Gila Benmayor

Yoksa siz hálá sigara mı içiyorsunuz?

6 Ocak 2008
Anneannem sıkı bir sigara tiryakisiydi. Ceplerinden asla "Gelincik" paketi eksik olmazdı. Sigara paketi hep elinin altında olsun diye özellikle cepli giysiler seçtiğinden kuşkulandığım olmuştur. Gazete ve kitaplarını saçtığı yatağında dahi sigara içme sevdası yüzünden birkaç kez ölümün eşiğinden dönmüştü.

Sigarayı bırakmak zorunda kaldığı zaman, sigara tüttüren birinin yanına usulca yaklaşarak, gözlerini kapatıp dumanı ciğerlerine çektiğini hatırlıyorum. Anneannemin tiryakiliği ne anneme geçti, ne bana. Kızım ise tanıdığım çoğu genç insan gibi gerçek bir sigara düşmanı.

Peki sigaranın tamamıyla hayatımızdan çıkma ihtimali var mı?

Türkiye’de sigara yasağının genişletilmesi nihayet onaylandı. Sanırım dört ay sonra yürürlüğe konacak. Yasak sevmeyen bir millet olarak neler yaşayacağımızı doğrusu merak ediyorum.

Fransa’da ve Almanya’da ise 1 Ocak’tan itibaren barlarda, lokantalarda, diskoteklerde sigara içmek artık yasak.

LOKANTACIYA 1000 EURO CEZA

Yasağa uymayanlara para cezası var. Fransa’da sigara yasağını delenlere para cezası 68 ile 135 Euro arasında değişiyor. Almanya’da para cezasını eyaletler belirliyor. Berlin’de yasağa uymayan bir lokanta sahibi 1000 Euro cezaya çarptırılabilecek.

Sigarada nereden nereye geldik derseniz...

Bir kere para cezası...

Yüzyıllar öncesi tütünün yasak olduğu dönemlerde, Çin’de mesela içenler idam cezasına çarptırılırmış. Sonra tütün tacirlerinin, sigara imalatçılarının üstün geldiği bir dönem de gelmiş. Şimdi ise yasaklarla, para cezalarıyla sigara şirketlerinin parlak günleri geride kaldı gibi...

Önümde duran bir Fransız dergisi "Sigara öyküsünün sonu" diye bir başlık atmış. İlginç bir şey yapmış. Sigara ya da puroyla poz veren ünlülerin sigaralarını birer sarı çiçeğe dönüştürmüş. Kimler yok ki ünlülerin arasında: General De Gaulle, Jacques Brel, Albert Camus, Serge Gainsbourg, Che Guevara, Brigitte Bardot, Robert Mitchum, Uma Thurman.

SİGARAYLA POZ VERMEK

Fotoğraflara bakarken şunu düşündüm: Günümüzde sigara içen ünlülerin sayısında azalma mı var?

Yoksa artık sigarayla fotoğraf çektirmek trend dışı mı oluyor?

Durum böyleyse sigaraya savaş açanlar bayağı başarılı olmuş.

Bir dönem Alman aktris Marlene Dietrich’in, ABD’nin eski oyuncu-başkanı Ronald Reagan’ın sigara ilanları için poz verdiğini düşünürseniz....

1940’lı yıllardan itibaren gazete ve dergilerde yayınlanan sigara ilanlarının ölçüsü 1960, 1970 ve 1980’li yıllarda çığrından çıkmış.

Elimin altındaki dergide bir sigara markasının verdiği ilan akıl alır gibi değil.

"Doktorlar şu markayı diğer markalara tercih ediyor..."

Doktorlar dahi sigara ilanlarına alet olmuşlarsa gerisini siz düşünün. Doktorlu ilanlardan sigara reklamının yasaklandığı günlere gelmişiz şükür.

Sigaranın hayatımızdan tümden çıkma ihtimali beni ancak mutlu eder...

Hem sağlık açısından, hem güçlü tütün lobilerine karşı kazanılmış bir zafer açısından. İnsanların böyle zaferlere de ihtiyaçları var.
Yazının Devamını Oku

Havalimanı işletmeciliğinde yeni bir marka doğuyor: ICF

4 Ocak 2008
SİBİRYA’dan soğuklar gelmeden önce Antalya’daydım. Yeni yılı güneşli bir havayla karşıladığım Antalya’da havalimanına indiğinizde "ICF Airports" yazısı derhal dikkatinizi çekiyor.

İstanbul, Yeşilköy’de "TAV" yazısını gördüğünüz gibi.

"ICF" Antalya havalimanı işletme ihalesini kazanan IC Holding ile Alman Fraport’un baş harflerinden oluşuyor.

ICF, yurtdışında da son derece başarılı bir performans çizen TAV’a rakip mi?

Soruyu ICF Airports’un genç Genel Müdürü Murat Soğancıoğlu’na yöneltiyorum.

"TAV sektörün öncüsü. Elbet hedefimiz TAV gibi olmak hatta onu geçmek" diyor.

Antalya Havalimanı’nı 17 yıllık bir süreyle işletme yarışını TAV’ı geride bırakarak 3.2 milyar dolara kazanan ICF Airports’un öncelikli hedefleri neler?

Sorunun cevabına geçmeden önce Soğancıoğlu’nun verdiği bir bilgiye değineceğim.

Antalya Havalimanı’na gelen turist sayısı 2007 yılında Atatürk Havalimanı’na gelen turist sayısını geçmiş durumda.

Antalya’ya İstanbul’dan 800 bin fazla turist gelmiş.

Bu fark Antalya’nın turizmdeki önemini ortaya koymaya yeter de artar bile.

Soruya dönersek, Soğancıoğlu, "Antalya’ya tarifeli direkt dış uçuşların sayısını artırmak istiyoruz" diyor.

Zira bu Antalya’ya daha kaliteli ve zengin turistin gelmesi demek.

Ayrıca turizmin 12 aya yayılması da demek.

Soğancıoğlu müjdeli haberi veriyor.

İngiliz Havayolları BA önümüzdeki günlerde Londra’dan Antalya’ya direkt uçuşlarına başlıyor.

İngiliz golf oyuncusunun Antalya’ya zahmetsiz uçması için hiçbir engel yok.

İşin hoş yanı şu: İngiliz Havayolları’yla Antalya’dan New York’a uçmak mümkün.

ICF Airports’un ikinci önceliği ise iç hatlar terminalinin yenilenmesi.

100 milyon Euro’luk bir yatırımla iç hatlar üç yıl zarfında yenilenecek.

"Antalya giderek gelişen bir şehir. Biz de bu tablonun bir parçasıyız. Turizmcilerle, otelcilerle, şehrin resmi yetkilileriyle hep birlikte aynı yolda yürüyoruz" diyor Soğancıoğlu.

Peki ya yurtdışı ihaleleri?

ICF’ın Alman ortağı Fraport dünyanın sayılı havalimanı işletmecileri arasında.

Frankfurt Havalimanı’nın yanı sıra Hindistan, Bulgaristan, Mısır gibi yerlerde faaliyet gösteriyor.

Dolayısıyla ICF’nın önümüzdeki dönemlerde yurt dışında da adından söz ettireceği kesin gibi.

TAV CEO’su Sani Şener yurt dışı ihaleleriyle ilgili "Koku aldığım her yere gidiyorum" demişti.

ICF Airports’un Genel Müdürü Murat Soğancıoğlu bir süre sonra aynı şeyi yaparsa hiç şaşmam.

Günlüğü 5 bin dolar olan villanın müşterisi Ruslar

SOĞANCIOĞLU ile sohbette IC Holding’ın Antalya’daki otellerinden Green Palace’ın Genel Müdürü Noyan Kitapcı da var.

ABD’de Four Seasons otellerinde de çalışmış olan Noyan Kitapcı Antalya turizminin nereye gittiğini anlamak için en doğru adres.

Antalya turizmini anlatmak için sık kullanılan "güneş, kum, deniz" üçlemesinin bir adım ötesine nasıl geçtiklerini anlatıyor.

"Anahtar sözcük hizmet" diyor.

IC Green Palace’tan örnek vererek görevlilere İngilizce ve Rusça eğitim verdiklerini anlatıyor.

2008 yılında 20 bin ek yatağın devreye gireceği Antalya’da alt yapı kadar önemli sorun hizmet sektöründe eleman sıkıntısı.

Otelcilik okulları ne kadar çok mezun verse de ihtiyacı karşılamaktan uzak. O zaman çare Kitapcı’nın dediği gibi işverenin bizzat eğitim vermesi.

Kitapcı, Green Palace Oteli’nin bünyesindeki villalarda daha özel bir hizmet verildiğini söylüyor.

Günlüğü 5 bin dolar olan villaları kiralayanlar, havaalanından VIP karşılandıktan sonra kaldıkları sürece 24 saat boyunca özel bir hizmetten yararlanabiliyorlar.

Peki günlüğü 5 bin dolar olan villaların müşterileri kimler?

"Genellikle Ruslar" diyor Kitapcı. Dört ayrı konseptte tasarlanmış olan villaları 1.5 aylığına da kiralayanlar varmış. Bu durumda Rus işadamları hafta sonlarında Moskova ile Antalya arasında mekik dokuyormuş.

Böyle bir hizmet verdikten sonra zengin Rusların Fransız Riviera’sı yerine Antalya’yı seçmelerine şaşmamak gerek.

Üstelik Moskova ya da Saint Petersbourg ile Antalya arası mesafe çok daha kısa.

Antalya dünyanın yükselen yıldızı olacak

SOĞANCIOĞLU ile Kitapcı haklı olarak Antalya’daki gelişmeleri çok yakından izleyen iki isim.

Gelen sayısı, otellerin doluluk oranları hayatlarının ayrılmaz parçası.

Ancak Antalya’nın başka gerçekleri de var.

Benim gibi iki, üç gününü bu şehirde geçiren biri neler yaşıyor? Neler görüyor?

Olumsuz noktaları sayıyorum hemen.

Antalya’nın havası kirli, trafiği berbat ve en önemlisi yapılaşma felaket.

Hele Lara’dan Kundu’ya doğru giderken öylesine korkunç bir yapılaşma var ki insan "Doğanın bu kadar güzel olduğu bir yer nasıl bu kadar çirkinleştirilebilir" diye üzülüyor.

Ne ki, Antalya’nın genç ve başarılı Belediye Başkanı Menderes Türel iyimser.

"Göreceksiniz" diyor "Antalya dünyanın yükselen yıldızı olacak."

Dediği gibi dünyanın en nitelikli tatil köyleri burada.

Ama çirkin yapılaşma?

Türel, "Geçmişten ders alıyoruz. O gördüğünüz yapılaşmanın imar planları yıllar öncesine dayanıyor. Hatalar yapılmış. Yeni planlanan alanlarla 10 yıl sonra bambaşka bir çehresi olacak Antalya’nın" diyor.

Gerçekten gezdiğimiz Kaleiçi’nde hummalı bir altyapı çalışması vardı.

Kirli hava doğalgazla azalacakmış.

Menderes Türel, şehrin geleceğini turizmin yanı sıra ticaret, alışveriş ve tarımda görüyor.
Yazının Devamını Oku

’Çalışan kadın aldatır’ denilmeyecek bir ülkede yaşamak

1 Ocak 2008
BUGÜN yeni yılın ilk günü.<br><br>Hrant Dink cinayetiyle başlayan, Butto suikastıyla veda eden kötü ama çok kötü bir yılı geride bıraktık nihayet. Yeni yılın birinci günü sırtımı karanlığa çevirmek istiyorum.

Yüzüm aydınlığa baksın.

Hepimiz öyle yapsak.

Sırtımızı karanlığa çevirip, yüzlerimizi aydınlığa doğru uzatsak.

Pakistan’daki kaos, ona benzeme kaygılarımız, diğer korkularımız hep geride kalsa.

Sözü hiç uzatmadan söyleyeceğim.

Pakistan’ın Avrupa Birliği ümidi yok ama bizim var.

Avrupa Birliği üyeliğinin Türkiye’nin en büyük şansı olduğunu hepimiz görebilsek.

Siyasi istikrar, insan hakları, hukuk düzeni, refah.

2008 yılında Avrupa Birliği’ne daha çok asılmak için fazlasıyla neden sayabilirim.

"Peki üyelik benim günlük hayatıma neler katacak" derseniz.

Yılın son günlerinde Açık Toplum tarafından desteklenen bir araştırma işte tam da bu sorunun cevabını veriyor.

İlk kez AB üyeliğinin "günlük hayatımızı" nasıl etkileyeceği bu kadar çok yönlü araştırılmış.

Araştırmada günlük hayatımızı etkileyecek 100 kalem mevcut.

Bunlar "Temel Haklar", "Kadınlar", "Çocuklar", "Tarım ve Hayvancılık", "Gıda Güvenliği", "Çevre" gibi başlıkların altında.

GIDA GÜVENLİĞİ NE DURUMDA

Bu yüz kalemden bazılarına Türkiye uyumlu, bazılarına hiç değil.

Bazılarına ise kısmen uyumlu.

"Gıda Güvenliği" başlığı altındaki kalemlere şöyle bir baktım.

Çoğu kalemde Türkiye "kısmen uyumlu".

Süt sağarken hijyen koşulları, mezbahalarda kullanılan bıçaklar gibi maddelerde daha alınacak yol var.

Benim yakından ilgilendiğim "genetiği değiştirilmiş organizmalara sıkı denetim" kaleminde "uyumsuz" görünüyor Türkiye.

Geçenlerde Tarım Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkiliye sormuştum bu konuda ne durumda olduğumuzu?

Türkiye’de "genetiği değiştirilmiş organizmalar" olmadığını söylemişti.

Denetim yoksa ya da eksik ise nasıl emin olunabilir?

"Uyumsuz" kalemler en çok "Tarım ve Hayvancılık", "Çalışma Hayatı", "Engelliler" başlıklarında toplanmış.

KADIN HAKLARI UYUMLU AMA

Bir sevindirici haber şu:

"Kadınlar" başlığının tüm kalemleri "uyumlu" görünüyor.

Mesela;

Evlilik içi cinsel saldırı artık suç.

Tecavüzcü artık mağdurla evlenerek cezadan kurtulamıyor.

Kadınlar çalışmak için artık kocalarından izin almak zorunda değil.

Evet görünen o ki artık kadın haklarında bayağı yol almışız şükür.

Ama iş bununla bitmiyor esas önemli zihniyetler nasıl değişecek?

"Çalışan kadın aldatır" diye vaaz veren imam ne olacak?

Haberi görmüşsünüzdür mutlaka.

Beylikdüzü’ndeki Fatih Sultan Mehmet Camisi’nin imamı "Kadın nefsine hakim olamaz. Kadınlarınızı çalıştırmayın" demiş geçen cuma günkü vaazında.

İşte bu yüzden diyorum ki, 2008 yılının birinci günü karanlığa sırt çevirerek, kafamızı aydınlığa doğru çevirelim?

Ve bundan hiç vazgeçmeyelim.

Herkese mutlu yıllar.
Yazının Devamını Oku

Medeniyetler ittifakını karikatüristler sürdürecek

30 Aralık 2007
Fransız karikatürist Plantu, Le Monde Gazetesi’nin birinci sayfasına çizer, müthiş esprilidir. Plantu bugünlerde çok meşgul: Yakından tanıdığı eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile bir proje üzerinde çalışıyor. Projenin adı "Barış İçin Karikatür".

Fransız karikatürist Plantu tanıdığım en tatlı insanlardan biri. Le Monde Gazetesi’nin birinci sayfasındaki karikatürleri müthiş esprilidir. Hem naif, hem de zariftir.
/images/100/0x0/55eb4851f018fbb8f8b725e2
Plantu Türkiye’yi yakından tanır. Bundan, yedi sekiz yıl önce onunla bir İstanbul ziyareti sırasında tanışma fırsatı bulmuştum. Ondan iki zamanın cumhurbaşkanı ve başbakanı Demirel ve Ecevit’in karikatürlerini çizmesini rica etmiştim.

Plantu bir saniye zarfında, bir iki çizgiyle önüme iki politikacının nefis karikatürlerini koymuştu.

Demirel’i Chirac ile buluşturmuştu. İki liderin arasında minik kalpler uçuşuyordu.

Ecevit’in ise bir elinde Türk, diğerine Fransız bayrağı vardı.

Köprülerin altından çok sular aktı. Ne günlerden bugüne geldik.

Yarın Plantu, Fransa cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı çizmeye kalksa minik kalplerin yerini neler alır doğrusu merak ediyorum.

TÜRKİYE’DEN RAMİZE ERER

Her neyse, Plantu bugünlerde çok meşgul: Yakından tanıdığı eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan ile bir proje üzerinde çalışıyor. Projenin adı "Barış İçin Karikatür".

Plantu
bu projesinde yalnız değil. Fransa’dan başka meslektaşlarının yanı sıra ABD, Danimarka, Belçika, Cezayir, İsrail, Filistin ve Türkiye’den karikatüristler var yanında.

Türkiye’den kim mi var?

Radikal Gazetesi çizeri Ramize Erer.

Le Monde
Gazetesi’nden okuduğuma göre Fransızlar Ramize Erer’in karikatürlerini son derece "cesur" buluyor.

Gerçi gazetenin yayınladığı Erer’in karikatüründe bir çeviri hatası vardı ama neyse...

Annan’ın girişimiyle ilk kez 2006’da New York’ta bir araya gelen bu karikatürist grubu şimdi vakıf oluşturmak için iki ayda bir buluşuyor.

Plantu "Hoşgörüsüz kişiler Batı ile İslam dünyasını ayırmak istiyor. Biz kalemlerimizle köprü oluşturuyoruz" diyor.

Plantu’ye soruyorlar: "Medeniyetler çatışması çalışmalarınız sayesinde başarısızlığa uğrar mı?"

"Evet, neden olmasın... Projemiz iyi sonuç verebilir" cevabını veriyor...

MEDENİYETLER İTTİFAKINA NE OLDU?

Peki Türkiye’nin önemsediği Medeniyetler İttifakı’na ne oldu?

Yoksa yine Annan’ın girişimiyle, İspanya Başbakanı Zapatero ile Başbakan Erdoğan’ın birlikte başlattığı Medeniyetler İttifakı’ndan ümit kesildi mi?

Bana sorarsanız, Türkiye son dönemde Hıristiyan din adamlarına yönelik saldırılarla bu ittifak konusundaki inanılırlığını giderek yitiriyor.

Gerçi Zapatero ile Erdoğan önümüzdeki 15-20 gün içinde Madrid’de biraraya geliyor. Ama dediğim gibi bu işten pek ümitli değilim.

Birleşmiş Milletler de öyle gibi... Baksanıza "Medeniyetler İttifakı"nın karşısına "Barış İçin Karikatür" projesini çıkartmış. Hangisi tutarsa vaziyeti.

Bu arada iyi haber şu: Nicedir uluslararası karikatür yarışmaları düzenleyen Aydın Doğan Vakfı Birleşmiş Milletler’den davet almış.

Önümüzdeki mart ayında New York’ta "Dünya Barışı İçin Karikatür Sanatı" sergisini açıyor.

Vakıf, uluslararası yarışmalarında ödül alan 42 karikatüristle sergiye katılıyor.

"Medeniyetler İttifakı"nı kimin başaracağını göreceğiz. Politikacılar mı? Yoksa karikatüristler mi?
Yazının Devamını Oku

Biyoyakıt 300 bin aileye geçim kapısı olabilir

28 Aralık 2007
TÜSİAD’ın dün sabahki "Enerjide Arz Güvenliği" Konferansı’ndan önce sabah kahvaltısında bir grup gazeteci Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler ile biraraya geliyoruz. Kahvaltıda OECD bünyesindeki Uluslararası Enerji Ajansı Baş Ekonomisti Fatih Birol ile TÜSİAD Enerji Çalışma Grubu Başkanı Ahmet Cemal Dördüncü var.

Öğrencilik yıllarını İstanbul’da geçirmiş olan Birol yıllar sonra TÜSİAD’ın davetlisi olarak burada.

Güler ve Birol’a hem global hem Türkiye’nin enerji politikaları üzerine sorulacak tonlarca soru var. En son konu elektrik zammı örneğin.

Güler elektrik zammının fazla olduğu görüşüne karşı çıkıyor.

Hesaplarına göre, eski yıllarda asgari ücretlinin maaşının yüzde 20’si elektriğe giderken, şimdi zamlarla yüzde 8’i gidiyor.

"Avrupa’nın en ucuzu kaldık" diyor.

Peki global enerji konusunda da en sıcak konular neler?

Birol sayıyor. Petrol fiyatı, Çin, Hindistan gibi aktörlerin sahneye girmeleri.

Bu yıl Davos’ta Almanya Şansölyesi Merkel’in yöneteceği enerji oturumunda petrol fiyatının 200 dolara dayanma olasılığı tartışılacakmış.

Çin ve Hindistan tüm hesapları altüst etmiş durumda.

Fatih Birol, "kömür" örneğini veriyor.

2005 yılı sonu Avrupa’ya gelen kömürün tonu 40 dolar iken şu anda 140 dolar.

Bu tamamiyle Çin yüzünden. Ekonomisi giderek büyüyen Çin’in enerji ihtiyacı da buna koşut büyüyor.

Önümüzdeki yıllarda daha da büyüyecek.

Çin Afrika’daki bazı kaynakları kapatmış durumda.

Türkiye’ye dönersek...

2008 EN-VER YILI

Hilmi Güler
’in üzerinde önemle durduğu birkaç konu var.

Kamuoyuna kısaca En-Ver diye tanıtılan "Enerji Verimliliği" Projesi.

Hesap ortada.

Türkiye OECD ülkelerinin 2 katı, Japonya’nın ise 4 katı enerji kullanıyor.

Bırakın evdeki tüketiciyi, pahalılıktan şikayet eden sanayici de enerjiyi verimli kullanamıyor.

2008 yılı En-Ver yılı olacakmış.

Amaç Türk halkına enerjiyi doğru kullanmayı öğretmek.

Öncelikli hedef öğrenciler yani çocuklar.

Güler, "Yüzde 30 oranında bir enerji verimliliği sağlansa bu 2.5 Atatürk Barajı anlamına gelir" diyor.

Diğer önemli konu enerji kaynaklarını çeşitlendirmek.

Türkiye’nin ihtiyacı doğal gaz, su ve kömürden sağlanıyor.

Güler’e göre bu "dengesiz" bir durum.

Bakanlığın önünde şimdi "yenilenebilir enerji" ve "nükleer enerji" opsiyonları var.

Rüzgarla bir çıkış yapan "yenilenebilir enerji"nin gündeminde "biyoyakıtlar" ve "jeotermal" var.

"Biyoyakıtlar", hem bitkisel atıklardan, hem de mısır, şeker kamışı, şekerpancarı gibi ürünlerden elde ediliyor.

Brezilya bu konuda bir numara.

Hilmi Güler
’in dediğine göre, Türkiye’de boş alanlarda şeker pancarı gibi ürünler ekerek hem "biyoyakıt" elde etmek, hem 300 bin aileye istihdam sağlamak mümkün.

Enerji Bakanlığı bu konuda hem Tarım, hem Maliye bakanlıklarıyla çalışmalar yürütüyormuş.

İstikbal göklerde değil derinlerde

JEOTERMAL’e gelirsek, Hilmi Güler, Atatürk’ün "İstikbal göklerde" sözüne atıfta bulunarak "Artık istikbal derinlerde" diyor.

Jeotermal rezervlerinde Avrupa’da birinci, dünyada ise 7’inci sıradayız.

Bu yüzden Enerji Bakanlığı, rüzgar kampanyası gibi 2008 yılında bir "jeotermal kampanyası"na hazırlanıyor.

Türkiye’nin "Jeotermal Haritası" çıkartılacak.

Güler, bir süre önce sondaj makineleri üreten 19 firmayla görüşmüş.

"Jeotermal rezervleri için 2 bin, 3 bin metre derinliğe inebiliriz" diyor.

Türkiye’de jeotermal kaynaktan ısıtılan seralar Güler’i çok etkilemiş.

Bir de İzlanda’yı "çok cici bir örnek" diye veriyor.

İzlanda hem jeotermal rezervlerinden yararlanıyor, hem hidrojen arabalar kullanıyor.

Hidrojen meselesinde ise İstanbul’da bir hidrojen merkezinin kurulmakta olduğunu dikkat çeken Bakan Güler, "Hidrojende sessiz ve derinden gidiyoruz" diyor.

Fatih Birol üç yıl önce En-Ver’e dikkat çekmişti

DAVOS sayesinde Uluslararası Enerji Ajansı’nın baş ekonomisti Fatih Birol ile tanışıklığım üç yıl öncesine dayanıyor.

Birol ile ilk söyleşimiz 2005 yılı ocak ayında.

Sonraki iki yıl da sohbet imkanımız oldu.

Dönüp eski yazılarıma baktım.

İlk konuşmamızda, yani 2005 yılında Türkiye açısından üzerinde önemle durduğu iki şey vardı:

"Enerji Verimliliği" ve "Yenilenebilir Enerji"...

Daha sonraki konuşmalarımızda Birol, Türkiye’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi gerektiğine dikkat çekiyordu.

Dün sabah Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler ile kahvaltılı sohbette dikkatimi çekti.

Fatih Birol ile bu peşpeşe üç yıl konuştuğumuz şeyler nihayet enerji gündemimizin ilk sıralarında.

Üç yıl öncesine gidersek, ilk buluşmamızda merak edip "Ankara sizin bilgi ve deneyiminizden yararlanıyor mu?" diye sormuştum.

Birol biraz buruk "Japonya Hükümeti bile benden daha fazla yararlanıyor" cevabını vermişti.

Ama şimdi görüyorum ki durum değişmiş.

Başta Enerji Bakanlığı Fatih Birol’un Ankara ile iyi bir diyaloğu var.

Birol’u İstanbul’da dinlemek güzeldi.
Yazının Devamını Oku

Baklavanın hedefi AB olmalı

25 Aralık 2007
ÖNCELİKLE Gaziantep Sanayi Odası’nı kutlamak gerek.<br><br>Hem Türk Patent Enstitüsü’nden baklavayı tescil ettirdiği için, hem bayram seyran demeden bu müjdeli haberi duyurduğu için. Dün Gaziantep Sanayi Odası Başkanı Nejat Koçer’i Ankara’da yakaladım.

Sabahtan beri telefonu tebrik edenlerden bir saniye susmamış.

Koçer’in dediğine göre, "Gaziantep Baklavası"nın tescili için Türk Patent Enstitüsü’ne başvuru tam 2.5 yıl önce.

Gaziantep’in baklavanın tescilini alması tam 2.5 yıl sürmüş.

İnanılmaz uzun bir süre. Nedenini anlamış değilim.

Geçenlerde "lokumu" tescil ettirmiş olan Kıbrıs Rum kesiminin baklavada da iddiası vardı.

Koçer, "Kıbrıslı Rumlar baklavaya sahip çıkmadan çok önce yola çıktık. İçine konacak Antep fıstığından, şerbetine, tepsisine kadar her şeyiyle tescilini aldık" diyor.

Peki bu aşamadan sonra ne olacak?

Sanayi Bakanlığı’nda hemen yılbaşı ertesi yapılacak bir törenden sonra Gaziantep Sanayi Odası tescil için Avrupa Birliği’ne başvuracak.

Yani ilk aşamada ürün kendi ülkesinde "coğrafi işaret" alıyor ve tescil ediliyor.

İkinci aşamada ise Avrupa Birliği ya da uluslararası düzeyde.

Nejat Koçer’in dikkat çektiği şu nokta önemli.

ANADOLU’DA TESCİL YARIŞI

Anadolu’da şehirler kendi değerlerine sahip çıkmak için "tescil"yarışında.

Gerçekten geçenlerde Siirt’e yaptığım ziyaret sırasında verilen kitapçıkta dikkatimi çekmişti.

Siirt, Türk Patent Enstitüsü’ne bakın hangi ürünlerini tescil ettirmiş:

Siirt Battaniyesi, Siirt Fıstığı, Siirt Büryan Kebabı, Perde Pilavı, Pervari Balı.

Bu ürünlere bu aşamadan sonra Anadolu’da başka bir şehrin çıkması mümkün değil.

Doğrusu şu patent, tescil gibi konular oldukça karmaşık.

Kıbrıslı Rumlar "lokuma" sahip çıkmış.

Daha önce Bulgarlar "yoğurdu", Yunanlılar "beyaz peyniri" sahiplenmişti.

Avrupa Birliği’ne gidip ürünleri tescil ettiriyorlar.

Peki biz neden meselá yüzde yüz bize ait olan yoğurda sahip çıkamıyoruz?

Birileri çıkıp bilgi verse... Türk Patent Enstitüsü’nden de sağlıklı bir diyalog kurmak mümkün değil.

Dün açıkçası sabah saatlerinden itibaren Türk Patent Enstitüsü’nde bir muhatap aradım. Başaralı olamadım.

Anladığım kadarıyla Enstitü ancak Sanayi Bakanlığı vasıtasıyla kendisine ulaşan sorulara yanıt veriyor.

Dolayısıyla bu konularda yalan, yanlış bilgilere de sıklıkla rastlıyorsunuz.

TÜRK LOKUMU İÇİN FIRSAT VAR

Örneğin dün Google da arama yaparken Türk Patent Enstitüsü’nün Kıbrıslı Rumların sahiplendiği "lokum" ile ilgili bir basın açıklamasına rastladım.

Açıklamada önemli bir bilgi vardı.

Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB nezdindeki tescil başvurusu "Rum Lokumu" ya "Lokum" şeklinde değil "Geroskipou Lokumu" şeklindeymiş.

Türk Patent Enstitüsü diyor ki: "AB mevzuatı çerçevesinde Türk Lokumu, Turkish Delight ya Lokum’un kullanılması yasaklanamaz."

Bu iyi haber.

İkinci iyi haber, "Türk Lokumu"nu AB nezdinde tescil ettirtmek için henüz fırsat olduğu.

Patent Enstitüsü, "Safranbolu Lokumu’nun tescil ettirtmek için başvuru var. Ama Türk Lokumu için yok. Önce bize "Türk Lokumu için gelin. Sonra AB’ye başvurun" diyor özetle.

Yani herhangi bir lokum üreticisi ortaya çıkıp bunu yapabilir.

Tam bu noktada aklıma bir başka soru takılıyor.

Örneğin, Gaziantep Sanayi Odası, Avrupa Birliği’ne başvuracağı zaman "Antep Baklavası" için tescil isteyecek.

Bir ikilem söz konusu.

"Antep Baklavası" mı, yoksa "Türk Baklavası mı"?

Avrupa’da ürününüzü tanıtmak için hangisi iyi?

"Safranbolu Lokumu mu", yoksa "Türk Lokumu"mu?

Kim karar verecek?

Boğaziçi Üniversitesi’nde Barış Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi

TAM bayram öncesi Boğaziçi Üniversitesi’nde anlamlı bir törene katıldım.

Üniversite bünyesinde "Barış Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi"nin açılış töreni.

Merkez, Yunanlılarla Türkler arasında barış için tam 10 yıldan beri çaba gösteren "Winpeace"in (Barış için Kadın Girişimi) de katkılarıyla kuruldu.

"Winpeace" barış eğitimi konusunda deneyimli. Zira yıllardan beri Türk ve Yunanlı gençleri "Gençlik Kampında" buluşturuyor.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki törende "Winpeace"ten Nur Bekata Mardin "Gençler barış eğitimi aldıklarında şiddetsiz çözüm üretmeyi beceriyorlar. Hatta Anan Planı’ndan bile güzel çözüm üretiyorlar" diyor.

Geride bırakmaya hazırlandığımız yıl günlük yaşamımızda "şiddet" unsurunun hiç eksik olmadığı bir yıldı.

Ötekini anlamaya, diyalog yoluyla uzlaşmaya kısaca "Barış Eğitimi"ne sadece gençlerin değil hepimizin fazlasıyla ihtiyacı var.
Yazının Devamını Oku

Ingrid, Carla ve diğerleri Kolombiyalı

23 Aralık 2007
Kolombiyalı Ingrid Betancourt bağımsız aday olarak başkanlık seçimleri için sürdürdüğü kampanya sırasında kaçırılmıştı. Gerillaların eline düşmesinin üzerinden neredeyse altı yıl geçmiş. Altı yıldır tutsak. Eski manken İtalyan Carla Bruni ise erkeklerin tutsağı değil. Tam aksine onları parmağında oynatıyor. Başına buyruk, dilediği gibi yaşayan, çapkın. Hatta "yuva yıkan kadın" şöhretine sahip.

Niyetim bu hafta kafamı kurcalamış bazı kadınları yazmak.

Mesela Ingrid Betancourt.

Yıllar önce yine bu sütunlarda, 2002 yılı şubat ayında Kolombiya’nın en büyük gerilla ordusu FARC tarafından kaçırılan bu genç kadının hikayesini yazmıştım.

Ingrid Betancourt bağımsız aday olarak başkanlık seçimleri için sürdürdüğü kampanya sırasında kaçırılmıştı.

Ülkesini uyuşturucu baronlarının, rüşvetçi politikacıların elinden kurtarmak gibi büyük hayalleri vardı.

Senatörlük, "Oksijen" adında yeni bir parti kurma derken çoluk çocuk, ev, aile demeden hayallerinin peşinden koşmuştu.

Ingrid Betancourt’un gerillaların eline düşmesinin üzerinden neredeyse altı yıl geçmiş. Altı yıldır Kolombiya’nın cangıllarında tutsak. FARC gerillalarıyla birlikte bir kamptan diğerine taşınıyor.

Şimdiye kadar hayatta olduğuna ilişkin sadece üç tane video kaseti yayınlanmış. Birincisi kaçırıldıktan birkaç ay sonra, ikincisi 2003 yılında.

Sonuncusu ise 30 Kasım 2007 tarihli. Ingrid Betancourt bu kasette zayıflamış ve bitkin görünüyor. Elleri kelepçeli.

Geçen günlerde kasetle birlikte genç kadının annesine yazdığı uzun bir mektup da basında yer aldı.

Mektup "Burada yaşayan ölüler gibiyiz" diye başlıyor.

O kadar hırslı, o kadar mücadeleciyken hayalleri cangıllarda yitip giden Ingrid Betancourt’un Le Monde gazetesinde yayınlanan mektubunu okudum.

Satır aralarında artık hiç geri dönemeyecekmiş havasına girdiği anlaşılıyor. Sanki sevdikleriyle teker teker vedalaşıyor.

"Yaşadığım, soluk aldığım sürece içimde umudu barındırmak zorundayım" dese de belli ki artık gücü kalmamış.

Erkek gerillaların elindeki tek kadın rehine olarak altı yıl boyunca iki çocuğundan ayrı kalmak kolay mı?

14-15 yaşlarında iki genç kız var gözlerimin önünde

Ingrid Betancourt
’un videodaki görüntüsü gibi beni etkileyen 14-15 yaşlarında iki genç kız var gözlerimin önünde.

Geçen akşam bir yabancı televizyon kanalında rastladım onlara.

Mısır’da halkı sadece balıkçılıkla geçinen, sahil kasabalarından birinde yaşıyorlar.

İkisi de siyah çarşaflı. Birisinin yüzü açık, diğerinin sadece gözleri görünüyor.

Hayli tutucu kasabada kadınların sokaklarda gezinmediğini söylüyorlar.

Hayalleri var onların da.

Üniversiteye gitmek, denize girmek ve hatta babaları, erkek kardeşleri gibi balığa çıkmak.

"Paramız olmadığı için üniversiteye gidemeyeceğiz" diyorlar.

Para gerektirmeyen deniz hemen yanı başlarında ama onlara yasak.

"Elimizdekilerle yetinmek zorundayız" diyorlar, ikisi de mahzun.

Hayatlarının geri kalan bölümünü bu yoksul, döküntü sahil kasabasında, dört duvar arasında geçirmek kaderine boyun eğerek. Ingrid ve benim Mısırlı genç kızlar resmen erkeklerin tutsakları.

DOĞAL HALİMÇOKEŞLİLİK DİYEN BAMBAŞKA BİR KADIN

Ve şimdi dikkat sahneye bambaşka bir kadın figürü giriyor: Carla Bruni.

Erkeklerin tutsağı değil. Tam aksine onları parmağında oynatan biri.

Manken-şarkıcı Carla Bruni Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin sevgilisi olarak karşımızda.

Torinolu zengin bir sanayici ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmiş.

Sanayici ailenin 1970’li yıllarda İtalya’yı kasıp kavuran Kızıl Tugaylar’dan korkusu nedeniyle Fransa’da büyümüş.

Carla Bruni 19 yaşında manken oluyor. Dünyanın en ünlü mankenleriyle podyumu paylaşıyor.

Sonra müziğe el atıyor. CD’leri rekor kırıyor.

Başına buyruk, dilediği gibi yaşayan, çapkın. Hatta "yuva yıkan kadın" şöhretine sahip.

"Doğal halim çokeşlilik. Bir erkek hoşuma gittiğinde elde etmek güzel" diyor.

Ayrıldığı eşi Cecilia’nın aşk hikayesi nedeniyle zaten dillere düşmüş Sarkozy’ye Carla Bruni’den daha iyi bir ceza olur mu?
Yazının Devamını Oku

Tata’nın Haydarabad’daki saray-oteline Türk dekoratör

21 Aralık 2007
TATA, Hindistan’ın en köklü ve en büyük gruplarından biri.<br><br>Otomotivden turizme, çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren Tata Grubu’nun yıllık cirosu 74 milyar dolar. Tata hatırlayacaksınız en son geçtiğimiz günlerde İngilizlerin ünlü araba markaları Jaguar ile Land Rover’a talip olmuştu.

Benim Tata ile ilk tanışmam yaklaşık 10 yıl önce Hindistan’a yaptığım ilk geziye uzanıyor.

Hindistan Turizm Bakanlığı’nın davetlisi olarak gittiğim ve karayolundan Yeni Delhi, Jaipur, Tac Mahal’ı ziyaret ettiğim bu gezide, yolda gördüğüm çoğu arabaların markasının Tata olduğunu iyi hatırlıyorum.

Yine Jaipur’da kaldığım muhteşem Rambagh Sarayı da Tata Grubu’na bağlı Taj Oteller zincirine aitti.

Yanılmıyorsam, Taj Oteller zinciri, bizde yeni yeni başlayan eski sarayları, yalıları otele dönüştürme işine yıllar öncesinden başlamış.

Hindistan’da geçmişte mihracelerin yaşadıkları, artık kullanılmayan saraylar, malikaneler Taj Oteller zincirine ait lüks otellere dönüşmüş durumda.

Bunlardan en sonuncusu da Haydarabad kentinde 2009 yılı başında açılması planlanan Falaknuma Sarayı.

Bir zamanlar Haydarabad Nizamı’na ait olan bu görkemli sarayın bir bölümünü otel olarak hizmete açmaya hazırlanan Tata Grubu bu projesinde Rüya Mocan Nebioğlu ile çalışıyor.

Rüya Mocan Nebioğlu’nun bu tür projelerde hayli deneyimli bir isim.

Boğaz kıyısında ailesine ait Mocan Yalısı’nın (Ahmet Paşa Yalısı olarak da biliniyor), dekorasyonuyla birlikte bu alanda faaliyet göstermeye başlayan Nebioğlu’nun müşteri portföyünde Sevgi-Doğan Gönül, Suna-İnan Kıraç, Mustafa Süzer, Melih Yıldızlar, Mine Narin, Tansu Çiller gibi isimler var.

ATÖLYESİ  İSTANBUL’DA

Londra
ile İstanbul arasında yaşamakta olan Rüya Mocan Nebioğlu, Falaknuma Sarayı nedeniyle artık zamanının büyük bölümünü Hindistan’da geçiriyor.

Hindistan’ı tekstil, konfeksiyon, el sanatları cenneti olarak biliriz değil mi?

Oysa Nebioğlu, Hindistan yerine Türkiye’de çalışmayı yeğlemiş.

Dekorasyonunu üstlendiği 61 suit odanın tüm aksesuar ve mobilyalarını Yeşilköy Serbest Bölgesi’nde kurduğu atölyesinde imal ediyor.

Yaklaşık 15 kişinin çalıştığı atölyede, Falaknuma Sarayı’nın perdelerinden, kanapelerine, yatak örtülerine, yatak başlarına kadar her şey imal ediliyor.

Fransa ve İngiltere’den ısmarlanan kumaşlar Yeşilköy’de işlendikten sonra Hindistan’a yükleniyor.

Konumu ve ihtişamı nedeniyle Taj Oteller zincirinin en gözde oteli olması beklenen Falaknuma Sarayı’na bir Türk dekoratörünün elinin değmesi elbet tesadüf değil.

Üç imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul’da doğmuş, büyümüş, Boğaz yalılarının havasını solumuş birinin görgü, kültür ve gustosu dünya çapındadır mutlaka.

Tata’nın İngiliz markalarına ilgisi

TATA Grubu’nun en son İngilizlerin "ikon" markaları Jaguar ile Land Rover’a talip olduğunu söylemiştim.

Tata’nın bir özelliği İngiliz markalarına ilgi duyması.

Kimi uzmanlar bunu "sömürgesi olduğu bir ülkeden rövanş alma" diye tanımlıyorlar.

Tata 2000 yılında İngiliz Tetley çaylarını, 2006 yılında ise İngiliz çelik devi British Steel’i satın almış.

Jaguar ve Land Rover’ı satın aldığı takdirde ilk kez bir Hintli grup Batı’nın önde gelen araba markasına sahip olacak.

Tata, bu lüks markalarına gözünü dikmiş olsa da, 2008 yılında "her Hintli araba sahibi olacak" sloganıyla 1700 euro bedelinde bir arabayı piyasaya sürmeye hazırlanıyor.
Yazının Devamını Oku