11 Nisan 2004
Saint-Exupery’nin uçağının kalıntıları Marsilya açıklarında hafta başında ortaya çıkarıldı ya spekülasyonlar başladı. Bernard Mark adındaki bir tarihçiye göre, Saint-Exupery’nin intihar etmiş olması olasılığı yüksek. YILLAR önce Taksim’de otururken babam günün birinde, Sultanahmet’te rastladığı bir İngiliz çift ve çocuklarıyla çıkageldi. Parasız mı kalmışlardı da acıyıp eve getirmişti?
Şimdi tam olarak hatırlamıyorum.
Hatırladığım, bizde birkaç gün kaldıkları ve benden birkaç yaş küçük çocuklarını banyoya sokup yıkadığımız.
John ve Serena Londra’ya döndükten bir süre sonra Taksim’deki eve bir paket geldi.
İçinden Antoine de Saint-Exupery’nin Fransızca kitabı Küçük Prens çıktı.
John, ilk sayfasına ‘Küçük Prens’i beğeneceğini umut ediyorum’ diye yazmıştı.
Henüz Fransızca okumayı sökmemiş olduğumdan yazarın kitaba çizdiği naif resimlerle yetinmiştim.
Kitap dağılmış olmakla birlikte hálá bende.
Geçenlerde Saint-Exupery’nin 60 yıldan beri kayıp uçağının kalıntıları bulununca Küçük Prens’i ne kadar özlemiş olduğum aklıma geldi, kütüphaneden indirip yeniden okudum.
Çölde uçağı düşen pilotun başına dikilip ‘Bana bir kuzu resmi çiz’ diye tutturan, gezegeninde tek başına bıraktığı gül için de acı çeken, büyük insanları anlamakta zorluk çeken Küçük Prens.
Buğday saçlı, gizemli küçük çocuk.
DÖRT DİKENLİ GÜL VE CONSUELO
Yaratıcısı pilot-yazar Antoine de Saint-Exupery ile arasında benzerlikler çarpıcı.
Küçük Prens’in gün batımlarında hüzünlenip düşündüğü dört dikenli gülü varsa, Saint-Exupery’nin de Consuelo’su var.
Rivayete göre, Küçük Prens’teki kırmızı gül esasında o.
Arjantin Postaları için çalışırken tanıdığı Salvadorlu Consuelo Suncin ile birlikte uçarken ‘Beni öpün.. Aksi takdirde uçağı yere çakarım’ diye tehdit edip sonra evlenmiş.
Fırtınalı beraberliklerine rağmen Consuelo’yu hep sevmiş.
İNTİHAR MI NAZİ KURŞUNU MU
1944 yılı, temmuz ayında Korsika’dan havalanan uçağı Akdeniz’de kayıplara karışmadan dört gün önce Consuelo’ya ‘Sizi seviyorum, sizi hep koruyacağım’ diye yazmış.
Ama Küçük Prens’in gülünü fanus ile kapatıp korurken, o deli dolu, başına buyruk Consuelo’ya esasında pek laf geçirememiş, kanatları altına alamamış.
Consuelo’nun pilot-yazarın ölümünde payı var mı?
Saint-Exupery’nin uçağının kalıntıları Marsilya açıklarında hafta başında ortaya çıkarıldı ya spekülasyonlar başladı.
Bernard Mark adındaki bir tarihçiye göre, Saint-Exupery’nin intihar etmiş olması olasılığı yüksek.
Mark, Küçük Prens’in yazarının son günlerinde etrafındakilere intihardan söz ettiğini ve son uçuşundan önceki geceyi hiç yatmadan geçirdiğini iddia ediyor.
Uçağın kalıntılarında hiçbir kurşun izine rastlanmamış olması da zaten uçağın Naziler tarafından düşürüldüğü tezini çürütüyor.
Kaza mı, intihar mı?
‘Gerçeği sadece yüreğinle görebilirsin’ diyen Saint-Exupery, ayak bileğini sarı yılana sokturduktan sonra dünyaya veda eden Küçük Prens gibi yok oldu gitti...
Sırrını da beraberinde götürdü.
Yazının Devamını Oku 
9 Nisan 2004
<B>Bugünlerde </B>bazı gazetelerde aşağıdaki ilan mutlaka gözünüze ilişmiştir. ‘Beyin göçüne karşı beyin gücünü teşvik ediyoruz.’
İlanı veren Dizayn Grup.
Plastik boru teknolojisinde öncü bir şirket.
Dizayn Grup’un amacı, bu yıl üçüncüsü yaptığı 2 milyon euroluk kampanyayla Türkiye’deki yaratıcı beyinlere şans tanımak, projelerine sahip çıkmak, patent almalarını sağlamak.
AR-GE ve patent konusunda ne kadar geride olduğumuzu düşünürsek ‘Beyin Göçüne karşı Beyin Gücü’ kampanyası son derece önemli.
2002 yılındaki kampanya çerçevesinde 71 proje başvurusu yapılmış.
Bunlardan 10 tanesinin desteklenmesine karar verilmiş.
Geçen yıl ise 100 başvuru olmuş, aralarından 4 tanesi seçilmiş.
Seçilen projelerden bir tanesi önümde duruyor.
Lise mezunu Ahmet Ziya Karakuş’un mücidi olduğu, ısı yalıtımıyla ilgili alternatif bir malzeme.
Sünger taşına benziyor ama ilerde tuğlanın yerini alması pekálá mümkün.
Peki Ahmet Ziya Karakuş’un hayatı projesinin kabul görmesinden sonra nasıl değişti?
Bir kere buluşunun patenti Dizayn Grup tarafından alınmış, dünya patentinin olup olmadığı araştırılıyor.
Karakuş şimdi buluşunu geliştirmek için Dizayn Grup tarafından destekleniyor.
Buluşunun üretilmesi durumunda satışı üzerinden bir pay alacak.
2002 yılında kabul edilen projeler için de durum aynı.
Hadımköy yakınlarındaki merkezini ziyaret ettiğim Dizayn Grup boru teknolojisinde dünyanın öncülerinden demiştim.
Türkiye’de Arçelik’ten sonra en fazla patente sahip şirket.
2003 yılında 34 olan patent sayısı bu yıl şimdiden 37’ye ulaşmış.
Hedef birinciliği Arçelik’ten almak.
Satışın yüzde dördünü AR-GE’ye ayırınca patent şampiyonu olunur elbet.
Kıbrıs Barış Suyu Projesi gerçekleşiyor
Dizayn Grubun Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Mirmahmutoğulları’na bakarsanız, şirketin AR-GE ve patent konularındaki başarısı yurt dışından bir firmadan lisans ya da know-how almamak kararından kaynaklanıyor.
‘Lisans almak yerine lisans vermeyi yeğledik’ diyor.
Almanya’ya ve Azerbaycan’a sattıkları lisanslar varmış.
Sicilya’ya döşenmiş olan, doğal bariyerli özel borunun dünyadaki tek üreticisi durumunda şirket.
Unesco geçen yıl Cannes’da düzenlenen Uluslararası Su Sempozyumu’nda, şirketin suyun taşınması için geliştirdiği projeler nedeniyle İbrahim Mirmahmutoğulları’na ödül vermiş.
Enerji Bakanı Hilmi Güler ise geçtiğimiz günlerde Dizayn Grup’un geliştirdiği Kıbrıs Barış Suyu projesine yeşil ışık yakmış.
‘Akdeniz’e akan günlük su miktarı 20 milyon metreküp. Karşı sahiller ise su sorunu olan ülkeler’ diyen
Mirmahmutoğulları Kıbrıs’a su taşıyacak projenin patentinin kendilerinde olduğu anlatıyor.
Kıbrıs’a temiz su taşınmasını öngüren projenin maliyeti 200 milyon dolar.
Ancak projenin iki ayrı ayağı var.
Suyu taşıyan hatta doğal gaz ve telekomünikasyon boruları da geçecek.
Projeye göre, boruları imal eden makine hemen deniz kıyısında kurulacak.
Kıbrıs Barış Suyu
Projesi için kurulan konsorsiyumun diğer üyesi Alarko Grubu.
Chirac’tan da u dönüşü sürpriz olmasın
Fransa Dışişleri Bakanı Michel Barnier, eski başbakan Alain Juppe baklayı ağızlarından çıkarttılar.
‘Türkiye bu koşullarda üye olamaz.’
Oysa tam bir yıl önce Ankara’yı ziyaret eden eski Dışişleri Bakanı Dominique de Villepin gayet iyi hatırlıyorum, Türkiye’nin AB üyeliği için Fransa’nın gayret sarf edeceğini söylemişti.
Hatta ‘Türkiye’yi yalnız bırakmayacağız’ demişti.
Dün internetten Fransız gazeteleri Le Monde ve Liberation’a bakıyorum
Dominique de Villepin, Chirac’ın UMP partisinin toplantısında Türkiye’nin aleyhine çıkan karara hiç itiraz etmemiş.
Bir yılda değişen ne?
Yerel seçimlerde ağır bir hezimet alan UMP Partisi’nin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aynı yenilgiyi alma kaygısı mı? Yoksa bilmediğimiz başka hesaplar da mı var?
Haberi ‘Chirac yanlıları Türkiye karşısında u dönüşü yaptı’ diye veren Liberation Gazetesi’ne bakılırsa, Cumhurbaşkanı Chirac’tan da önümüzdeki günlerde Türkiye’nin AB üyeliğine hazır olmadığı yolunda bir açıklama gelecek.
Sürpriz olmasın.
Yazının Devamını Oku 
6 Nisan 2004
<B>ÖNÜMÜZDEKİ </B>28 Nisan günü İstanbul’da bir konferans verecek olan Nobel ödüllü iktisatçı Profesör <B>Joseph Stiglitz</B>, <B>‘90’ların Yükselişi’</B> kitabının önemli bir bölümünü Enron skandalına ayırmış. ‘Enron 90’ların öyküsü haline geldi... Aşırı serbestleşmenin, muhasebe hilelerinin, kurumsal açıkgözlülüğün ve bankalarla yapılan suç ortaklığının öyküsü.’ diyor.
Stiglitz’e göre küreselleşme dünyayı kuşattıkça, Enron da küreselleşmeyi kuşatmış ve dünyayı küreselleşmenin karanlık yönleriyle tanıştırmış.
Neredeyse sıfırdan, yıllık kárı 101 milyar dolara ulaşan Enron neticede çöktü, yok oldu...
Ama dünyada hem global şirketlere, hem de Enron yöntemlerini kullanan CEO’lara duyulan güveni de önemli derecede sarsttı.
Dünya Ekonomik Forumu yaptırdığı son kamuoyu araştırmasıyla Enron sonrası global şirketlere güveni ölçmüş.
Araştırma GlobeScan şirketi tarafından 20 ülkede, 19 bin kişiyle yapılmış.
Elimin altındaki araştırmaya bakıyorum.
Türkiye açısından ilginç bir tablo koymuş ortaya.
Türkiye’de global şirketlere güven 2000 yılında yüzde 50.
Enron skandalının patlak vermesinden sonra Ağustos 2002’de güven neredeyse yüzde 50 azalmış ve yüzde 26’ya düşmüş.
2003 verilerinde ise yüzde 32.
2002’ye oranla az da olsa yükselişte.
Tabloya dikkat ettiniz mi?
Global şirketlere en güvenmeyen ülkeler Türkiye, Arjantin, Rusya...
Ciddi ekonomik krizler geçirmiş ülkeler yani...
Global şirketlere en güven duyan ülkenin de Güney Afrika olması oldukça ilginç.
Dünya Ekonomik Forumu’nun araştırmasında bizi ilgilendiren diğer bir tablo da, hükümetlere duyulan güvenle ilgili olanı.
Türkiye yine en alt sıralarda.
Aralık 2000’de hükümete duyulan güven yüzde 61 oranında iken, iki yıl sonra dramatik bir şekilde düşerek Ağustos 2002’de yüzde 13 olmuş.
2003’te ise yüzde 54’e fırlamış.
Bu tabloda da hükümete duyulan güvende Rusya Türkiye gibi alt sıralarda.
Araştırmayı gerçekleştiren GlobeScan’ın Başkanı Doug Miller güven meselesine son derece önem veriyor.
‘Globalleşmeden hükümetin üstlendikleri role kadar geniş bir yelpazede kamuoyunun davranışını yönlendiren en önemli şey güvendir’ diyor.
Tanıtım demek para demek
GEÇENLERDE Avrupa Birliği’nin şekillenmesinde önemli bir rol oynamış olan Vikont Etienne Davignon’u İş Yatırım’ın akşam yemeğinde dinledik.
2003’te ‘Yılın Avrupalısı’ seçilen Davignon’a göre, Türkiye’nin AB’ye üyeliği artık ütopik bir mesele değil.
Üyelik ‘ütopik’ olmasa da Davignon’a göre, Avrupa kamuoyunun kafasında Türkiye konusunda üç temel soru işareti var:
Ülke yeterince istikrarlı mı?
Türkiye’nin nüfusuyla AB’nin en kalabalık ülkesi olması durumu ve Müslüman kimliği.
Davignon’un söyledikleri arasında birşeyin altını önemle çizmek istiyorum.
‘Türkiye’yi tanıtın. Ülkenizi, kim olduğunuzu Avrupa kamuoyuna gösterin. Tanıtım için para harcayın’ sözlerinin üzerinde bence önemle durulması gerek.
Tanıtım için gerekli herşeyin yapılmadığı kanaatindeyim.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tanıtıma ayırmış olduğu 40 ila 50 milyon dolarlık bütçenin yanısıra Başbakanlığın 2004 Aralık ayına kadar lobilicik ve tanıtım için ayırdığı 10 milyon dolar var.
Bu bütçe yeterli mi?
Bir süre önce Erkut Yücaoğlu başkanlığında kurulmuş olan Tanıtım Konseyi bakanlık tarafından yeterince destekleniyor mu?
Bildiğim kadarıyla Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu, Tanıtım Konseyi’ne pek de sıcak bakmıyor.
Oysa Konsey’de Yücaoğlu’nın önemle vurguladığı gibi bir ‘gönüllü ordusu’ var.
Bakanlığın koordinasyonunda bu insan potensiyeline sahip konsey faal bir duruma geçirelemez mi?
Zeugma Sergisi’ni baltalamaktan vazgeçin
BU sütunlarda Gaziantep ve İstanbul’da yapılması planlanan Zeugma Sergisi’ne sıkça değiniyorum bildiğiniz gibi...
Serginin hem Türkiye’nin, hem Gaziantep’in tanıtımı için gerekli olduğuna yürekten inandığım için.
Zeugma mozaiklerinin NATO Zirvesi için İstanbul’a gönderilmesine karşı çıkan bazı Gaziantepliler mahkemeye başvurup Gaziantep Müzesini mühürletmişlerdi.
Kültür ve Turizm Bakanlığı bir üst mahkemeye başvurarak kararın iptalini istedi.
Karar perşembe günü verilecek.
Bu arada serginin sponsorluğunu üstlenen Packard’ın ekibine karalama anlamsız bir şekilde devam ediyor.
Cumartesi günü bir gazetede çıkan habere göre Zeugma mozaikleri ‘limon sandıklarında’ taşınacakmış.
İnsaf...
Sergi işini gönüllü üstlenmiş olan Profesör Nurhan Atasoy bu kadar asılsız haber, bu kadar direnme karşısında bıkmış durumda.
Atasoy’un verdiği bilgiye göre, mozaiklerin konacağı sandıklar taşınacak her grup mozaik için İtalyan restoratör Roberto Nardi tarafından teker teker çizilip marangoza veriliyormuş.
Sandıklar özel bir ağaçtan da imal ediliyorlar.
Daha önce de yazdım.
Nardi, suyun altından çıkan mozaikleri restore eden dünyaca ünlü bir uzman.
Mozaiklerin zarar görmesine hiç izin verir mi?
Doğrusu Gaziantep’te bu olup bitenlerin ardında bir bit yeniği varmış gibi geliyor.
Yazının Devamını Oku 
4 Nisan 2004
Kristina Rady, öteki kadın. Oyuncu Marie Trintignant’ı öldürmekten sekiz yıl hapse mahkum edilen müzisyen Bertrand Cantat’ın eşi, iki çocuğunun annesi. Kocası Marie’ye aşık olunca Kristina kenara çekilmiş. Ama Cantat hapse atılır atılmaz koşmuş, mahkeme süresince hep yanında olmuş.
Fransız oyuncu Marie Trintignant’ın dayaktan ölümüyle sonuçlanan tutkulu aşk hikayesinde bir de ‘öteki kadın’ var.
Hikaye, iki karizmatik kişi, Marie Trintignant ve Noir Desir’in solisti Bertrand Cantat etrafında döndüğü için o ikinci planda kalmış.
Kristina Rady...
Cantat’ın 35 yaşındaki Macar asıllı eşi, iki çocuğunun annesi...
Cantat, Marie’ye aşık olunca kenara çekilmiş.
İkinci çocuk Alice dünyaya gelir gelmez terk edilmenin üstesinden gelmiş.
Şimdiye kadar sessiz, gölgede.
Bertrand Cantat’ın, hafta başında Vilnius’te Marie’yi öldürmekten sekiz yıl hapis cezasına çarptırılması üzerine ortaya çıkmak gereğini duyuyor.
Gazetecilerle ilk kez konuşuyor.
Oysa Cantat, 27 Temmuz günü hapse atılır atılmaz Vilnius’e koşmuş, mahkeme süresince hep yanında olmuş.
‘Geldim... Çünkü Bertrand’ın gerçeği söylediğine inanıyorum. 27 Temmuz gününe kadar hayatında tek bir kişiye bile el kaldırmış değil.’
Mahkemede onurlu duruşuyla herkesi etkilemiş.
‘Bertrand’ı hayatta tutmaya çalışıyorum.’
Ve Bertrand ile kendi hikayesini anlatıyor.
Çünkü Bertrand ile Marie’ninki kadar çarpıcı olmasa da onun da bir aşk hikayesi, mutlu günleri var.
Noir Desir’in solistiyle Macaristan’da 1992 yılında karşılaşıyor.
Edebiyat, müzik zevkleri benzeşiyor.
Mayakovski’nın ‘Pantolonlu Bulut’u, Fernando Pessoa, Marquez.
5 dil konuşan Kristina Rady o yıllarda basına ve tiyatroya bulaşmış bir çevirmen.
Sovyet dönemi sonrası Macaristan’ın demokratikleşme sürecinde, etnik azınlıkların ve kadın haklarının savunuculuğunu yapan bir radyonun kurucularından.
‘Bertrand bir süre benimle Budapeşte’de yaşadı. Onu müzik çevresinden kopartmamak için Fransa’ya dönmemizi ben önerdim.’
Bertrand Cantat’ın, kendi konserinde Marie’ye rastlamasına kadar devam eden 10 yıllık bir ilişki.
‘Hayatımda Bertrand kadar dürüst, tutarlı birine daha rastlamadım. Müziğiyle bir nesli peşinde sürüklediyse bir nedeni var.’
Peki Bertrand’ın Marie’ye duyduğu aşk?
‘Her ikisi de olağanüstü insanlar. Mutlak aşkın peşindeydiler. Ergenlik çağındakiler gibi, hepimizin hayalini kurduğu tutkunun peşinde koşuyorlardı. Ne yazık ki tutku günlük yaşamda ışıltısını kaybediyor...’
Biraz da şaşkın Kristina...
‘Belki Bertrand yaşlandıkça daha tutkuyla sevmeye başlamıştı.’
Cantat, sekiz yıllık hapis cezasıyla sonuçlanan mahkemesinin her safhasında Marie’yi hálá deliler gibi sevdiğini haykırmış.
Karanlık hücresinde geçirdiği uykusuz gecelerde Marie’nin adını duvarlara kazımış.
Kristina bunu biliyor.
Ama yine de ‘Onu seviyorum. Çocuklarımın babası olduğu için, hayatımın üçte birini onunla paylaştığım için seviyorum’ diyebiliyor.
Bu da ‘öteki kadının’ dramı işte.
Yazının Devamını Oku 
2 Nisan 2004
<B>FRANSA </B>eski Başbakanı <B>Michel Rocard</B>, Finlandiya eski cumhurbaşkanı <B>Martti Ahtisaari</B>, Avrupa Parlamentosu’nun radikal üyelerinden <B>Emma Bonino. AB Komisyonu eski komiseri Hans van den Broek, İngiltere başbakanı Tony Blair’in danışmanı ve London School of Economics’in Dekanı Anthony Giddens, Avusturya eski Dışişleri Bakanı Albert Rohan, AB Komisyonu eski başkanlarından Marcelino Oreja Aguirre, Polonya eski Dışişleri Bakanı Bronislaw Geremek, Aşağı Saksonya Başbakanı Kurt Biedenkopf.
Yukarıda adlarını saydığım bu kişiler, AB ülkeleri nezdinde Türkiye’nin üyeliği için lobi faaliyetlerinde bulunmak üzere biraraya geldiler.
Onları buluşturan çatının adı ‘Türkiye Bağımsız Komisyonu’.
Avrupa’nın değişik coğrafyalarından, değişik siyasi akımlara mensup bu saygın isimleri Türkiye için biraraya getirme fikri Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye temsilciliğinden çıkıyor.
Projeyi British Council de destekliyor.
Bu yılki Davos Ekonomik Forumu sırasında bir akşam yemeğinde konuşma fırsatını bulduğum George Soros Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini desteklediğini zira Türkiye’nin dahil olduğu bir Avrupa’nın daha güçlü olacağına inandığını söylemişti.
İstanbul’daki Açık Toplum Enstitüsü Genel Müdürü Hakan Altınay’dan öğrendiğime göre, Soros Birleşmiş Milletler’de biraraya geldiği Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e benzer şeyler söylemiş.
‘Türkiye Bağımsız Komisyonu’nun kurulması Soros’un meseleye gerçekten önem verdiğini bir göstergesi.
Komisyon için seçilenler Türkiye’nin üyeliğine inanmış ve Avrupa kamuoyunu bu yönde etkileyebilecek kişiler.
Meselá, yaklaşık bir yıl Avrupa Anayasasını hazırlayan eski Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’nin başlattığı ‘Türkiye Avrupalı olamaz’ tartışmasını hatırlarsınız.
Michel Rocard o günlerde pek çok yayın organında Türkiye’nin üyeliğini savunan yazılar yazmıştı.
Rocard gibi komisyonun diğer üyelerinin Avrupa kamuoyu üzerinde hayli etkili.
Havel ile birlikte Doğu Avrupa’nın ‘bilge kişisi’ gözüyle bakılan Geremek, 1 Mayıs’ta AB üyeliğine alınacak Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya kamuoyları, Martti Ahtisaari ise üyeliğimize pek de sıcak bakmayan İskandinavya kamuoyu için önemli.
Peki ‘Türkiye Bağımsız Komisyonu’ ne yapacak?
Komisyon iki hafta önce Brüksel’de toplanmış.
Toplantıya katılan Hakan Altınay ‘Herkesin aynı frekansta olması beni son derece mutlu etti’ diyor.
Önümüzdeki 7-8 Mayıs tarihlerinde Brüksel’de yeniden biraraya gelecek olan komisyon üyeleri temmuz ayının ilk haftasında Türkiye’ye geliyorlar. Burada çeşitli çevrelerle temaslarda bulunduktan sonra ağustos ayında bir rapor hazırlayacaklar.
Eylül ayı ise raporun Avrupa kamuoyuna sunulacağı ay olacak.
Bizzat Avrupalıların lobimizi yapmaları son derece yerinde bir karar. Bu gelişme 2004 Aralık’ta şansımızı artırabilir.
Metropolitan Müzesi’nde bir Türk mücevher tasarımcısı
BİZANS’ın mirasçısı mıyız, değil miyiz?
Geçen hafta Moskova’da Puşkin Müzesi’ni, Kurtarıcı İsa Katedrali’ni ve diğer küçük müzeleri gezdiğimde gözüme ilişen Bizans eserlerini incelerken aklımda hep bu soru vardı.
Bizans İmparatorluğu bu topraklarda bin yıla yakın hüküm sürmüş büyük bir uygarlık.
Eğer bu uygarlığın mirasçısı isek neden İstanbul’da bir Bizans Müzesi yok? Neden Bizans sergileri ve panelleri gerekli sıklıkta düzenlenmiyor?
Rusya ziyareti nedeniyle kendi kendimle bir Bizans hesaplaşmasına girdiğim tam bu günlerde New York’taki ünlü Metropolitan Müzesi ‘Bizans: İnanç ve Güç’ sergisine kapılarını açmış durumda.
Metropolitan’ın 27 yılda üçüncü kez düzenlediği bu muhteşem Bizans Sergisi’nin açılış töreninde Fener Rum Patriği Bartholomeos hazır bulunmuş.
Sergide aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 30 ülkeden 350’ye yakın parçayı görmek mümkün.
Eserlerin çoğu kiliselerden, manastırlardan geliyor.
4 Temmuz tarihine kadar izlenebilecek serginin Türkiye açısından bir önemi daha var.
Mücevher tasarımcısı ve üreticisi Urart Firması Metropolitan yetkilileri tarafından davet edilmiş.
Urart’ın ‘Bizans’a Bakış’ koleksiyondan 1500’e yakın mücevher, ev ve ofis aksesuvarı müzenin hediyelik mağazalarında satışa sunulmuş.
Geçtiğimiz yıl da Metropolitan’ın ‘İlk Şehirlerde Sanat’ sergisine katılmış olan Urart’ı hepiniz tanırsınız ancak yine de firmayla ilgili ilginç bulduğum bazı bilgiler vermek istiyorum.
32 yıllık bir geçmişi bulunan Urart, merkezi İsviçre’de bulunan TMCI Şirketler Grubu’na ait bir Türk firması.
Urart Firması’nın Yönetim Kurulu Başkanı Erol Sağmanlı, İsviçre ile Türkiye arasında mekik dokuyor.
TMCI Grubu’nun diğer şirketlerine gelince...
TMCI Padovan SPA, İtalya’da şişeleme, içecek ve meşrubat için makine ve fabrika tasarımı, TMCI Technindustria yine İtalya Parma’da donmuş gıdalar, soslar üreten makinelerin tasarım ve üretimini, Newpack Division ve TMCI Chemtec ise İngiltere’de gıda endüstrisi için tasarım yapıyorlar.
Mücevherden donmuş gıda makinesi tasarımına kadar tasarım üzerinde bu kadar yoğunlaşmış başka bir grup var mı bilmem?
Yazının Devamını Oku 
30 Mart 2004
<B>YAKLAŞIK </B>üç hafta önce 28 Mart seçimlerinin nabzını tutmak üzere gittiğim Gaziantep'te söylenen şuydu: <B>‘‘Seçimlerde iki belediye başkan adayı değil, Celal Doğan ile AKP yarışacak.’’</B> Neticede 10 yıllık belediye başkanı CHP'li Celal Doğan kaybetti, AKP kazandı.
Yine üç hafta öncesine dönersek Celal Doğan'ın siyasi hayatında belki ilk kez seçimi kaybetmekten korktuğu da konuşuluyordu.
Peki CHP önemli bir kalesini nasıl kaybetti?
Celal Doğan'ın seçilme şansı üç hafta öncesine kadar yüzde 50'lerde görünürken, nasıl oldu da rakibi AKP'li Asım Güzelbey oyların yüzde 56.4'ünü aldı?
Dün sabah Gaziantep'teki çeşitli çevrelerden aldığım bilgilere göre, Celal Doğan'ın seçimleri kaybetmesinde aşağıda sayacağım üç faktör önemli rol oynamış:
CHP il ve ilçe teşkilatları.
Su.
Gaziantep'in en büyük sanayicisi Konukoğlu.
Celal Doğan'ın CHP'ye dönmesini istemeyen Gaziantep CHP il ve ilçe teşkilatlarının destek vermek bir yana Doğan'ın aleyhine çalıştıkları iddia ediliyor.
Asım Güzelbey, seçimlerden dört gün önce Gaziantep'i ziyaret eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın de desteğiyle oy oranını önemli bir oranda yükseltirken Celal Doğan yalnız kaldı.
Celal Doğan'ın kaybetmesinde ikinci faktör su demiştim.
Eskiden Gaziantep'te dört günde bir su akarmış.
Uzak bir mesafeden gelen ve alt yapısı için büyük paralar harcanan hem içme ve temizlik suyu için Gaziantepliler önemli para harcıyorlar.
Gecekonduda oturanların dahi bir ayda ödedikleri su parası kimi zaman 30 milyonu buluyor.
İki yıldan beri suya ödedikleri yüksek meblağlar Gazianteplileri bezdirmiş.
Celal Doğan'ın bu yılın başında su parasını yarı yarıya indirmesi ise tersine etki göstermiş.
AKP'lilerin eline ‘‘demek ki boşu boşuna büyük paralar ödeniyormuş’’ kozunu vermekten başka işe yaramamış.
Konukoğlu faktörüne gelince...
Gaziantep'te Sanko Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Abdülkadir Konukoğlu'nun önemli bir ağırlığı olduğu öteden beri bilinir.
Celal Doğan'ın belediye başkanlığının son döneminde, çeşitli nedenlerden ötürü Konukoğlu ailesiyle ilişkilerinin gerginleştiği de biliniyor.
Arkasına Gaziantep sermayesinin önemli iki ismini daha Gülsan Şirketi'nin sahibi Naci Topcuoğlu ve Organize Sanayi Bölgesi Başkanı ve Naksan Şirketi'nin Başkanı Cahit Nakıpoğlu'nu alan Konukoğlu, seçimlerde Asım Güzelbey'e büyük destek sağlamış.
Doktor Asım Güzelbey'in, bir süre öncesine kadar Sani Konukoğlu Tıp Merkezi Genel Müdürü olduğu gözönüne alındığında bu desteğin boyutu daha anlaşılabiliyor.
Gaziantep'te, sandıktan AKP'nin çıkmasıyla birlikte Konukoğlu damgasının daha fazla hissedileceği bir dönem başlıyor sanırım.
Putin'in hedefi yüzde 7'lik büyüme
DÖRT yıl aradan sonra Moskova'ya ikinci gidişim.
Rusya'nın başkenti dört yılda hızlı bir dönüşümden geçmiş.
Arbat Sokağı ve çevresinde dünyanın önde gelen markalarını satan dükkanlardan, şık lokantalardan geçilmiyor.
Küçük bir parantez.
Oteldeki kitapcıklarda, The Moscow Times Gazetesi'ndeki ilanlarda Fransız, İtalyan, Bulgar, Japon, Çin, Gürcü lokantalarına bol miktarda rastladığınız halde Türk lokantası yok.
Bu ülkeden 2005 yılında 2 milyon turist bekliyoruz, Rusya ile iş yapan yabançı işadamları arasında Türkler önemli bir potensiyele sahip ama Moskova'da Türk mutfağını tanıtan lokanta ne yazık ki yok.
Moskova'da bulunduğumuz günlerde, gözüm Ekonomik Gelişme ve Ticaret Bakanı German Gref'in bir açıklamasına ilişiyor.
Gref, Rusya'nin 2004 yılında yüzde 6.4 oranda büyüyeceğini söylüyor.
2005 ile 2007 yılları için hedeflenen büyüme yüzde 6.2.
Rusya geçen yıl 7.3 oranda büyümüş.
Gref'in bu yıl için hedeflediği yüzde 6.4'lük büyüme oranına karşı geçen hafta başkanlık seçimlerinden güçlenerek çıkan Putin'in gözü yüzde 7'lik bir büyümede.
Ekonomide elde ettiği başarı Putin'in gücüne güç katmış ancak uzmanlar büyüme konusunda onunla pek de hemfikir değiller.
Yoksulluğun azaltılması ve sosyal reformların sağlıklı bir atmosferde gerçekleştirilmesi için fazla hızlı büyümenin riskli olacağı görüşündeler.
Söz yoksulluktan açılmışken, dört günde görebildiğim kadarıyla Rusların büyük bir bölümü müthiş bir geçim sıkıntısı içersinde.
Rehberimiz Tatiana'nın aldığı emekli maaşı sadece 65 dolar yani 2 bin ruble civarında. Bunun yarısı apartmanının kirasıymış zaten.
Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum hálá çok büyük.
Bolşoy'da yanyana oturduğumuz 28 yaşındaki ekonomist ve tercüman Anna, doğma büyüme Moskovalı olmasına rağmen ilk defa baleye geldiğini itiraf ediyor.
Zira biletin ücreti bir haftalık maaşı.
Yazının Devamını Oku 
28 Mart 2004
Schliemann’ın Hisarlık’tan kaçırıp 1890’da Berlin Müzesi’ne bıraktığı Troya hazinelerini, Ruslar 1945’te Berlin’den kaçırıp Sen Petersburg’a getirmiş. Hazine 1998’de ortaya çıkmış, Moskova’daki Puşkin Müzesi’nde sergileniyor. Almanya ile Rusya hazine üzerinde pazarlık yapıyorlar. Mal bizim, paylaşamayan onlar.
Puşkin Müzesi, Moskova’nın tam yüreğinde, Kremlin ve altın kubbeli ‘Kurtarıcı İsa’ Katedrali’ne beş dakikalık mesafede.
1912’de devlet müzesi olarak açılışı yapılan binanın girişi bir Yunan tapınağını andırıyor.
Eski Yunan, Roma, eski Mısır, Ortaçağ’dan 20. yüzyıla uzanan müthiş bir sanat koleksiyonunu barındırıyor.
Rusya’nın devrim öncesi efsanevi iki sanatseveri Shchukin ve Morozov’un koleksiyonlarının en güzel parçaları burada.
Koleksiyonları için Paris’te ressamlara özel siparişler veren Shchukin ve Morozov’a ait binlerce tabloya devrim sırasında el konmuş.
Monet, Degas, Gauguin, Renoir, Cezanne, Picasso, Matisse, Van Gogh tablolarının yarısı Puşkin müzesine, yarısı Sen Petersburg’daki Hermitage Müzesi’ne gönderilmiş.
Degas’nın balerinleri, Gauguin’in en güzel Tahiti tabloları, Matisse’in cam kavanozda yüzen kırmızı balıkları...
Hepsi burada, Puşkin Müzesi’nde...
Bu ressamlara ne kadar aşık olsam da benim dikkatimi daha fazla çeken bir şey daha var müzede: Troya altınları.
19. yüzyılın ikinci yarısında Hisarlık kazılarında Troya’yı ortaya çıkartan Alman arkeolog Heinrich Schliemann’ın kaçırdığı hazine.
Müzenin giriş katında, yarı karanlık küçük bir odada sergileniyor.
Altın kolyeler, günümüzde kuyumcularda benzerleri satılan altın küpeler, altın bilezikler ve altın başlıklar.
Matisse’in kırmızı balıklarından kat kat fazla beni bu altın başlıklar heyecanlandırıyor.
Schliemann’ın genç karısı Yunan asıllı Sophie’nin takarak resim çektirdiği başlıklar balık pulları gibi üst üste konmuş küçük pullardan yapılmış. İki kenarından saç örgüsü gibi uzanan iki süslemesi var.
Anadolu başlıkları gibi.
Şekilleri aynı ama değişik malzemeden yapılmış olanlarını, hayatının 40 yılını Anadolu’da otantik giysileri toplamakla geçirmiş olan antropolog Sabiha Tansuğ’un evinde gördüm.
Peki bu Troya hazinesi nasıl oldu da Puşkin Müzesi’ne geldi?
Uzun çok uzun bir hikaye bu.
Schliemann gençliğinde okuduğu ve etkilendiği İlyada destanı nedeniyle Troya’yı bulmayı hayatının hedefi haline getirmiş.
Okumadığı halde, altına hucüm döneminde Kaliforniya’da bankacılık, Kırım Savaşı’nda Rus Ordusu’na malzeme tedariği gibi kimsenin aklına gelmeyecek işlere kalkıştığı için inanılmaz paralar kazanmış.
Bu paralarla Hisarlık’ta kazılara girişmiş.
Neticede Troya’yı ve günün birinde hazineyi ortaya çıkarmış.
Bulduğu hazineyi gizlice Osmanlı İmparatorluğu’ndan kaçırmış.
Müzelere satmayı denemiş ancak elindekilerin gerçek olduğuna dair bir kanıta sahip olmadığı için başaramamış.
1890 yılında ölümünden kısa bir süre önce Troya Hazinesi’ni Berlin Ulusal Müzesi’ne armağan etmiş.
Hazinenin ikinci serüveni 1945 yılında Berlin düştüğünde başlıyor.
Nazilerin Rusya’da yaptıkları vahşetin, tahribatın öcünü almak isteyen Ruslar ellerine ne geçerse yağmalıyor.
İşte bu yağmalama sırasında Berlin Hayvanat Bahçesi’nin altındaki bir sığınakta Troya Hazinesi ele geçiriliyor.
Hazine bu kez Rusya yolcusu.
Yıllar yılı Almanların hazineyi geri istemelerine karşın Ruslardan bir ses çıkmıyor.
Rus halkının yıllarca Troya altınlarından haberdar olmadığını Moskova’daki rehberim Tatiana’dan öğreniyorum.
Geliyoruz 1998 yılının nisan ayına.
Rusya Yüksek Mahkemesi dönemin başkanı Yeltsin’den İkinci Dünya Savaşı’nda Rusların yağmaladıkları sanat eserlerinin Rusya’da kalmasını öngören bir yasayı imzalamasını talep ediyor.
Ruslar bu vesileyle Hermitage Müzesi’nin depolarında Berlin’den kaçırılmış bir hazine olduğunu öğreniyorlar.
Tatiana bana Almanya ile Rusya arasında Troya Hazinesi nedeniyle pazarlığın devam ettiğini söylüyor.
‘Almanlar 2. Dünya Savaşı’nda bizim sanat eserlerimizi yağmaladı. Sen Petersburg’da Çariçe Katerina’nın ‘Amber Odası’ tamamıyla tahrip edildi örneğin. Nerede olduğunu dahi bilmiyoruz. Bu yüzden Rus halkı Troya Hazinesi’nin verilmesinden yana değil. Günün birinde vereceğiz ama’ diyor.
İşin tuhaflığına bakar mısınız?
Troya Hazinesi ne Almanya’ya, ne de Rusya’ya ait.
Mal bizim ama paylaşamayan onlar. Geçen yaz gittiğim Troya’da kazı başkanı Alman Profesör Manfred Hofmann’ın hayali, kazıların yapıldığı yerde bir Troya Müzesi.
Sanırım ondan duymuştum bir müze yapıldığı takdirde hazinenin günün birinde çıktığı topraklara geri dönebileceğini...
Diyeceğim şu: Troya Hazinesi’ne ve onu barındıracak Troya Müzesi’ne sahip çıkalım...
Yazının Devamını Oku 
26 Mart 2004
<B>RUSYA</B>'dan Türkiye'ye dört yıl önce gelen turist sayısı 250 bin.<br><br>Özellikle Antalya civarını tercih eden Rus turistler bugün 1 milyon 250 bine ulaşmış. 2005 yılı için Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın verdiği rakam 2 milyon.
Yani rakam 5 yılda sekiz kat büyüyor.
Türkiye, refah düzeyinin artmasına paralel olarak giderek büyüyen hemen yanıbaşındaki 15 milyonluk turizm pazarını yakından izliyor.
150 milyonluk dev Rusya'nın artık dünya turizm sistemine girdiği bir gerçek.
Ayda 65 dolar emekli maaşıyla (yaklaşık 2 bin ruble) geçinmek zorunda olan tercümanımız Tatiana için bir hayal olsa bile, mesafenin yakın, tesislerimizin yeni olması nedeniyle Türkiye, yeni zengin Rus turistinin neredeyse bir numaralı tercihi.
Bu yüzden Moskova Uluslararası Turizm Fuarı MITT'in en önemli katılımcıları Türkiye'den gelen turizmciler.
40 bin metrekarelik alanın 2 bin 500 metrekaresi Türkiye'ye ayrılmış.
Moskova'da kaldığımız otelde olsun, fuar alanında olsun en fazla duyduğumuz lisan Türkçe.
28 Mart seçimleri nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu bu yıl MITT'e katılmıyor.
Katılsaydı eğer neden Türkiye standının fuardaki diğer standlara oranla daha az çekici olduğunu soracaktım kendisine.
Daha önce Londra ve Berlin'deki uluslararası turizm fuarlarını gezdim.
Türkiye standları bende daima hayal kırıklığı yaratıyor.
Çevrede diğer ülke standlarının renkliliği, dinamizmi yanında bizimkisi yine sönük.
Eurovision ve Formula 1 tanıtım posterleri, Türkiye güzeli Azra Akın'ın gülen sevimli yüzü standa bir canlılık katmaya yetmemiş ne yazık ki...
Oysa standların çekici, cıvıltılı olmaları ziyaretçileri etkiliyor.
MITT'teki Hırvatistan standı örneğin bende bu ülkeye gitme isteği uyandırdı.
Stand itirazıma başta Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Ali Alp olmak üzere bakanlık yetkilileri katılmıyor ama Dünya Turizm Örgütü'nden Esencan Terzibaşoğlu benimle aynı fikirde.
MITT Fuarı'nı gezen 150 bin kişiyi daha hoş bir Türkiye standı ile etkilemek pekálá mümkün.
Peki Türkiye standını kimler hazırlıyor?
Öğrendiğime göre, stand için bakanlık ihale açıyor.
Bu yıl ihale iki kez açılmış.
Birincisini B Grup kazanmış ancak bakanlığın bunu iptal etmesi üzerine açılan ikinci ihaleyi Diyalog adındaki şirket almış.
Berlin, Moskova ve Londra turizm fuarlarını dahil eden üçlü bir paket için bakanlık 2 milyon Euro ödemiş.
Türkiye'nin bu yıl tanıtım işine 40-50 milyon dolar ayırdığını göz önüne alırsak sadece fuar standlarına azımsanmayacak bir pay gittiği ortada.
Sovyetler'in çöküşü fuarcılığa yaradı
MITT yani Moskova Uluslararası Turizm Fuarı ilk kez Sovyet sisteminin çökmesinden üç yıl sonra düzenleniyor.
Bu yıl 11. yılını kutlayan MITT bugün ulaştığı hacimle (dünyanın beşinci büyük turizm fuarı) bir anlamda Rus ekonomisinin katettiği yolun göstergesi.
MITT'i düzenleyen İngiliz kökenli ITE Grubu da 1991 yılında kurulmuş.
Yani Sovyet sisteminin hemen çökmesinden sonra.
Türkiye'de ITE Grubu'nun şemsiyesi altında yer alan E Uluslararası Fuar yani EUF'un Genel Müdürü bir Amerikalı.
Dennis Smith, 14 yıldan beri İstanbul’da yaşıyor ve neredeyse aksansız bir Türkçesi var.
İngilizce konuşurken arada sırada araya Türkçe sözcükler sıkıştıracak kadar lisana vakıf.
Dennis Smith'in söyledikleri, verdiği rakamlar Doğu Bloku'nun yok olmasından sonra fuarcılığın globalleşmenin hızlanmasında ne kadar büyük katkısının olduğunu gösteriyor.
Dediğim gibi 1991 yılında kurulmuş olan ITE Grubu bugün 30 ülkede, her yıl yaklaşık 220 fuar ve konferans düzenliyor.
Esas hedef gelişmekte olan ülkeler yani Türkiye, Rusya, BDT, Ukrayna (önümüzdeki hafta bu ülkede Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da katılacağı bir turizm fuarı düzenliyorlar) Doğu Avrupa.
Şimdilerde Afrika üzerinde projeler üretiliyor.
En büyük cirosunu Rusya ile gerçekleştiren ITE Grubu'nun geçen yılki cirosu 52 milyon pound.
Yazının Devamını Oku 