saçını düzleştirmek gibi.

Kozmetik dünyasında hızla yayılan ve 2007 yılında sadece ABD'de 11.7 Euro'luk bir pazar olacağı hesaplanan ‘‘etnik güzellik’’ trendinin motoru L'Oreal anlayacağınız.

AB ile ABD arasında seçiminizi yapın

‘‘KADIN ve Bilim’’ toplantıları nedeniyle nasılsa Paris'te iken TÜSİAD'ın buradaki bürosunun hafta başındaki açılış davetini da kaçırmadım.

Champs Elysees'nin başındaki Pavillon Gabriel'de yapılan davetten birkaç not ya da izlenim.

Fransız işadamları bir yıl öncesine oranla Fransız kamuoyunda Türkiye'nin adaylığı konusunda desteğin arttığı görüşünde hemfikir.

Ancak ilk kez Fransızlar'dan şöyle bir şey duyuyorum: ‘‘Türkiye ABD ve AB arasında seçim yapmak zorunda. Her ikisine birden yakın olamaz. Bunu bir tek İngiltere başardı.’’

Sanırım bu önümüzdeki günlerde karşıya karşıya kalabileceğimiz bir söylem olabilir.

İkinci bir not: Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan'dan sonra söz alan Fransa Ekonomi, Maliye ve Sanayi Bakanı Francis Mer, eylül ayından itibaren bakanlığının Türkiye'de bir dizi faaliyet başlatacağını söylüyor.

Amaç Fransa ile Türkiye ilişkilerini güçlendirmek .

Üçüncü bir not: Fransız işadamları yatırımın önündeki en büyük engeli kayıt dışı ekonomi olarak görüyor.

Masa komşum Sodexho CEO'su Phillippe Voraz, 15 milyonluk Şili'de 12 bin kişi çalıştırıyormuş. Türkiye de ise 2 bin 500 kişi.

Voraz, en son Sabancı Holding'i müşteri listesine katan Sodexho'nun Türkiye'de daha fazla büyüyememesinin nedenini kayıt dışı ekonomi olarak gösteriyor. 20 yıl önce Pinochet zamanında kayıt dışına savaş açan Şili ekonomisinin geldiği parlak duruma dikkat çekiyor.

Sonuncu ve dördüncü not: Kemal Derviş TÜSİAD'ın davetinden bir gün sonra Fransız özel sektörüne bağlı bir düşünce kuruluşu olan IFRI'de bir konuşma için burada ama yemeğe katılmıyor.
Yazının Devamını Oku

Türk kadınına Japonya modeli

9 Mart 2004
<B>TÜRKİYE'</B>de Kadınların Siyaset, Üst Yönetim ve İş Yaşamına Katılması konulu araştırma 8 Mart Kadınlar Günü’ne denk geldi. Araştırma Sabancı Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ve Boğaziçi Üniversitesi'nden Prof. Dr. Binnaz Toprak tarafından gerçekleştirilmiş.

1557 kadın ve 993 erkekle yüzyüze görüşülmüş. Araştırmanın çarpıcı sonuçları bazı gazetelerde yer aldı.

Birkaç bulguyu hatırlatmakta yarar var. Mesela halkın yüzde 92.2'si çalışmak isteyen her kadının çalışabilmesi gerektiğini düşünüyor.

Meğer ‘‘Kadın dediğin evde oturur’’şeklindeki söylem sanıldığı kadar yaygın değilmiş.

Halkın yüzde 93.6'sı çalışan evli kadınların kocalarının da ev işlerini, çocuk bakımı filan paylaşması gerektiğine inanıyor.

Hani nerede maçoluk?

Erkeklerin yüzde 55.8'i eşlerinin siyasete girmesine itiraz etmiyor.

O halde TBMM'deki kadın milletvekillerinin oranının yüzde 4.4'te kalması, Fas ile Cezayir'in gerisine düşmesine ne demeli?

Halkın zaten yüzde 74.3'ü Meclis'teki kadın oranını yetersiz buluyormuş. Yani toplumda kadının siyasete girmesiyle ilgili bir önyargı yok.

Sorun sadece siyasi partilerde.

Eğitim meselesine gelince, araştırmanın ilginç bulgularından biri, ‘‘kızlar okumaz’’ diyenlerin sadece yüzde 1.9'luk küçük bir grup olduğu yolunda. Araştırmayı gerçekleştiren Prof. Kalaycıoğlu ile Prof. Toprak, Türkiye'de kadınların eğitim sürecine, iş yaşamına, siyasete daha yüksek oranlarda katılmaları için bir Eylem Planı öneriyorlar. Böyle bir planı benimseyen ve olumlu sonuçlar alan Japonya'yı örnek gösteriyorlar.

Peki Japonya ne yapmış?

Bugün aynı işi yapan erkek meslektaşı 1 dolar alırken, 60 ila 70 sent alan Japon kadınının yüzyıllar boyunca toplumda ikinci planda kalma nedeni Konfüçyüs felsefesiyle Samuray feodalizmi.

Durumu 2. Dünya Savaşı'ndan sonra değişmeye yüz tutmuş ama değişim yeterince hızlı olmayınca Japon Hükümeti 1996 yılında ‘‘Cinsiyet Eşitliği’’ diye bir Eylem Planı'nı uygulamaya koymuş.

Planın amacı, kadın-erkek eşitliğine dayanan sistemi inşa etmek.

Aynı zamanda kadına karşı şiddete son vermek, medyanın kadın haklarına saygı göstermesini sağlamak, politik yaşama katılımını desteklemek.

2007 yılı için belirlenen hedef kadınların parlamentoda yüzde 30 oranında temsil edilmesi.

Plan çerçevesinde iş hayatına yönelik eşitçi yasalar çıkartılıyor.

Bu sayede sanayinin her dalında kadınlara yer açılmış.

Sanıyorum böyle bir Eylem Planı'na bizim de ihtiyacımız var.

Acilen.

Bush Zeugma mozaikleri için Gaziantep'e gelsin

28 MART seçimlerinin nabzını tutmak amacıyla hafta sonunda artık ‘‘ikinci evim’’ diye baktığım Gaziantep'teydim.

Seçim telaşı filan bir yana Gaziantep bir Zeugma meselesiyle kaynıyor. Bazı ipuçlarını Gaziantep gezisinden tam bir gün önce tesadüfen karşılaştığım Prof. Nurhan Atasoy veriyor.

Prof. Atasoy, Zeugma kazılarına büyük destek vermiş olan Packard Vakfı'nın Başkanı, HP'nin patronlarından David Packard'ın bir kez daha devreye girmesiyle hem Gaziantep'te, hem İstanbul'da büyük bir Zeugma Sergisi hazırlığı içersinde.

Gaziantep ile İstanbul arasında mekik dokuyor.

Her iki sergiyi de finanse eden Packard ile günde iki, üç kez telefon görüşmesi yapıyor.

Sergi 3 Nisan ile 2 Mayıs tarihlerinde Gaziantep'te açılacak.

Gaziantep Sanayi Odası Başkanı Nejat Koçer 5 bin 500 metrekarelik fuar alanının yaklaşık 3 bin 500 metrekaresini sergiye tahsis etmiş.

48 parça sergilenecek.

Aynı parçaların NATO toplantısının yapıldığı 27-28 Haziran tarihlerinde İstanbul'a getirilmesi ve Topkapı Sarayı'nda sergilenmesi planlanıyor. Herşey buraya kadar güzel ancak Profesör Atasoy müthiş sıkıntılı.

Gaziantep'te bazı çevrelerin, Zeugma mozaiklerinin ve diğer kalıntıların kent dışına çıkarılmasına yani İstanbul'a gönderilmesine karşı olduğunu çıtlatıyor.

Gaziantep'te işin iç yüzünü öğreniyorum.

Meğer Gaziantep Müze Müdürü Hamza Güllüce ve müzenin arkeologlarından Mehmet Önal arkalarına bazı yerel gazeteleri alıp ‘‘Zeugma kalıntılarını kaçıracaklar. Gaziantep'in hazinelerini peşkeş çekecekler’’ diye yaygarayı koparıyorlarmış.

İddialara göre, Müze Müdürü Güllüce ‘‘Müzedeki eserleri katiyen İstanbul'a göndermem. Nato toplantısı için İstanbul'a gelecek olanlar Başkan Bush dahil gelsinler burada yerinde görsünler mozaikleri’’ diyormuş.

Gaziantep ikiye bölünmüş: Zeugma mozaiklerinin ödünç verilmesini destekleyenlerki bunlara neredeyse ‘‘vatan haini’’ gözüyle bakılıyor- ve buna karşı çıkanlar.

Traji-komik bir durum.

Güllüce, herhalde dünyadaki müzelerin sürekli değiş tokuş yaptıklarından, Metropolitan Müzesi'nin Louvre'a, Louvre'un ne bileyim Hermitage Müzesi'ne eser gönderdiğinden habersiz. Bu zihniyetle mi Zeugma'yı dünyaya tanıtacağız?
Yazının Devamını Oku

Ayna ayna söyle bana

7 Mart 2004
Araştırmalar göstermiş ki, bebekler daha birkaç aylıkken bile kundağına doğru eğilen iki insandan güzeline doğru gülümsüyor. Çoğumuzun dünya vizyonu güzel olanın illa iyi olacağı şeklinde. Sevgili anneannem ‘Yüz değil ruh güzelliği önemli’ derdi. Fena halde yanıldığının kanıtı dünyada bir yılda güzelleşmek için harcanan paranın miktarı: Tamı tamına 200 milyar dolar. Bu sadece kremlere, şampuanlara, parfümlere filan ödenen para. Estetik ameliyatları ilave ederseniz yekûn kaça fırlar bilemem.

Hafta başında Londra’da, güzellik sektörünün önde gelen isimlerinden P&G’nin panelinde ‘güzellik’ tartışılıyor.

Sektörün bu kadar büyümesinde medyanın güzel kadını ön plana çıkartmasının, mankenleri birer idol haline getirmesinin ne kadar payı var?

Kadınları bir ayda 10 yıl gençleştirmeyi vaat eden reklamlar etik mi? Güzellik ve ebedi gençlik peşinde koşarken diğer değerler ne olacak?

Meselá anneannemin ‘ruh güzelliği’?

GÜZELLİĞİN ÇEKİM GÜCÜ

Harvard Üniversitesi’nden Psikolog Nancy Etcoff ‘En güzelin hayatta kalması’ diye bir kitap yazmış. Güzellik gereksiniminin sanayi tarafından yaratılmadığı, insanlık tarihi boyunca evrensel bir çekim meselesi olduğu iddiasında.

1580’li yıllarda ‘Denemeler’i kaleme almış olan Montaigne de demişti zaten...

‘Güzellik insanlar arasında çok tutulan bir şeydir. Aramızda ilk anlaşma onunla başlar. İnsan ne kadar vahşi, ne kadar kötü yaradılışlı olursa olsun onun büyüsüne kapılmaktan kendisini alamaz.’ (Sabahattin Eyüboğlu çevirisi)

Nancy Etcoff, güzelliğe merakın daha bebekken başladığını söylüyor.

Araştırmalar göstermiş ki, bebekler daha birkaç aylıkken bile kundağına doğru eğilen iki insandan güzeline doğru gülümsüyor. Çoğumuzun dünya vizyonu güzel olanın illa iyi olacağı şeklinde.

DAHA BAŞARILILAR

İngilizler ve Amerikalıların yirmi yıla yakın bir süreden beri yaptıkları araştırmalar ise güzellik ile başarı arasında bir ilişki olduğunu kanıtlamış durumda.

Okul döneminden başlarsak, çok acı ama, güzel öğrenciler çirkince olanlardan daha iyi not alıyorlar.

Kimliğin deşifre edilmediği testlerde bambaşka sonuçlar alınıyor.

Çalışma hayatında da terazinin kefesi daima güzelden yana.

Aynı yetenekte, aynı diplomaya sahip olsalar da çirkince olanların iyi bir kariyer ve yükselme şansları daha düşük. İşten çıkarılma oranları ise daha fazla.

AŞKTA DA DURUM AYNI

Aşk ve evlilik meselesine gelince, sosyologlar bir kadının en büyük sermayesinin güzelliği olduğu konusunda fikir birliği içerisinde. Söyledikleri bir şey daha var: İnsanların kimliklerinin tümünü görünüşe yüklüyor.

Geçenlerde Nouvel Observateur dergisinde Fransız Psikiyatr Samuel Lepastier’nin şu tespitine de değinmeden geçemeyeceğim: ‘Yazının olmadığı toplumlarda, beden ilk planda ve yazılı bellek olmadığı için ona sinyaller yükleniyor. Yazının bulunmasıyla beden bu yükünden kurtuluyor. Bugün ise yazı mevzi kaybetmiş durumda. Görüntü çoğu zaman yazının ve hatta düşüncenin yerini alıyor.’

Lepastier buna kanıt olarak, politikacıların anlamlı bir söylev yerine imajlarına önem vermelerini örnek gösteriyor.

Görünüşe önem vere vere ilkel toplumların durumuna düştük demeye getiriyor.
Yazının Devamını Oku