Gila Benmayor

GAP tuzlanmaya teslim olacak mı

13 Kasım 2007
GAP İdaresi Başkanı Muammer Yaşar Özgül, GAP’ı yeniden gündeme taşımak için kolları sıvadı. Türkiye’nin en büyük projesi olarak bilinen, 32 milyar dolara malolacağı öngörülen GAP’ta işler nasıl gidiyor?

Şimdiye kadar harcanan 16 milyar dolar beklentilerin ne kadarını karşılamış?

Bu iddialı proje bölgeye gerçekten refah getirmiş mi?

Yarın Siirt’te, GAP inisiyatifiyle düzenlenen toplantılarda en yetkili ağızlardan işte bu soruların yanıtlarını öğreneceğiz.

Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren da katıldığı toplantılara işadamları da bekleniyor.

Ethem Sancak, Nihat Özdemir, Aynur Bektaş, Süleyman Pamukçu’nun başarı öykülerini dinleceğiz Siirt’te.

Siirt’e giderken benim yanımda ise TEMA’nın "Mezapotamya’nın Büyük Düşü GAP" belgeseli olacak.

GAP
ile ilgili kişilerin belgeseli izlemek isteyebilecekleri umuduyla taşıyorum onu.

Geçen hafta sonu, TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Gökyiğit ile birlikte Harran Üniversitesi’nde izlediğimiz bu belgesel esasında yukarıda sorulara kısmen cevap veriyor.

Belgesel, A.Nihat Gökyiğit Vakfı ve Koç Vakfı’nın maddi destekleriyle hazırlanmış.

Harran Üniversitesi danışmanlık yapmış.

Dolayısıyla belgesel ilk kez Harran Üniversitesi’nde gösteriliyor.

AŞIRI SULAMA TUZLANMA NEDENİ

2 yılda tamamlanan bu belgeselde neler var?

9. Cumhurbaşkanı Demirel’den, Harranlı ağalardan, köylülerden, bilim insanlarına, sayısız kişiyle konuşulmuş.

Belgeselin mesajı gayet açık: "GAP tehlikede..."

"Aşırı sulama"
nedeniyle GAP’ın toprağı "tuzlanıyor" ve "çoraklaşıyor".

130 bin
hektarlık Harran Ovası’nın 30 bin hektarı tuzlandı ne yazık ki... Hem de geri kazanılamayacak derece tuzlandı.

Bilinçsiz ya da "vahşi sulama" ve tek üründe yani pamukta ısrar. İşte GAP’ı tehdit eden iki önemli faktör.

Daha önce Aral Gölü’nün karşı karşıya kaldığı çevre felaketi için de bir belgesel hazırlamış olan Gökyiğit "GAP’ı kurtarmak mümkün" diyor.

"Artık canlıların yaşamadığı Aral Gölü kurtarılamaz ama GAP için geç değil" diye ekliyor.

Peki ne yapılabilir?

Gökyiğit sayıyor:

Bilinçsizce sulama yapan Harran köylüsü eğitilebilir.

Sulama yöntemleri değişebilir.

Ürün rotasyonuna gidilebilir.

Tuzu çeken bitkiler ekilebilir.

Toprak ağalarının kontrolündeki Sulama Birlikleri daha sağlıklı işleyebilir.

Merak ediyorum.

Acaba GAP’ın gerçek sorunları Siirt’te gündeme gelecek mi?

Öğle yemeğine

1 YTL veremeyen öğrenci var

HARRAN Üniversitesi 1992 yılında kurulmuş.

Bugün 9 bin 700 öğrencisi var.

Rektör Prof. İbrahim Halil Mutlu ve Rektör Yardımcısı Zuhal Karahan Kara akşam yemeğinde sohbet imkanı bulduk.

Bölgeye gerçekten bambaşka bir hava getiren Harran Üniversitesi maddi zorluklarla karşı karşıya.

Fakülte binaları tamamlanmamış, kültürel olanaklar neredeyse yok gibi.

Üstelik, AKP Hükümeti’nin yapmayı tasarladığı 30 yeni üniversite Harran Üniversitesi bütçesinin daha da kısılmasına yolaçabilir.

GAP’ta tarım yanlış sulama yüzünden can çekişirken Rektör Mutlu haklı olarak "Buraya bir Tarım Tekno Parkı kurulması gerekir" diyor.

Üniversitenin hastanesi yetersiz.

Oysa üniversite maddi imkanlara kavuştuğu takdirde hem öğrencilere, hem yöre halkına katkısı büyük olabilir.

Bazı öğrencilerin ne kadar yoksul olduklarını Zuhal Karahan Kara anlatıyor:

"Sınavlara girmek için ödünç ayakkabı alanlar var."

Ya rektörün söyledikleri?

"Üniversite kantininde öğle yemeği 1 YTL. Ancak bu parayı veremeyen ya da 1 lira karşılığında yemeği bölüşenler var."

Anlayacağınız "yoksulluk" diz boyu.

Rektör Mutlu’nun dediği gibi, bölgenin işadamları GAP’a yatırım için daha ne bekliyor?

Toprak tuzlaşıyor insan yozlaşıyor

"MEZAPOTAMYAnın Büyük Düşü GAP" belgeseli yalnız tuzlanmaya değil sosyolojik bazı gerçeklere de ışık tutuyor.

Belgeselde konuşan Urfa Ziraat Odası Başkanı Halil Dolap, "Bu görkemli proje çarpık bir gelişmeyi de beraberinde getiriyor. Toprak tuzlaşırken, insan yozlaşıyor" diyor.

Örneğin kenevir ekimi.

Esrarın elde edildiği kenevir ekimi yüzde 10’lardan yüzde 58’e fırlamış.

Beş kat artmış. Başka bir yozlaşma örneği kaçak elektrik kullanımı.

Türkiye’nin en büyük kaçak elektrik kullanımı GAP bölgesinde gerçekleşiyor.

Madalyonun öbür yüzünde ise sulamayla birlikte geliri 15 kat artan toprak sahiplerinin içine düştükleri durum var.

Toprağı 3 milyar ederken şimdi tuzlanma yüzünden 1 milyara düşmüş.

Belgeseldeki yetkililer uyarıyor: "Bu durum sosyal bir çöküntüye yol açabilir."
Yazının Devamını Oku

Mars’a gömülmek isteyen adam

11 Kasım 2007
Aralarında Fahrenheit 451’in de bulunduğu sayısız roman ve öykü yazan Ray Bradbury. İki yeni kitap yayınlamaya hazırlanan Bradbury, Mars’a ve özellikle Chicago Çukuru’na gömülmeyi vasiyet etmiş. Ancak hiç acelesi yok, zira 100 yaşına kadar yaşamaya niyetli.

Önceki gün Gaziantep uçağındayım. Gözüm Skylife’ın son sayfalarındaki "Ayın Konuğu" bölümüne takılıyor. Fotoğrafçı ve araştırmacı Ali Konyalı, 1995’te New York’a yaptığı bir uçak yolculuğunda koltuk komşusunu anlatıyor: Ünlü soprano Semiha Berksoy.

New York’taki Türk evinde bir resim sergisi açmaya ve bir performans sergilemeye hazırlanan Berksoy o sırada 87 yaşında. Yolculuk boyunca Ali Konyalı’ya öyküler okuyor, hatta kara kalem portresini yapıyor.

Sonra "New York’un en ünlü modern müzesi hangisi" diye soruyor ve MoMa cevabını alınca "Beni oraya götür, orada sergi açmak istiyorum" diyor.

Ali Konyalı bu işlerin böyle olmayacağını, sergilerin çok önceden ayarlandığını anlatmaya çalışıyor ama Semiha Berksoy dinlemiyor. "Anka Kuşu gibiyim. Sanatım ile hep yeniden doğuyorum" cevabını veriyor.

Sonuçta Berksoy’un dediği oluyor ve sanatçı tam bir yıl sonra 88 yaşında MoMa’da sergi açıyor.

99 yaşında aramızdan ayrılan sanatçının bu öyküsünü okurken nedense aklıma 29 Ekim’de bir televizyon kanalında dinlediğim bilim kadını Muazzez İlmiye Çığ geliyor. Programda 1914 doğumlu olduğunu söyleyen Çığ pırıl pırıl zekasıyla beni etkilemişti. Hayat ne tuhaf?

Uçak Gaziantep havaalanına konduktan sonra inmek üzere arka kapıya doğru ilerliyorum ve en arka koltukta kimi görüyorum?

Pembe beresi ve pembe şık ceketiyle Muazzez İlmiye Çığ. 10 dakika önce aklıma düşmüş ve şimdi karşımda. Tabii merakımı yenemeyip Gaziantep’e neden geldiğini soruyorum. Üniversiteli Kadınlar Derneği’nin davetiyle Gaziantep Ticaret Odası’nda bir konferans vereceğini öğreniyorum.

93 yaşındaki Muazzez İlmiye Çığ konferans vermek için Türkiye yollarında. Hayallerini gerçekleştirmek için yaşı asla engel olarak görmeyen bu insanlara şapka çıkartılmaz mı?

Bir örnek de ABD’den: Aralarında ünlü best-seller "Fahrenheit 451"in de bulunduğu sayısız roman ve öykü yazan Ray Douglas Bradbury geçenlerde Fransız Le Monde Gazetesi’ne konuşmuş. Söyleşinin başlığı şöyle: "Mars’a gömülmek istiyorum."

87 yaşındaki Ray Bradbury hani neredeyse "dipsiz" diyebileceğim bir iyimserlikle ve henüz önünde uzun yıllar varmış gibi bakın neler söylüyor: "Yeryüzünde yaşam sona ererse eğer başka gezegenlerde hayatlarımızı sürdürmeye devam edebiliriz. Uzay yolculukları bizi ölümsüz kılabilir."

BO DEREK KAPIMI ÇALARSA

Bu yıl zarfında iki yeni kitap yayınlamaya hazırlanan ve Los Angeles’ta oyunları sahnelenecek Ray Bradbury, Mars’a ve özellikle "Chicago Çukuru"na gömülmeyi ailesine vasiyet etmiş.

Mars’a gömülecek ilk kişi olmak istediğini söylüyor.

Ancak vasiyetinin yerine getirilmesi için hiç acelesi yok zira önünde en az 15 yılı daha var. Açıkçası niyeti 100 yaşını devirmek.

Ray Bradbury söyleşisinde çapkın biri sayılamayacağını ancak güzel bir kadın kapısını "çalarsa" hayır demeyeceğini de anlatıyor.

Nitekim kapısını böyle ansızın çalan biri de geçenlerde Türkiye’ye uğrayan Bo Derek olmuş. Derek, Fransa’nın güneyine birlikte iki günlük tren yolculuğunu önermiş.

Bradbury "Elbette böyle bir fırsatı kaçırmadım. Şimdi yılda bir kez görüşüyoruz" diyor. Doğru yalan bilemem.

Berksoy, Çığ ve Bradbury’nin bu gücü nereden bulduğunu, hayata bu denli nasıl sarıldığını merak edenlere sihirli formül yine Amerikalı yazardan: "Sevdiğinizi yapmak ve yaptığınızı sevmek."
Yazının Devamını Oku

Enerjiye moda olduğu için girmedik

9 Kasım 2007
BİRİ istikrarlı bir büyümenin son halkasında çelikte dünya devi Arcelor Mittal ile daha yeni bir ortaklığa giren Borusan’ın başarılı CEO’su Agah Uğur. Diğeri Türkiye’nin en yaratıcı ve yenilikçi işadamlarından, Brightwell Holdings Yönetim Kurulu Başkanı Alphan Manas.

İddaa’nın fikir babası olan Manas aynı zamanda Türkiye Fütüristler Derneği’nin Başkanı.

"Tek derdim değer yaratmak" diyen biri.

Uğur ve Manas ile geçen akşam Borusan’ın ünlü Perili Köşkü’nde bir araya geldik.

Önceki gün gazetelere yansıyan Borusan ile Brightwell arasındaki "enerji ortaklığı"nın arka perdesini dinledik.

Alphan Manas, Teknoloji Holding’deki ortaklığını sona erdirdikten sonra tasarım, deniz ulaşımı, yenilenebilir enerji, çevre teknolojileri gibi birçok alanda faaliyet gösteriyor.

"Yenilenebilir Enerji" üzerinde önemli durduğu bir alan.

Geçen yıl kurduğu Maya Enerji Holding, hidroelektrik ve rüzgar santralleri için yaklaşık dokuz lisans almış.

Borusan’ın enerjiye ilgisine gelince?

Agah Uğur, altı sektörde faaliyet gösteren Borusan’ın "bundan sonra hangi işe girebiliriz" düşüncesiyle dünyanın önde gelen danışmanlık şirketi McKinsey ile altı ay çalıştıklarını anlatıyor.

McKinsey’in yaptığı çalışmada Borusan’ın yönelebileceği yeni işler sıralamasında "yenilenebilir enerji" en üst sıralardaymış.

HAYALLERE YATIRIM DEĞİL

Dolayısıyla Agah Uğur "Enerjide biz de, biz de diye bir trend var. Biz moda diye enerjiye girmedik" diyor.

TÜSİAD’in bir enerji toplantısında Manas’ın "yenilenebilir enerjiyle" ilgili projelerine kulak veren Uğur ortaklık fikrine sıcak bakmaya başlamış.

Borusan ile Brightwell arasındaki ortaklık flörtü geçtiğimiz mayıs ayına dayanıyor.

Neticede, önceki gün açıklandığı gibi Borusan, Maya Enerji Holding’in yüzde 70’ine ortak oluyor.

İlk aşamada yeni ortaklığın ilk aşamada hedefi 500 megavatlık lisans almak.

Şu anda ellerindeki 120 megavatlık hidroelektrik lisansı.

160 megavatlık rüzgar enerjisi için başvuruda bulunulmuş.

Türkiye’de 78 bin megavatlık rüzgar santrali talebine dikkat çeken Uğur "Hayallere yatırım yapmıyoruz" diyor.

2010 yılı için 5 milyar dolarlık ciro hedefleyen Borusan enerjiye 600 ila 700 milyon dolarlık yatırım planlıyor.

Uğur’un dediği gibi, Borusan ile Brightwell ortaklığı "birbirini tamamlayan" bir ortaklık.

Türkiye’nin enerjide elindeki en güçlü kozlardan biri olan "yenilenebilir enerji" umut vaat eden önemli bir ortaklık.

Fransa eski ekonomi bakanı Borusan’ın Yönetim Kurulu’nda

MCKINSEY’in çalışmasında "yenilenebilir enerji"in yeni iş alanı olarak ortaya çıkmasından sonra Borusan Yönetim Kurulu bu konuda karar için toplanmış.

Agah Uğur yönetim kurulundaki isimlerden birini sayınca şaşırmadım değil.

Fransa’nın eski Ekonomi, Maliye ve Sanayi bakanlarından Francis Mer.

Eski başbakan Raffarin hükümetlerinde ilk kez peş peşe aynı koltukta 2002 ile 2004 arasında görev yapan Francis Mer ile Borusan arasındaki ilişkiyi merak ediyorsunuz büyük olasılıkla.

Şöyle izah edebilirim:

Sanayici ve iş adamı Francis Mer, Chirac tarafından özelleştirilip Arcelor adını almadan önce çelik grubu Usinor’un başına getirilmiş.

Daha sonra Arcelor’un da yönetim kurulu üyesi olmuş.

Borusan ile Arcelor Mittal ile yeni ortaklığı Francis Mer’e Türk şirketine yönetim kurulu üyeliğinin yolunu açmış anladığım kadarıyla.

Sadece Francis Mer’in yönetim kurulu üyeliği dahi Borusan’ın dev adımlarla bir global oyuncu olma yolunda ilerlediğini gösteriyor.

Statükocu Başaran Ulusoy’a karşı "vizyoner ve yenilikçi" İskender Çayla

YARIN ve pazar günü TÜRSAB 18. olağan Genel Kurulu’nun ardından başkan seçilecek.

TÜRSAB başkanlığına beş aday var.

Ancak esas çekişmenin TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy ile Retur Turizm ortaklarından İskender Çayla arasında olacağı söyleniyor.

Başaran Ulusoy sekiz yıldan beri 5 binden fazla seyahat acentasının üye olduğu TÜRSAB’ın başkanı.

Daha önce "artık adaylığımı koymayacağım" gibi açıklamalar yapmış olsa da yine en güçlü aday.

Yine o bildik "koltuk sevdası".

İskender Çayla 26 yılı aşkın süredir turizmin içinde.

İspanya’dan Türkiye’ye yılda getirdiği turist sayısı yılda sekiz bin ila dokuz bin.

Birkaç yabancı lisan konuşuyor, evinde "Bach Günleri"ni ağırlayacak denli sanata düşkün ve nicedir "Türkiye’de turizm nasıl daha iyi bir noktaya gelir" diye kafa patlatıyor.

Kendisi gibi "fırtına bir ekiple" "turizmde yeni dönem" diye bir hareketin başını çekiyor.

Yani Agah Uğur ve Alphan Manas gibi kendi alanında "vizyoner" biri.

www.turizmdeyenidonem.com adresinden ulaştığınızda görebileceğiniz gibi, Çayla ve ekibi, turizmi yakından ilgilendiren birçok meseleye el atıp, çözüm üretmiş.

Mesela "bölgesel tanıtım", mesela günümüzün sıcak konusu "çevre".

"Turizmin çevreye zarar vermeden gelişmesi için öncülük yapacağız"
diyor Çayla.

Yeryüzünün oksijen depolarından biri Kaz Dağları’nın oyulduğu günlerde anlamlı bir mesaj.

"Kuraklık" tehdidi altındaki Türkiye’de tüm otel odalarına "suyunuzu dikkatli kullanın" uyarısının önemine dikkat çekiyor.

Türkiye gibi "kuraklık" tehlikesiyle karşı karşıya olan tüm İspanya’dan yıllardan beri uygulanan bir şey bu.

İskender Çayla, Tuz Gölü’nün kirlenmesinin ya da Beyşehir Gölü’nün önemli bir bölümünün kurumasının turizme nelere mal olacağını iyi biliyor.

Turizmde "Bölgesel Markalaşma" konusu, Çayla ve ekibinin uzun bir süreden beri proje ürettikleri başka bir alan.

40’a yakın "bölgesel" marka ve ürünü için çeşitli web siteleri hazır bir durumda.

Çayla’nın, dünyada Türkiye’nin tanıtımı, "bölgesel" markalaşmanın hızlandırılması, pazarlama için "teknolojinin" önemini vurgulaması dikkatimi çekiyor.

Meğer Ulusoy Başaran başkanlığındaki TÜRSAB hali hazırda internet ortamından pek yararlanamıyormuş.

Ne kendi üyeleri arasında iletişimi sağlamak için, ne de temsil ettiği acentaları yurt dışına açmak için teknolojinin nimetlerinden faydalanamıyormuş.

"İnternet ortamını gereği gibi kullanamayan TÜRSAB etkili olamaz" diyen İskender Çayla’nın yerden göğe kadar hakkı var.

TÜRSAB’a sekiz yıldan beri başkanlık yapan Başaran Ulusoy keşke dediği gibi başkanlık yarışına girmeden çekilseydi.

Meydanı farklı vizyona sahip, yenilikçi gençlere bıraksaydı.

Neticede Türkiye’nin hep önünü tıkayan bu "koltuk sevdası" değil mi?
Yazının Devamını Oku

Karşınızdaki ’yeni’ bir Türkiye

6 Kasım 2007
SORU basit.<br><br>"Kişi başına yılda 30 dolar ihracat yapan bir toplumla 1400 dolar ihracat yapan toplum aynı olabilir mi?" 30 dolar 1970 yılının rakamı.

1400 dolar ise 2007 yılının.

Koskocaman 40 yıldan söz ediyoruz.

1970’e göre üretim farklı, tüketim de.

Üretilen çamaşır makinesi sayısı 74 kat, buzdolabı sayısı 40 kat, kayıtlı otomobil sayısı 42 kat, gelen turist sayısı neredeyse 30 kat artmış. Telefon abonesi 50 misli.

Listeyi daha uzatabiliriz.

Bu arada nüfus artışı neredeyse yüzde yüz.

1970’lerde nüfusun yüzde 60’ı kırsal kesimde. Bugün yüzde 35’i.

Türkiye’de yaşayan yetişkinlerin yüzde 38’i doğduğu yerde oturmuyor.

"Nüfus", "göç" gibi şeylere "eğitimi" ilave edersek yine ulaşılan nokta 1970’lere göre hayli farklı.

36 yılda eğitimsiz oranı yüzde 59’dan yüzde 11’e inmiş. Yüksek eğitimlilerin yüzdesi yüzde 1.7’den yüzde 9’a çıkmış.

Aynı süre içerisinde ilk ve orta eğitimde öğretmen sayısı 4 kat, öğrenci sayısı 3 kata yakın artmış.

25 ve üstü yaştaki nüfusun ortalama eğitim süresi 1970 yılında 2.8 yıl iken bu oran 2006’da 7 yıla çıkmış.

Bir de işin "iletişim" boyutu var.

1970’lere göre 50 kat artan telefon abonesine cep telefonlarını, bilgisayarı, interneti katın.

Nüfus, eğitim, iletişim değişimi tetikleyen şeyler.

Küreselleşme, Avrupa Birliği perspektifini de hesaba katarsak ortaya çıkan 30-40 yıl öncesine oranla "yeni" bir Türkiye değil mi?

"Yeni Türkiye’yi Anlamak" geçtiğimiz cumartesi günü Osmanlı Bankası Müzesi’ndeki panelin konusu.

Yukarıda saydığım tüm veriler KONDA Araştırma Şirketi’nin kurucusu Tarhan Erdem’in sunumundan.

Türkiyenin nasıl değiştiğini ortaya koymak için Erdem, cumhuriyetin kuruluşuna kadar gitmiyor.

Karşılaştırmayı 1970 yılı itibariyle yapıyor.

Türkiye’nin müthiş bir dönüşümden geçtiğini diğer iki panelist Profesör Fuat Keyman ile Dr. Mahfi Eğilmez de kabul ediyor.

Eğilmez’in "en büyük dönüşüm burada" dediği ile ilgili saptamalarının altını çizmek gerek.

30-40 yıl önce tarımın milli gelire katkısı yüzde 40’larda iken bugün yüzde 10.

On yıl öncesine kadar toplam istihdamın yüzde 42’si tarımda. Şimdi bu oran yüzde 27.

İnsanlar tarımı bırakıp hızla kentlere göç ediyor.

Peki bu değişim, hızlı dönüşüm yaşam standardımıza nasıl yansıyor?

Yoksulluk hálá en büyük sorun. Gelir uçurumu da öyle.

Kişi başı milli gelir istenilen düzeyde değil.

Reformlar, demokratikleşme, cinsiyet uçurumu, geçen yazımda değindiğim "Türkiye’nin rekabet gücü" gibi kalemlere bakarsak daha gidecek çok yol var.

Evet Türkiye hızla değişiyor ama bu bize gerektiği gibi yansımıyor.

Neden?

Tarhan Erdem bu konuda uzun bir analiz yapıyor ama ben kestirmeden gideceğim.

"Siyasiler, siyasi partiler bu dönüşümü kavrayamadılar ve yönetemediler."

Yani iş dönüyor dolaşıyor siyasette kilitleniyor.

Hitit İmparatorluğu ’kuraklık’la çöktü

TARHAN Erdem, 1970 sonrası işaret ettiği değişimlere en son "kuraklığı" katıyor.

Kuraklık deyip geçmeyin. Türkiye’nin önünde büyük bir "kuraklık" tehdidi var.

Tam bu noktada Mahfi Eğilmez’in söylediklerine değineceğim.

Hitit uzmanı olan Eğilmez, M.Ö. 1200 yılında Anadolu’da hüküm süren müthiş kuraklık nedeniyle Hitit İmparatorluğu’nun çöktüğünü hatırlatıyor.

"Kuraklık" en başta insanların hayatını etkileyecek. Belki yeni göçler olacak.

Belki, şimdilerde benimsenen, suyu bol görünen nehir sularını taşıma gibi politikalar beklenmedik sonuçlara yol açacak.

Ekonomi etkilenecek.

Türkiye için önemli bir kalem olan turizm örneğin.

Geçenlerde Herald Tribune Gazetesi’nde gördüğüm haber dünya turizminin kuraklık meselesini masaya yatırdığını işliyordu.

Türkiye "kuraklık" gibi bir değişime hazır mı?

Soru işareti.

Erdem’in dediği gibi, değişimin bilançomuzu negatife de, pozitife de taşıması mümkün.
Yazının Devamını Oku

Bir çevre kahramanı arıyorum

4 Kasım 2007
Bu böyle gidemez. Türkiye’de çevre dört bir yanından dökülüyor. Ormanlar, denizler, ölü balıkları kıyıya savuran ırmaklar. Bence acilen bir çevre kahramanına ihtiyacımız var. Biçilen ormanları, kirlenen denizleri, böğrüne hançer saplanan dağları sürekli gündemde tutacak bir kişi. Cesur, karizmatik, çevre bayrağını kapıp peşinden bizi sürükleyecek biri.

Kaz Dağları’ndan gelen haberler kötü. Doğa Derneği "Kaz Dağları’ndaki tahribat sanılandan fazla. Dağların yüreği sayılan bölge ağır tahribata uğradı" demiş.

Kaz Dağları
’nın yüreğine bir hançer.
/images/100/0x0/55ea3e66f018fbb8f87397a0
Golf sahası uğruna Antalya, Belek’in yüreğine başka bir hançer.

Haberleri ve yandaki fotoğrafı görmüşsünüzdür mutlaka. Belek’teki ormanlarda 2005 ile 2007 yılları arasında 500 bin ağaç kesilmiş.

İyi ki TEMA’nın elinde çekilmiş fotoğraflar var.

Denize yakın o güzelim ormanlık araziler gaddar bir baltayla yarı yarıya çıplak kalmış.

Sırada 2B diye ormanlık arazilerin satılması var.

Hangi birine sesimizi yükselteceğiz?

Benim için bardağı taşıran son damla ise Marmara Denizi’yle ilgili internet yoluyla ulaşan haber oldu.

Yaklaşık bir ay önce İstanbul’da, Caddebostan sahilinde yürürken denizdeki beyaz köpükler benim de gözüme çarpmıştı.

Denizde tuhaf bir şeyler görüyorsunuz ama kime danışacaksınız?

Belediyeye mi?

Çevre Bakanlığı’na mı?

Büyük Kulüp’ün bekçisine bir şeyler sorduğumu hatırlıyorum.

Zavallı adamın yüzüme şaşkınlıkla baktığını da.

MARMARA DENİZİ BİLDİĞİNİZ GİBİ DEĞİL

Dediğim gibi merak ettiğim sorunun yanıtı internetten, "Adalar Postası"ndan geldi.

Sevinç-Erdal İnönü Vakfı’nın desteğiyle (Bu vesileyle Erdal İnönü’yü bir kez daha sevgiyle anıyorum) hidrobiyolog Levent Artuz’un raporuna göre, bu beyaz köpüğümsü tabakaya bakteriler yol açıyormuş.

Rhizosolenia calcar-avis, dinophysis caudata, dinophysis tripos bunların adları.

Demek ki yaz boyunca Marmara’da yüzerken bunlarla koyun koyunaymışım.

Ne korkunç...

Demek ki, biz "Marmara temizlendi" diye sevinirken, İstanbul Büyükşehir Belediyesi plaj üstüne plaj açarken esasında denizimiz can çekişiyormuş.

Marmara Denizi’ndeki canlı türleri tehlikede.

KARİZMATİK BİR ÇEVRE KAHRAMANINA İHTİYACIMIZ VAR

Yok, yok bu böyle gidemez.

Türkiye’de "çevre" dört bir yanından dökülüyor.

Ormanlar, denizler, ölü balıkları kıyıya savuran ırmaklar.

Onun için diyorum ki, acilen "bir çevre kahramanına" ihtiyacımız var.

Biçilen ormanları, kirlenen denizleri, böğrüne hançer saplanan dağları sürekli gündemde tutacak ve hatta kendisi gündeme gelecek bir kişi.

Cesur, karizmatik bir kişi.

Kadın ya da erkek.

"Çevre bayrağını" kapıp peşinden bizleri sürükleyecek biri.

Kendi payıma, hangi alanda olursa olsun verilen mücadelenin bir kişiyle özdeşleşmesinden yanayım.

Bunun daha etkili olduğunu düşündüğümden.

GORE, GORBAÇOV VE MERKEL

"Çevre Kahramanı"nı sözcüğüne ise geçenlerde Time Dergisi’nin kapağında rastladım.

Dergi, gelecekte daha temiz bir çevre için mücadele edenlerin uzun bir listesini çıkartmış.

Nobel Barış ödülü sahibi eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra ülkenin nasıl bir ekolojik felaketin eşiğinde olduğunu ilk gören Mihail Gorbaçov, Prens Charles, aktör Robert Redford, Almanya Başbakanı Angela Merkel, ülkesinde milyonlarca ağaç diken Kenyalı Wangari Maathi, işadamları, bilim adamları ve daha niceleri var listede.

Bize dönersek artık bıçak kemiğe dayandı.

Ya hemen "çevre kahramanımızı" bulacağız ya da her gün biraz daha fazla kaybettiklerimizin peşinden hayıflanacağız.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin rekabet gücünü artırmak kimin görevi

2 Kasım 2007
İSTANBUL SANAYİ Odası 26-27 Kasım tarihlerinde 6. Sanayi Kongresi’ni yapıyor. Kongrenin teması şöyle: "Sürdürülebilir Rekabet Gücü: Endüstriyel Rekabet ve İnovasyon."

Geçen gece İSO Başkanı Tanıl Küçük ve bazı meclis üyeleriyle kongrenin temasını konuştuk, tartıştık.

Ortaya atılan sorulardan biri hem siyasette, hem ekonomide havanın sertleştiği bir dönemde böyle bir konferansın yararlı olup olmayacağı yolundaydı.

Yararına inananlardanım.

Unutmayın. "Sürdürebilir Rekabet", "İnovasyon", "AR-GE" gibi sözcükler artık kamuoyunda yerleştiyse böyle konferanslar sayesinde.

Tanıl Küçük açıkça söylüyor. "Biz Sanayi Odası olarak ev ödevimizi yapıyoruz. Ancak Türkiye’nin rekabet gücünü artırmak devletin görevi."

Hiç kuşku yok ki bu tür konferanslar sanayicinin ufkunu açıyor.

6. Kongre’de "İnovatif Teknolojiden Ürüne" panelinin başkanlığını yapacak olan Doç. Dr. Talat Çiftçi’nin sözleri önemli:

"Geçen yıl nano teknoloji, çevre ve bilişim teknolojilerini tartıştığımız oturumlarda hiç yer yoktu. Herkes bu teknolojilerin gelecekte sanayileri nasıl etkileyeceğini öğrenmek istiyor."

Demek ki bir "farkındalık" yaratılmış. İyi de olmuş.

KIRIK NOTLARIMIZ

İSO
üyeleriyle bunları tartıştığımız gün Dünya Ekonomik Forumu’nun "Küresel Rekabet Endeksi" yayınlandı.

Dün gazetelerde küçük bir haber olarak gördüğünüz endeksin Türkiye bölümü hayli ayrıntılı.

Türkiye 131 ülkeyi kapsayan endekste 53. sırada.

Değerlendirme kurumlar, alt yapı, makro ekonomik istikrar, eğitim, inovasyon gibi 11 kalem üzerinden yapılmış. Ayrıntılara baktığınızda hemen göze çarpıyor.

Türkiye’nin "sınıfta kaldığı" birinci kalem şu: "İşgücü Piyasası’nın Randımanı."

Bu kalemde hiçbir rekabet avantajımız yok. Hele hele işgücüne "kadınların katılımında" neredeyse dünya sonuncusuyuz. 131 ülke arasında 125. sıradayız.

İkinci sınıfta kaldığımız kalem "Yüksek Eğitim ve Mesleki Eğitim."

"Makroekonomik İstikrar"
yine en zayıf kalemler arasında. Diğerler "kırık notlar" alt yapı ve kurumlarda.

Peki "iyi notlar" nerede? Pazar büyüklüğünde. "İş sofistikasyonu"nda. Kısmen "İnovasyon"da.

Şimdi İSO Başkanı Tanıl Küçük’ün söylediğine dönersek "rekabet gücünü arttırmakta devlet görevini yapıyor mu"?

Ben elimdeki verilerden ve yandaki tablodan açıkça yapmadığını görüyorum.

Dünyada rekabet gücünü artırmak için olmazsa olmazlardan eğitim, kadınların iş hayatına katılımı, alt yapı kimin görevi?

Erdal İnönü’nün yayınlayamadığım fotografı

2005 yaz aylarında TEMA Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Gökyiğit’in davetiyle Gürcistan sınırındaki cennette, Macahel’deydik.

Küçük grubumuzda İSO Meclis Başkanı Hüsamettin Kavi, yeni kaybettiğimiz Erdal İnönü ve eşi Sevinç İnönü de vardı.

O gezide hiç yürümediğim kadar yürüdüğümü, hiç tırmanmadığım kadar dağlara, bayırlara tırmandığımı hatırlıyorum.

Bu uzun yürüyüşlerde grubun başını çekenler daima Nihat Gökyiğit ve Erdal İnönü’ydü.

En şaşırdığım anılardan biri de Erdal İnönü’nün dağdan akan buz gibi sulara hiç gözünü kırpmadan atladığı andı.

Ben buz gibi suya ayağımı bile sokmaktan çekinirken, Erdal İnönü keyfini çıkartıyordu.

Tabii ki, gazeteci refleksiyle o anı görüntüledim.

Ama şu zamane dijital fotograf makineleri yok mu?

Saklıyorum sandığınız kare uçup gidiyor.

Yazık, o kareyi Sevinç Hanım’a verebilmeyi ne kadar isterdim.
Yazının Devamını Oku

Arayın, sessiz kalmayın

30 Ekim 2007
KADINLARA şiddet her gün, her saat, her vesileyle karşımızda.<br><br>Son örneği Antalya’daki Altın Portakal Film Festivali’nden. Dün gazetelerden öğreniyoruz ki, Festival Başkanı Engin Yiğitgil, Antalya Belediyesi’nin iletişimini üstlenmiş olan şirketin kadın yöneticisi Nimet Demir’e tekme, tokat saldırmış.

İşin garip yanı şu:

Bu yılki festivalde, kadına şiddet, namus cinayeti gibi temaların işlendiği filmler ağırlıkta.

Ne fark eder?

Festival başkanının gözü dönmüş bir kere.

Karşısındaki kendisinden güçsüz biriyse, kadınsa saldırmak daha kolay.

Sanmayın ki bu gibi şeyler sadece Türkiye’de.

Önceki gün televizyon kanallarında gezinirken Fransız televizyonunda ünlü yönetmen Nadine Trintignant’ı gördüm.

Kızı Marie Trintignant, 2003 yılında sevgilisinden yediği dayak yüzünden ölmüştü.

Nadine Trintignant, "kızının katili" olarak gördüğü şarkıcı Bertrand Cantat’nın dört yıl sonra cezaevinden salıverilmesi üzerine harekete geçmiş.

"Kadına şiddet"e karşı yeni bir hareket başlatmış.

Fransa’da "şiddet" nedeniyle haftada iki, üç kadın ölüyormuş.

Bunları niçin anlatıyorum?

Hürriyet’in İstanbul Valiliği ve Çağdaş Eğitim Vakfı desteğiyle sürdürdüğü "Aile İçi Şiddete Son" kampanyası üçüncü yılını geride bırakırken önemli bir dönemece girdi.

Kampanya kapsamında şiddet gören kadınların haftada 7 gün, 24 saat ulaşabileceği bir "Acil Yardım Hattı" kuruldu.

Avrupa Birliği fonlarından yararlanılarak oluşturulan yardım hattının numarası "0 212 656 96 96".

Bu numarayı yazmak, duyurmak önemli.

Kampanya tam olarak start almadan önce dahi gazetelerdeki bununla ilgili küçücük bir ilan çıkar çıkmaz 10 gün içerisinde 150 kişi aramış.

Bu numara bir can simidi.

Belki hayat kurtaracak, belki umutsuz bir kadına yol gösterecek.

Zira numarayı çevirdiğiniz anda karşınızda psikologlar, avukatlar ve özel eğitim almış emniyet mensupları buluyorsunuz.

"Acil Yardım Hattı"nın ilk aşaması olan Ekim 2007 ile Ekim 2008 tarihleri arasında 5 bin kişiye ulaşılması bekleniyor.

Hürriyet İcra Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı’nın kampanyanın başlaması nedeniyle düzenlenen toplantıda söylediği gibi "aile içi şiddet" tabu olmaktan çıkmalı.

"Acil Yardım Hattı" konuşamayan, yardım alamayan mağdur kadınların, çocukların artık ellerinin altında.

"0 212 656 96 96"yı arayın, sessiz kalmayın.

Türkiye dünya ekonomisinde ilk 10’a sadece erkeklerle giremez

TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun bu sözleri önemli.

"Türkiye dünya ekonomisinde ilk 10’a girmek istiyorsa bunu sadece erkeklerle başaramaz. Hayat müşterektir. Ekonomiye de kadının katkısı yüzde 50 oranında olmalıdır."

Anayasa’da kadın-erkek eşitliği meselesinin tartışıldığı ortamda altı çizilecek sözler.

Bir gerçek var.

Türkiye’de kadının ekonomik hayata katkısı çok az.

Kadın istihdamı AB’de yüzde 55 dolayında iken, bizde yüzde 27 civarında.

Bir başka gerçek ise şu:

Dünya ekonomisinde ilk 10 hedefine ulaşmak için Türkiye’nin her yıl 200 bin yeni girişimciye ihtiyaç var.

Hisarcıklıoğlu’nun dediği gibi, bu yükü kadınların da paylaşması şart

Dün Cumhuriyet şenliklerinin yapıldığı saatlerde TOBB’un binasındayız.

Hisarcıklıoğlu, TOBB bünyesinde "Kadın Girişimci Kurulu" oluşturduğunu açıklıyor.

40 kişilik "Kadın Girişimci Kurulu"nun başkanı başarılı iş kadını Aynur Bektaş.

Kurulda, Gülsüm Azeri, Meltem Kurtsan gibi isimlerin yanı sıra Anadolu’nun çeşitli illerinden de temsilciler var.

Meselá, Of Ticaret ve Sanayi Odası Meclis Başkanı Zuhal Akyüzlü. Zuhal Hanım, erkek ağırlıklı ticaret odalarında tek kadın başkan.

Rifat Hisarcıklıoğlu’nun kendisi bile TOBB’un 1400 delegesi arasında kaç tanesinin kadın olduğunu bilemiyor.

TOBB’un delege seçimlerinde "kadın kotası"nı sorduk TOBB Başkanı’na.

Şimdilik tüzük nedeniyle mümkün değilmiş.

Bu yönde bir tüzük değişikliği olamaz mı?

Her neyse, "Kadın Girişimci Kurulu"na dönersek, Başkan Aynur Bektaş, ülkemizde resmi rakamlara göre, kadın girişimci sayısının 72 bin olduğunu söylüyor.

Ancak gerçek rakam bunun üzerinde.

Aile şirketlerinde yöneticilik yapanlar, yönetici olduğu halde öne çıkamayanlarla birlikte bu rakam yukarılara tırmanıyor.

Peki TOBB bünyesindeki kurul kadın girişimcilere nasıl ulaşacak?

81 ilde ve 157 ilçedeki örgütleri Türkiye’nin her tarafındaki kadın girişimcilere ulaşılması için önemli bir platform.

Bektaş "Kadın girişimcilerin korkularını yenmeleri için destek olacağız. Korkularını yenmeleri için önderlik yapacağız" diyor.

TOBB hem kadınlara yol gösterecek, hem sermayesi olmayanlara kredi tedarik edecek.

Türkiye’de kadın sorunu her yönüyle önemli.

TOBB’un meselenin ekonomik boyutuna el atması önemli bir adım.
Yazının Devamını Oku

Bütün derdi Cecilia’ydı

28 Ekim 2007
Cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra bile Nicolas Sarkozy "Tek derdim Cecilia" diyor. Önemli toplantılarda dahi gözü karısından gelecek SMS’te. "Telefonun öbür ucunda karısı olduğu zaman hemen toplantılardan çıkardı" diyenler var. Ne Fransa’nın ekonomisi, ne işsizlik, ne AB anayasası. Bütün derdi Cecilia.

Sanırım bu hikayeyi birkaç sefer değişik boyutlarından yazdım.

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile boşandığı eşi Cecilia’nın hikayesi.

Cecilia, kocasını terkedip 2006 yazında "geri dönme" sinyalleri verince "Elysee Sarayının ışıltısına dayanamadı" gibi bir şey yazdığımı hatırlıyorum.

Fena halde yanılmışım.

Cecilia’nın gözü ne Elysee Sarayı’nı, ne "Fransa Cumhurbaşkanı’nın eşi" sıfatını görüyormuş.

Kocasının seçilmesinden sonra cumhurbaşkanlığı konutuna adımını bile atmadığı şimdi çıkıyor ortaya.

Her şeyi elinin tersiyle itip özgürlüğüne koştu Cecilia.

Hakkında yanılan sadece ben değilim.

Bakın eski kocası "Tanıklık" kitabında karısının "eve dönüşünden" sonra neler yazmış: "Bugün Cecilia ile gerçek anlamda birbirimizi bulduk. Hem de bir daha ayrılmamak üzere. Bugün bunları açıklayabiliyorsam Cecilia ikimiz adına izin verdiği içindir..."

Ne yanılgı.

Böyle sözleri sarf etmek kolay da kitaba geçince ağırlığı bir başka türlü olsa gerek.

RESMİ ARABAYLA KARISININ PEŞİNDE

Yakın çevresine bakılırsa Sarkozy karısının üzerine çok fazla düşmüş.

Gereğinden fazla.

Cecilia’nın evden ilk ayrılışı 19 Mayıs 2005’te.

Kocasını terk edeceğini ilan edip doğruca havaalanına gidiyor.

İddialara göre, o dönemde İçişleri Bakanı olan Sarkozy peşinden resmi arabasına atlayıp havaalanına koşuyor.

Hem de sirenler eşliğinde.

Sahneyi düşünebiliyor musunuz?

Evi terk eden bir kadın ve resmi arabasında peşinden koşan bir koca.

Boşuna çünkü Cecilia, kendisini Ürdün’e, sevgilisi Richard Attias’a götürecek uçağa binmiş bile.

Ürdün’den sonra Cecilia’nın sevgilisiyle birlikte New York günleri başlıyor.

Sarkozy bu arada televizyona çıkıp "Evet evliliğimiz güç bir dönemden geçiyor" itirafında bulunuyor.

Arkasından Paris-Match’ın o meşhur fotoğrafı geliyor.

Ne ki, Sarkozy’nin Cecilia’nın peşini bırakmaya hiç niyeti yok.

New York
’a "SMS" ve "hediyeler" dönemi başlıyor.

Hemen hemen her gün Cecilia’ya bir paket gidiyor.

Arada sırada Sarkozy de karısını ikna etme umuduyla uçağa atlayıp gidiyor.

Cecilia, 2006 yılının ocak ayında geri dönüyor.

Havaalanında Sarkozy karısını karşılıyor.

Sonra kuş yeniden yuvadan uçuyor.

Yeni bir "SMS" ve "hediye" faslı.

Yaz aylarında tekrar Fransa’ya dönüş.

CECILIA AYNI CECILIA DEĞİL

Ama Sarkozy’nın dediği gibi Cecilia aynı Cecilia değil.

"Önceden sevdiği şeyleri New York’tan sonra sevmez oldu" diyen bizzat kendisi.

Cumhurbaşkanlığı kampanyası, seçim dönemi derken Cecilia kocasına bir yakın, bir uzak.

Yakınları anlatıyor.

Cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra bile Sarkozy "Tek derdim Cecilia" diyor.

Önemli toplantılarda dahi gözü karısından gelecek "SMS"te.

"Telefonun öbür ucunda karısı olduğu zaman hemen toplantılardan çıkardı" diyenler var.

Ne Fransa’nın ekonomisi, ne işsizlik, ne AB anayasası.

Nasılsa bunların üstesinden gelebilir.

Ama Cecilia?

Kim özgür, kararsız belki de hálá aşık bir kadınla başa çıkabilir?

Simon&Garfunkel’ın bir dönem ünlü şarkısı vardı "Cecilia" diye.

Hafızam beni yanıltmıyorsa şöyleydi ilk sözleri:

"Cecilia kalbimi kırıyorsun.

Güvenimi sarsıyorsun.

Sana yalvarıyorum.

Eve dön lütfen..."

Tam Sarkozy’ye göre değil mi?

Bu hikaye acaba burada bitti mi?

Yoksa devamı var mı?
Yazının Devamını Oku