15 Şubat 2004
<B>O</B>nu BBC'deki ‘‘Çıplak Şef’’ programında keşfettim. Saç kesimiyle, giysileriyle aşçıdan çok rock şarkıcısını andıran benim Jamie Oliver, meğer ‘‘star’’ bir aşçıymış. 28 yaşındaki aşçının şovunu 17 bin kişi bilet alıp seyrediyor. Osmanlı mutfağına aşık olacaksın, Çin mutfağına bayılacaksın, Fransız mutfağıyla flört edeceksin ama iş yemek tarifi almaya gelince 28 yaşında zıpır bir İngiliz aşçının televizyondaki programını kaçırmayacaksın.
Olur mu böyle bir şey?
İngiliz şef Jamie Oliver söz konusu olunca olur elbet.
Onu BBC'deki ‘‘Çıplak Şef’’ programında keşfettim.
Diğer şeflerden farklıydı zira tezgahın arkasında yemek tarifleri vermekle kalmıyor bisikletine atlayıp alışverişe çıkıyor, çarşı pazarda balıkçıyla, kasapla sohbetler ediyor, bostanlara dalıp eliyle sebzelerini koparıyor aynı hızla mutfağına dönüyor ve yarım saat içinde aldığı malzemelerle mucizeler yaratıyordu.
Sonra o mucizeler, davet ettiği bir grup arkadaşla yeniyordu.
Saç kesimiyle, giysileriyle aşçıdan çok bir rock şarkıcısını andıran benim Jamie Oliver, meğer dünyanın sayılı aşçılarının arasında olmanın ötesinde ‘‘star’’ bir aşçıymış.
Televizyon programları dünyada 50 ülkede gösteriliyor.
Yemek kitapları 16 dile çevrilmiş ve 8 milyon satmış.
Star-aşçımızın en çok sevdiği ise turnelere çıkmak, hayranlarının önünde yemek-show yapmak.
Öyle bir show ki, düşünün 17 bin kişi bilet alıp Jamie Oliver'ı yemek yaparken seyrediyor.
Daha geçenlerde Bob Dylan'ın Londra'da en ünlü konserini verdiği Hammersmith Apollo salonunu hıncahınç doldurmayı başarıyor.
Seyircilerine bir rock konserinden çok fazlasını veriyor.
Yemek tariflerine geçmeden önce sahnede küçük bir dans gösterisi.
Ardından çırpılan yumurta beyazlarının ne kadar başarılı şekilde katılaştığını göstermek için kase ters çevrilip başının üzerinde gezdiriliyor.
Doğrusu Jamie Oliver'ın bu uçuk gösterilerine tanık olmadım ama ‘‘Çıplak Şef’’ programındaki becerisi, dinamizmi tek kelimeyle müthiş.
25 yaşına gelmeden büyük bir servete kavuşan bu genç adamın tüm dünyası yemek-show'ları mı?
Hayır...
İşin şaşırtıcı kısmı işte burada.
Zira Jamie Oliver ‘‘Tamam para kazandım bundan sonra sadece keyfim için çalışacağım’’ diyenlerden değil.
2001 yılında yani tam 25 yaşındayken 2 milyon Euro yatırıp, ‘‘Cheeky Chops’’ diye bir vakıf kuruyor.
Vakfın amacı 16 ile 24 yaşlarındaki işsiz, eğitimsiz gençlere aşçılığı öğretmek, bir meslek kazandırmak.
Seçilen gençler profesyonel bir eğitimden geçiyor.
Jamie Oliver aralarından en başarılı 15 tanesini seçiyor ve Londra'nın en gözde lokantası ‘‘Fifteen’’i açıyor.
Fifteen Lokantası'nın tüm kazancı vakfa gidiyor.
Jamie Oliver vakfın yetiştirdiği genç şeflere iş buluyor. Onları Avustralya'ya, İtalya'ya gönderiyor.
Şimdilerde ise şef yetiştirmekten daha da çetin bir projenin peşinde: İngilizlere sağlıklı beslenmeyi öğretmek.
Stratejisini saptamış star-aşçımız.
Okulların kantinlerinden yani küçük İngiliz öğrencilerinden başlayarak işe girişecek.
Kraliçe Elizabeth'in madalya ile ödüllendirdiği, Başbakan Blair'in davetleri için mönü hazırlamasını rica ettiği Jamie Oliver henüz 28 yaşında.
İngilizlerin yemek alışkanlıklarını değiştirmeyi başarır mı?
Hiç kuşkunuz olmasın, başarır.
Yazının Devamını Oku 
13 Şubat 2004
<B>İKİTELLİ</B>'ye her gün TEM otoyolundan gelmek ruh sağlığı açısından ciddi bir tehlike. Kar riskini bir yana bırakın.
Ne de olsa yılda birkaç gün.
Gözü kara kamyon sürücülerini de bir yana bırakın.
Onlardan da kaçmak mümkün.
Ama yol kenarlarına her an yıkılacakmış gibi dizili, çatısız, boyasız o tuhaf kasvetli apartmanlar yok mu?
Görüş alanınızın her milimetresini işgal eden o çirkin gecekondu mahalleleri.
İşte onlardan asla kaçma imkanı yok.
Çarpık kentleşmenin, estetik olmayan binaların günlük hayatımızı olumsuz etkilediğine inananlar hayli fazla.
Bunlardan bir tanesi de mimar Sevinç Ormancı.
Mimaride ve iç mimaride pozitif enerjiyi ortaya çıkartan ‘‘feng-shui’’ anlayışına inanan Sevinç Ormancı, çarpık kentleşme kurbanı İstanbul için ne yapabilirim diye düşünüyor ve dünyanın en ünlü mimarlarını buraya davet etmeyi tasarlıyor.
Gökdelen, otel, alışveriş merkezi gibi farklı alanlarda uzmanlaşmış ünlü mimarlık bürolarıyla temas kuruyor.
Neticede önümüzdeki 24 Şubat tarihinde İstanbul'da ‘‘Mimarlıkta Farklı Kesitler’’ panelini organize etmeyi başarıyor.
Peki on gün sonra İstanbul'da biraraya gelecek olan ünlü mimarlar arasında kimler var?
New York'taki Trump Kulesi'nin mimarı Alan Richie.
Dünyanın en uzun gökdeleni, Malezya'nın başkenti Kuala Lumpur'daki Petronas Kuleleri'nin yanısına Dünya Finans Merkezi, Cleveland Kliniği gibi projelere imza atmış olan Fred W. Cark
Hollywood yıldızlarının mimarı Frederick Fisher.
Avrupalı zenginlere ‘‘doğayla bütünleşen evler’’ yapan İspanyol mimar Javier Barba.
Sevinç Ormancı, bu isimlerini saydığım ünlü mimarlara panelden önce İstanbul'u gezdirmeyi planlıyor.
‘‘Eyvah, TEM Otoyolu’ndaki korkunç binaları görmeseler bari’’ diye hayıflanacak oluyorum.
Ormancı tam aksine, herşeyin görülmesi ve panelde tartışılmasından yana.
Konu İstanbul olunca mimarların işi hayli zor.
Hangi birini masaya yatıracaksın?
Estetiğin yanından bile geçmediği binaları mı? Depreme karşı dayanıksız binaları mı? Yoksa kıymetini bilmediğimiz tarihi binaları mı?
Ancak Ormancı'nın da dikkat çektiği gibi panelin bir boyutu daha var.
O da şu: Dünya çapında uzmanlaşmış mimari bürolarla Türk mimarları arasında işbirliğini sağlamak.
LPG asla banyoda olmamalı
LPG eğitimin şart olduğunu belirttiğim yazıma okurlardan fakslar yağdı.
Uzun yıllarını LPG ile geçirmiş olan Ankaralı okurum Ali Temur gönderdiği uzun faksında banyoya asla LPG tüpünün konulmaması gerektiğini vurguluyor.
‘‘Banyoya LPG cinayettir, ölüme davetiyedir’’ diyor.
Temur, banyo için şofben gibi kullanılabilen hermetik kombileri öneriyor.
Gazetede okuduğu her şofben ölümünden sonra kaleme sarılarak uyarı faksları çeken Ali Temur'e göre, LPG konusunda bir kampanya şart.
‘‘Okullar, muhtarlıklar da kampanyaya dahil edilmeli’’ diyor.
Uğurtan Eryılmaz da şofben ve tüpgazın banyoda olmaması gerektiği görüşünde. Şofben banyoda olduğu takdirde banyo kapısının bir ‘‘terlik’’ genişliğinde açık kalması gerekiyor.
Beko konserve niyetine doğdu Grundig'le Avrupa devi oldu
BEKO, Grundig'i aldı Avrupalı oldu.
Beko Elektronik Genel Müdürü Ali Hakan Sümerval, Avrupa'nın en önemli markalarından Grundig'i satın alan Beko'nun nasıl büyüdüğünü anlatırken ‘‘bir hayat hikayesi gibi’’ diyor.
Bir hayat hikayesinin nasıl başladığını yıllar önce babamdan duymuştum.
Yıl 1950'lerin sonu, 1960'ların başı gibi.
Vehbi Koç o yıllarda İsrail'in önde gelen bir sanayicisini Türkiye'ye davet ediyor.
Leon Becerano'nun Assis firması İsrail'in en modern meyve suyu, konserve tesislerine sahip.
Yurtdışına büyük çapta ihracatı var.
Becerano ile Koç Bursa'da bir konserve fabrikası kurmayı planlıyorlar.
Kuracakları ortak şirketin adını da koyuyorlar: Becerano'nun Be'si ile Koç'un Ko'sunun yan yana gelmesiyle ortaya çıkan Beko.
Bugün bir Avrupa şirketi olan Beko işte böyle doğuyor.
Ne var ki, ortaklık suya düşüyor.
Bursa'da fabrika kurulmuyor ama Beko ismi devam ediyor.
Yabancılar açısından telaffuzu kolay olduğu için Koç'un ihraç beyaz eşyada tercih ettiği marka oluyor.
İsrail'deki Assis Firması'nin bugün adı pek anılmıyor.
Beko'nun Be'si olan Becerano çoktan ölmüş, mirasçıları sahip çıkmayınca şirket küçüle küçüle belki de yokolmuş.
Bu da kötü biten bir hayat hikayesi.
Yazının Devamını Oku 
10 Şubat 2004
<B>LPG</B> kurbanlarıyla Zümrüt Apartmanı kurbanları arasındaki ortak nokta ne olabilir? Bu sorunun tek cevabı cevabı var: ‘‘Sorumsuz müteahhit, denetimsiz bina.’’
Geçenlerde İpragaz Genel Müdürü Selim Şiper ile konuşuyoruz.
Avrupa'nın neden en pahalı LPG'si, yani tüpgazını kullanıyoruz sorusunun cevabından fazla LPG ölümlerini merak ediyorum.
Yılbaşı günü yakından tanıdığım genç bir kadın Moda'daki evinde banyoda zehirlenmiş. Daha 15 gün önce Hürriyet Ulaştırma'da çalışan bir arkadaşımız 15 yaşındaki oğlunu yine banyoda tüpgaz nedeniyle kaybetmiş.
Gün geçmiyor ki, tüpgaz ölümleri gazeteye yansımasın.
Selim Şiper, LPG'nin (sıvılaştırılmış likit petrol gazı) ölümlerden sorumlu olmadığı konusunda kesin konuşuyor.
‘‘LPG solumakla ölünmez. Öldüren karbonmonoksit. Baca bağlantılarının iyi yapılmaması nedeniyle havalandırmada ortaya çıkan sorun ölüme sebebiyet veriyor.’’
Sorumsuz müteahhit, denetimsiz bina meselesi anlayacağınız.
Avrupa'da LPG kullanımı oldukça yaygın.
Türkiye ile İtalya başı çekiyor.
Fransa, Almanya, İngiltere’de yaygın olarak kullanılıyor.
Yani tüpgaz illa dar gelirli insanların kullandıkları enerji kaynağı değil.
Selim Şiper Japonya örneğini veriyor.
Japonya'da doğal gaz şebekesi yokmuş deprem bölgesi olması nedeniyle.
Japonlar LPG kullanıyor.
Ama onlarda, bırakın durduk yerde çöken binaları depremlerde dahi ölenler yok denecek kadar az olduğu gibi, LPG kullanımı yüzünden ölenler de yok.
İpragaz LPG'nin doğru kullanımı için bir süre önce kurslar açmış.
İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Adana, Antalya, Samsun, Trabzon, Bursa, Gaziantep gibi illerde 2 bine yakın bayisinde çalışanları 7 ay süresince Halk Eğitim Merkezleriyle birlikte eğitime tabi tutmuş.
‘‘İpragaz çalışanları aldıkları sertifikaları çerçeveletip duvarlarına astılar’’ diyor Şiper.
Eğitimden geçenlerin, tüpgaz tüketicisini bilgilendirdikleri için İpragaz rahat. Ancak bununla yetinmemiş.
İstanbul ve Hacettepe üniversitelerinden profesörlerle LPG güvenliği ve ev ekonomisindeki önemiyle ilgili seminerler de düzenlemiş.
Seminerlerin kasetleri bazı ulusal ve yerel televizyonlarda gösterilmiş.
Gösterilmeye de devam ediliyor.
Özetle, ölüm olmaması için LPG eğitimi şart.
Erdoğan 8 Mart için Kadın Şûrası'nı topluyor
DÜN ANKA Ajansı'nda gördüğüm bir habere göre, Dünya Kadınlar Günü'nü kutlamak için geçen yıl yakasına bir rozet takan öğretmen Milli Eğitim Bakanlığı’nın hışmına uğramış.
Milli Eğitim Bakanlığı Personel Müdürlüğü ‘‘belli bir görüşü diğer kişilere yansıtmak amacını taşıdığı’’ için adı açıklanmayan kadın öğretmeni başka bir ile tayin etmiş.
Milli Eğitim ile öğretmen mahkemelik olmuşlar.
Neticede Danıştay, kokartın ideolojik amaç taşımadığına karar vermiş.
Türkiye'de sıklıkla yaşanan hukuk vakalarından sadece bir tanesi.
Dünya Kadınlar Günü'nü kutlamak suç olmadığına göre, yakaya öyle bir rozet takmak da suç olmamalı değil mi?
Kaldı ki, AKP Hükümeti'nin Kadınlar Günü'yle ilgili sorunu her hangi bir sorunu yok gibi görünüyor.
Bunu neye dayanarak söylüyorum?
Başbakan Tayyip Erdoğan, Dünya Kadınlar Günü'nden bir gün önce yani 7 Mart günü İstanbul'da, Grand Cevahir Oteli'nde I.Kadın Şûrası'nı topluyor.
Şûranın açılışını bizzat Başbakan Erdoğan yapıyor.
Devlet Bakanı Güldal Akşit ve AKP İstanbul İl Kadın Kolları Başkanı Ayfer Yaman'ın da katılacakları şûranın gözüme çarpan bazı oturum başlıkları şöyle: ‘‘Siyaset ve Kadın’’, ‘‘İnsan Hakları ve Kadın’’ (bu oturumda ele alınacaklar arasında medeni yasa ve namus cinayetleri de var), ‘‘Medya ve Kadın’’...
Konuşmacılar listesi, akademisyeninden, iş kadınına geniş bir yelpazeye yayılmış.
Şimdi akla şu soru geliyor?
AKP Hükümeti, I. Kadın Şûrası’nı toplayarak Kadınlar Günü'ne bu kadar önem veriyorsa eğer Milli Eğitim Bakanlığı Personel Müdürü’nün rozet takıntısı neyin nesi?
Yazının Devamını Oku 
8 Şubat 2004
1.90'lık uzun boyuna, bir dirhem yağ barındırmayan incecik bedenine daha uygun düşecek genç bir yüz için birkaç tane botoks iğnesi. Nerede bunun kötülüğü? GEÇENLERDE Fransız televizyonunda bir yarışma programı seyrediyorum.
Ekranda bir zamanların gözde şarkıcısı Julio Iglesias.
Her zamanki gibi formunda.
Beyaz gömlekli, beyaz dişli ve yanık tenli.
Çevresindeki genç kızlarla da pek sıkı fıkı.
Programın sunucusu aniden Iglesias'a yüzünü kaç kere gerdirttiğini soruyor.
‘‘Ne yüz gerdirmesi’’ diye inkar edecek diye bekliyorum.
Hiç öyle bir derdi yok.
Eliyle dört işareti yapıyor, sonra da ''Şaka, şaka. Sadece bir kere'' diyor.
Allah bilir ya... İlk söylediği doğrudur; dört kere bıçak altına yatmıştır. Michael Jackson gibi tuhaf bir yaratığa dönüşmediği sürece kendi bilir.
Gençleşme heveslisi politikacılar Iglesias kadar açık yürekli değil.
Meselá İtalya Başbakanı Berlusconi.
Meselá ‘‘Bush'u yenebilecek adam’’ gözüyle bakılan Demokrat Partili Senatör John Kerry.
Biri lifting, diğeri botoks yaptırtmış.
67 yaşındaki Silvio Berlusconi'nin operasyondan önce ve sonraki fotoğraflarını gördünüz mü? Doktoru ‘‘Bir, iki küçük düzeltme yaptık’’ dese de Berlusconi'nin ciddi bir ameliyat geçirdiği besbelli.
İsviçre'de, Lugano yakınlarında bir klinikte ameliyat olan İtalya Başbakanı'nın öyle milliyetçi nutuklar atmasına bakmayın.
İtalyan estetikçilere güvenmemiş olacak ki, kendisini San Francisco'dan gelen Amerikalı bir doktor ile ekibine teslim etmiş.
Berlusconi'ninkine ‘‘California lifting’’i deniyormuş.
Basın yüz gerdirme konusunda sıkıştırınca ‘‘Karım zorladı’’ filan diye yalanlar uyduran Berlusconi'nin esas düşüncesi, önümüzdeki mayıs ayında seçim kampanyalarında daha genç bir imajla İtalyanların karşına çıkmak.
‘‘İşte gördüğünüz gibi gencim, sağlıklıyım’’ mesajı verecek, oyları toplayacak.
KERRY'NİN BOTOKS İĞNELERİ
60 yaşındaki Massachusetts Senatörü John Kerry'nin de derdi aynı: Seçmenlerin karşısında daha genç, daha sağlıklı görünmek.
1.90'lık uzun boyuna, bir dirhem yağ barındırmayan incecik bedenine daha uygun düşecek genç bir yüz için birkaç tane botoks iğnesi.
Nerede bunun kötülüğü?
Kerry'nin basın sözcüsü Stephanie Cutter ‘‘ABD'de 3 milyon işsiz varken, Irak'ta 500 Amerikalı asker şehit düşmüşken senatörün botokstan daha ciddi şeyleri düşünmek zorunda olduğu ortada’’ dese de kimseyi inandıramıyor.
Fotoğraflar Kerry vakasında da işte ortada.
‘‘Melankolik bir av köpeği görünümünden, dinamik, tuttuğunu kopartan, mutlu birine dönüşmüş.’’
Amerikan basınının kanısı bu.
Peki botoks Kerry'nin seçilme şansını artıracak mı?
Uzmanlar bu konuda emin konuşuyor.
Botoks, Kerry'nin, rakipleri Senatör John Edwards ile Howard Dean'i yenmesini ve gençlerin ve kadınların oylarını toplamasını sağlayacak.
Beyaz Saray'a giden yol botokstan geçiyorsa ne álá.
28 Mart yerel seçimler öncesi bizim politikacılara da küçük bir hatırlatma: Dünyada
1 milyon kişinin denediği botoksu İstanbul'da da kullanan doktorlar var.
Benden söylemesi, bazılarının şansı botoksla dönebilir.
Yazının Devamını Oku 
6 Şubat 2004
<B>BU </B>yıl Davos'ta ilk gününden itibaren müthiş bir Çin rüzgarının estiğinden söz etmiştim. Rüzgar son günlerde Türkiye'de de şiddetli bir şekilde hissedilmeye başlandı. Gün geçmiyor ki, bir işadamı ya da bir ticaret odası başkanı ‘‘sarı tehlike’’ye dikkat çekmesin.
Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün'den sonra Gaziantep Ticaret Odası Başkanı Mehmet Aslan'ın da Çin mallarına karşı mücadele için ‘‘ulusal politika’’ belirlenmesi çağrısı gazetelerdeydi.
Aygün'ün iddiasına göre, Türkiye'ye resmi ve kaçak yollardan giren Çin malı 12 milyar dolar tutarında.
Bir hatırlatma: Önümüzdeki yıl Çin'e uygulanan kotalar kalkıyor.
Bu durumda Çin malları Türkiye dahil tüm dünyayı daha çok istila edecek.
Aygün'ün verdiği 12 milyar doların ikiye katlanması da mümkün.
Şimdi gelelim ‘‘ulusal politika’’ meselesine... Böyle bir politikanın belirlenmesi için Çin ekonomisini iyi tanımak gerek.
Ulaşmayı başardığınız takdirde bugünlerde dünyada Çin ekonomisiyle ilgili araştırmalar fazlasıyla mevcut.
Bunlardan bir tanesi Davos'ta elime geçen Deloitte'un ‘‘Dünyanın Fabrikası Çin 21. Yüzyıla Giriyor’’ başlığını taşıyan rapor.
Rapordan bazı ilginç rakamlar şöyle:
Çin'in ihracatı 2002 yılında 325 milyara ulaşmış.
Ekonomisi aynı yıl yüzde 8 oranında büyümüş.
Motorola'nın Çin'deki yatırımı 2006 yılında 10 milyar dolara ulaşacak.
Toshiba'nın 5 yılda planladığı yatırım 16 milyar dolar.
Rapordaki öngörüler arasında, Çin'in global ihracat pazarında payını artıracağı var.
Türkiye açısından en önemli nokta, Çin hazır giyimin önümüzdeki yıllarda pazardaki payını katlayacağı.
Peki Çin karşısında diğer gelişmekte olan ülkelerin durumu ne olacak?
Rapora göre, ‘‘el emeği’’nin ağırlıkta olduğu bazı üretim kalemleri Çin'den başka ülkelere kayacak.
Söz konusu ülkeler raporda Vietnam, Hindistan, Filipinler, Brezilya ve Rusya diye sıralanmış.
Çin'in büyüyen ekonomik gücünün bu ülkeler için bazı fırsatlar yaratacağı özellikle vurgulanmış.
Bu durumda Türkiye için de bazı fırsatlar neden söz konusu olmasın?
Çin'e karşı ulusal bir strateji belirlenecekse eğer bu fırsatların neler olduğunun iyi değerlendirilmesi gerek. Bunun da tek yolu dünyada Çin ile ilgili yayınlanmış tüm araştırmaları en kısa sürede okumak.
Deloitte'ın raporuyla daha ayrıntılı bilgiye www.deloitte.com/research ulaşmak mümkün.
Madeleine Albright, Güldal Akşit işbirliği
GEÇTİĞİMİZ kasım ayında Türkiye'ye gelen eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright halen, ‘‘Ulusal Demokratik Enstitüsü’’nün başkanı.
Dünyada demokrasinin gelişmesi ve yaygınlaşması ilkesini benimsemiş olan bu enstitünün Ankara'da da bir temsilciliği var.
Albright İstanbul'a geldiğinde aralarında benim de bulunduğum bir grup gazeteci, STK (sivil toplum kuruluşu) üyesi, politikacı ve akademisyen bir toplantı yapmıştık.
Toplantıda en fazla kadın sorunları üzerinde durulmuştu.
Ulusal Demokratik Enstitüsü Başkanı Peter Van Praagh'ın gönderdiği mektuptan öğrendiğime göre, Madeleine Albright İstanbul'daki toplantıda masaya yatırılan konulardan oldukça etkileniyor.
Enstitünün Türkiye'de kadın meselesinde daha faal olmasını talep ederken, diğer yanda kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit'i işbirliğini görüşmek üzere ABD'ye davet ediyor.
Ancak Akşit gündeminin yoğunluğu nedeniyle ABD'ye gidemiyor.
Ulusal Demokratik Enstitüsü ya da kısa adıyla NDI, 21 Şubat tarihinde Devlet Bakanı Güldal Akşit'in başkanlığında yeniden bir grup kadını biraraya getiriyor.
Grubun kadın sorunlarıyla ilgili fikir jimnastiği yapmak ve çözümler üretmek için iki ayda bir toplanması planlanıyor.
Nisan ayındaki toplantıya Albright'ın katılması muhtemel.
Düzeltme: Mersin Belediye Başkanı Macit Özcan, SHP'den değil DSP'den seçilmiştir. Düzeltir, özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 
3 Şubat 2004
<B>MERSİN,</B> iki üç yıldan beri yakından ilgilendiğim bir şehir. Mersin Sanayi ve Ticaret Odası'nın, yaklaşık üç yıl önce şehri ekonomik dar boğazdan kurtarmak için oluşturduğu Mersin Kalkınma Ajansı sayesinde tanıdım şehri.
Ondan sonra Mersin ile temasım hiç kesilmedi.
Olup bitenleri uzaktan da olsa izliyorum.
Öğrendiğime göre, Avrupa'daki ‘‘kalkınma ajanslarını’’ örnek alan, yabancı uzmanlarla çalışan ajans ekonomik proje üretmek konusunda epey yol almış.
Ürdün ve Suriye'de fuarlar düzenlemiş, ikili işbirliklere imza atmış.
Ancak esas değinmek istediğim Mersin Kalkınma Ajansı değil, Kalkınma Ajansı'nın kurulmasında büyük payı olan Mersin Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Kadri Şaman.
Üç kuşak sanayici bir aileden gelen Kadri Şaman'ı hem Mersin'e yaptığım ziyaretlerden, hem onun gazeteye yaptığı ziyaretlerden tanıyorum.
Kalkınma Ajansı'nın fikir babalarından biri olması bir yana, Mersin Sanayi ve Ticaret Odası'nın sosyal barışı sağlamak için hazırladığı projelerdeki katkısını da biliyorum.
Kadri Şaman, Mersin'e yürekten bağlı, göç ve Körfez krizi nedeniyle ekonomisi büyük yara almış şehir için gerçekten çırpınan biri.
Üstelik geniş bir vizyona sahip.
Kadri Şaman'a geçenlerde AKP belediye başkanlığı adaylık teklifini götürüyor.
Şaman sosyal demokrat eğilimli bir aileden, çevresi de öyle.
Zaten Mersin hep, ANAP'lı ‘‘efsane’’ Belediye Başkanı Okan Merzeci dışında Gaziantep, İzmir gibi yıllardır CHP'nin kalesi olmuş.
Şimdiki Belediye Başkanı Macit Özcan SHP'den aday olarak seçilmiş. Daha sonra YTP'ye geçmiş... Bir buçuk ay önce ise yakasına CHP rozeti takmış.
Ancak Mersinliler büyük bir çoğunlukla Macit Özcan'dan memnun değil.
Sahildeki parkı yeşillendirmenin dışında Mersin'e hiçbir katkısı olmadığı iddia ediliyor.
250 milyon dolarlık belediye bütçesinin şeffaf olmaması de Mersinlilerin canını sıkan başka nokta.
Her neyse bugün Macit Özcan CHP'nin belediye başkanlığı için en önemli adayı.
CHP'nin diğer adaylarının sesi soluğu çıkmıyor.
Peki Mersin Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Kadri Şaman AKP'nin teklifini kabul etmiş mi?
Merakınızı hemen gideriyorum: Şaman teklifi kabul etmiş.
AKP'nin Mersin'de 7 ya da 8 kişiye daha adaylık önermiş olmasına rağmen herkesin gözünde Kadri Şaman en fazla şansı olan aday.
CHP, AKP'den daha çabuk davranıp adaylık önerisinde bulunsaydı sanıyorum Şaman kabul ederdi.
CHP büyük bir fırsatı kaçırdı.
Kadri Şaman, sorunlarını iyi bildiği Mersin için gerçekten büyük bir şans.
Beyoğlu'nun kitabı: Kültürleri Buluşturan Kent
MERSİN'den İstanbul'a dönelim.
İstanbul'da, AKP'nin en güçlü belediye başkan adayları arasında gösterilen Beyoğlu Belediye Başkanı Kadir Topbaş, bayram nedeniyle bir kitap göndermiş: ‘‘Beyoğlu, Kültürleri Buluşturan Kent’’.
Yasin Baran, Engin Gerçek, Ali Pekşen'in fotoğraflarının olduğu kitap Bilgi Üniversitesi'nin işbirliğiyle gerçekleştirilmiş.
Tanıdığımız, bildiğimiz Beyoğlu'ndan çeşitli kesitler, yaşamlar sunmuş.
Kitap hem türkçe, hem İngilizce.
Bu çok iyi, zira İstanbul'a gelen turistler kitaba sahip olmayı arzuladıkları takdirde lisan sorunu mevzu bahis olmayacağı için ‘‘Beyoğlu’’nu rahatlıkla satın alabilirler.
Bu arada umarım Kadir Topbaş bu güzel kitabı yurtdışındaki kitabevlerine göndermenin de yolunu bulur.
Kütüphanemde ‘‘Manhattan’’ olduğuna göre, bir Amerikalı'nın kütüphanesinde niçin ‘‘Beyoğlu’’ olmasın?
İstanbul'da turizmin patronu belli değil
BAYRAM öncesi Turizm Yazarları ve Gazetecileri Derneği'nin (TUYED) ‘‘İstanbul Turizmi Nasıl Kurtulur’’ diye bir paneli vardı.
İstanbul'a gelip ‘‘Beyoğlu’’ kitabını satın alacak turistleri hayal ediyorum ya, meğer İstanbul turizmdeki kan kaybı tahminimden de kötüymüş.
TUYED'in panelde açıkladığı raporda rakamlar bunu ortaya koyuyor.
İstanbul'un turizmden aldığı pay 1995-2002 yılları arasında yüzde 26'dan yüzde 20'ye gerilemiş.
Son yedi yılda Türkiye'ye gelen turist sayısı yüzde 71 artış kaydetmiş.
İstanbul'da ise sadece yüzde 35.
Yıllardan beri işittiğimiz ‘‘İstanbul'a 10 milyon turist’’ hedefinin fersah fersah gerisindeyiz.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Profesör Mustafa İsen ile birlikte panele katılan Magic Life Yönetim Kurulu Başkanı Cem Kınay İstanbul turizmiyle ilgili duydukları karşısında şaşırıyor.
Özetle panelden çıkan sonuç şu oluyor: ‘‘İstanbul turizminin patronu belli değil’’.
Yazının Devamını Oku 
1 Şubat 2004
Fransız Le Monde Gazetesi'nin New York Times ile ortak İngilizce çıkarttığı bir ek var. İşte bu eklerden biri baş sayfasını Almanya'da yaşayan bazı Türk sanatçılara ayırmış. Yazının başlığı şöyle: ‘‘Dışardakiler sanat dünyasına damgalarını vuruyor.’’
DIŞİŞLERİ Bakanı Abdullah Gül, Avrupa'daki imajımızın düzelmesi için işadamıyla, sanatçısıyla, gazetecisiyle bir kampanya başlatılacağını açıkladığında aylardan eylüldü.
İyi hatırlıyorum, Gül ‘‘Herkes Ankara'nın özel elçisi olacak’’ demişti.
Aradan dört ay geçmiş.
Böyle bir kampanya var mı?
Varsa neler yapılıyor doğrusu benim bir bilgim yok.
Durun... Hemen karamsarlığa kapılmayın.
İster şans deyin, ister tesadüf şu imaj işi galiba kendiliğinden oluyor...
Hem de sanatla, kültürle uğraşanlar sayesinde.
Yabancı gazetelerde son zamanlarda okuduğum haberlere göre, özellikle Almanya'daki Türk sanatçılar pek gözde.
Fransız Le Monde Gazetesi'nin New York Times ile ortak İngilizce çıkarttığı bir ek var.
İşte bu eklerden biri baş sayfasını Almanya'da yaşayan bazı Türk sanatçılara ayırmış.
Yazının başlığı şöyle: ‘‘Dışardakiler sanat dünyasına damgalarını vuruyor.’’
‘‘Dışardakiler’’ Alman toplumunun yıllardan beri dışladığı, görmezden geldiği Türkler.
Bunlardan bir tanesi Zuli Aladağ.
35 yaşında yönetmen ve üçüncü nesil bir Kürt-Türk.
Filmi ‘‘Fil Yüreği’’ kesinlikle göçmenlerle ya da kimlik sorunuyla ilgili değil.
Aladağ, ırkçılıktan nasibini almış vaktiyle.
‘‘Şimdi Almanya'da işler daha iyi... Alman toplumu giderek bizi kabul ediyor’’ diyor.
Yazıda Aladağ'ın yanı sıra ‘‘Temmuzda’’, ''Solino'' gibi filmlere imza atmış Fatih Akın, yazar ve oyuncu Emine Sevgi Özdamar, televizyon komedyeniKaya Yanar, Kool Savaş, Killer Hakan gibi genç şarkıcıların adları da geçiyor,
Türklerin yoğun yaşadığı mahallelerden gelen rapçı Killer Hakan neo-Nazilerle kavga etmiş, aşağılanmış...
Şarkılarında bunları anlatıyor.
Almanya'da yaşayan 2.5 milyon Türk arasından yıldızlar çıkıyor ve Avrupa basını bunları selamlıyor.
Bundan daha iyi bir Türkiye imajı olabilir mi?
Bu arada Türkiye'de sanat dünyasında olup bitenler de gözden kaçmıyor.
Davos'ta geçen hafta elime geçen İsviçre gazetesi Le Temps, ‘‘Uzak’’ filminin İsviçre'de vizyona girmesi nedeniyle neredeyse yarım sayfasını yönetmen Nuri Bilge Ceylan'a ayırmıştı.
Hem de ‘‘Uzak’’ filminden ‘‘Türk sinemasının baş yapıtlarından biri’’ diye söz ederek.
Düzeltme: Geçen hafta ‘‘Davos'ta Demokrasi Paneli’’ yazımda Letonya Devlet Başkanı Vaira Vite-Freiberga, yanlışlıkla Litvanya Devlet Başkanı olarak geçti.
Yazının Devamını Oku 
30 Ocak 2004
<B>ÜNLÜ</B> uluslararası spekülatör <B>George Soros</B>'tan Avrupa Birliği (AB) üyeliğimize tam destek geldi. Soros'a göre, Avrupa'nın geleceğinin şekillenmesinde iki önemli faktör rol oynayacak: Doğu Avrupa ülkeleri ve Türkiye.
Soros'a Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği hakkında ne düşündüğünü ben sormadım.
Davos'un kapanış gecesi medyaya verdiği yemekte bizzat kendisi Türkiye'nin Avrupa için ne kadar önemli olduğunu anlattı.
Dünya Ekonomik Forumu Başkanı Klaus Schwap ile George Soros bu yıl kapanış gecesi iş bölümü yapmış.
Schawp Kongre Merkezi'ndeki davette katılımcıları ağırlıyor, Soros ise Belvedere Oteli'nde medyayı.
Yemekten önce bir konuşma yapan Soros neler söylüyor?
Hemen belirteyim ki en çok bu yılki Amerikan seçimleri üzerinde duruyor.
‘‘Bu seçimler ABD'nin geleceğini tayin edecek’’ diyor.
Soros sıkıntısını hemen belli ediyor: Bush'un seçimleri kazanması ABD için felaket olur.
Peki Soros, Bush yönetimine neden bu kadar karşı?
‘‘Bush doktrininin iki ayağı var’’ diye anlatıyor.
‘‘Biri ABD'nin global askeri üstünlüğü elinde bulundurması. Diğeri uluslararası ilişkilerde üstünlüğünü empoze etmesi, uluslararası yasaları yok sayması.’’
George Soros, bu görüşlerini son kitabı, ‘‘Amerikan Üstünlüğü Safsatası’’nda ayrıntılı bir şekilde anlatmış.
‘‘Kitabımın satışlarını düşürmemek için hepsini burada anlatmayacağım’’ diyor ama konuşmasının büyük bir bölümünü Bush yönetimine güvensizliğinin nedenlerine ayırıyor.
TAKIYYE SUÇLAMASI
Soros, Bush, Cheney ve yönetimin diğer isimlerini açıkça ‘‘takıyye’’ ile suçluyor.
‘‘Söyledikleriyle yaptıkları arasında dağlar kadar fark var. Bush yönetimi sadece ABD için değil tüm dünya için bir tehlike’’ diyor.
Bush'un bir daha seçilmemesi için şimdiye kadar harcadığı para 15.5 milyon dolar.
En son Demokratlar’ı destekleyen MoveOn adındaki bir kuruluşa 5 milyon dolar vermiş.
Soros'un geçmişte yani 2000 seçimlerinde Demokratlar’a verdiği para topu topu 122 bin dolar.
Demek ki, Bush ve ekibinden gözü bayağı korkmuş; iktidara bir daha gelmemeleri için kesenin ağzını açmaya kararlı.
Soros 1979 yılında ‘‘Açık Toplum Ensitüsü’’nü neden kurduğu anlatıyor.
‘‘Nazizm, faşizm, komünizm gibi gerçeğe sadece kendilerinin sahip olduklarını iddia eden sistemlere fırsat vermemenin tek yolu demokrasi. Açık topluma inanıyorum ve bu yüzden finans piyasalarında kazandıklarımı buna harcıyorum.’’
Soros, eski Sovyet bloku ülkelerinde, Afrika ve Asya'da demokrasi için şimdiye kadar 5 milyar dolar harcamış.
Türkiye dahil 50 ülkede temsilcilikleri olan ‘‘açık toplum enstitüsü’’ vakıfları yılda 450 milyon dolar harcıyor.
‘‘ABD demokrasinin beşiği olsa da Açık Toplum ilkelerine yüzde yüz uymuyor’’ diyor ve örnek olarak Irak Savaşı'nın Amerikan medyasında yanlı yansıtılmasını veriyor.
Soros'un demokrasi, Açık Toplum felsefesiyle ilgili görüşlerini hep gazetelerde, dergilerde okurdum.
İlk kez kendi ağzından dinledim.
Doğrusu etkilendim.
Tüketicinin yüzde 88'i ‘Amerikan markası’ diyor
DAVOS'ta her yıl bir sürü kamuoyu araştırmasının sonuçları yayınlanır.
Fırsat buldukça değineceğim bu araştırmalardan bir tanesi de tüketici trendleriyle ilgili olanı.
Araştırmayı gerçekleştiren Harvard Üniversitesi'nden profesör John Quelsh.
Quelsh, Washington'un Irak operasyonundan sonra daha da netleşen Amerikan aleyhtarlığının yol açtığı ‘‘Amerikan mallarını boykotu’’ ölçmüş.
Türkiye, Mısır, Endonezya gibi ülkeler dahil 12 ülkede 1800 tüketiciyle gerçekleştirilen araştırmadan çıkan sonuç şu:
Tüketicinin yüzde 88'i hálá Coca-Cola, McDonald's gibi markaları seçiyor.
Sadece yüzde 12 böyle markaları ABD ve globalleşme ile bağdaştırarak bunları satın almıyor.
Quelsh'e göre tüketicinin ‘‘Mekke Cola’’ gibi yeni markalara, yerel alternatif ürünlere ilgisi pek kısa sürmüş.
Acaba Quelsh'in bu değerlendirmesi Cola-Turka içinde de geçerli mi?
‘Kravata hayır’ kampanyası 10 bin frank kazandırmış
DÜNYA Ekonomik Forumu'nun işadamlarına, CEO'lara getirdiği ‘‘kravat’’a 5 franklık ceza UNICEF'e 10 bin frank kazandırmış.
Dün e-postama düşen mesaja göre, bu yıl Davos'a gelenlerden yüzde 20'si kravatlarından asla ayrılmak istememiş ve Kongre Merkezi'nin hemen girişindeki kutuya her seferinde 5 frank atmış.
Neticede kutuda UNICEF için 10 bin frank birikmiş. Dünya Ekonomik Forumu da 10 bin franklık katkıda bulununca UNICEF 20 bin İsviçre Frangı kazanmış.
Yazının Devamını Oku 