Gila Benmayor

Parayı verip demokratikleşmeyi unutalım mı

13 Şubat 2007
BERLİN Film Festivali’nin başladığı gün Berlin’deyiz. Şehir tam bir festival havasında.

Festivalde yarışacak filmlerin posterleri şehrin dört bir yanına dağılmış, oteller dolu.

Berlin ziyaretinin nedeni TESEV’in bir süreden beri Avrupa’nın belirli başkentlerinde düzenlediği "Türkiye-Avrupa Birliği" toplantıları.

Özellikle Türkiye’nin üyeliğine soğuk bakan ülkeleri seçen TESEV’in bir önceki toplantısı örneğin Viyana’daydı.

Berlin’de "Alman Dış İlişkiler Konseyi" adındaki düşünce kuruluşuyla ortaklaşa düzenlediği toplantı ise Almanya’nın altı aylık AB dönem başkanlığı nedeniyle önemli.

Önemli ama katılımcılara bakınca, Türkiye’nin AB üyeliğinin Merkel hükümetinin öncelikleri arasında hiç olmadığını fark ediyorsunuz.

Bir kere Merkel Hükümeti’nden kimse yok toplantıda.

Oysa Merkel geçtiğimiz ekim ayında İstanbul’da "Hıristiyan Demokrat olarak Türkiye için özel statüden yanayım ama ’ahde vefa’ya saygılıyım" dememiş miydi?

Nerede kaldı "ahde vefa"?

Nerede kaldı Türkiye’ye verilen sözlere saygı?

Belli ki, Almanya’nın AB dönem başkanlığında üyelikle ilgili somut hiçbir adım atılmayacak.

Berlin’deki toplantıya dönersek iki "flaş" konuşmacısı var.

Biri Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth.

Diğeri Avrupa Parlamentosu üyesi Cem Özdemir.

Açılış konuşmasını yapan Roth, Merkel Hükümeti’ne AB dönem başkanı olarak Türkiye’nin üyeliğini "torpillememesi" çağrısında bulunuyor.

"Federal hükümet, Türkiye’ye asla kapıyı kapatmamalı" diyor.

Roth konuşmasında Hrant Dink cinayetine değiniyor.

"10 yıldan beri tanıdığım yakın arkadaşım" dediği Dink’in cenaze törenine katılmış.

Cenazeden sonraki gelişmeleri izlemiş.

"Aşırı milliyetçiler, aydınlara saldırıların başını çekiyorlar. 301 Türkiye’de havayı zehirliyor. Orhan Pamuk gibi aydınları korumak devletin görevidir" diye konuşuyor.

Hrant Dink cinayetinin Türkiye karşıtları tarafından kullanıldığını dikkat çekiyor.

"Bunlara vereceğimiz cevap şu olmalıdır" diyor: "Türkiye’nin AB üyeliği şimdi her zamankinden fazla önemlidir."

Claudia Roth
Türkiye’nin üyeliğinin Avrupa’yı "zenginleştireceğine" yürekten inanmış bir politikacı.

Ne yazık ki, genişleme ve Anayasa’yı kabul ettirme sancıları çekmekte olan, kendi derdine düşmüş bir Avrupa’da sesleri giderek daha az duyulan politikacılardan.

Almanya’da yükselen "Türkiye aleyhtarı" bir sesi de duyduk Berlin’de.

Alman Dış İlişkiler Konseyi’nden Jan Techau’nin sesiydi bu.

Techau önce Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy’nin geçenlerde Türkiye için önerdiği "Akdeniz Birliği" başkanlığını çok akıllıca bulduğunu söyledi.

Ne anlama geldiği belli olmayan "Akdeniz Birliği" başkanlığıyla Türkiye’nin yetinebileceğini ima etti.

Ardından şu akıl almaz teklifte bulundu:

"Türkiye’nin daha çok AB fonlarıyla ilgilendiği ortada. Tüm fonlardan yararlanmasını sağlarsak belki tam üyelik statüsünden vazgeçebilir".

Şükür ki, Jan Techau’ye cevap salondaki Cem Özdemir’den geldi:

"Parayı verelim ve Türkiye’nin demokratikleşme sürecini unutalım. Öyle mi?"

Görüyorsunuz.

Türkiye’nin üyeliğini sadece fonlara bağlayan ya da Roth’un işaret ettiği gibi enerji kaynaklarına geçiş olarak görenlerle işimiz zor.

Türkiye’nin haritada yerini bilmeyen 301’i konuşuyor

AVRUPA Parlamentosu üyesi Cem Özdemir toplantı başlamadan önce bir kağıt uzatıyor.

Bu, Avrupa’daki Türk kökenli parlamenterlerin ilk kez ortak imzaladıkları bir bildiri.

Aralarında Cem Özdemir, Vural Öger, Ekin Deligöz, Sevim Dağdelen gibi isimlerin olduğu 20 imzalı bildiri, AKP Hükümeti’ne ve siyasi partilere 301’in kaldırılması çağrısında bulunuyor.

Zaten Cem Özdemir de konuşmasında açıkça söylüyor:

"301 numaralı madde yerinde durdukça, Türkiye’nin AB üyeliğini savunanlar zor durumda kalıyor. Türkiye’yi savunamaz hale geliyor"...

İnanmayacaksınız ama 301’i Almanya’da taksi şoförleri bile biliyor.

Hem Berlin’de sayıları oldukça fazla olan Türk kökenli şoförler değil.

Alman taksi şoförleri de.

Akşam yemeği dönüşü bindiğim Alman taksi şoförü bile Hrant Dink cinayetini 301’e bağlıyor.

"Almanya’da gazete okuyan herkes artık 301’i biliyor. Türkiye’yi tanımayan, bilmeyen dahi şu 301’den haberdar" diyor.

Medyanın gücü böyle.
Yazının Devamını Oku

Gökyüzünden bakınca yeryüzünü kucaklayan adam

11 Şubat 2007
Fransız fotoğrafçı Yann Arthus-Bertrand havadan çektiği fotoğrafları "Gökyüzünden Bakınca Yeryüzü" kitabında toplamış. Kitap tam 3 milyon insana ulaşmış. Bu 3 milyon kişiye, "Bakın yeryüzü ne güzel, kıymayın ona" mesajını vermiş. Global ısınmaya karşı gökyüzünden çektiği fotoğraflarla mücadele eden bir adam var. Fransız fotoğrafçı Yann Arthus-Bertrand.

Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda, yemekli toplantıların birinde Arthus-Bertrand ile yan yana düştük.

Daha doğrusu Fransız fotoğrafçı, "global ısınma"nın tartışıldığı toplantının ilk konuşmacısıydı.

Gökyüzünden çektiği yeryüzü fotoğraflarıyla bize dünyamızı tanıttı./images/100/0x0/55eacf21f018fbb8f8981047

Afrika’daki Kilimanjaro Dağı’nın eriyen karlarını, Asya’nın çatlamış topraklarını gösterdi.

Yeryüzünün güzelliklerini de ekrana getirdi.

Bali’nin pirinç tarlalarını, Kanarya Adaları’nın üzüm bağlarını.

Fotoğraflarıyla ilgili bilgi verirken de "İnsan tanıdığını, sevdiğini daha iyi korur" dedi.

Arthus-Bertrand
yaklaşık 20 yıldan beri, gökyüzünden Dünya’nın fotoğraflarını çekiyor.

Arşivinde 70’e yakın ülkenin gökyüzünden çekilmiş resimleri var. Arşivi herkese açık.

Arama motorunda adını yazdığınız zaman fotoğraflar karşınızda.

"Dünya benim memleketim" diyor masaya yanıma çöktüğünde.

"Gökyüzünden bakınca hem çok güzel, hem çok korumasız. İnsan eliyle yeryüzünün nasıl tahribata uğradığını o kadar iyi görebiliyorsunuz ki" diye ilave ediyor.

Yeryüzündeki tahribatı gözleriyle görünce Yann Arthus-Bertrand’ın sıkı bir çevreci kesilmesi doğal.

Yemek yerken tabağımızdaki eti gösterip "Belki artık et yemekten tamamıyla vazgeçmeliyiz" diyor.

Neden?

"Çünkü inek başta büyük baş hayvanlar, atmosfere saldıkları metan gazı nedeniyle global ısınmanın sorumluları arasında..."

ÇİÇEK İSTİYORSAN BAHÇENE EK

Et yemeyeceğiz veya daha az yiyeceğiz, uçakla daha az seyahat edeceğiz, aşırı ısıtılmış evlerde oturmayacağız, daha az elektrik tüketeceğiz. Kısaca yeryüzünü kurtarmak için yaşam tarzımızı değiştireceğiz.

"Kenya’dan Rotterdam’a, günde dört tane jumbo uçakla çiçek taşınıyorsa insanların oturup düşünmeleri gerekir" diyor Fransız fotoğrafçı.

Uçak global ısınmaya en fazla neden olan şeylerin başında geliyor.

Vazolarımızda dört gün bize mutluluk verecek çiçekler için yeryüzünün geleceğini tehlikeye atmaya değer mi?

Evet ama diğer yanda Kenya’da çiçekçilikle geçinen insanlara ne olacak?

"Onlar için başka geçim yolları sağlanabilir. Yoksa dünya elden gidecek."

Yann Arthus-Bertrand
havadan çektiği fotoğrafları "Gökyüzünden Bakınca Yeryüzü" kitabında toplamış.

Kitabı satış rekorları kırmış.

Tam 3 milyon insana ulaşmış.

6 milyar insanın 3 milyonuna "Bakın yeryüzü ne güzel, kıymayın ona" mesajını vermiş.

Onunla sohbet ederken anlıyorsunuz ki, karşınızdaki adam bir doğa aşığı.

Zaten fotoğrafçılığa aslanların yaşamlarını inceleyerek başlamış.

1980’li yıllarda Paris-Dakar rallisini izlerken helikopteri Mali’yle Nijerya arasında bir köyde arızalanmış.

Yann Arthus-Bertrand birkaç gününü o köyde bir adamın kulübesinde geçirmiş.

Afrikalı adamın tüm hayatının ailesini geçindirmek ve kuraklık üzerine odaklandığını fark etmiş.

O günden sonra helikopterden yeryüzüne bakınca aşağıda gördüğü insanları da düşünmeye başlamış.

Kim onlar? Dertleri nedir?

ALTI MİLYAR ÖTEKİ

İşte bu merak son projesi "6 milyar öteki"nin çıkış noktası.

Yann Arthus-Bertrand, 10 kişilik ekibiyle yeryüzünü turlayıp değişik portreler çekiyor, söyleşiler yapıyor.

Birleşmiş Milletler tarafından desteklenen projesi 2008’de tamamlanacak.

Ardından çeşitli şehirlerde sergilenecek.

Arthus-Bertrand
’ın arşivinde Türkiye’nin de havadan çekilmiş resimleri var.

Sultanahmet, Kapadokya, Hitit harabeleri, Pamukkale’nin yanı sıra çarpıcı bir fotoğraf var Türkiye’den.

Boz renkli, çizgilerden ve noktalardan oluşan fotoğrafın başlığı şöyle: "Anadolu tarlalarında çalışan kadınlar..."

Helikopteriyle Anadolu tarlalarının üzerinde uçan Arthus-Bertrand, o noktaların aynen Afrikalı adam gibi sadece ve sadece "geçinmeye" odaklandıklarını biliyordur mutlaka.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin en şanslı illeri hangileri?

9 Şubat 2007
İDDİA ediyorum ki, Ankara, Çanakkale, Diyarbakır, Sıvas, Kars ve Yalova Türkiye’nin en şanslı illeri.<br><br>Diğer iller hadi neyse ama Diyarbakır, Sıvas, Kars kafanızda soru işaretleri yaratabilir. İddiamın temeli şu:

TESEV yani Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı, bu sözünü ettiğim illerde "kamu harcamalarının verimli kullanılması" diye önemli bir çalışma başlattı.

Çalışma kapsamında, harcamaların denetlenmesi, halkın yönetime katılımı, daha kaliteli bir hizmet gibi şeyler de var ki bunlara kısaca "yönetişim" deniyor.

Projenin "nihai hedefi" kamu hizmetlerine yoksulların da ulaşması- ki bu çok önemli- ve hizmet kalitesi iyileştirmek.

TESEV bu çalışma ya da proje için iki tane doğuda, iki tane batıda ve iki tanesi Orta Anadolu’da olmak üzere 6 tane il seçmiş.

Peki bu illerde neler yapılıyor?

Bunları önceki gece, hem TESEV bünyesinde "İyi Yönetişim" sorumlularından Yönetim Kurulu üyesi Yılmaz Argüden’den, hem projenin başındaki Fikret Toksöz’den dinliyoruz.

Neler yapıldığına geçmeden önce Argüden ve Toksöz hakkında bilgi vermek istiyorum.

Argüden, ARGE Danışmanlık Yönetim Kurulu Başkanı, KalDer’in kurucularından.

"Geleceği Şekillendirmek", "Gönüllü Kuruluşların Yönetimi" gibi kitapları var.

Fikret Toksöz ise 1992-2002 yılları arasında Marmara ve Boğazlar Belediyeler Birliği’nin Genel Sekreterliği görevini yürütmüş.

Yerel yönetim işini çok iyi bilen biri.

Argüden
diyor ki: "Hep kamu harcamalarının nasıl kullanıldığını merak edip dururuz. Gerektiği gibi, verimli bir şekilde harcanmış mı sorusu herkesin kafasını meşgul eder"...

SÖKÜLEN KALDIRIMLARIN HESABI

Örnek mi istiyorsunuz?

İstanbul’un belediye tarafından sürekli yenilenen kaldırımları.

Neden sağlam kaldırımlar hep sökülür?

Harcanan kamu paralarına yazık değil mi?

Hesap veren, doğrusu tam olarak hesap soran da yok.

Argüden’ın verdiği bir başka örnek ise daha da çarpıcı.

Valiler bir ildeki toplam kamu bütçesini bilmiyor.

İl İdaresi bütçesi, belediyesinin bütçesini biliyor ama toplam bütçeyi, ilin gelirlerini bilmiyor.

İşte bu açıdan bakınca TESEV’in bu projesi Türkiye’de birşeylerin değişmesi için büyük bir adım.

Zira önceki gece önümüze konan tablodan görüyoruz ki, Türkiye, "yönetimin hesap vermesi", "halkın söz sahibi olması" "hukukun üstünlüğü" gibi kalemlerde Bulgaristan, Hırvatistan, Romanya, Yunanistan hatta Mısır ile karşılaştırdığınızda en alt sıralarda.

Durumun böyle olduğu Türklerin mutsuzluğundan da belli değil mi?

Her neyse TESEV’in projesine dönersek, Fikret Toksöz ve yedi, sekiz kişilik genç ekibi aylardan beri yollarda.

Bu sözünü ettiğim illere gidip yerel yönetimlerle, STK’larla, üniversitelerle toplantılar yapıyorlar.

Her ilde izlenen yol şu:

Gelişmişlik haritası çıkartılıyor.

Kamu harcama analizi yapılıyor. Yani kamu parası hangi bölgelerde ve nerede harcanıyor? Bunlar ortaya çıkartılıyor.

İnsanlar aldıkları hizmetten memnun mu diye bir araştırma yapılıyor.

Belediye, STK yani herkesin katılımıyla bir "stratejik plan" çıkartılıyor.

İlin vizyonu ne olacak?

Bu arada belirtmekte yarar var.

TESEV’in bu projesini gerçekleştirmesini yardımcı olan iki şeyden söz etmek mümkün.

Biri, yerel yönetim reformu yasası.

Diğeri, Japon Sosyal Kalkınma Fonu’nun Dünya Bankası aracılığıyla verdiği 1,5 milyon dolar.

Argüden’e "Keşke projeye İstanbul’u da alsaydınız" diyorum.

"O zaman 1,5 milyon doların tümünü İstanbul’a harcamak gerekirdi. belki o bile yetmezdi" diyor.

Fevzi Paşa Mahallesi’nde evlerin yüzde 15’inde niye tuvaletler dışarıda

TESEV’in projesi bazılarınıza soyut gelebilir.

Bu yüzden bazı kalemleri açmak istiyorum.

Örneğin, bu "gelişmişlik haritası".

Nedir bu?

TESEV ekibi elindeki verilerden yola çıkarak illerin sosyal yapılarını inceliyor. Köy ve mahalle bazında gelişmişlik düzeyini haritaların üzerinde belirtiyor.

Her il için 190’na yakın harita yapılmış.

Örneğin, Çanakkale’nın Fevzi Paşa Mahallesi’nde evlerin yüzde 15(inin tuvaletinin dışarda olduğu saptanmış.

Yine aynı mahalle, yüzde 15 ile işsizliğin en yüksek olduğu mahalle.

Okuma yazma oranının en düşük olduğu mahalle.

Niçin?

Zira bu mahalle "roman"ların oturduğu bir bölge.

Harıtadan belli ki "romanlar" kamu hizmetlerine ulaşamıyor.

Fikret Toksöz diyor ki "Bu gerçeği herkes biliyor ama dillendirmiyor. O mahalleye daha az hizmet götürülüyor. Bu haritayı yetkililerin önüne koyduğumuzda kaçış yok".

Yani duymak, bilmek yetmiyor.

Gözleriyle görmek gerek.
Yazının Devamını Oku

Güler: GAZOPEC Türkiye’yi diğer ülkeler kadar etkilemez

6 Şubat 2007
ULUSLARARASI Enerji Ajansı baş ekonomisti Fatih Birol’un Davos’ta yaptığı GAZOPEC uyarısı gerçekleşiyor mu? Umarım gözden kaçmamıştır.

Rusya lideri Vladimir Putin iki, üç gün önce Moskova’da GAZOPEC fikrine "sıcak" baktığını açıkca söylüyor.

Fransız Le Monde Gazetesi bu açıklamayı birinci sayfasına taşıyor.

Avrupa , Gazprom’un giderek daha fazla hissedilen baskısı nedeniyle zaten tetikte.

GAZOPEC yani doğal gaz ihraç eden ülkeler - Rusya, İran, Cezayir, Katar - karteli ise Avrupa Birliği için yeni bir kaygı kaynağı anlamında.

Fatih Birol, Rusya’nın, Cezayir ve İran ile böyle bir karteli oluşturmak için çalışmalar yaptığı yolunda duyumlar aldıklarını söylemişti.

Şimdi Putin’in açıklaması bunu doğrular nitelikte.

Peki GAZOPEC gerçekleştiği takdirde bunun Türkiye’ye nasıl bir etkisi olur?

Soruyu Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler’e yöneltme fırsatı buldum.

Güler
’e göre, Rusya, İran, Cezayir ve Katar böyle bir doğal gaz karteli oluşturmaya karar verdikleri takdirde, Türkiye’nin diğer tüketici ülkelere oranla bir avantajı var.

Bunun ne olduğunu Bakan Güler şöyle açıklıyor:

"Enerji diplomasisinde iki stratejik kavram var. Kaynak coğrafyası ve geçiş coğrafyası. Batı’da tüketilen petrol ve doğal gazın yüzde 70’i doğudan sağlanıyor. Türkiye’nin avantajı geçiş coğrafyasında olması."

Yani bir yanda Bakü-Ceyhan-Tiflis projesi, diğer yanda Nabucco projesi avantajlarımız.

Hilmi Güler, Birol’un "GAZOPEC herkes için kötü olur" tespitine "genel bir değerlendirme" gözüyle bakıyor.

Türkiye’nin geçiş coğrafyası konumu nedeniyle "özel" bir durumu olduğunu ve komşu tedarikçi ülkelerle "özel" anlaşmaları olduğunu sözlerine ekliyor.

Dolayısıyla GAZOPEC gibi bir oluşum Türkiye’yi diğer ülkeler kadar etkilemeyecek.

BİROL İYİMSER DEĞİL

Dün sabah yeniden görüşlerine başvurduğum Uluslararası Enerji Ajansı baş ekonomisti Fatih Birol ise Hilmi Güler kadar iyimser değil.

GAZOPEC oluşturulduğu takdirde Türkiye dahil herkese kendi taleplerini dikte edeceği görüşünde.

"OPEC kurulmadan önce petrolün varili 2 dolardı. Kurulduktan sonra fiyatlar uçtu. Uzun vadeli anlaşmalar kısa vadeli anlaşmalara dönüştü. Aynı şeyler GAZOPEC ile yaşanacak" diyor.

"OPEC üyesi İran’ın petrolde bize bir yararı yok. Komşumuz olduğu halde petrolü bize daha ucuza vermiyor" diye ilave ediyor.

Putin’in açıklamasından sonra GAZOPEC’in kurulmasına bir adım daha yaklaştık.

Bunun Türkiye için ne anlama geleceğini hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

Ayda ortalama 150 YTL’yi bulan doğal gaz faturam GAZOPEC’ten sonra dörde, beşe katlanırsa kötü.

Büyük kár peşindeki şirket çevreci olur mu

HAFTASONU boyunca Paris’te bir araya gelen bilim adamlarının "global ısınma" raporuyla yatıp kalktık.

Kuraklık, yükselen okyanus suları derken raporda "global ısınma"nın daha çok tüketen, daha fazla refah peşinde koşan insanlar yüzünden olduğu iyice ortaya çıktı.

İşin şakası yok.

Sera gazları nedeniyle yeryüzünün 4 derece daha çok ısınması felaket demek.

"Global ısınma" Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nun birinci gündem maddesiydi.

Tartışmalar iş dünyasının neler yapabileceğinde odaklandı daha fazla.

Konuyla ilgili toplantıların birinde de bizlere "Yeşilden Altına" diye bir kitap dağıtıldı.

Kitap Yale Üniversitesi’nden Çevre Hukuku Profesörü Daniel Esty ile aynı üniversiteden Andrew Pinston tarafından yazılmış.

Profesör Esty Dünya Ekonomik Forumu’ndaydı. Dolayısıyla "Yeşilden Altına" kitabıyla ilgili konuşma fırsatı bulduk.

Kitap dört yıllık bir çalışmanın ürünü.

Dünyanın en kárlı şirketlerinin, hem çevreci olup hem kazançlarını nasıl katladıkları etraflı bir şekilde anlatılıyor.

BP örneğin, saldığı karbondioksit gazlarını azaltmak için yeni teknolojiye 20 milyon dolar yatırmış.

Beş yılda 650 milyon dolar tasarruf etmiş.

Kitaba göre, iş dünyasında "yeşil dalga"nın başını çeken global şirketler arasında BP, Shell, Toyota, Lafarge, Sony, Unilever, BASF var.
Yazının Devamını Oku

Coelho: Pamuk, dünyaya Türkleri en iyi anlatacak kişidir

4 Şubat 2007
Paulo Coelho, best-seller bir yazar olmanın yanı sıra usta bir iletişim uzmanı. Öyle içine kapanık yazarlardan da değil. İyi konuşan, dünyadaki gelişmeleri izleyen biri. dünyanın dört bir yanından gelen işadamlarına, CEO’lara bambaşka kapıları aralıyor.

Brezilyalı yazar Paulo Coelho yıllardan beri İsviçre’nin Davos kasabasındaki Dünya Ekonomik Forumu’nun müdavimlerinden.

Davos’a ilk gittiğim yıl tanıştığım kişi./images/100/0x0/55eaa7b0f018fbb8f88e3839

Simyacı, Beşinci Dağ, Işığın Savaşçısının Elkitabı, Veronika Ölmek İstiyor gibi best-seller olmuş kitapların yazarı yıllardan beri Davos’ta ne arıyor diye merak edebilirsiniz.

Ben de etmiştim.

Sonra anladım ki, Paulo Coelho, dünyanın dört bir yanından gelen işadamlarına, CEO’lara bambaşka kapıları aralıyor.

Kendilerini şirketlerinin kárlılığını artırmaya, rekabet sınırlarını zorlamaya ya da ne bileyim marka olmaya adamış insanlara Doğu mistisizminden beslenmiş bir Paulo Coelho’nun katacağı bir şeyler vardır mutlaka.

Ayrıca Paolo Coelho, best-seller bir yazar olmanın yanı sıra usta bir iletişim uzmanı.

Öyle içine kapanık yazarlardan değil o.

İyi konuşan, dünyadaki gelişmeleri izleyen biri.

Baktım, bu yıl katıldığı oturumlar arasında "İşadamları çalışanları ve müşterileriyle hikáye anlatarak nasıl iletişim kurabilir" başlıklı oturuma hayli ilgi olmuş.

Ayrıca bir gerçek daha var ki o du şu: İşadamlarına kendi alanlarının dışında ünlü biriyle tanışmak ilginç geliyor.

Her neyse, bu yıl Davos’un geleneksel ilk gece davetinde karşılaştığım Paolo Coelho bana önce Hrant Dink’i sordu.

Ardından Nobel ödüllü Orhan Pamuk’u.

İLK ÖNCE BEYAZ KALE’Yİ OKUDU

Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nun harareti düştüğünde, Coelho’nun kaldığı otelin lobisinde onunla Pamuk hakkında biraz daha uzun konuşma fırsatı buldum.

Brezilyalı yazar, Orhan Pamuk ile 2002 yılından sonra ilgilenmeye başladığını açıkça söylüyor.

O yıl Pamuk İtalya’nın ünlü edebiyat ödülü Grinzane Cavour’u kazanmış.

Coelho aynı ödülü daha önce kazanmış olduğundan Orhan Pamuk’u okuma ihtiyacını hissetmiş.

İlk olarak Beyaz Kale’yi okumuş.

"Kitabını İngilizce okudum. Çünkü henüz Portekizce’ye hiçbir kitabı çevrilmemişti. Başka kitabını da okumak istedim ama bulamadım."

Oysa bildiğim kadarıyla "Benim Adım Kırmızı" o yıllarda İngilizce’ye çevrilmişti.

Coelho’nun Orhan Pamuk’un kariyerini sıkı takibe başlaması "Beyaz Kale"den sonra.

Politik çıkışlarını da ilgiyle izlediğini söylüyor.

Bu noktada, Coelho ile biraz Ermeni soykırım meselesine giriyoruz.

Coelho, her aydın gibi konuyla yakından ilgili biri.

Ermenistan’ı ziyaret etmiş, bu konuda sayısız şeyler okumuş.

"Soykırım"dan ziyade "1915’teki trajik olaylar" diyor.

"Trajik olayları, 1915’te tam olarak ne olup bittiğini Türk tarafından da öğrenmek isterdim ama bu konuda yayınlanmış fazla kitaba rastlamadım" diye ilave ediyor.

PAMUK BENZERSİZDİR

Orhan Pamuk
ile ikinci kez buluşması Kar kitabıyla.

Üstelik Kar’ın Portekizce çevirisini okumuş.

"Kar, Brezilya’da best-seller. Brezilyalılar Orhan Pamuk’u çok sevdiler" diyor.

Orhan Pamuk’u hangi yazarla karşılaştırabileceğini sorduğumda Coelho’nun yanıtı ilginç: "Pamuk kimseyle karşılaştırılamaz. Kendisini ifade etme yönünden biricik. Benzersiz. Herkesten farklı bir yazar."

"Stili var, kalitesi var. Okurken zevk alıyorsunuz. Sizi sıkmıyor. En önemlisi değerlerinin yanında dimdik duruyor"
diye de ilave ediyor.

Coelho’ya göre, Orhan Pamuk kendini "benzersiz ifade etme" özelliğiyle dünya edebiyatına büyük katkıda bulunmuş.

Unutmayın bunlar bir edebiyatçının değerlendirmeleri.

Bir de Türkleri dünyaya tanıtma meselesi var.

Bakın Coelho bu konuda ne diyor: "Türkiye’yi iyi tanıdığımı sanıyordum. Birkaç kez geldiğimde hem gezme fırsatı buldum, hem de okurlarımla sohbet etme. Ancak Türkleri ancak Orhan Pamuk’u okuduktan sonra derinlemesine tanıdım. Orhan Pamuk, dünyaya Türkleri en iyi anlatacak kişidir. Bunu unutmayın."

Kapari girişimcisi

Dünyanın dört bir yanına ihraç edilmesine rağmen Türkiye’de pek ünlenmemiş bir bitki kapari. Pek çok kişi varlığından bihaber. Daha da ötesi gebereotunun meyvesi olan kapari, ismindeki "geber" kökünden midir bilinmez, başlarda zehirli bir bitki olarak anılmış. Burada kaparinin yüzüne bakılmazken başta İspanya, ABD ve Almanya gibi ülkeler Türkiye’den kapari ithal edebilmek için sırada bekliyor. Türkiye’deki en geniş kullanım alanı kapari salamurası. Burdur’da kendi halinde kapari üretirken işi neredeyse ihtisas yapmaya vardıran aşçı Murat Mıhladız (55) ilginç bir müteşebbis. Sadece kapari salamurası değil, kapari karpuzu salamurası, kapari dalı turşusu, kapari marmelatı, kapari reçeli ve mayonezli kapari sos üretimiyle kapariyi Türkiye’ye sevdirmek için çabalıyor. Kapari reçeli ve marmelatını Türkiye’de ve dünyada ilk kez ürettiğini iddia ediyor, inanmayana Türk Patent Enstitüsü’nden aldığı belgeleri gösteriyor. Kapari konusunda ünü Türkiye’de öyle yayılmış ki, Diyabarkır Belediyesi, AB destekli kapari projesi için bölgede kapari yetiştirebilmek için ondan yardım istemiş. Sonuçta Murat Mıhladız’ın yardımıyla Diyarbakır’a tam 50 bin 300 kapari fidanı dikilmiş. Şermin TERZİ

Murat Mıhladız aşçılığa, İzmir Büyük Efes Oteli’nde bir zamanlar çok ünlü Mengenli aşçı İlyas Türker’in yanında başlamış. Köy Hizmetleri’nde yıllarca aşçılık yapıp emekliye ayrıldıktan sonra, İzmir’de yaşayan ve İspanya’ya kapari gönderen bir firmada taşeron olarak çalışan asker arkadaşı sayesinde kapariyle tanışmış.

Arkadaşı Burdur’da bol miktarda kapari bulunduğunu söyleyince, Murat Mıhladız ilk aşamada yeni tanıdığı bu bitkiden bir kamyon toplayıp İzmir’e göndermiş. Kapari üretme ve pazarlama konusundaki boşluğu görünce girişimci ruhu harekete geçmiş, kendini 1995’ten beri kapari üretimine vakfetmiş.

Türkiye’de neredeyse sadece kapari salamurası üretilirken, yaratıcı aşçı ruhuyla kaparinin başka türlerini de üretmiş. Türk Patent Enstitüsü’nden 26 Ekim 2006’da aldığı belgeyle, kapari reçeli ve marmelatının üretimi artık Murat Mıhladız’a ait. Bunun dışında Tarım Bakanlığı’nın izniyle şimdi de kapari ezmesi ve kapari çayı üretme izni aldı. Ürettikleri arasında kapari karpuzu salamurası, kapari dalı turşusu, mayonezli kapari sosu da var. Ürettiklerini Aşçı Murat etiketiyle pazarlıyor ve en çok İstanbul ile Antalya’ya mal gönderiyor.

Murat Mıhladız’ın Aşçı Murat etiketiyle piyasaya sürdüğü kapari miktarı yıllık 30 ton civarında. Başta İspanya olmak üzere, Almanya ve Kıbrıs’a ihraç ediyor. Almanlar kapariyi özellikle pizza malzemesi olarak kullanıyormuş. Türkiye’nin yıllık toplam 15 milyon dolar değerinde kapari ihraç ettiği tahmin ediliyor. Mıhladız, Burdur’daki beş katlı apartmanın büyük bölümünü depo ve satış ofisi olarak kullanıyor ve 15 kişi çalıştırıyor. Bir de kendisine ait 13 dönümlük kapari fidanlığı var.

BİR DÖNÜM KAPARİDEN 15 BİN YTL KAZANILIYOR

Kapari 50-60 cm.’lik çalımsı, dik ve yatay büyüyen bir bitki. Hemen hemen herkesin bildiği bezelye büyüklüğündeki meyve iki günde oluşuyor. Bu aşamada toplanmayıp zeytin büyüklüğüne gelene kadar bekletilince büyüyor ve kapari karpuzu adını alıyor. Cinsel gücü arttırdığı, idrar sökücü özelliği bulunduğu ve özelikle kan bozukluklarına iyi geldiği iddia ediliyor.

Kaparinin tohumu karıncalar aracılığıyla yayılıyor ve yine karıncaların ağzındaki salgılar sayesinde çimlenerek doğada kendiliğinden yetişiyor. Türkiye’de özellikle Ege ve Akdeniz kıyılarında görülüyor ama güneşi seven kapari hemen her yerde yetişiyor. Fakat kapari doğadan toplandıkça gen kaynakları kayboluyor ve bu nedenle de tarımsal üretime geçmek gerekiyor. Bir dönümden elde edilen kapari 15 bin YTL kazandırabiliyor. İki çeşidi var. Spinosso sahilde yetişiyor ve siyah görünümlü. Daha makbulü ovada yetişen C.Ovata.
Yazının Devamını Oku

Siyasilerden ’Din ve Eğitim’ paneline ilgi yok

2 Şubat 2007
DAVOS dönüşü "global ısınma" meselesine devam edecektim.<br<br>Çünkü bu yıl Davos’a damgasını vuran "global ısınma"yla ilgili söylenecek daha çok şey var. Ekonomiyle ilişkisi, Paris’te biraraya gelmiş bilim adamlarının dün yayınladıkları rapor, yeryüzünün kurtarılması için büyük çaba harcayan ABD eski Başkan Yardımcısı Al Gore’un Nobel’e adaylığı.

Ancak dün sabah ayağımın tozuyla katıldığım bir toplantı "global ısınma" ikinci plana attı.

En azından bugünlük.

Zira, Sabancı Üniversitesi, İstanbul Politikalar Merkezi bünyesindeki Eğitim Reformu Girişimi’nin "Din ve Eğitim" panelinde ele alınan konular kanımca en az "global ısınma" kadar önemli.

"Global ısınma" yeryüzünün, din meselesi de insanların hararetini artırmıyor mu?

Çevrenize bir göz atın.

Dini hoşgörüsüzlükler diz boyu değil mi?

Eğitim Reformu Girişimi, "Din ve Eğitim" ekseninde 2004’ten beri çeşitli kurumlarla çalışmalarını sürdürüyor.

Bu arada bir parantez açmakta yarar var.

Özellikle 11 Eylül’den sonra UNESCO, Avrupa Komisyonu din eğitimiyle ilgili çalışmalarını yoğunlaştırmış.

ABD’de de öyle.

Türkiye de din dersi seçmeli olarak lise ve dengi okullarda 1967 yılında programa girmiş.

1982’de "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" adını almış.

Aynı ders bir, iki değişiklikle 2005 yılına kadar yürürlükte kalmış.

Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı yeni Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi programını uygulamaya başlamış.

Eğitim Reformu Girişimi dün işte bu yeni programı değerlendirdi.

Değerlendirmeyi yapan Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Recep Kaymakcan.

Kaymakcan
’a göre yeni programda olumlu noktalar var.

Aleviliğe yer verilmesi gibi.

Yer verilmiş ama yetersiz bir şekilde.

Diğer dinlere de yüzde 10’a yakın yer verilmiş.

Ancak genel kanı programın her dine ve mezhebe eşit uzaklıkta olması için daha çok yol alınması şeklinde.

Eğitim Reformu Girişimi, yanına çeşitli kişi ve kurumları alarak bu işin sıkı takipçisi.

Dünkü panele siyasi partiler temsilcileri de çağrılmış.

Ne ki, dün siyası partilerden kimseleri göremedik.

TÜSİAD Eğitim Çalışma Komisyonu’ndan tutun, çeşitli ilahiyat fakültelerine, Cem Vakfı’na, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne, AÇEV’e kadar bir sürü kurumun bu konuda söyleyecek sözleri var ama siyasi partilerin yok.

Belli ki siyasi partiler böylesine önemli bir konuya uzak.

Dünya Sosyal Forumu’na Türkiye’den 10 kişi katılmış

BİRKAÇ yıldan beri Dünya Ekonomik Forumu’na paralel olarak, gelişmekte olan bir ülkede yapılan Dünya Sosyal Forumu’nu merak edenleriniz vardır mutlaka.

Kenya’nın başkenti Nairobi’deki Dünya Sosyal Forum ile bilgiyi e-postayla Türkiye temsilciliği göndermiş.

Bir de dünkü Cumhuriyet Gazetesi’nde, Bilkent Üniversitesi’nden Prof. Erinç Yeldan ayrıntılı bir şekilde yazmış.

20-25 Ocak arasındaki Dünya Sosyal Forumu’na yaklaşık yüzbin kişinin katıldığı tahmin ediliyor.

Gündemi yoksulluk, açlık, AIDS ve yeryüzündeki çatışmalar oluşturmuş.

Gelen e-postadan anladığım kadarıyla "global ısınma" biraz daha arka planda kalmış.

Yoksa "global ısınma" daha fazla zenginlerin meselesi mi?

Olabilir.

Yoksulluk ve açlıkla boğuşan insanların pek de umurunda olmayabilir yeryüzünü tehdit eden tehlike.

Erinç Yeldan’ın yazısından, gelişmekte olan ülkelerden sosyal bilimcilerin, akademisyenlerin "sürdürülebilir istihdamı" konuştuğunu anlıyoruz.

Yine Yeldan’a göre, Birleşmiş Milletler’in "Milenyum Kalkınma Hedefleri" arasında olan yoksulluğun 2015 yılına kadar azaltılması için dünya ekonomisinin yıllık kalkınma hızının yüzde 4.5 olması gerek.

Ancak ortalama büyüme bu oranın çok altında.

Erinç Yeldan, TMMOB ikinci başkanı Hüseyin Yeşil, "Küresel Bak"tan Yıldız Önen dahil Türkiye’den Nairobi’ye yaklaşık 10 kişi gitmiş.
Yazının Devamını Oku

Kadir Topbaş da Davos’ta olmalıydı

29 Ocak 2007
DÜNYA Ekonomik Forumu sona erdiğinde her seferinde kafamda "ne kaçırdım" diye bir soru işareti kalır. Bu kadar yoğun bir gündemde kaçırmamak mümkün değil zira.

Global ekonomi, Çin, Hindistan, enerji, siyasilerin basın toplantıları derken ilgilendiğim birçok konuyu es geçmek zorunda kaldığımı fark ediyorum.

Son gün kaçırmamakta direttiğim bir şey oldu her nasılsa:

"Geleceğin şehirlerinin tasarlanması"

Şehircilik bu yıl Davos’un gündeminde en üst sıralardaydı.

Nedenine gelince..

2007 yılında ilk kez yeryüzünde kırsal kesimlerde yaşayanlarla şehirde yaşayanların nüfusu eşitlenecek.

50 yıl zarfında ise dünya nüfusunun üçte ikisi şehirlerde yaşayacak.

Her gün şehir nüfusuna katılanların sayısı 180 bin.

Bu trendin yüzde 95’i gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşiyor.

Geleceğin şehirlerini bugünden planlamak gerek.

Varolanları ise geleceğe hazırlamak.

Belki yeniden tasarlamak.

Global ısınmayı, enerji tüketimini, ulaşımı, büyüyen varoşları hesaba katarak.

Şte bu yüzden bu yıl Davos’ta şehircilikle ilgili sayısız oturum vardı.

ÇİNLİ BELEDİYE BAŞKANI

Londra’nın sivri çıkışlarıyla ünlü Belediye Başkanı Ken Livingstone başta olmak üzere Latin Amerika ülkelerinden, Avrupa’dan ve hatta Çin’den belediye başkanlarını ağırladı Davos.

Kırsal kesimlerden büyük şehirlere akan insanları barındırmak için sürekli yeni şehirler kuran Çin şehircilik alanında iyi yol almış durumda.

6 milyonluk Dalian şehrinin Belediye Başkanı Profesör Xia Deren de yanında İngilizce tercümanı olduğu halde oturumları izledi.

Dalian sizi bilmem ama benim adını ilk kez duyduğum bir Çin şehri.

Bu şehrin belediye başkanı dahi dünyada şehircilikte neler olup bittiğini öğremek için kalkıp Davos’a gelmiş.

Dünyanın en büyük, en muhteşem şehirlerinden 15 milyonluk İstanbul’dan kimse yok.

Şehircilik alanında neler olup bittiğini izlemeden İstanbul acaba nasıl planlanıyor?

10 yıl, 20 yıl sonra İstanbul’un nasıl olacağını bize net bir şekilde söyleyecek bir tek yetkili var mı acaba?

Oysa büyük şehirlerde yaşayanlar nelerin olacağını biliyor.

Tokyo örneğin 2020 yılına kadar yenilenebilir enerjiyi yüzde 20 oranında arttıracak.

Şimdi kullandığı yenilenebilir enerji yüzde 2.7 oranında.

Şehirler "global ısınma"ya karşı planlar yapıyorlar.

Hatta kendi aralarında örgütleniyor.

YEŞİL ŞEHİRLER

Geçtiğimiz ağustos ayında mega şehirleri global ısınmaya karşı örgütlemeye çalışan Clinton İklim Girişimi yetkililerinin Kadir Topbaş ile görüşemediklerini düşünüyorum daÖ

Görüştükleri danışmanın da Clinton İklim Girişimi’nin neler yapmak istediğini anlayıp anlamadıklarından kuşkuluyum.

"Yeşil şehirler" artık dünya gündeminde.

Brezilya’da "yeşil favela" akımı başlamış.

Gecekonduvari konutlar olan favelaların yeşilliklerin ortasında inşa edilmesini belediyeler teşvik ediyormuş.

"Yeşil Gecekonduların" bir yana filan bırakın şehirleri daha yeşil kılmak için yeni mimari tasarımlarda konutların damları bahçe gibi tasarlanıyor.

Biz İstanbul’da nefes alacak bir alan bırakmadık.

Kalan bir avuç yeşil alana inşaat yapacağım diye göz dikenler yarışta.

Worldwatch Enstitüsü 2007 Dünyanın Durumu Raporu’nda "Şehirlerde Geleceğimiz" diye bir bölüm var.

Los Angeles, Cakarta, Bombay, Ürdün’de Petra, İsveç’te Malmö, Kenya’da Nairobi, Melbourne ve daha çok sayıda şehir "vaka" olarak incelenmiş.

Türkiye’de belediyeler başta, şehircilikle ilgilenenlerin www.worldwatch.org adresinden bu raporu okumalarını öneriyorum.

Tony Blair’in konuşmasından çıkartılacak ders

İSTANBUL’un neden Dünyanın Durumu raporunda olmadığını merak edebilirsiniz.

Ya da İstanbul Belediyesi’nden neden kimsenin Davos’a gelmediğini.

Mesela, bu konuyu açtığım Başbakan danışmanı Ahmet Davutoğlu "İstanbul Belediyesi buraya davet edilmemiş mi" diye sordu.

Bence edilmemiştir.

Ama mesele o değil.

Mesele Kadir Topbaş’ın ya da danışmanlarının dünyaya ne kadar açık oldukları.

Şehircilik konusunda global bir ağa dahil olup olmadıkları.

Olsalardı mutlaka Davos’ta bu konunun gündeme geleceğini bilmeleri gerekirdi.

Ondan sonra buraya gelmek kendilerine kalan bir iş.

Bunları Tony Blair’in konuşmasından çıkarttığım ders nedeniyle söylüyorum.

Dünya Ekonomik Forumu’nun kapanış konuşmasını yapan Blair , dünyaya açık olmayı inanan toplumlarla, kapalı toplumlar arasındaki farkın önümüzdeki yıllara damgasını atacağını söyledi.

"Global ısınma, demografi, sosyal değişimler konularında hepimiz aynı gemideyiz" diyen Blair’e hak vermemek elde değil.

Eğer biz "global ısınma", şehircilikte dünya trendlerinden habersiz isek sorarım size kapalı bir toplum muyuz, dünyaya açık bir toplum mu?

Tony Blair’in konuşmasında şu satırların da altını çizdim:

"Özgürlük, demokrasi ve hoşgörüde ortak değerlere sahip değilsek hiçbirimizin geleceği güvenli değil. Zaten bu üçü de adalet olmadığı takdirde yetersiz".

Davos’tan bu yıl aklımda, Tony Blair’in bu anlamlı konuşması ayrıldım.
Yazının Devamını Oku

Davos’ta Gül’e en çok sorulan soru: Irak bölünürse ne

28 Ocak 2007
lurDÜNYA Ekonomik Forumu’nun üçüncü gününde Davos’a gelen Dışişleri Bakanı Abdullah Gül hem Türkiye’nın konu olduğu özel davette, hem katıldığı panelde "Irak bölünürse Türkiye’nin tavrı ne olur" sorusuyla karşılaştı. Önceki gece "Türkiye’nin Siyasi Geleceği" başlığı altındaki yemekli davetin moderatörü El Hayat Gazetesi yazarı Raghida Dergham’ın sivri soruları dikkat çekiciydi.

Gül’e, "Laik bir ülkede İslamcı bir hükümet olmak nasıl bir şey?", "Kürt sorununu nasıl çözeceksiniz?" gibi sorular yönelten moderatör, Irak ile ilgili çeşitli senaryolar saydı.

"Irak’ın Kürt, Şii ve Sünniler arasında bölünmesine Ankara’nın reaksiyonu ne olur?" sorusuna Dışişleri Bakanı "Irak’ın bölünmesine karşıyız. Zira hem ülke, hem bölge daha büyük bir kaosa sürüklenir" dedi.

Gül, dün sabah da Ortadoğu’nun geleceğini tartışıldığı panelde Washington Post yazarı David Ignatius’un aynı sorusuyla karşılaştı.

Abdullah Gül’e bu soruları yönelten sadece sözünü ettiğim iki gazeteci-yazar olmadı.

Türkiye davetinin katılımcılarından biri, "Yugoslavya bölündü, Sovyetler Birliği bölündü neden Irak da bölünmesin" sorusunu Gül’e yöneltti.

Aynı davette hem Abdullah Gül’e, hem ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’a Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği soruldu.

Gül’ün bu soruya cevabı ise şöyle oldu:

"AB ile müzakereler sürecindeyiz. Süreç çeşitli nedenlerle yavaşlamış olabilir ama bizim hedefimiz değişmedi. AB’ye tam üyelik hedefinden şaşırmadık."

Gül
ve Babacan’ın yanı sıra Başbakan’ın danışmanı Ahmet Davutoğlu ve Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın da katıldığı davette ilginç bir gelişme yaşandı.

Davos’un müdavimlerinden olan Aziz Zapsu, moderatörlük rolünü Raghira Dergham’dan "çalmaya" kalkıştı.

Ve sorduğu üç soruyu sırasıyla Gül, Babacan ve Davutoğlu’nun yanıtlamasını istedi.

Dergham usta bir manevrayla moderatörlüğünü geri alarak Avrupa Birliği üyeliği hüsrana uğradığı takdirde Rusya’yla örneğin bir yakınlaşma olup olmayacağını sordu.

EN KÖTÜ SENARYO

Doğuş
Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk’in de konuşmacı olarak katıldığı Türkiye davetinde Abdullah Gül’ün şu sözlerinin altını çizmek gerek.

Seçimlerle ilgili soruyu cevaplayan Dışişleri Bakanı, "AKP için en kötü senaryo gerçekleşse bile Türkiye özellikle yabancı yatırımcılar için güvenli bir yer olmaya devam edecekti. Ama ben inanıyorum ki kamuoyu bizim devam etmemizi istiyor" diye yanıtladı.

Ortadoğu panelinde ise Gül’ün Suriye’nin Ortadoğu barış müzakereleri sürecine dahil edilmesi önerisi diğer panelistler tarafından olumlu karşılandı.

Gül, Suriye ile İsrail arasındaki bir diyaloğun ABD tarafından cesaretlendirilmesi gerektiğini söyledi.

Amerikalı demokrat senatör John Kerry, İran eski başkanı Hatemi’nin de katıldığı oturumda ABD-İran ilişkisi gündeme geldi.

David Ignatius’un sorularını direkt olarak yanıtlamayan ve konuşmasını nedense hem felsefi bir düzeyde yapan Hatemi iki büyük ülke diye tanımladığı İran ve ABD arasında bir yakınlaşmanın bölge için iyi olacağını söyledi.

Neticede, yıllardan beri Davos’un gündeminde olan Ortadoğu sorunu bu yıl da çeşitli panelerde masaya yatırıldı.

Batı neden Rusya’dan çekiniyor

DÜN bu sütunlarda Davos’a İngiliz çıkarmasından söz etmiştim.

Tam bu satırları yazdığım sırada Kongre Sarayı’nda kafeye benzer küçük bölümde yanıma İngiltere Başbakanı Tony Blair oturmaz mı?

Yanındakilerin bir kahve getirdikleri Tony Blair ile selamlaştık.

Ciddi ciddi bir şeyler okuyup herhalde ikili buluşmasına gitti.

Her neyse İngilizler’den başladım Ruslar’la devam ediyorum. Bu yıl Davos’a gerçek bir Rus çıkarması var.

Başbakan Yardımcısı Dimitri Medvedev’in heyetinde tam 43 kişi var.

Bu arada bu Medvedev ile dün sözünü ettiğimi Gazprom Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Aleksander Medvedev arasında hiçbir akrabalığın olmadığını belirtmeliyim.

Her iki Medvedev de "Batı neden Rusya’dan korkuyor" sorusuna muhatap oldu.

Aleksander Medvedev’e Gazprom soruldu, diğer Medvedev’e ise devletin ekonomi üzerindeki rolü.

Geleceğin Rus lideri gözüyle bakılan "bebek yüzlü" Dimitri Medvedev Rusya konulu panelde devletin rolünün "pragmatik" olması gerektiğini söyledi.

En az Hatemi kadar felsefi bir boyutta konuşan (İranlılarla Ruslar bu konuda çok başarılı) Dimitri Medvedev, Rusya’nın negatif imajının nedenini iletişimsizliğe bağladı.

Medvedev’e göre, Rus şirketleri global ekonomide daha fazla rol oynamaya hazır.

Panelden sonra basın toplantısında Medvedev’e Türkiye Rusya ilişkilerine sordum.

İki ülke arasında enerjiden, bilişim teknolojilerine, turizme kadar birçok alanda iyi işbirliği olduğunu söyledi.

Rusya’da büyük bir patlama yaşamakta olan konut sektöründe ise Türk inşaat şirketlerinin büyük işler aldığını da sözlerine ekledi.

Sarkozy’nin Davos’a gelmeme nedeni

DAVOS’ta bugünlerde duyduğum bir dedikoduyu aktarmak istiyorum.

Bildiğiniz gibi Merkel geldi.

Blair burada hatta İngiliz muhalefet lideri David Cameron da Davos’ta.

Fransa’dan önemli bir sima ise yok.

Her yerde boy göstermeye bayılan, cumhurbaşkanlığına yakın adaylardan İçişleri Bakanı Nicholas Sarkozy mesela gelebilirdi ama yok. Hatta cumhurbaşkanlığına seçilse bile Davos’a adım atmayacağı söyleniyor.

Nedenine gelince, Davos’un tüm lojistiğini sağlayan "Publicis Events"in başındaki Richard Attias, Sarkozy’nin eşi Cecilia’nın eski sevgilisi.

Cecilia Sarkozy Richard Attias nedeniyle geçtiğimiz yıl evini terk etmiş.

Sarkozy’nin buraya gelip Attias ile burun buruna gelme ihtimalini düşünebiliyor musunuz?
Yazının Devamını Oku