18 Aralık 2007
FRANSIZLARA inat İtalyanlarla bir "balayı" dönemi yaşıyoruz.<br><br>İtalya-Türkiye Dostluk Birliği’nin girişimiyle iki gün üst üste İstanbul’daki Venedik Sarayı’nda düzenlenen forumun başlığı "Türkiye’yi Anlamak". Foruma önde gelen İtalyan gazetelerinin genel yayın yönetmenleri, yazarları katılıyor.
Ayrıca Türkiye’de yatırımları olan Finmeccanica, Atlantia, Fiat gibi grupların üst düzey yöneticileri de İstanbul’da.
Belli ki, AKP Hükümeti foruma özel bir önem veriyor.
Zira ilk günkü konuşmacılar arasında Devlet Bakanı Mehmet Aydın ile Başbakanlık Türkiye Yatırım ve tanıtım Ajansı Başkanı Alpaslan Korkmaz var.
Akşamki davette ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İtalyan konukları ağırlıyor.
İkinci günün konuşmacıları ise Erdoğan’ın dış politika danışmanı Egemen Bağış ile Maliye Bakanı Kemal Unakıtan.
Dikkat ediyorum İtalyan gazeteci ve işadamlarından en fazla soru Unakıtan’a. Sorular peş peşe yağıyor:
Eğitim, sağlık, savunma harcamaları ne kadar?
AKP Hükümeti özelleştirmeyi sürdürecek mi?
Hangi sektörde özelleştirmeden kaçınacak?
Büyüme ve faiz oranları ne olacak?
Euro’ya geçiş düşünülüyor mu?
Çin ile ekonomik ilişkiler nasıl bir yolda?
Unakıtan, en çok özelleştirme üzerinde duruyor.
"Devleti ekonomik faaliyetlerden kurtarıncaya kadar özelleştirme devam edecek" diyor.
Elektrik piyasası, otoyol, köprüler, milli piyango ve loto.
Unakıtan’a göre, İtalyan işadamları bu özelleştirilecek kalemlerin tümüyle ilgileniyor.
Diğer kalemleri bilemem.
Ancak 2008’in başlarında yapılacak otoyol ve köprü ihalesiyle ilgili İtalyan Atlantia’nın CEO’su Antonio Castellucci forumun katılımcılarından.
Unakıtan’ı dikkatle izliyor.
8 otoyol ile Boğaziçi üzerindeki iki köprünün özelleştirilmesine Portekizliler, Avustralyalılar ve Japonlar da talip.
İhaleyi İtalyanlar kazandığı takdirde Boğaziçi köprülerinde Benetton damgası olacağını söylesem?
Benetton nereden çıktı diyeceksiniz...
Şundan: Atlantia, İtalya’da özelleştirilmiş olan otoyolların çoğuna sahip Autostrada SPA Grubu’na ait bir şirketi.
Autostrada’nın patronu ise ünlü Benetton ailesi.
Böyle giderse ’Medeniyetler İttifakı’ havada kalabilir
HEM Başbakan Tayyip Erdoğan, hem Devlet Bakanı Mehmet Aydın "Türkiye’yi Anlamak" Forumu kapsamındaki konuşmalarında "Medeniyetler İttifakı"nı gündeme getiriyorlar.
Erdoğan, İspanya Başbakanı Zapatero ile eşbaşkanlığını yaptığı "Medeniyetler İttifakı"nın adresinin Avrupa Birliği olacağını vurguluyor.
Mehmet Aydın ise önümüzdeki ocak ayında Madrid’de söz konusu girişimle ilgili ilk büyük forumun yapılacağını duyuruyor. "İtalyan dostlarımızdan bu girişime destek vermelerini bekliyoruz" diyor.
"Medeniyetler İttifakı" gerçekten önemli bir girişim.
Geçen hafta Sabancı’nın Osmanlı Hat Koleksiyonu’nun sergilenmesi nedeniyle Madrid ziyareti sırasında da İspanyol yetkililerden de bizzat bu girişimi önemsediklerini duyduk.
AKP Hükümeti "Medeniyetler İttifakı" girişimine gerçekten hevesli görünüyor. Ne ki, "Medeniyetler İttifakı"nın çağrıştırdığı "birlikte huzurla yaşamak" ve "hoşgörü" gibi kavramlara sürekli gölge düşüyor.
En son örnek İzmir’deki İtalyan rahibe saldırı. Bu tür saldırılar Türkiye’nın "Medeniyetler İttifakı" girişimine büyük darbe.
Bir yandan böyle bir ittifakı savunacaksınız, diğer yandan ülkedeki Hıristiyan din adamları korku içinde yaşayacak.
Fazlasıyla çelişkili bir durum.
Topbaş’ın Fransız konuğu en çok laleye şaştı
MICHEL Delebarre, Avrupa Birliği Bölgeler Komitesi Başkanı. Aynı zamanda Fransa’da Dunkerque kenti Belediye Başkanı.
Fransız Sosyalist Parti üyesi ve bu partinin iktidardaki dönemlerinde çeşitlik bakanlık görevleri üstlenmiş.
Bölgeler Komitesi’nin ne iş yaptığını şöyle izah edebilirim:
Avrupa’daki yerel ve bölgesel yönetimlerin Avrupa Birliği’nde temsil ediyor.
Delebarre, İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın konuğu olarak hafta sonunda İstanbul’daydı.
Topbaş’ın Çırağan’da onuruna verdiği davette Delebarre ile tanışma fırsatı buldum.
Delebarre, Topbaş’ın İstanbul ve Türkiye hakkında verdiği bilgilere pek şaşmış.
"Lalenin Osmanlı’dan Hollanda’ya gittiğini, Fransız Devrimi’ne ilham veren Jean Jacques Rousseau’nun babasının İstanbul’da oturduğunu öğrenince önyargılarım uçup gitti" diyor.
Bizde Avrupalıların bilmediği daha ne çok zenginlik var ama anlatmasını beceremiyoruz yazık.
Yazının Devamını Oku 
16 Aralık 2007
Madrid’in sanat ve kültürünün altın üçgeninde Real Academia de Bellas Artes de San Fernando Müzesi. Müze, Madrid’in çoğu eski binası gibi görkemli. Ev sahipliği yaptığı sergideki eserler ise bu görkeme uygun düşecek nitelikte. İşte bugünlerde Sakıp Sabancı Müzesi Osmanlı Hat Koleksiyonu’ndan yüze yakın eser müzenin mora boyanmış duvarlarında. "Altın Satırlar" adıyla dün açılan sergi Madrid’in altın üçgeninde.
Real Academia de Bellas Artes de San Fernando Müzesi İspanya’nın başkenti Madrid’in tam göbeğinde.
Birkaç adım ötede Velasquez, Goya, El Greco gibi dev İspanyol ressamların eserlerini barındıran Prado Müzesi var. Picasso’nun ünlü Guernica tablosunun sergilendiği Reina Sofia Müzesi yine yakınlarda.
İspanyol sanat ve kültürünün "altın üçgeni".
San Fernando Müzesi, Madrid’in çoğu eski binası gibi görkemli. Ev sahipliği yaptığı sergideki eserler ise bu görkeme uygun düşecek nitelikte.
Sakıp Sabancı Müzesi Osmanlı Hat Koleksiyonu’ndan yüze yakın eser müzenin mora boyanmış duvarlarında.
"Altın Satırlar" adıyla açılan sergi Madrid’in "altın üçgeninde".
Sabancı Holding’in CEO’su Güler Sabancı’nın da dahil olduğu kalabalık bir grupla serginin açılışı için Madrid’deyiz.
Sabancı’nın Osmanlı Hat Koleksiyonu daha önce Metropolitan, Louvre, Berlin Guggenheim müzelerinde de sergilenmişti.
Koleksiyon, Sabancı Müzesi’nin kurulmasından sonra ilk kez yurtdışında.
Ancak bu kez durağın Madrid olması birkaç açıdan anlamlı.
ENDÜLÜS EMEVİLERİ’NİN MİRASIİSPANYA’DA PEK GÖZDE
Sergi nedeniyle hazırlanmış "Altın Satırlar" kitabının ön yazısında İspanyol Kültür Bakanı Cesar Antonio Molina’nın kaleme aldığı bir bölüm var. İspanyol Bakan şöyle diyor: "Altın Satırlar Sergisi, kendi kültürel mirasımızın da bir parçası olan bu sanat biçimini yeniden keşfetmek için bir fırsat..."
Molina’nın atıfta bulunduğu "kültürel miras", İspanyolların Endülüs Emevileri’yle birlikte yaşadıkları yaklaşık 800 yıllık bir dönemin mirası.
İspanyollar nicedir bu mirasın izinde. İspanya’nın Müslüman kimliğiyle ilgili araştırmalar son dönemlerde revaçta. Endülüs Emevileri’nin İspanyol diline, kültürüne, mimarisine kazandırdıkları Franco döneminde hiç konuşulmazken şimdi her platformda tartışılıyor.
Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer, "Sabancı Osmanlı Hat Sanatı kendisini burada evinde hissediyor" derken işte bu mirasa değiniyor.
Sabancı Müzesi danışmanı Dr. Filiz Çağman’dan ise Endülüs Emevileri döneminde "hat sanatı"nın altın bir dönem yaşadığını öğreniyoruz.
1492’de İspanya’daki Emevi varlığının sona ermesiyle "hat sanatı"nı, biraz da farklı bir yönde geliştirmek Osmanlı Devleti’ne düşmüş.
TÜRK BAKIŞLARI FESTİVALİBİR AY SÜRECEK
"Altın Satırlar" Sergisi’nin üstlenmiş olduğu bir diğer misyona dönersek...
Türkiye ile İspanya’nın birlikte yürüttüğü "Medeniyetler İttifakı" hatırdadır.
İspanya, bunun sadece kağıt üzerinde kalmaması için yoğun bir çaba içinde.
Bu çerçevede ocak ayının ortalarına doğru Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı ağırlamaya hazırlanıyor.
Erdoğan ve İspanya Başbakanı Zapatero birlikte I. Medeniyetler İttifakı Forumu’nun açılışını yapacak.
Forum nedeniyle İspanyol ve Türk Hükümetleri, İspanya’da 15 Aralık 2007 ile 16 Ocak 2008 tarihleri arasında "Türk Bakışları" diye bir festival tasarlamış.
Festival kapsamında Orhan Pamuk ile Juan Goytisolo, Buket Uzuner ile Fanny Rubio’nun katılacağı konferanslar, Burhan Öçal, Kudsi Erguner konserleri, Türk yemek günleri ve daha sayısız etkinlik var.
"Altın Satırlar" Sergisi işte bu etkinliklerin ilki.
İspanyollar için özel anlamı olan bir sergi.
Yazının Devamını Oku 
14 Aralık 2007
SABANCI Osmanlı Hat Koleksiyonu Sergisi’nin Madrid’deki açılışından sonra dönüş yolunda Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile aynı uçaktayız. Bakana sorulacak sorular hayli fazla. Uçakta dört, beş kadın gazeteci Günay’ı resmen çembere almış soru bombardımanına tutuyoruz.
Turizmde beklentiler, tanıtım, İstanbul 2010 projeleri, AKM’nin akıbeti, yeni kültür merkezleri gibi sorular peş peşe. Türkiye’nin en sorunlu alanı "tanıtım" konusunda Ertuğrul Günay umutlu konuşuyor.
2008 yılı Rusya’da, 2009 yılı ise Fransa’da "Türkiye Yılı" olacak. Tabii son gelişmelerle Fransa’daki etkinliğin suya düşmesi de olası.
Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye’nin konuk ülke olması nedeniyle konser, sergi, seminer gibi çeşitli etkinlikler planlanıyor.
Bakanlığın Frankfurt Kitap Fuarı etkinlikleri için ayırdığı bütçe 5 milyon Euro tutarında.
Aynı şekilde Berlin Film Festivali süresince de bazı etkinlikler yer alacak.
Günay, "Sinemaya giderek daha fazla destek oluyoruz. Örneğin, ödül kazanmış olan Takva, Yumurta gibi filmler tarafımızdan desteklendi" diyor.
Belli ki bakanlık, hayli geç kalınmış olunsa da "tanıtım" işine daha bir ciddiyetle sarılmış.
Peki Türkiye’nin tanıtımına büyük katkı sağlayacak 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti’ne yönelik çalışmalar ne aşamada?
Ertuğrul Günay anlatıyor, biz dinliyoruz.
Gülhane, Rami Kışlası ve Süleymaniye projeleri devam ediyor.
Gülhane’nin surları elden geçirilecek. İçinde yer alan PTT, hastane mekanın dışına çıkartılacak.
Rami Kışlası, esnaf tahliye ettikten sonra bir müze ve bir kütüphane barındıracak.
AYAZAĞA’YA SAHİP ÇIKIN
Süleymaniye’ye gelince, Günay bu tarihi semtin UNESCO’nun talepleri doğrultusunda ele alınacağını müjdeliyor.
Süleymaniye’de Büyükşehir Belediyesi’yle, Eminönü Belediyesi’nin iki binden fazla tarihi binayı yıkarak yerlerine Osmanlı tarzında yeni binalar yapmak istemesi UNESCO’yu ayağa kaldırmıştı.
İstanbul’un "UNESCO Kültür Mirası" listesinden çıkartılacağı konuşulmuştu.
Şimdi Günay, "UNESCO ekibi mart ayında geldiğinde istediği gibi bir Süleymaniye projesi görecek" diyor.
Bakana en can alıcı soru ise kültür merkezleriyle ilgili. İstanbul 2010 Kültür Başkenti etkinliklerini nerede ağırlayacak?
Yıkılmaktan "şimdilik" kurtulan AKM tek başına bu yükü kaldıramaz.
Günay, yapımı "yılan hikayesine" dönen Ayazağa Kültür Merkezi’nin tamamlanması için pek çok ünlü işadamını ziyaret etmiş. "Buraya sahip çıkmalarını istedim" diyor.
"Ayazağa altından çıkılmayacak bir proje değil. Birkaç işadamı biraraya gelirse proje 2010 yılında tamamlanabilir" diye devam ediyor.
Ayazağa ile bir dönem ilgilenmiş olan işadamı Hüsnü Özyeğin ise buraya yatırımdan vazgeçmiş görünüyor.
Peki ya Suna-İnan Kıraç Vakfı’nın Tepebaşı’ndaki TRT binasının yerine tasarladıkları kültür kompleksi?
160 milyon dolara malolacak projeyi ünlü Amerikalı mimar Frank Gehry çizmiş. Ne ki, TRT’den izin çıkmadığı için proje bekliyor.
İzin çıksa bu saatten sonra yetişir mi?
Günay, "Başbakan da İnan Kıraç’ın projesini bekliyor. Yeni TRT Genel Müdürü’nün onayını bekliyoruz" diyor.
2010 kapıda ama ortada henüz kültür merkezleri yok.
Fransız elçi fena halde yanılıyor
SARKOZY’nin son golünden birkaç gün önceydi. Türk-Fransız Ticaret Derneği’nin İstanbul’daki gala yemeğindeyiz.
Yeni Fransız elçisi Bernard Emie kürsüde, "Görevim Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkileri daha da geliştirmek" diyor.
Fransa ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi 10 milyar Euro’yu bulmuş. Türkiye’deki 250 Fransız şirketi 50 bin kişiye istihdam sağlıyor.
Büyükelçi Emie, "Gelecek yıllarda birçok sektör için büyük ümitler besliyorum" diyor. Havacılık sektörünü, nükleer sektörü ima ediyor.
Önümüzdeki yıl 18 Şubat tarihinde Dış Ticaretten sorumlu Bakan Herve Novelli’nin yeni işbirliği projeleri için Türkiye’yi ziyaret edeceğini söylüyor.
"Fransa ile Türkiye arasındaki ilişkiler yeniden rayına girmiştir" diyor.
Gerçekten öyle mi?
Ne yazık ki Büyükelçi Emie fena halde yanılıyor.
Bu son gelişmelerden sonra Ankara haklı olarak Fransız şirketlerine ambargosunu ağırlaştırırsa şaşmamak gerek.
Yazının Devamını Oku 
11 Aralık 2007
BM İklim Değişikliği Konferansı Bali’de devam ediyor. Bali buluşmasında 190 ülke 2012’de sona erecek Kyoto Protokolü sonrası için bir "yol haritası" çabasında.
Bırakın yeni "yol haritası"nı, Kyoto’yu imzalamayan bir avuç ülke arasındayız.
Avustralya’nın da protokolü imzalamaya yanaşmasıyla geriye ABD, Türkiye, Irak, Somali ve birkaç ülke daha kaldı.
ABD’yi izliyoruz diyeceğim ama orada bazı eyaletlerin küresel ısınmanın sorumlusu sera gazlarının azaltılması yönünde aldıkları oldukça cesur çevre kararları var.
Peki Türkiye sera gazları açısından ne durumda?
BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ndeki sıralamadan sera gazı artışlarında dünya "rekortmenleri" arasında olduğumuzu biliyoruz.
1990-2004 yılları arasında bizdeki sera gazı artışı yüzde 74.4 oranında. Hangi bölgelerde daha fazla artış olmuş?
Hangi sektörler daha sorumlu? Bireysel olarak sera gazına yol açmamak için ne yapabiliriz?
Bu ve benzer soruların cevabı geçenlerde açıklanan "Karbondioksit Salımları Araştırması-Türkiye küresel iklim değişiminin neresinde" raporunda.
Rapor, "Açık Toplum Enstitüsü" nün desteğiyle, Boğaziçi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Gürkan Kumbaroğlu ve Sabancı Üniversitesi’nden Doç. Dr. Yıldız Arıkan tarafından hazırlanmış.
Gürkan Kumbaroğlu’yla raporu konuşunca ortaya ilginç şeyler çıktı.
Türkiye’de kişi başı yıllık sera gazı salımı dünya ortalamasının altında.
Dünya ortalaması 4 ton iken, Türkiye’de 3.3 ton.
SANAYİDE DURUM ALARM VERİCİ
Avrupa’da ise 9 ton.
Ne ki, enerji ve sanayinin yol açtığı sera gazları bize "rekortmenliği" armağan etmiş.
Kumbaroğlu "Sanayi sektöründe durum alarm verici" diyor.
Bunun bir nedeni de Batı’da olduğu gibi Türkiye’de sera gazlarıyla ilgili bir düzenlemenin olmayışı.
Örnek veriyor. Poliüretan köpük üretiminde kullanılan 141b gazı Avrupa’da yasak.
Türkiye’de kullanıldığı gibi Kumbaroğlu’nun tespitine göre bazı durumlarda "çevre dostu" diye lanse ediliyor.
Kumbaroğlu haklı olarak, "Bu dünyanın aksine bir gidiş. Ülkeler sera gazlarını azaltalım diye çare arıyor. Bizde ne düzenleme, ne strateji var" diyor.
Ankara, Ocak 2007’de taraf olduğumuz BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi yükümlülüğü nedeniyle sera gazları envanteri çıkartmış.
Ancak ölçme, önlem, yaptırım henüz ortada yok.
Peki bu durum ilerde sanayiciyi zora sokabilir mi?
"Kesinlikle evet" diyor Kumbaroğlu.
"Avrupa Komisyonu, Kyoto’dan ayrı sera gazı salım kotaları belirlirlemiş. Yaptırımı var. 1 ton karbondioksit salmanın cezası 40 Euro. 1 Ocak’tan itibaren 100 Euro olacak. Kotalara uyanlara sertifika veriliyor. AB ilerde böyle bir sertifikayı Türk sanayicisinden de talep edebilir."
Özetle, Türk sanayicisi gelecekte uluslararası ticarette sera gazları nedeniyle çeşitli sınırlamalarla karşı karşıya kalabilir.
Böyle bir olasılığı bugünden göz önüne almakta fayda var.
Raporla ilgili ilginç bir şey daha.
Sera gazı yoğunluğu sanayinin kalbinin attığı Marmara Bölgesi’nde değil.
Demir-çelik sanayinin olduğu Hatay ve Zonguldak’ta.
Çevreye yatırım için kredi bulmak o kadar da zor değil
GEÇENLERDE Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nın (TSKB) "Önceliğimiz Çevre Konferansı"ndayım.
Konu çevreye yatırım projelerinin finansmanı.
Türkiye sera gazlarında fazla yol almamışsa da AB ile uyum çerçevesinde artık çevreye yatırım yapmak zorunda.
TSKB Genel Müdürü Halil Eroğlu, AB ile üyelik yolunda Türkiye’nin önümüzdeki 15-20 yıl zarfında çevreye 70 milyar Euro’luk yatırım yapması gerektiğini söylüyor.
Belli ki, önümüzdeki yıllar çevre projeleri giderek daha fazla gündeme gelecek.
Yenilenebilir enerjiden, arıtmaya sayısız proje. TSKB "Türkiye’nin çevreci bankası" olarak bunlara finansmanı sağlamak konusunda oldukça iddialı.
TSKB’nın yakın işbirliği içerisinde olduğu Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası, Alman Kalkınma Ajansı KwF, Fransız Kalkınma Ajansı, Avrupa Konseyi Kalkınma Bankası temsilcilerine de kulak verdik konferansta.
Bu kurumların tümü çevre, tarih ve kültür mirası korumayla ilgili projelere kredi sağlıyor.
Bazıları daha spesifik alanlarda faaliyet gösteriyor.
Örneğin Avrupa Konseyi Kalkınma Ajansı, toprak ve su kaynaklarının temizlenmesi, biyoçeşitliliğin korunması, enerji tasarrufuna yönelik projelere kredi veriyor.
Neticede sözü şuna getirmek istiyorum:
Özel sektör, belediyeler, diğer kurumlar iyi bir çevre projesi hazırladıkları takdirde kredi sağlayacak çok sayıda banka mevcut.
Avrupa Yatırım Bankası Marmara Denizi’ni araştırıyor
AVRUPA Yatırım Bankası Türkiye Bölgesi Başkanı Hakan Lucius, Türkiye’de hangi projelere kredi sağladıklarını anlatıyor.
Örneğin, Antalya, Mersin, İzmit arıtma tesisleri.
"Bursa’nın arıtma tesisine de kredi verdik. Ben projeyi çok önemsiyorum. Zira Bursa’nın atık suyu Marmara’ya akıyor. Marmara bu yükü ne kadar kaldırabilir" deyince dikkat kesiliyorum.
Marmara Denizi İstanbullular için pek kıymetli.
Yaz boyunca Marmara’nın sularında serinledik.
Mevsimi kapatınca sahilleri istila eden jelimsi beyaz maddeyi görünce nasıl derin bir hayal kırıklığı yaşadık...
Hani Marmara Denizi temizdi?
İşin kötü yanı Marmara’nın ne kadar sağlıklı olduğu konusunda hiçbir kurumdan doyurucu bir açıklama yok. Dolayısıyla Hakan Lucius’un söyledikleri İstanbullular için çok önemli.
Lucius, Marmara’nın atıklara daha ne kadar dayanabileceği, dayanması için neler yapılabileceğine ilişkin Çevre Bakanlığı’yla birlikte bir araştırma yaptıklarını söylüyor.
Çalışma önümüzdeki yıl tamamlanacakmış.
Tüm İstanbullular bu araştırmanın takipçisi olmalı.
Yazının Devamını Oku 
9 Aralık 2007
I. Elizabeth erkekler dünyasında esasında yalnız bir kadın. Ölümü de yalnız oluyor.
Hastalandığında yemek yemeyi, ilaç almayı reddediyor. Yüzünü duvara çevirip sessizce ölümü bekliyor. 16. yüzyılda yaşamış bir kadın, 21. yüzyılda hâlâ tartışmakta olduğumuz değerleri geride bırakıp zirveye tırmanmayı başarmışsa onu yakından tanımaya değer.
21. yüzyılda hâlâ kadın-erkek eşitliğini konuşuyoruz. Kadına karşı şiddeti tartışıyoruz. Geride kalan hafta boyunca Hürriyet’in İstanbul’daki “Uluslararası Aile İçi şiddet Konferansı” dahil abartısız her gün bu kapsamda toplantılara katıldım. 25 Kasım “Kadına şiddete Hayır” günü, ardından Türk kadınının seçme ve seçilme hakkı yıldönümü nedeniyle peş peşe geldi bu toplantılar.
Kadınlar cephesinde, özellikle de Türkiye’de her şey kaplumbağa hızıyla ilerliyor. Kadın haklarıyla ilgili yasalarda vaziyet bir adım ileri, üç adım geri. Gazetelerde “kadının insan hakkı” ihlaliyle ilgili haberler ise aynı hızla devam. Ne bileyim...
“Belki yüzyıl daha böyle gideriz” diye karamsarlığa kapılmıyor değilim. İşte bu yüzden iki toplantı arası sıkıştırdığım “Elizabeth: Altın Çağ” filmi ilaç gibi geldi.
“Nihayet” dedim kendi kendime “işte bir kadının mutlak gücü...” Doğru... Cate Blanchett’in oyunuyla müthiş bir I. Elizabeth karakteri çıkmış ortaya.
Yine yakınlarda İngiliz oyuncu Helen Mirren’i de aynı rolde seyrettiğimde aynı şeyi düşünmüştüm.Cate Blanchett’in de, Helen Mirren’in de oyunculuğuna diyeceğim yok ama I. Elizabeth’in de kişi olarak iyi bir malzeme sağladığı kesin.
ZEKA VE TUTKUYLA BİÇİMLENMİŞ BİR HAYAT
Yazının Devamını Oku 
7 Aralık 2007
KADIN ve aile içi şiddet konularıyla ilgili yoğun bir hafta geçiriyoruz.<BR><BR>Hürriyet’in "Aile İçi Şiddet" kampanyası kapsamında bugün ve yarın Bahçeşehir Üniversitesi’ndeyiz. İki günlük konferansın teması "Medya ve Aile İçi Şiddet".
Dün ise Avrupa Konseyi, Parlamenter Meclisi, Kadın ve Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun İstanbul’daki konferansı vardı.
Komisyonun Başkanı eski CHP milletvekili Gülsün Bilgehan.
Bilgehan, Baykal’ın geçen seçimlerde bir çırpıda harcadığı isimlerden.
Oysa Batı ile ilişkilerimizde önemli misyonlar üstlenmiş.
Milletvekili seçilemediği halde Avrupa Konseyi’ndeki görevi yıl sonuna kadar devam ediyor.
Dün sabah konferans öncesi Bilgehan ile ayak üstü sohbette Kadın ve Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun eski raportörü Jean-Guy Branger yanımıza yaklaşıyor.
Gülsün Bilgehan’ın görevini bırakmak zorunda olmasından ötürü üzgün.
"Komisyonda çok başarılı işlere imza attınız" diyor.
Bilgehan buruk.
Ancak açılış konuşmasında aktif politikadan ayrılmaya niyeti olmadığını da özellikle vurguluyor.
Dün sabahki konuşmacılar arasında Aileden sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, Hürriyet Gazetesi İcra Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı, ODTÜ’den Profesör Feride Acar, Unesco iyi niyet elçisi yazar Zülfü Livanelli var.
Çubukçu’nun kadınlara yönelik şiddetle ilgili konuşmasında vurguladığı önemli şey şu:
Kendisine bağlı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü önümüzdeki günlerde "alana" inecek.
Bu ne anlama geliyor?
Kadına yönelik şiddetle ilgili istatistiki bilgiler toplanacak.
Bu konudaki bilgiler en son 1994 yılında yapılmış bir araştırmaya dayanıyor.
Hatırlıyorum.
Avrupa Parlamentosu için iki kez, "Türkiye’de Kadın Hakları" Raporu hazırlamış olan Emine Bozkurt özellikle "istatistiki bilgiler" olmamasından yakınıyordu.
Nihayet Avrupa Birliği’nden sağlanmış olan 1.2 milyon euroluk fonla bu eksiklik giderilecek.
Kaç erkek, ne kadar sıklıkla kadınları dövüyor tam olarak ortaya çıkacak.
Bu son derece önemli bir gelişme.
14 aylık araştırma sonucu ise 2008 yılı sonunda açıklanacak.
YA KONUŞ YA DA HİZMET VERMEM LÜKSÜ OLMAMALI
Dün sabahki konferansta Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin çok sayıda üyesi de var.
Vuslat Doğan Sabancı’nın sunumuyla Hürriyet’in "aile içi şiddet" kampanyası büyük ilgi görüyor.
Zira İsviçreli bir parlamenterin işaret ettiği gibi, Avrupa’da medyanın kadına şiddet meselesine bu denli önemli bir katkısı yok.
Medya "farkındalık" yaratmak için önemli bir araç.
"Hürriyet’in Almanya’dan sonra Türkiye’de başlattığı şiddet mağdurlarına "acil yardım hattı" da dünkü konferansta ilgi çeken başka birşey.
Bana öyle geliyor ki, Avrupalılar Türk göçmenlerle ilgili bir yükün hafifletilmiş olmasından ötürü memnun.
Ne yükü derseniz?
Mesele şu:
Avrupa’nın çeşitli ülkelerine dağılmış Türk kadın göçmenlerin çoğunluğunun lisan sorunu var.
Dolayısıyla şiddet gördüğünde bir yetkiliye başvurmaktan aciz.
Konuşamıyor, sorununu anlatamıyor.
"Hürriyet"in Almanya’daki "acil yardım hattı" böyle bir sorunu çözebilen, Almanların yükünü hafifleten bir girişim.
Ancak Vuslat Doğan Sabancı’nın dün önemle vurguladığı gibi, Avrupalı, göçmen "lisanı konuşmuyor" diye hizmet götürmemek lüksüne sahip değil asla.
Anayasa Kadın Platformu bu kez Ankara’ya gidiyor
200’den fazla kadın örgütünün biraraya gelip kurduğu Anayasa Kadın Platformu’nun yeni anayasa için talepleri var.
Platform hafta ortasında bir basın toplantısıyla taleplerini kamuoyuna duyurdu.
Geçen ekim ayında Ankara’da anayasa çalışmaları için Devlet bakanı Cemil Çiçek ile biraraya gelen sivil toplum kuruluşları arasında "Anayasa Kadın Platformu" yoktu.
Yanlış düzeltildi.
Şimdi bu hafta sonu Ankara’da TEPAV’ın (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) girişimiyle yapılacak yeni anayasa çalışmalarına katılacak.
Yeni anayasa kadınların taleplerini göz önüne almak zorunda.
Yazının Devamını Oku 
4 Aralık 2007
<b>AYVALIK</b><br>AYVALIK Ticaret Odası’nın bu yıl üçüncüsünü düzenlediği "Zeytin Hasat Günleri" için Ayvalık’tayız. Bu yılki panelin konusu "Zeytinyağının Tanıtımı ve Pazarlanması".
Niye bu başlık?
Oda Başkanı Rahmi Gençer açıklıyor: "Son beş yıldır uygulanan zeytin ağacı dikme seferberliği sonucunda önümüzdeki 6-7 yıl zarfında rekolte iki kat artacak. Bunu kime pazarlayacağız? Yol haritası çizmek zorundayız."
Balıkesir Sanayi Odası Başkanı Rona Yırcalı’nın yönettiği panelin "ağır toplarından" biri de Ümit Boyner. TÜSİAD Tanıtım Kurulu Başkanı sıfatıyla konuşuyor.
Diğer panelistler ise Dış Ticaret Müsteşarlığı, Zeytin ve Zeytinyağı Tanıtım Grubu Başkanı Mustafa Sever, Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi (UZZK) Yönetim Kurulu üyesi Selim Kantarcı,
Ayvalık Zeytin Üreticileri Derneği Başkanı Salih Madra ve İsrailli zeytinyağı tadımcısı Fathi Abd El-Hadi.
Geçtiğimiz ay Aydın’da benzer bir toplantı düzenleyen Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçılar Birliği Ayvalık’ta yok.
İhracatçılar Birliği’nin Ayvalık’a gelmemesi zeytinyağcılar arasındaki uzlaşmazlığın sadece bir işareti.
"Elimizde mal yok. Yağ ithal edelim" diyen İhracatçılar Birliği ile üreticiler arasında uzlaşmazlık büyük.
İKİ YILDA NE DEĞİŞTİ?
Laf aramızda sektörde kavga hiç eksik değil.
İlk yıl önce hatırlıyorum, Ayvalık’ın "Coğrafi İşaretleme" talebine Tariş karşı çıkmıştı.
Ayvalık direndi ve neticede "Coğrafi İşaretleme" hakkını elde etti. Bu yılki panelde Rahmi Gençer müjdeyi veriyor. Tariş Başkanı Cahit Çetin, Ayvalık’ta üretilen zeytinyağlarında "Coğrafi İşaretleme" koyacaklarını söylemiş. O zaman iki yıl önceki itiraz neye yaradı?
Her neyse kavga gürültü iki yılda epey yol alınmış.
"Coğrafi İşaretleme", Zeytin ve Zeytinyağı Tanıtım Grubu, UZZK yeni gelişmeler.
Salih Madra’nın öncülüğüyle çeşitli bölge üreticilerinin örgütlenmeleri de yeni.
Madra’nın hedefi birkaç derneğin bir araya gelmesiyle federasyon, sonra konfederasyon oluşturmak.
ANADOLU’YA SAHİP ÇIKMAK
Sektörde yol alınmış ama "markalaşma", "tanıtım", "pazarlamada" katedilecek çok mesafe var.
Ümit Boyner dikkat çekiyor.
Dünyanın en büyük üreticisi İspanya markalaşmada İtalya’nın arkasında. İtalya zeytinyağında bir "pazarlama guru"su.
Boyner, "Türk zeytinyağı farklılaşmak zorunda. Bunu nasıl yapabiliriz? Yenilikçi fark meselá ekolojik olabilir. Ya da ürünümüze yerel bir üstünlük katmak olabilir. Ki bence bunun en iyi yolu Anadolu’ya sahip çıkmaktır" diyor.
Boyner’in bu tespiti çok doğru. Zira Anadolu zeytinyağının ilk işlendiği yer. Dünyada ise bunu bilen pek az kişi var.
Pazarlama stratejisinde bunu işlemek Türk zeytinyağlarına farklılık katabilir.
Tanıtım ve pazarlama tekniği olarak Boyner’in işaret ettiği başka bir konu da "markaların hikayesini" anlatmak.
Dergilerde benim sıkça gözüme çarpıyor. İtalyanlar zeytinyağı markasını tanıtırken, üretici ailenin hikayesini ballandıra ballandıra anlatıyor.
Şarapta da öyle değil mi?
Sadece Ayvalık’ta anlatacak bir hikayesi olan bir sürü marka vardır.
Şimdi geliyoruz meselenin can damarına. Tanıtım ve pazarlama stratejilerini oluşturdunuz diyelim.
Bütçeniz yeterli mi?
Boyner’in dediği gibi, zeytinyağı tanıtımında büyük atağa geçen Yunanistan’ın bu işe ayırdığı bütçe 15 milyon Euro.
Dış Ticaret Müsteşarlığı bünyesinde oluşturulan Tanıtım Grubu’nun bütçesi ise taş çatlasa 500 bin dolar.
Devlet bu işe bu kadar kaynak ayırabiliyorsa fazla bir şey beklememek gerek.
Anadolu’daki zeytinyağı kültüründen haberleri yok
AYVALIK Ticaret Odası Başkanı Rahmi Gençer, bu yılki panele iki Alman davet etmiş.
Aynı zamanda akademisyen olan, zeytinyağı uzmanı Horst Schafer-Schuchardt ve zeytinyağı tadım uzmanı kızı Anna-Maria.
Baba-kız Almanya’nın önde gelen gurme dergisi "Der Feinshmecker"de yazıyorlar. Yılda bir kez bu derginin bünyesinde zeytinyağı eki çıkartıyorlar.
Bu zeytinyağı ekinde bu yıl dünyadan yaklaşık 800 kadar zeytinyağı üreticisi yer alırken Türkiye’den sadece bir üretici yer almış: Laleli Zeytinyağı.
Almanya’daki gıda fuarına sadece bu marka katıldığı için diğer Türk zeytinyağı markalarını tanımıyorlar.
Zeytinyağcılarımıza AB’nın kotası nedeniyle fuarlara katılmak cazip gelmiyor.
Anna-Maria Schuchardt Türk zeytinyağlarını tanımak için can atıyor.
Bu yıl Ayvalık’ta mini bir de zeytinyağı fuarı düzenlenmiş. Genç tadımcı gün boyunca zeytinyağlarını tadıyor. Kendine göre sıralamalar yapıyor.
Alman baba-kızın Türk markalarını bilmiyor. Peki ya dünyada ilk ilk zeytinyağı fabrikasının M.Ö 2 bin 600 yılında Urla’da olduğundan haberleri var mı? Anadolu’daki zeytinyağı kültüründen haberleri var mı?
Yok...
Tanıtımın neresinden başlayacaksınız?
Klazomenai gibi bir nimet var
TANITIM Grubu Başkanı Mustafa Sever, ABD, Japonya, Avustralya, Çin, Kanada gibi ülkeleri hedef aldıklarını söylüyor.
Zeytinyağının tanıtımıyla ilgili reklam faaliyetleri bu ülkelerde yapılacak.
Peki reklamı üstlenmiş bir şirket var mı?
Sever, "Tuluad" adında bir şirketin adını veriyor.
Panellere katılanların hiç biri bu şirketin adını duymamış.
Tanıtım Grubu, geçtiğimiz haziran ayında yarışma açıyor.
Yarışmayı kazanan iki şirketten biri, Urla’daki antik Klazomenai şehrindeki kazılarda ortaya çıkartılan ilk zeytinyağı fabrikasıyla ilgili çalışmaları olan Greenactive.
Greenactive bu projesiyle uluslararası iki ödülün sahibi.
Zira Klazomenai’daki kazılarda ortaya çıkartılan dünyadaki ilk zeytinyağı fabrikasını ayağa kaldırmış.
Düşünün...
Elimizde 2 bin 600 yıllık bir zeytinyağı işleme yeri, depolar ve kuyular var.
Dünya Anadolu’da zeytincilik olup olmadığını farkında değil.
Biz böyle bir nimetten yararlanamıyoruz.
Klazomenai projesiyle zeytinyağı tanıtımında bayağı yol almış olan Greenactive ise Tanıtım Grubu’nun yarışmasından elenmiş durumda.
Yazının Devamını Oku 
2 Aralık 2007
İzmir’in Expo 2015 sunumu için Paris’teyiz. Sunumun yapıldığı otel ile Türk elçilik binası arasında iki gün boyunca mekik dokuyoruz.
Güzergáh üzerindeki Champs-Elysees Bulvarı bu yıl farklı ışıklandırılmış:
Ağaçlar mora çalan mavi ampullerle donatılmış. Işıklı dallar arasında gözyaşı gibi mor-mavi damlalar akıyor. Görüntü muhteşem.
Turistler kadar Parisliler de pek mutlu. Bindiğimiz taksinin şoförü "Ben bile ilk kez Paris’i bu kadar güzel görüyorum" diyor.
Üstelik şehir bu yıl Noel’i her zamankinden daha alımlı karşılarken enerji faturası yüzde 70 oranında düşmüş. Zira Paris Belediyesi bu yıl ilk kez daha az enerji harcayan ampuller kullanmış.
Biz Champs-Elysees’nin ışıltısına kapılmış giderken meğer aynı saatlerde Paris’in banliyölerinde kıyamet kopuyormuş. Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Çin ziyareti sırasında patlak veren ikinci büyük varoş isyanının anlamı açık. Aynı olaylarla iki yıl önce karşı karşıya kalan Fransa göçmen sorununu çözemedi. Sarkozy’nin insanları fişleme, DNA testleri yapma gibi ırkçı yöntemlere kalkışması işte bakın nasıl ters tepiyor.
Champs-Elysees ışıl ışıl ama varoşlar kaynıyor.
KADINLAR BÖHMER’İN ETRAFINDA
Sadece Fransa değil, Almanya da göçmen sorunuyla başa çıkamıyor.
Geçenlerde Almanya’nın Göç ve Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanı Maria Böhmer ile İstanbul’da bir davette bir araya geldik.
Almanya’daki Türk toplumu arasında büyük tepkiye yol açan yeni göç yasasını sormak için fırsat kaçar mı?
Baktım, Böhmer’in etrafını saranlar daha çok kadınlar. Galiba ortalığı karıştıran yeni göç yasasına en duyarlı onlar. İngilizce bildiği halde tercümanı aracılığıyla Almanca konuşmayı tercih eden Maria Böhmer "entegrasyon" lafını ağzından düşürmüyor. Büyük oranda entegrasyona engel olarak lisanı görüyor: "Kadın olsun, erkek olsun Almanca konuşmayınca entegre olamazsın."
Yeni göç yasasında, Almanya’ya gidecek gelinlere ve damatlara "Almanca" öğrenme koşulunu hararetle savunuyor. İddiasına göre, Almanya’daki Türk erkekleri de karılarını "Almanca" kurslarına göndermek istemiyormuş.
"Neden" diye sorduk. "Kocalar eşlerinin evde kalmasını istiyor. Lisanı öğrenirse özgürleşeceğinden çekiniyorlar" diyor.
Peki Türk gençleri arasında yüzde 40’ları aşan işsizlik sorununu nasıl çözecek? "Her şey eğitimden geçiyor. Türk çocukları Almancayı iyi konuşamadıklarından dersleri iyi değil. Böyle olunca eğitimi yarıda bırakıyorlar... Almanca bilmeyen anneler de çocuklarına destek veremiyor." Kısaca "Almanca olmadan asla" durumu.
Almanya 40, 50 yıllık göç ve buna bağlı eğitim sorununu çözmekte hayli geç kalmış. Böhmer’in kendisi de bunu kabul ediyor. Şimdi bu yeni göç yasasıyla 50 yıllık açığı nasıl kapatılacak Allah bilir.
Fransa, Almanya ve hatta İtalya göçmen sorunuyla boğuşurken dünyanın öbür ucunda Avustralya’da işler tıkır tıkır yürüyor. Avustralya son beş yılda 755 bin yeni göçmen kabul etmiş. 1945’ten bu yana ülkeye göç edenlerin sayısı 7 milyona yakın.
Hükümet her yıl ne kadar göçmen kabul edeceğini belirliyor. Sektörlere göre hangi mesleğe ihtiyaç duyulduğu belli. Vize başvurusu puanlama sistemine göre. İngilizce biliyorsan 25 puan, yaşın 30 ile 34 arasındaysa 25 puan alıyorsun. Hükümet mutlu, göçmenler mutlu.
Bu başarıda en büyük pay 11 yıllık iktidardan sonra geçen günlerde genel seçimlerde yenilgiye uğrayan Başbakan John Howard’daydı. Howard, hem Avustralya kimliğini, hem çok kültürlülüğü ve çok etnikliliği kucaklayan bir politika benimsemiş. Sydney’de yaşayan bir Türk kendisini rahatlıkla hem Türk hem Avustralyalı hissedebiliyor.
Böhmer ve Avrupalı meslektaşları biraz Avustralya örneğine baksalar ya.
Yazının Devamını Oku 