Gila Benmayor

Kadın milletvekilleri için kadın kimliği mi, yoksa parti kimliği mi önemli?

26 Ekim 2007
KADIN milletvekilleriyle ilk buluşmamız seçimlerden sonra olmuştu. Tanışma niteliğindeki ilk toplantıyı KAGİDER düzenlemişti.

Bu kez Ka-Der, kadın milletvekilleriyle ikinci bir buluşma düzenleyince yolumuz yine Ankara’ya düştü.

İlkinden daha büyük katılım olunca sevinmedim değil.

Ka-Der’in gündeminde yeni anayasa tasarısını kadın milletvekilleriyle tartışmak vardı ama yaşadığımız bu ortamda, konjonktürde elbet ki başka şeyler öne geçti.

Peşinen söylemem gerekir ki "zor" bir toplantı oldu.

Önce kimler katıldı?

Aile ve Çocuktan sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukcu, AKP milletvekilleri Güldal Akşit, Edibe Sözen, Ayşenur Bahçekapılı, Zeynep Dağı, Fatma Şahin, Safiye Seymenoğlu, Alev Dedegil, Özlem Müftüoğlu, Öznur Çalık.

CHP
milletvekilleri Canan Arıtman, Gaye Erbatur, Necla Arat, Güldal Mumcu.

DTP
milletvekilleri Gülten Kışanak, Fatma Kurtulan, Sevahir Bayındır, Pervin Buldan, Sebahat Tuncel.

MHP
’den Şenol Bal.

Bunlar not aldığım, gördüğüm isimler.

Mutlaka çok atladığım olmuştur zira toplantı hayli kalabalıktı.

Neden "zor" bir toplantı olduğu sorusunun cevabına gelince...

Ka-Der’in amacı kadın milletvekilleriyle "sürekli" bir çalışma ortamı oluşturmak.

Salondaki çok sayıda kadın milletvekilinin politikaya atılmasında önemli rol oynamış.

Mesela yanımda oturan Trabzon AKP milletvekili Safiye Seymenoğlu.

Ka-Der
eğitiminden çok faydalandığını söylüyor.

Derneğin, "Bıyıklı Kampanyası"nın Meclis’teki kadın sayısının yüzde yüz artmasında payı büyük.

Bu yüzden kadın milletvekilleriyle bu ilk buluşma önemli.

ONLAR VARSA BİZ YOKUZ

Ben sanıyordum ki, yeni anayasanın kadına bakışı, kota, kadın milletvekillerinin enerji, çevre gibi genel politikalara katkıları konuşulacak.

Belki Türkiye’nin bu gergin ortamını yumuşatacak bir mesaj çıkacak.

Olmadı...

Gördük ki, çoğu kadın milletvekil için "parti kimliği" "kadın kimliğinin" çok önünde.

İstisnalar yok değil ama çoğunluk için durum böyle.

Yazık.

Ortak bir anlaşma zemini yerine "farklılıklar, uzlaşmazlıklar" her fırsatta adetá birbirinin suratına çarpılıyor.

AKP’li Ayşenur Bahçekapılı’nın verdiği örnek çarpıcı.

Türkiye’de son olup bitenlerle ilgili tüm kadın milletvekillerini biraraya getirecek, ortamı yumuşatacak ortak bir bildiri için yola çıkmış.

Başbakan’ın da onayını almış.

"Kadın milletvekillerini biraraya getiremedim. ’Onlar varsa biz yokuz’ gibi söylemlerle karşılaştım" diyor.

"Hepimizin partilerinin tüzükleri, programları var ama bunlar bizleri esir almamalı" diye ekliyor.

Ben de şunu merak ediyorum...

Kadın milletvekillerinin anlaşmak, birlikte hareket etmeleri için ortak bir zemin bulmaları o kadar zor mu?

Birbirini dinlemek, kulak vermek "belki doğru söylüyor" diyebilmek.

Mesela, DTP milletvekili Sevahir Bayındır’ın "Kadınlar yasak ve günah kavramıyla toplumun dışına itilmek isteniyor, erkek hakimiyeti pekiştiriliyor" demesini önemsiyorum.

Bayındır, Cizre’de bir imamın "Kadın direnişi haramdır" dediğini aktarıyor.

Nimet Çubukçu’nun bu tespite itirazı var.

Diyanet’in, din adamlarını eğittiğini, tam aksine hutbelerde "kadın özgürlüğünü" yüreklendirdiğini söylüyor.

Devletin politikası böyle olabilir ama her şeyi denetlemek mümkün mü?

Nicedir tartıştığımız "mahalle baskısı"ni neden hesaba katmıyor Çubukçu?

Çarşafa sokulan küçücük kız çocuklarının da sayısının giderek arttığını görmüyor mu?

SOKAĞA RAHAT ÇIKAMIYORUM

Dediğim gibi böyle bir toplantıda gündeme "terörün", "çatışmaların" oturmaması mümkün değil.

Nitekim DTP’li Gülten Kışanak, Sebahat Tuncel, kitlelerin ilk kez bu kadar tehlikeli bir biçimde karşı karşıya geldiklerini söylüyor.

Tuncel "Halklar arasında yaratılmak istenen bu hava ürkütüyor. Ben sokağa rahat çıkamıyorum. Kadınlar buna karşı durabilmeli. Barış insan hakları için yan yana gelebilmeli" diyor.

Salondan "terörü lanetleyin" sesleri duyuluyor.

Hava sertleşiyor.

Biz buraya niçin gelmiştik?

Meclis’te "kadın-erkek eşitlik komisyonu"nun kurulmasını,

Kadın kotasını,

Kadın istihdamını,

Yerel seçimlerde kadınların daha çok varlık göstermesi için neler yapılacağını,

Bu zor günlerde nasıl "ortak bir dil" bulunabileceğini konuşmaya gelmemiş miydik?

Ne oldu?

Büyük bir hayal kırıklığı içersindeyim.
Yazının Devamını Oku

Washington’daki ’lobi’ye 14 ayda 3.2 milyon dolar ödedik

23 Ekim 2007
ABD’deki lobicilik faaliyetlerimiz yeterli mi?<br><br>Ermeni tasarısıyla birlikte yeniden gündeme gelen Ankara’nın "lobicilik" faaliyetleriyle ilgili farklı sesler duyuyoruz. Çoğunlukla görüşler lobiciliğin yeterli olmadığı yolunda.

Örneğin hafta sonunda New York’ta, Dünya Anıtlar Fonu’ndan Hadrian Ödülü’nü alan Rahmi Koç bu görüşü paylaşanlardan.

Amerikan basını ise tam aksini, yani Türk tarafının yoğun bir lobi baskısı uyguladığını düşünüyor.

New York Times Gazetesi’nde geçenlerde bu konuda yayınlanmış olan yazıyı dikkatinize sunuyorum.

Gazeteye göre, Türkiye birkaç lobicilik ve iletişim şirketiyle birden çalışıyor.,

Bunların arasında, eski Temsilciler Meclisi üyesi Robert Livingston’un başında olduğu Livingston lobicilik şirketi, yine eski Temsilciler Meclisi üyesi Stephen Solarz’ın ve eski Temsilciler Meclisi çoğunluk lideri Richard Gephardt’ın şirketleri var.

Türkiye’nin lobicilik faaliyetlerine 14 ayda yani Ağustos 2006’dan bu yana ödediği para 3.2 milyon dolar.

1999 yılından bu yana çalıştığı Livingston’a şimdiye kadar ödediği para ise 12 milyon doların üzerinde.

New York Times’tan, Richard Gephardt’ın Türkiye ile bir yıllığına 1.2 milyon dolarlık bir kontrat imzaladığını öğreniyoruz.

SAF DEĞİŞTİREN KONGRE ÜYESİ

Bu arada ilginç bir nokta.

Missouri’li eski Temsilciler Meclisi üyesi Richard Gephardt daha önce Ermeni tasarısının destekçileri arasındaymış.

Saf değiştirdiği için Amerika’daki Ermeni lobisi tarafından fena halde eleştiriliyormuş.

En uzun süreden beri lobiciliğimizi yapan Livingston’a dönersek, şirket Azerbaycan, Cayman Adaları’nın da aralarında olduğu bir müşteri portföyüne sahip.

New York Times’a göre, bu şirketin 2000 ile 2004 yıllarında Ermeni tasarılarının durdurulmasında payı büyük olmuş.

Robert Livingston’un tasarıyı durdurmak için temasa geçtiği isimler arasında, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile Beyaz Saray’ın en üst politik danışmanlarından (şimdi görevinden ayrıldı) Karl Rove da var.

Gazete, Livingston’un Türkiye tarafına çekmeyi başardığı kongre üyeleri arasında Demokrat Partili John Murtha, Cumhuriyetçi Bobby Jindal, yine Cumhuriyetçi Tom Tancredo ve Roger Wicker gibi isimleri sayıyor.

Dikkat çekici bir şey daha.

Yukarıda saydığım isimler "kara gözleri" için Türkiye yanlısı olmuyorlar elbette.

Gazetenin iddiasına göre, Livingston, kongre üyelerinin seçim kampanyaları için 200 bin dolardan fazla harcamış.

Örneğin, Murtha’nın kampanyasına 3 bin dolar, Jindal’ın Louisiana valiliği için kampanyasına 10 bin dolar vermiş.

Son bir nokta.

Gazeteye göre, Ermeni tasarısını destekleyen Kaliforniya’dan demokrat kongre üyesi Adam Schiff "Türkiye’nin lobiciliği şimdiye kadar gördüğüm en yoğun lobicilik" demiş.

İşte size Türkiye’nin Washington’daki "lobiciliğinin" hikayesi.

Avrupa’nın en büyük ’Kültürel Miras Ödülü’nün sahibi Örnek

BİR hafta içerisinde "kültürel mirasımızı korumaya" iki önemli ödül.

Birincisi önceki gün gazetelerde okuduğunuz gibi, Koç Grubu’na giden Dünya Anıtlar Fonu’nun Hadrian ödülü.

New York’taki ödül töreninden bir, iki gün önce İstanbul’da anlamlı bir ödül törenine katılma fırsatını buldum.

"Europa Nostra" yani Tüm-Avrupa Kültür Federasyonu’nun turizmci Yusuf Örnek’e verdiği en büyük "kültürel mirası koruma" ödülü.

Aynı zamanda felsefe doktorasına sahip olan Vasco Turizm’in Genel Müdürü Yusuf Örnek’in bu ödülü alma nedeni Kapadokya’daki Sarıca Kilisesi’nin restorasyonu.

Sarıca Kilisesi’nin restorasyon projesi, Avrupa genelinde 32 ülkeden kültürel mirası korumayı amaçlayan 158 proje arasından birinci seçilerek büyük ödülü almaya hak kazanmış.

Kapadokya’ya yaptığım gezilerin birinde ziyaret ettiğim Sarıca Kilisesi bölgenin en olağanüstü vadilerinden birine bakıyor.

Kayalara oyulmuş kiliselerin çoğu gibi küçücük ve son derece sade.

Yeraltı suları nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan kiliseyi dört yıllık bir restorasyondan sonra kurtarmayı başaran Yusuf Örnek’in "Europa Nostra" büyük ödülünü Türkiye kazandırması önemli.

Ayrıca kültürel mirasımızın turizm sayesinde korunabileceğini ortaya koymasından ötürü de önemli.

Keşke Yusuf Örnek gibi bu mirasımızın kıymetini bilen ve korumak için harekete geçen daha çok turizmci görebilsek.
Yazının Devamını Oku

Ankara-Washington hattındaki fırtına Koç’a Hadrian Ödülü’yle hız kesti

21 Ekim 2007
TÜRKİYE ile ABD arasında hem Ermeni tasarısı, hem tezkere nedeniyle esen sert rüzgar New York’ta önceki gün düzenlenen bir ödül töreninde hız kesti.
Washington-Ankara hattındaki siyasi restleşmenin ve öfkeli sözlerin yerini insanlığın ortak değeri "dünya kültürel mirasını" korumaya yönelik sözler aldı.

Dünya çapında tarihi mimari eserlerin korunması amacıyla 1965 yılından bu yana faaliyet gösteren, merkezi New York’taki Dünya Anıtlar Vakfı’nın 2007 Hadrian Ödülü’nün bu yılki sahibi Koç ailesi.

Törene katılan Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Büyükelçi Baki İlkin’in dediği gibi bu yıl ödülün Koç ailesine verilmesi Türkiye açısından çok anlamlı.

Dünya Anıtlar Vakfı’nın, dünya mirasına sahip çıkan kişi ve kurumlara verdiği "Hadrian Ödülü"nü daha önce alanlar arasında, İtalyan Agnelli ailesi, ünlü işadamı David Rockefeller, Ağa Han, eski Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn, Prens Charles gibi isimler var.

Ödül adını hem Yunan, hem Roma kültür mirasına sahip çıkan ve hem arkasında çok sayıda mimari eser bırakan Roma imparatoru Hadrian’dan alıyor.

Kültür ve sanatı destekleyen uluslararası iş çevresinde son derece prestijli bir ödül.

Dolayısıyla New York’ta Pierre Oteli’ndeki ödül törenine katılanlar arasında Rahmi Koç ile yan yana oturan David Rockefeller, Guggenheim ailesinin ferdi Barbara Guggenheim, eski Meksika devlet başkanı Ernesto Zedillo, kozmetikçi Lauder, Hennessy ailelerinin fertleri var.

Türkiye için müthiş bir tanıtım.

VEHBİ KOÇ LAYIKTI

The Coca-Cola Company
İcra Başkanı Muhtar Kent, Ahmet Ertegün’un eşi Mica Ertegün, Vehbi Koç Vakfı’nın bu yılki ödülünün sahibi Dr. Aziz Sancar davetliler arasında.

Peki vakıf Koç ailesini nasıl seçmiş?

Koç ailesi hemen hemen tam kadro ödül töreninde. Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç, Vehbi Koç Vakfı Başkanı Semahat Arsel, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç ile eşi Caroline Koç, Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ömer Koç, Holding Kurumsal İletişim ve Bilgi Grubu Başkanı Ali Koç burada.

Ödül töreninden kısa bir süre önce Rahmi Koç, Semahat Arsel ve Ali Koç ile konuşuyoruz.

Semahat Arsel, "Ödüle esas vakfımızın kurucusu babam Vehbi Koç layıktı" diyor.

Rahmi Koç, Dünya Anıtlar Vakfı yetkililerinin Türkiye gelip, ailenin kültürel mirasın korunmasıyla ilgili çalışmalarını yerinde gördüğünü, Rahmi Koç Sanayi Müzesi’ni, Sadberk Hanım Müzesini gezdiklerini anlatıyor.

"Bize haber vermeden geldiler. Çalışmalarını tamamladılar sonra mektup yazıp düşüncelerini açıkladılar" diyor.

Koç ailesinin ödülü alacağı 14 ay öncesinden belli olmuş.

Prestijli Hadrian Ödülü, yıllardan beri sanat ve kültüre yatırım yapan Koç ailesinin bu alandaki faaliyetlerini daha arttırdığı bir döneme rastlıyor.

İstanbul Bienali’nin 10 yıllık sponsorluğunu üstlenmiş olan Koç ailesi bir yandan da Sadberk Hanım Müzesi’ne modern bir sanat müzesi ilave etme çalışmaları içerisinde.

Bu nedenle halen Haliç çevresinde yeni bir Sadberk Hanım Müzesi’ni oluşturacağı mekan arayışında.

Dünya Anıtlar Fonu’nun listesinde Hasankeyf var

DÜNYA Anıtlar Fonu, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan tarihi mimari eserleri yakından izliyor.

Fon, 2008 yılı için tehlikede olan 100 eseri bir kitapçıkta bir araya getirmiş.

Pierre Oteli’ndeki ödül töreninden sonra dağıtılan kitapçığın kapağında, Kapadokya, Göreme’den Meryem Ana Kilisesi var.

Türkiye’den oluşturulan listeye bu kilisenin haricinde, İstanbul’un tarihi surları, Ankara’daki 16. yüzyıldan kalma Çukur Han, Kapadokya Sivrihisar’daki Kırmızı Kilise ve Ilısu Barajı’nın yapımıyla sulara gömülecek olan Hasankeyf alınmış.

Kitapcıkta, Ilısu Barajı’nın yayımını üstlenmiş olan konsorsiyuma bölge için alternatif planlar geliştirilmesi çağrısında bulunuluyor.

Koç: Müzeler özelleştirilsin

RAHMİ Koç ödül töreninde yaptığı konuşmada, Vehbi Koç Vakfı’nın kültürel mirası korumada herhangi bir dönem gözetmediklerini söylüyor.

Sadberk Hanım Müzesi’nde Hitit döneminden, Roma, Yunan, Osmanlı dönemlerinden eserler olduğunu anlatıyor.

Vehbi Koç Vakfı’nın restorasyonunu desteklediği mimari eserler arasında Demre’deki Aziz Nikola Kilisesi de var.

Rahmi Koç, 30 yıldan beri restorasyonu bir türlü bitmeyen bu kiliseyi, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile görüşmesinde gündeme getirmiş.

AKP Hükümeti’nin seçim öncesi planladığı "müzelerin özelleştirilmesi"ni hayata geçirdiği takdirde Aziz Nikola Kilisesi’nin restorasyonunu 2010 yılına kadar tamamlayabileceklerini ve işletebileceklerini Günay’a iletmiş.

Günay ile görüşmesinden son derece olumlu izlenimlerle ayrıldığını söylüyor.

Rahmi Koç, "Müzeler özelleştirilsin. Ancak bu şekilde modern bir şekilde işletilip, para kazanabilirler" diyor.

Söz müzelerin özelleştirilmesinden açılmışken, Cumhuriyetin 70. yılında açılmış olan Vehbi Koç Kütüphanesi’ne de değiniyor Rahmi Koç.

O dönemde 110 milyon liraya mal olan ve İstanbul Belediyesi’ne devredilen kütüphane fon olmadığı gerekçesiyle yıllardır öyle bomboş duruyor.

Koç ailesi kendilerine devredilmesini istemiş ancak malum bürokratik engellerden ötürü bu gerçekleşmemiş.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’de narenciye üreten şirketlerin sayısını bilen var mı?

19 Ekim 2007
TESADÜF mü, değil mi bilemem ama son günlerde "strateji yok" sözlerini daha sık duyar oldum. Hafta başında yazdığım gibi bilişimciler bunun eksikliğinden şikayetçiydi.

Türkiye Gıda Sanayi İşverenleri Sendikası TÜGİS’in "Dünya Gıda Günü" nedeniyle düzenlediği toplantıda baktım bu kez uzmanlar bir "gıda stratejisi"olmamasından yakınıyor.

Günü gününe yaşamak iyi güzel de işin içine "beslenme" girince durum ciddileşiyor.

Baksanıza "dünyada herkese yetecek kadar gıda var" dendiği halde her gece resmen "aç" yatanların sayısı 854 milyon.

Buna karşılık 200 milyon "obez" var yeryüzünde.

Dünyada gıdanın dağılımındaki büyük bir adaletsizlikten Türkiye de payını alıyor elbette.

Bizde açlık sınırında yaşayanların sayısı 900 bin.

TÜGİS toplantısına dönersek konuşmaların çoğu "beslenme hakkı" "gıda" ve "tarım"a odaklı.

Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Profesör Mehmet Pala "gıda stratejisi" meselesinin en fazla üzerinde duranlardan.

"Türkiye’nin bir gıda stratejisi olmalıdır. Tüketici profili nedir? Hangi tarımsal ürüne ağırlık verilmeli gibi şeyler önemli" diyor.

En son 1976 yılında Türkiye’nin bölgelerine göre bir "beslenme profili" yapılmış.

Ama bu çalışmanın arkası gelmemiş.

Yıllar boyu "tarım ülkesi" diye bilinen Türkiye’de tarımsal üretimle ilgili yeterli araştırma olmadığını yine Profesör Pala dile getiriyor.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Nihat Pakdil’in "Türkiye’de narenciye üreten kaç şirket var sayısını bilmiyoruz" sözleri Profesör Pala’nın sözlerini doğrular nitelikte.

Pakdil, Arjantin’de narenciye üreten yaklaşık 20 şirket olduğunu öğrenmiş.

"Türkiye’de bunların sayısını öğrensem her gün telefonla ararım" diyor.

Esasında bu narenciye üretenlerin bilinmemesi "tarımdaki dağınıklığın" küçük bir göstergesi olsa gerek.

DPT Gıda Sektörü uzmanı Taylan Kıymaz’a göre bu "dağınıklığı" toparlamanın çarelerinden biri tarım sektörüne büyük işletmelerin girmesi.

Kıymaz "Büyük işletmeler söz sahibi olacak. Küçük işletmeler ya kapanacak ya birleşecek" diyor.

Büyük işletmelerin devreye girmesi, tarımdaki kayıt dışılık, denetim, teknik eleman azlığı gibi sorunlara da çare olabilir.

Elbet AB müzakere sürecinin tarımı nasıl etkileyeceği de ayrı bir mesele.

Bu arada TÜGİS’in toplantısını baştan sona dikkatle izleyen bendeniz konuşmacılardan hiç birinin "genetiği değiştirilmiş" ürünlere değinmemesine pek şaşırdım.

Herkes gibi ben de yediklerimin arasında "genetiği değiştirilmiş" ürün olup olmadığını merak ediyorum.

Mısır ve soyanın dışında Türkiye’de hangi ürünlerin "genetiği değiştirilmiş"?

Tarım Bakanlığı’ndan soruma bir cevap gelirse sevineceğim.

Tarım, gıda sektörünün hızına yetişemiyor

TÜGİS toplantısında Dimes’in sahiplerinden Ali Rıza Diren ile karşılaştım.

Toplantıda FAO’nun plaketini almış.

Üç, dört yıl önce Tokat’a, Dimes tesislerine yaptığım gezide tanıştığım Ali Rıza Diren o tarihten bu yana meyve suyunda 23 çeşide çıktığını söylüyor.

En son ayva suyu da eklenmiş Dimes markasına.

Dimes Azerbaycan’a kadar uzanmış, 10 milyon dolarlık bir yatırımla üretime başlamış.

Hedef buradan Rusya’ya ve Orta Asya cumhuriyetlerine meyve suyu göndermek.

Teknoloji, dışarıya açılma durumu gayet iyi ama gel gör ki Dimes "hammadde" yani meyve sıkıntısı çekiyor.

Diren "Yeterli miktarda, kaliteli meyve bulmakta zorlanıyoruz" diyor.

Bu yıl kuraklık da eklenince hammadde bulmakta epey zorlanmışlar.

Tokat’ta 5 bin dönümlük bir meyve bahçesine de sahip olan Ali Rıza Diren açıkça söylüyor:

"Tarımda bu sektör için meyve açığı var".

Yatırım yaptığı Azerbaycan’daki geniş arazilerde ilerde meyve yetiştirmeyi dahi planlıyor.

Tarım ülkesinin düştüğü duruma bakın.

İlk organik tarım kongresi

BUGÜN Bahçeşehir Üniversitesi’nde ilk "organik tarım kongresi" var.

Bir "organik ürün" meraklısı olarak izlemeyi pek istediğim ancak seyahat nedeniyle kaçırdığım kongreye Avrupa Birliği, BM, Dünya Bankası uzmanları, çeşitli STK’lar katılıyor.

Toprak kalitesi, iklimi, biyolojik çeşitliliği gibi avantajlara rağmen Türkiye organik tarımda halen pek gerilerde.

1985 yılında sadece 8 üründe yapılan organik tarım bugün 200’den fazla üründe yapılıyor ama yine de sonuç kayda değer değil.

Organik üretimin hemen hemen tamamı Avrupa ülkelerine ihraç edilse de 25 milyar dolarlık bir pazarda Türkiye’nin payı sadece 37 milyon dolar.

Türkiye’nin "iyi bir strateji" izlemesi durumunda Avrupa’nın organik ürün ambarı olabileceğini uzmanlar söylüyor.
Yazının Devamını Oku

Bilişimin yeni adresi Aydın mı yoksa Binali Yıldırım mı

16 Ekim 2007
İNDEX Yönetimi Kurulu Başkanı Erol Bilecik ile tam bir yıl aradan sonra buluştuk. Bir yılda bilişim sektöründe nelerin değişip değişmediğini konuştuk.

"Değişmeyen şeyler cephesi"nden başlayalım.

Ankara’da bilişimin "adresi" hálá yok.

Erol Bilecik tam bir yıl önce "Karşımızda bilişim teknolojileri stratejilerini saptayacak kişi, kurum bulamıyoruz" demişti.

Bir yıl sonra aynı şeyi söylüyor.

"Bilişim sektörü büyük hayal kırıklığı içerisinde. Zira bilişime sahip çıkan mekanizma ortada yok".

Bu sözler üzerine Bilecik’e, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın sözlerini hatırlatıyorum.

Geçen hafta CeBİT (Bilgi ve İletişim Teknolojileri) Fuarı’nı ziyaret eden Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, bakanlığının bilişim sektörünün sahibi olduğunu söylemiş.

Yıldırım, ayrıca yazılım geliştirecek olanlara 100 bin YTL devlet teşviki verileceğini de müjdelemiş.

Erol Bilecik’e bunu hatırlatınca gülümseyerek, "O halde bilişimciler Ulaştırma Bakanı’nın kapısını çalsın" diyor.

İndex Yönetim Kurulu Başkanı nihayet bir "adres" bulmuş olmaktan mutlu gibi.

Ancak durum o kadar basit değil.

Zira yeni kabinede, "Bilgi ve Teknoloji" faaliyetlerinin koordinasyonundan Devlet Bakanı Mehmet Aydın sorumlu.

TÜBİTAK da Mehmet Aydın’a bağlı.

O halde doğru adres hangisi?

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım mı?

Yoksa Devlet Bakanı Mehmet Aydın mı?

Acaba diğer konularda olduğu gibi"bilişim"de çok başlılık gibi bir durum mu söz konusu?

E-BAKANLIK HAYAL Mİ

Erol Bilecik,
bilişim sektörünün son derece önemsediği "E-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu"nun da yaklaşık bir yıldan beri toplanmadığını söylüyor.

İkinci AKP Hükümeti’nde böyle bir kurulun oluşup oluşmayacağı da henüz belli değil.

İlk dönemde faaliyette bulunan kurul devletin e-dönüşümünü tamamlaması için 80 madde tespit etmiş.

Bunların 40 kadarı hayata geçirilmiş.

Bilecik, "İngiltere’deki gibi bir E-Bakanlık oluşturulmuş olsaydı her şey çok daha hızlı gelişirdi" diyor.

Peki bir yılda bilişimde "değişenler" cephesinde neler var?

Bilişim sektörünün toplam işlem hacmi 5 milyar dolara ulaşmış.

Bir yıl öncesine göre önemli bir artış söz konusu.

Bu sektörde önemli bir dağıtım ağına sahip olan İndex’in örneğin cirosu 2006 yılında 762 milyon dolar iken 2007’de 1 milyar dolara ulaşacak.

Bilgisayar kullanımının giderek yaygınlaştığına hepimiz tanık oluyoruz.

68 bin ilkokulun 50 binine bilgisayar girmiş.

Etrafta artık daha sık duyuyoruz "Bizim çocuk da bilgisayar istiyor" diyenleri.

Bilgisayarı borç harç, krediyle almak mümkün ama internet bağlantısı ne olacak?

ADSL bedeli dar gelirliler için önemli bir yük.

Bilecik "Bu noktada Türk Telekom’a, hükümete önemli görev düşüyor" diyor.

İnternete erişim ucuzlamak zorunda.

Ankara’da adres belli olsa belki bu konuda hem bilişim sektörü, hem STK’lar baskı yapabilir.

Bilgisayar kullanımı ilkokullarda, gençler arasında giderek yayılsa da bu akıma karşı koyan bir kesim var:

KOBİ’ler.

Erol Bilecik "KOBİ’ler henüz bilişim teknolojilerinin radarına girmedi" diyor.

Türkiye’deki KOBİ’lerin sadece yüzde 38’i bilişimle tanışmış durumda.

Türk ekonomisinin önemli ayağı olan KOBİ’lerin bilişimin radarına takılmama durumu Ankara’nın öncelikli işler listesinde olmalı.

Ama döndük dolaştık yine "adres" meselesine geldik galiba.
Yazının Devamını Oku

Zaha Hadid ile Mustafa Rakım Boğaz’da kucaklaştı

14 Ekim 2007
İtiraf edin ki, Batı’nın modern sanatıyla Doğu’nun bu pek zengin ama içine dönük, gizemli hat sanatını bir araya getiren böyle bir sergi için İstanbul’dan daha uygun bir şehir yoktur yeryüzünde. Geçen hafta İstanbul "uykusuz" bir gece geçirdi. İstanbul Bienali’ne ev sahipliği yapan mekanlar sabaha kadar açıktı.

Dileyenler gün ağarıncaya kadar Bienal’in birbirlerine yakın bir mekanlarını dolaşma fırsatını buldular.

Böylelikle yıllardan beri Paris ve Berlin gibi önemli kültür merkezlerinde gelenek halini almış "uykusuz gece"yle biz de tanıştık.

İşte o gece, bu vesileyle kapılarını sanatseverlere açan Boğaz kıyısındaki Sabancı Müzesi’ndeyim. Gece saat 22.00 civarı.

Tek başına, Sabancı Köşkü’yle iç içe geçmiş modern müze binasının geniş salonlarına yolculuk dahi tek başına etkileyici.

Buna bir de Batı’nın soyut resimleriyle, Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer’in "Bizim soyut resimlerimiz de bunlar. Çünkü ne ifade ettiklerini, ne anlattıklarını bilemiyoruz" dediği Osmanlı hat sanatı örneklerini ekleyin.

Ortaya çıkan şey yani "Habersiz Buluşma" sergisi inanılmaz bir deneyim. "Habersiz Buluşma" İngilizce "Blind Date"ten çevrilmiş.

Çoğunlukla Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz bu kavram yani "Blind Date" insanların birbirlerini tanımadan bir araya geldikleri bir buluşma. "Sürprizli" bir şey.

BATI SANATIYLA HAT BULUŞURSA

Eskiden tanıdıklar aracılığıyla, şimdi "internet" yoluyla gerçekleşen bu "sürprizli" buluşma sanat eserlerine nasıl adapte edilebilir?

Dünyanın en önemli sanat koleksiyonlarından birine sahip olan "Deutsche Bank"ın yetkilileri gelir, İstanbul’da Sakıp Sabancı Müzesi’nin kapısını çalar ve şöyle der: "Sizinle bir sergi yapmak istiyoruz. Bizim çağdaş, soyut resim, heykellerimizle sizin ünlü hat koleksiyonunu bir araya getirelim."

İtiraf edin ki, Batı’nın modern sanatıyla Doğu’nun bu pek zengin ama içine dönük, gizemli hat sanatını bir araya getiren böyle bir sergi için İstanbul’dan daha uygun bir şehir yoktur yeryüzünde.

Tabii ki aynı "benzersiz bir şekilde uygun olma" durumu, Avrupa ile Asya kıtalarını ayıran akıntılı suların geçtiği Boğaz kıyısındaki mekan için de geçerli.

Dolayısıyla Nazan Ölçer, Deutsche Bank’ın teklifini hiç düşünmeden kabul etmiş. Ve ekibiyle hemen işe girişmiş.

Ölçer, sergiyi hazırlarken "habersiz buluşmadan ötürü tedirgin bir ruh hali" içerisinde olduklarını söylüyor.

Ama gel gör ki böylesine "tedirgin bir ruh hali" sergiyi daha ilginç kılmasını, "zenginleştirmesini" önlememiş.

HABERSIZ BULUŞMADA MUTLU SON

Habersiz Buluşma sergisini gezerken karşınıza çıkan devasa yazı kuşakları ve kalıpları Topkapı Sarayı ve Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nden. Unutmayın. Nazan Ölçer uzun yıllar boyunca Türk ve İslam Eserleri Müzesini yönetti. Sakıp Sabancı Müzesi danışmanı Filiz Çağman ise Topkapı Sarayı’nı.

Her ikisi bu müzelerde "uyuklayan" hazineleri ezbere tanıyorlar. Değerlerini de biliyorlar.

Uykusuz Gece gezintisinde Sakıp Sabancı Müzesi’nin loş salonlarından birinde duvarda görüp anında çarpıldığım "yazı kuşağı kalıpları" şimdiye kadar pek rastlamadığım bir eser.

Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nden. 19. yüzyıl başında yaşamış hat ustası Mustafa Rakım’a ait. Rakım’ın Tophane’deki Nusretiye Camii için yaptığı "Celi Sülüs" yazı kuşağı kalıplarının tam altında ise kuş misali kanatlanmış beyaz nesneler.

İstanbul’a mimari katkılarından ötürü artık iyi tanıdığımız Zaha Hadid’in "Small Hana Handkerchiefs" adlı eseri.

Nasıl bir uyum içerisindeler anlatamam.

Biri artık unutulmuş hat sanatı olsa da ikisi bir arada nasıl modernler.

"Mutlu bir son" ile neticelenmiş bir "habersiz buluşma" desem.

İşte tam öyle.
Yazının Devamını Oku

DTP’li kadın vekillere açık mektup

12 Ekim 2007
BAZILARINIZI seçim öncesi "nabız yoklama" gezilerinde tanıdık. Eylül başında, KAGİDER’in Ankara’da "yeni dönem kadın milletvekilleriyle" tanışma toplantısı sizleri daha yakından tanımak için iyi bir fırsattı.

Açık söylemek gerekirse o toplantıda etkilendik sizlerden. AKP’li, MHP’li, DSP’li kadın milletvekillerinden farklıydınız çünkü. (CHP’li kadın milletvekilleri yoktu o toplantıda).

Etkilendik zira kadın olarak duruşunuz daha cesurdu. Meclis sıralarına kadar büyük bir mücadelelerle geldiğiniz belliydi.

Daha açık sözlü, daha gerçekçiydiniz. "Kadınız, özgürüz, bireyiz" dediniz. "Erkeğin ne önünde, ne arkasındayız. Yanındayız. Toplumun yarısıyız" diye ilave ettiniz.

Özellikle AKP’li kadın milletvekillerinin sesleri "kotada" cılız çıktığı halde sizler "Gelin siyasi partiler yasasına yüzde 35 kota koyalım" önerisinde bulundunuz. DTP’de yüzde 40 oranında bir kota olduğunu hatırlatarak.

Şimdi seslerinizi başka bir şey için ve daha "cesurca" yükseltmenin vakti.

DTP’li kadın milletvekilleri olarak artık açıkça "PKK terörünü lanetliyoruz" demelisiniz.

Diyebilmelisiniz.

Kadın olarak, anne, abla, kız kardeş olarak yapmalısınız bunu.

Biliyoruz. Çünkü Ankara’daki toplantıda hep tekrarladınız. Barıştan, kardeşlikten, insan haklarından ve demokrasiden yanasınız.

O halde hemen şimdi PKK’ya karşı yükseltin seslerinizi.

Teröre karşı olduğunuzu, gencecik insanların, çocukların ölmesini istemediğinizi çıkın söyleyin.

Meclis’e girdiğinizde, "Gözler üzeremizde. Görev ve sorumluluklarımızın ne kadar ağır olduğunun farkındayız" demiştiniz.

Evet sorumluluklarınız ağır hem de çok ağır.

DTP’li erkek milletvekillerden farklı olduğunuzu gösterin.

Eğer PKK’nın eylemlerini kınamak için onların sesleri çıkamıyorsa, sizinkiler çıkmalı.

Sabahat Tuncel, Sevahir Bayındır, Aysel Tuğluk, Gülten Kışanak, Pervin Buldan, Emine Ayna, Ayla Ata Akat, Fatma Kurtalan.

Artık bir şeylerin değişmesi için sizlerden bir söz, bir işaret bekliyoruz.

Şundan emin olabilirsiniz.

PKK’nin silahı bırakması için bayrak açtığınız takdirde yalnız değilsiniz.

Bu ülkenin kadınları yani toplumun yarısı arkanızda.

Ruanda’dan gelen mektup

BUGÜN sırada ikinci bir mektup var.

Ruanda’dan, genç bir okurumdan, Serra Pelit’ten geliyor.

Serra Pelit, halen Economist Dergisi’nin bir projesi için Ruanda’da çalışmalarını sürdürüyor.

Şimdiye kadar Afrika’da en az 10 ülkede çalışmış.

Geçen hafta gündeme damgasını atan, KA-DER Başkanı Hülya Gülbahar ile Başbakan Erdoğan arasındaki Ruanda polemiğini ta Kigali’den izleyen Pelit bakın ne yazmış:

"Ruanda’daki kota örnek alabileceğimiz bir durum. 2003 yılı, mayıs ayında yürürlüğe giren yeni anayasada yerini bulan kota sayesinde meclisteki kadın oranı yüzde 48.8. Dünyada bir rekor. Anayasa değişikliğinde, soykırımdan bu yana önemleri giderek artan kadın örgütlerinin payı büyük".

Pelit’
in mektubuna göre, kadın örgütleri aynı şekilde bir "Kadın İşleri Bakanlığı"nın oluşmasında da rol oynamışlar.

Gözlemlerine göre, Ruanda’daki iç savaş ve soykırım insanlara "her şeye sıfırdan başlama" hırsını bulaştırmış.

"Tarihlerindeki bu kara lekenin tekrarlanmasını önlemek için herkesi, en fazla da çocukları bilgilendirmek için olağanüstü bir çaba sarf ediyorlar" diye yazıyor. Pelit şöyle devam ediyor mektubuna:

"Soykırım sonrası ve özellikle alt yapıdaki gelişmeler dışında, günlük yaşamda da "uygarlık" izlerini görmek mümkün. Meselá, genç "beyaz bir kadın" olarak sokaklarda kendi başıma yürümenin şaşırtıcı rahatlığı. Kendi ülkemin sokaklarından daha rahatım burada."

Kadın kotasını filan bir an için bir yana bırakın.

Kigali sokaklarının İstanbul sokaklarından daha "güvenli" olmasına ne derseniz?

Önceki gece Beyoğlu’nda tinerci çocukların saldırısından "kıl payı" kurtulduğumu söylesem.

Her neyse?

Genç okurumun mektubu Başbakanın "Buyur Ruanda ol" sözlerine en güzel yanıt değil mi?
Yazının Devamını Oku

Kofi Annan bu kez siyasilere değil işadamlarına seslenecek

9 Ekim 2007
BİRLEŞMİŞ Milletler (BM) eski Genel Sekreteri Kofi Annan bizim bu taraflarda bir dönem sürekli gazete sayfalarındaydı. Kıbrıs sorununun çözümü için kendi adıyla anılan "Annan Planı"nı zamanında az yazıp çizmedik.

Ada’nın birleştirilmesini öneren plan 2004 yılı, nisan ayında hem KKTC’de, hem Rum tarafında halkoylamasına sunulmuştu.

Ne çıkmıştı halkoylamasından?

Türk tarafının yüzde 65’i planı kabul etmişti.

Güney Kıbrıslıların yüzde 76’sı "Annan Planı"na "hayır" demişti.

Sonuçta, Kofi Annan, Kıbrıs sorununu çözemeden BM Genel Sekreterliği’nden ayrıldı.

1997-2006 arası yaklaşık 10 yıl BM Genel Sekreterliği görevini sürdüren Annan’ın Kıbrıs değilse bile dünyanın başka yerlerinde barışa katkısı oldu.

Dolayısıyla 2001 yılında Nobel Barış Ödülü’nü de kazandı.

BM Genel Sekreterliği’nden ayrıldıktan sonra Annan boş durmuyor elbette.

Clinton gibi, eski Almanya Şansölyesi Schröder gibi konuşmalar yapıyor.

Deneyimlerini insanlarla paylaşıyor.

Kofi Annan’ın 13-14 Kasım tarihlerinde yolu İstanbul’a düşecek.

KalDer’in (Türkiye Kalite Derneği) 16. "Kalite Kongresi"nin açılış konuşmasını yapacak.

Annan’ın İstanbul’a gelmesinde BM Kalkınma Programı Başkanı Kemal Derviş’in rolü büyük.

Zaten Derviş de kongrenin konuşmacılarından.

Ancak, KalDer Genel Sekreteri Hakan Kilitçioğlu’na göre, Annan’ın İstanbul’a gelmeye ikna olmasının en büyük nedeni "Kalite Kongresi"nin bu yılki teması:

"Küresel Rekabet ve Dünya Vatandaşlığı."


"Küresel Rekabet" meselesinin ne olduğunu az çok biliyoruz.

"Dünya Vatandaşlığı"nın neyi kapsadığına ilişkin sorum üzerine Hakan Kilitçioğlu’nun verdiği yanıt şöyle:

"Kişisel ya da kurumsal bazda, dünyanın nereye gittiğini gören, kendisini olup bitenden sorumlu hissedeni, bir şeylere katkıda bulunmayı isteyeni kapsıyor."

Tam bu noktada Kofi Annan’ın girişimiyle başlatılan "Küresel İlkeler Sözleşmesi"ni hatırlatmakta yarar var.

DÜNYA VATANDAŞLIĞININ KOŞULU

İnsan hakları, çalışma hakları, çevre, yolsuzlukla mücadele gibi 16 maddeyi içeren "Küresel İlkeler Girişimi" esasında "Dünya Vatandaşlığı"nın olmazsa olmaz koşulu.

Annan zaten İstanbul’da "Küresel İlkeler Sözleşmesi"ne imza atan Türk şirketlerinin CEO’larıyla da buluşacak.

Şöyle bir soru aklıma geliyor.

Annan’ın varlığı başka Türk şirketlerinin de sözleşmeye imza atmalarını sağlar mı?

Aklıma takılan başka bir soru da şöyle:

KalDer’in "Dünya Vatandaşlığı" gibi bir kavramı gündemimize taşıması çok güzel.

Ama Türkiye’de madalyonun öbür yüzü de var.

Yani "Dünya Vatandaşlığı"ndan çok uzak kesimler.

Örneğin kör bir "milliyetçilik dalgasının" pençesinde şiddete başvuran gençler.

"Dünya Vatandaşlığı" bir yana, kendinden farklı olanı "düşman" belleyen bir zihniyet.

Giderek ortamı zehirliyorlar.

"Düşüncede kalite" diyen KalDer’in buna bir panzehiri olabilir mi?

Küresel ısınma kalkınma hızını frenleyecek

KÜRESEL ısınmanın dünya ekonomisine çok pahalıya patlayacağını epeydir biliyorduk.

En sonra Morgan Stanley’in iki, üç gün önce yayınladığı raporunda bu konuda önemli bir uyarı var.

Morgan Stanley’e göre, "küresel ısınma"ya karşı kararlı önlemler alınmadığı takdirde dünya ekonomisinin büyüme hızı kesilecek, buna karşı enflasyon hızlanacak.

Morgan Stanley’in raporunda bizi ilgilendiren bölüm şu:

"Küresel ısınmadan ekonomik olarak en fazla etkilenecek ülkeler tarım, turizm gibi sektörlere ağırlık verenler olacak."

"Küresel Isınma"
meselesi Türkiye’nin üzerinde "Demokles’in Kılıcı" gibi.

Kuraklık kapımızda.

Belli ki ekonomimiz de bundan darbe alacak.

Önlem almayı düşünen var mı?
Yazının Devamını Oku