Gila Benmayor

Ruanda bildiğiniz Ruanda değil

6 Ekim 2007
Ruanda deyince aklınıza ne geliyor? "Otel Ruanda" filminin konusu olan "katliam" değil mi? Şimdi Ruanda Afrika’nın "yükselen yıldızı" olma yolunda ilerliyor. Ülke dünyanın en kaliteli kahve üreticisi olma yolunda. Ekonomik büyüme hızı yüzde 6.5. Afrika’nın en iyi karayolları ağlarından birine sahip. Yıl sonunda tüm ülke "kablosuz internet" ağına sahip olacak. Gel de kıskanma.

Ankara’da yeni yasama yılı resepsiyonunda, KA-DER Başkanı avukat Hülya Gülbahar ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasındaki sohbeti hatırlıyorsunuz mutlaka.

"Kadınlara kota" meselesi sohbetin en can alıcı yeriydi.

Gülbahar, Erdoğan’dan kadınlar için kota talebinde bulunuyor.

Erdoğan "ABD’de, Fransa’da kota yok" diye itiraz ediyor.

Gülbahar "Kota dünyanın birçok ülkesinde var" diyor. Ruanda’yı da bu arada örnek gösteriyor.

Bu ülkeyi örnek göstermesinin nedenine gelince: Ruanda dünyada "mecliste en yüksek kadın temsili" rekorunu elinde tutuyor.

Ruandalı kadınlar mecliste yüzde 48.8 oranında temsil ediliyor.

Hem de bu noktaya yıllar sürmüş, 800 bin kişinin ölümüyle sonuçlanmış korkunç bir iç savaştan sonra gelmiş.

Yeni bir gelecek kurarken anayasasına "kadın kotası"nı koymuş.

Bir ülkenin yeni bir geleceğe yelken açarken kadın-erkek eşitliğini garantilemek istemesi şapka çıkartılacak bir şey değil mi?

Gülbahar’ın kota ısrarı üzerine Başbakan Erdoğan "Ruanda mı olmak istiyorsun? Buyur ol" diye tepki gösteriyor.

Nereden başlasak?

Başbakan Erdoğan’ın "Kara Afrika’nın bir ülkesini" deyim yerindeyse küçük görmesinden mi?

AFRİKA’NIN YÜKSELEN YILDIZI

Gülbahar,
yine Afrika’dan bir örnekle, ama bu kez Mısır ya da Cezayir gibi bir ülkeyle gelseydi acaba Başbakan "Cezayir gibi mi, Mısır gibi mi olmak istiyorsun. Buyur ol" der miydi? Bilmiyorum.

Bunu geçelim.

Acaba Başbakan Erdoğan, bugün Ruanda’nın artık "o hatırladığı Ruanda olmadığını" biliyor mu?

Kaderin cilvesine bakın!

Tam da bu tartışmaya konu olduğu günlerde, Ruanda, Time Dergisi’nin son sayısında kapakta, üst manşetlerden birinde "Afrika’nın yükselen yeni yıldızı" diye geçiyor.

Ruanda deyince sizin aklınıza ne geliyor?

Unutulmaz film "Otel Ruanda"nın konusu olan "katliam" değil mi?

1994’ün nisan ve temmuz ayları arasında, 100 gün zarfında Hutuların Tutsi ve ılımlı Hutulardan oluşan 800 bin kişiyi katletmesini kim unutabilir.

"Ruanda katliamı ya da "soykırımı" o günlerde dillerden düşmüyordu.

Hutularla Tutsiler arasında katliama varan nefretin nedenleri ayrı bir yazı konusu.

Şimdi konumuz resmen "uçurumun" eşiğinden dönmüş bir ülkenin Afrika’nın "yükselen yıldızı" olması.

PLASTİK TORBASIZ ÜLKE

Time
’a bakarsanız, daha beş yıl öncesine kadar kimse "Ruanda Kahvesi"ni duymamışken ülke şu anda dünyanın en kaliteli, en özel kahve üreticisi olma yolunda.

Ülkenin yüzde 40’ı neredeyse kahve üretiminde çalışıyor.

Ruanda’nın kahvenin dışında başka "başarı hikayeleri" de var.

Yine dergiye dayanarak sayıyorum.

Ekonomik büyüme hızı yüzde 6.5 oranında.

Afrika’nın en iyi karayolları ağlarından birine sahip.

Yıl sonuna kadar tüm ülke "kablosuz internet" ağına sahip olacak.

Gel de kıskanma.

Temizliğiyle örnek bir ülke olma yolunda.

2005’ten beri "plastik torba" kullanımı yasak.

Karayı da, Akdeniz’den Ege’ye, Marmara’ya o güzelim denizlerimizi de acayip kirleten o berbat "plastik torbaları" düşünüyorum da... Yine gel de kıskanma diyorum.

Temizlik bağlamında Ruanda’nın başardığı müthiş bir şey daha var.

Her ay bir öğleden sonra "ulusal temizlik günü" ilan edilmiş.

Herkes bu kampanyaya katılmak zorunda ve hatta hükümet bakanları bile sokakları süpürüyor.

Acaba Başbakan Erdoğan "Buyur Ruanda ol" derken bunları biliyor muydu?

Hülya Gülbahar, Başbakan "kadın-erkek eşitliği, kota" gibi meselelerde "bilgilendirmek" amacıyla bir dosya hazırladıklarını söylemişti.

Sanırım birileri de Başbakan’a bir "Ruanda" dosyası sunmak zorunda.
Yazının Devamını Oku

Anayasa Kadın Platformu Cemil Çiçek’ten davet bekliyor

5 Ekim 2007
KADINLAR Anayasa çalışmalarında söz sahibi olmak istiyorlar.<br><br>Toplumun yarısı kadınsa bu talepten daha doğal bir şey olabilir mi? Yeni yasama yılı resepsiyonunda, KA-DER (Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği) Başkanı Hülya Gülbahar ile Başbakan Erdoğan arasındaki polemik günlerdir gazetelerde.

O polemikten birkaç saat sonra İstanbul’da "Anayasa Kadın Platformu"nun kurulduğunu duyuran basın toplantısındayız.

86 kadın derneği bir araya gelip "Anayasa Kadın Platformu"nu oluşturmuş.

Kadın dernekleri ilk kez böyle bir platformda bir araya gelmiyor. Daha önce de yeni Türk Ceza Kanunu, yeni Medeni Kanun’un şekillenmesinde yine bir araya gelip çalışmışlar. Çalışmaktan ziyade "mücadele etmişler" desem daha doğru.

Zira uzun ve zorlu mücadeleler sonucu 2004’te Anayasa’ya "Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür" maddesinin eklenmesini sağlamışlar.

Peki şimdi ne oldu?

Anayasa taslağında yukarıdaki madde uçup gitti. Kadın-erkek eşitliği buharlaştı. Yerine ne geldi dersiniz?

Kadınlar, "çocuklar, yaşlılar ve engelliler" ile birlikte özel suretle korunmaya muhtaç kesim arasında katıldı.

Oysa kadının "korunmaya muhtaç" olduğu yıllar önce uluslararası literatürden kalkmış.

Hiçbir ülke günümüzde kadının her alanda "fırsat eşitliğini" hak eden bireyler olduklarını tartışmıyor bile. Bir artı bir eşittir "iki" gibi bir şey bu.

"Anayasa Kadın Platformu" bu yüzden kadını "korunmaya muhtaç" ve erkeğe "bağımlı" kılan bu maddeye şiddetle karşı çıkıyor.

"Dünya kamuoyuna kendini kanıtlamış olan Türkiye Kadın Hareketi böyle bir maddeyi asla kabul edemez. Eşitlik ilkesinin genişletilmesine yerine geriye götürülmek istenmesine karşıyız" diyor.

KOTA GÖRÜŞÜ DEĞİŞMEYECEK

KA-DER
Başkanı Hülya Gülbahar ile Başbakan Erdoğan arasındaki polemiğe dönersek.

Basın toplantısı sonrası soruları yanıtlayan Gülbahar, başbakanın kota, kadın-erkek eşitliği konularında yeterince "bilgilendirilmediği" görüşünü dile getiriyor.

Gülbahar’a "Sizinle ben eşit değil miyiz?" diyen Başbakan Erdoğan, kadın istihdamında BM verilerine göre 119 ülke arasında 109’uncu sırada olduğumuzdan haberdar olmayabilir mi?

Türkiye’de genç işsizlerin yüzde 88’i kadın.

Meclis’teki kadın oranı yine dünyada en alt sıralarda. Uzun uğraşlar sonucu yüzde 4.4 oranı yüzde 10’lara çıkarabildik.

Kadın-erkek ücret eşitsizliği ortada. Eğitimde aynı tablo. Hálá kız çocuklarımızı okula göndermek için kampanyalar düzenlemiyor muyuz?

Bu durumda kadın-erkek eşitliğinden nasıl söz edilebilir?

Dün telefonda Hülya Gülbahar’a kota meselesini sordum. Başbakan Erdoğan, "ABD’de, Fransa’da kota yok" deyince Gülbahar 73 ülkenin anayasasında, 163 siyasi partinin yasalarında kota olduğunu hatırlatmış.

Hatırlatmakta yarar var. Başbakan’ın "kota yok" dediği Fransız anayasasında kotanın da ötesinde "eşitlik yasası" var. Yani bir "bilgilendirme" eksikliğinin söz konusu olduğu kesin.

Hülya Gülbahar’ın "Peki kamuoyundan ya da AKP Kadın Kolları’ndan kota talebi gelirse fikrinizi değiştirebilir misiniz" sorusuna Başbakan’ın yanıtı "Kota görüşüm değişmeyecek" olmuş.

Başbakan kotaya neden bu kadar karşı?

Çözemedim.

Dünkü sohbetimizde Hülya Gülbahar, Anayasa tartışmalarına taraf olmak isteyen, DİSK, TESK gibi yedi sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu platforma "kadın kuruluşlarının" dahil edilmemiş olmasına sitemkar.

Başbakan Yardımcısı, Devlet Bakanı Cemil Çiçek önümüzdeki hafta yani 9 Ekim günü Ankara’da, TOBB Üniversitesi’nde bu platformu kabul edecekmiş.

Gülbahar, "Bakalım Cemil Çiçek’ten "Anayasa Kadın Platformu"na davet gelecek mi? Bekliyoruz" diyor.

IMF artık sadece ’jandarma’ rolü oynamayacak

IMF’nin yeni başkanı Dominique Strauss-Kahn geçenlerde Fransız televizyonundaydı.

Söyleşisinin ancak sonuna yetişebildim. Aceleyle aldığım notlar arasında en çarpıcı cümlesi şuydu: "IMF şimdiye kadar üstlendiği jandarma rolünün çok ötesinde bir şeyler yapmalı."

Söyleşiyi kaçırdım diye telaşım boşunaymış. Baktım ertesi gün hemen hemen aynı sözler bu kez Le Monde Gazetesi’nde.

Adaylık kampanyası için 100 bin kilometre yol kat etmiş olan Strauss-Kahn, "IMF artık günümüzün gerçeklerine adapte olmak zorunda. Sırf zor durumdaki ülkelere zor koşullu borç para vererek jandarmalık yapamaz" diyor.

Yeni IMF Başkanına göre, örgüt reform yapmak ve Çin, Hindistan ve diğer "gelişmekte olan" piyasaların taleplerini de göz önüne almak zorunda.

Yeni Başkan, IMF’ye ait 3 bin 217 ton altının yeni "reçeteler" için satılması fikrine karşı değil.

Bir de Dünya Bankası, Kemal Derviş’in başında olduğu UNDP gibi kurumlarla daha yakın işbirliği istiyor.
Yazının Devamını Oku

Türk şirketlerin yönetim kurullarında kimler var?

2 Ekim 2007
SABANCI Üniversitesi’nin bünyesinde "Kurumsal Yönetim Forumu" diye bir araştırma birimi var. Forum Direktörü Dr. Melsa Ararat ile geçenlerde, Muhtar Kent’in konuşmacı olduğu CEEMAN Konferansı’nın akşam yemeğinde aynı masaya düştük.

Dr. Ararat, "Kurumsal Yönetim Forumu"nun halen üzerinde çalışmakta olduğu ilginç bir projeden söz etti.

Forum, İMKB 100 Endeksinde yer alan şirketlerin yönetim kurullarının yapısı ve yönetim kurulları üyelerinin nitelikleri üzerinde bir araştırma yapıyormuş.

Araştırmanın hareket noktası, Türk şirketlerinin yönetim kurullarının yeterince "şeffaf" olmamaları.

"Kurumsal Yönetim Forumu"nun yaklaşık üç yıldan beri yayınladığı "Şeffaflık Raporu" yönetim kurullarıyla ilgili bu saptamayı net bir şekilde ortaya koymuş.

Dr. Ararat "Şeffaflık Raporlarına göre, şirketler finansal bilgilerde daha açık. Ancak yönetim kurulları tabir yerindeyse "kapalı kutu" diyor.

"Kapalı Kutu" olunca da aşağıdaki sorular genellikle havada kalıyor,

Şirket nasıl karar alıyor?

Karar alma yetkisi kimde?

Karar alma ve kontrol yetkisi arasında nasıl bir bağlantı var?

Yönetim kurulu üyeleri hangi kriterlere göre belirleniyor?

Oysa özellikle küçük hissedarların çıkarlarının korunması açısından bunlar önemli sorular.

Yönetim Kurulu üyelerinin nitelikleri ayrıca şirketin rekabetçi avantajları açısından da önemli.

Ararat, Hakan Orbay ve Burçin Yurtoğlu’ndan oluşan e ekip, İMKB 100 endeksinde yer alan şirketlere "Araştırmamızın sağlıklı bir sonuca ulaşması için bilgilerinizi paylaşın" diye mektup göndermiş.

Anladığım kadarıyla şirketlerin yönetim kurulu bilgileri paylaşmakta pek "gönüllü" değiller.

"Kurumsal Yönetim Forumu" şirketlere gönderdiği mektuplarda "gerekirse sizinle gizlilik anlaşması da imzalayabiliriz" vaadinde bulunmuş.

Zaten raporda bilgiler kodlanmış olarak yer alacak ve şirket adları da yer almayacak.

Öyle olduğu halde Dr. Ararat ve ekibi oldukça zorlanacak gibi görünüyor.

Yeri gelmişken "Kurumsal Yönetim Forumu"nun üç yıldan beri Standard&Poors ile yaptığı "Türk Şirketlerinde Şeffaflık" raporlarının sonucuna değinmekte yarar var.

2007 yılı raporuna göre, Türk şirketlerinde kamuyu bilgilendirme hızı yavaşlamış.

Raporda yer alan en şeffaf Türk şirketlerini sıralamak gerekirse şöyle: Akbank, Anadolu Efes, Enka İnşaat, Koç Holding ve Turkcell.

Muhtar Kent, Sali Berişa’yı nasıl tanıdı?

CEEMAN’ın (Orta ve Doğu Avrupa Yönetim Bilimleri Geliştirme Kuruluşu) 15. yıl konferansının akşam yemeğinde Coca Cola İcra Kurulu Başkanı Muhtar Kent’e kulak veriyoruz.

Kent’in geleceğin yöneticilerine verdiği tavsiyeler anlamlı.

"Daima yeni ilişkiler kurmalı, yeni dostluklar edinmelisiniz" diyor.

Kendi ilişkileriyle ilgili şöyle bir anekdot aktarıyor:

"1989 yılında Coca Cola’nın Orta ve Doğu Avrupa’nın Başkanlığı’na atandığımda önümde 20 şişeleme fabrikası kurmak gibi bir hedef vardı. Bir gün yolum Arnavutluk’a düştü. Arnavutluk o günlerde inanılmaz yoksuldu. Oldukça becerikli bir dişçiden "geleceğin politikacısı" diye söz ettiler. Hiç düşünmeden hemen onunla tanıştım. O dönemde muayenehanesinde müşterilerini portakal sandıklarının üzerinde tedavi etmek zorunda olan Sali Berişa Devlet Başkanı oldu. Şimdi başbakan olan Berişa’yla dostluğumu ilerlettim. Arnavutluk’ta bugün çok başarılı bir fabrikamız var".

Bilgi edinme hakkından 2006’da 846 bin 616 kişi yararlanmış

ŞEFFAFLIKLA başladık, devam edelim.

Geçtiğimiz cuma günü hem uluslar arası "silahsızlanma", hem de "bilgi edinme hakkı" günüydü.

"Bilgi Edinme Hakkı" yasası bizde 2003 yılında çıkmış.

2004 yılı nisan ayından beri yürürlükte.

Her vatandaşa resmi kurumlara "soru sorma", "bilgi edinme" hakkı veriyor.

Yani burada kamunun şeffaflığı, devletin bilgi verme zorunluluğu söz konusu.

Tahmin edebileceğiniz gibi bu bilgi edinme hakkı daha çok bir "Amerikan icatı".

Meşhur Watergate Skandalı’nden sonra Carter döneminde uygulanmaya başlanmış.

Carter’ın çıkarttığı yasanın adı pek ilginç: "Gün ışığında hükümet".

Bizim "Gün ışığında hükümet" yasamıza dönersek, bilgiye verecek olan kurumun "Bilgiyi neden istiyorsunuz" ya da "Nerede kullanacaksınız" gibi sorular yöneltmeye hakkı yokmuş.

Sadece yabancılar bu tür sorulara muhatap kalabilirmiş.

Bilgi istediğiniz kurum ya da idare size 15 gün cevap vermek zorunda.

Talep ettiğiniz bilgi elinde yoksa sizi başka bir yere de yönlendirebiliyor.

Bu çok önemli vatandaşlık hakkından acaba kaç kişinin haberi var?

TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) bünyesindeki "İyi Yönetişim Programı" Direktörü Fikret Toksöz’ün elindeki verilere bakılırsa Türk halkı bu konuda o kadar kötü bir noktada değil.

2004 yılında 395 bin 557 bin kişi bu hakkından yararlanırken, 2006’da bu sayı 846 bin 616’ya ulaşmış.

Bu haktan en fazla yararlananlar ise kamu çalışanları.

Kendi sicillerini bu yolla elde ediyorlarmış.

Basının ise hem bilgiye ulaşma, hem bunu kullanma hakkı var.

Önemle duyurulur.
Yazının Devamını Oku

Kadına seks ve süt objesi olarak bakanlar

30 Eylül 2007
GÜNLERDEN beri şu "kadınlar korkmalı mı" meselesini tartışıyoruz. Tartışmasına tartışıyoruz ama gerçek bal gibi ortada.

Kadınlar korkuyor.

Yaşını başını almış kapı komşum bile soruyor: "Günün birinde çarşafa girer miyiz" diye.

Çevremdeki çoğu kadının psikolojisi böyle.

Korkular haklı mı, haksız mı işin başka bir boyutu.

Geride bıraktığımız hafta boyunca Bahçeşehir Üniversitesi’nde seminerler veren ünlü bilim adamı Profesör Vamık Volkan’a kulak verince kendi adıma bir kez daha "kadın korkusu" denen şeyin hiç de yersiz olmadığına inandım.

Çünkü bir şeylerin dengesi bozuldu mu bunun ilk cezasını çekenler kadınlar oluyor.

Uzun yıllardan beri ABD’de yaşayan Profesör Dr. Vamık Volkan, "politik psikolojiyi" uluslararası çatışmaların çözümünde ilk kez kullanmış bir isim.

Bu yüzden üç kez Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmiş.

Volkan’ın Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki seminerlerinden "Büyük Grup Kimliği Psikolojisi"nin yarısına yetiştim.

"Köktendincilik" seminerini ise baştan sonuna dek izledim.

Vamık Volkan, "köktendincilik" meselesiyle ilk kez 1995 yılında haşır neşir olmuş.

Arada İngilizce sözcüklerle renklendirdiği çok ama çok hoş Türkçesiyle anlatıyor:

"1995 yılı bir gün evde otururken telefon çalıyor. Arayan FBI. Örgüt beni Waco trajedisiyle ilgili oluşturmakta oldukları komisyonun başına getirmek istiyor."

HEM SADİST, HEM MAZOŞİST

Waco
, Teksas’ta bir yer.

1993 yılında orada yaşamakta olan bir tarikatın mensupları FBI tarafından kuşatılmış ve baskında 80 kişi ölmüştü.

FBI iki yıl sonra bizzat karıştığı Waco baskınını araştırmak istiyor.

Kurduğu komisyonun başına Profesör Volkan’ı getiriyor.

Ünlü bilim adamı böylece tarikatlarla, köktendincilerle tanışıyor.

Yıllarca sadece Hıristiyan değil, Yahudi ve Müslüman tarikatları da inceliyor.

Jim Jones, Molla Ömer gibi isimleri, İsrail’de Guş Emunim, Estonya’da Old Believers gibi tarikatları mercek altına alıyor.

Başına ilginç olaylar da geliyor bu arada.

Meselá Old Believers tarikatı "sizi illa vaftiz edeceğiz" diye tutturmuş.

"Suyunuz çok soğuk diyerek zor kurtuldum" diye anlatıyor.

Hangi dine mensup olursa olsun köktendinci tarikatların ortak özellikleri var.

Kur’an’ı, İncil’i ya da Tevrat’ı kendine göre yorumlayan liderlere sahipler.

Tek güç liderlerde.

Lider kendisine Tanrı’nın uzantısı gözüyle bakıyor ve bu yüzden en güçlü.

Ama diğer yandan "herkes beni kıskanıyor" psikolojisi içinde.

Dolayısıyla "mağdur" rolünü de benimsiyor.

Volkan’a göre, tarikat içerisinde hem sadist, hem mazoşist eylemler olması bu yüzden.

SADECE SEKS VE SÜT

Tarikatların etraflarına psikolojik bir duvar örmeleriyle yeni "ahlaki değerler" ortaya çıkıyor.

Ve işin en vurucu yanına geliyoruz:

"Ortaya çıkan yeni ahlaki değerlerin çoğu kadınlarla ilgili."

Profesör Vamık Vural’ın sözleriyle "kadınlara hemen hemen tüm köktendinci tarikatlarda sadece seks ve süt sağlayan insan-altı mahlûklar, objeler gözüyle bakılıyor".

Vural
’ın bu tespiti "köktendincilerle" ilgili.

Bizim tartıştığımız meseleyle alakası yok ama dediğim gibi bazı dengeler bozulduğunda, bazı kişiler ellerine güç geçirdiklerinde ABD’de, Ortadoğu’da ve her yerde kadınların nasıl harcandıklarını gösteriyor.

Şunu bilelim ki, kadınlar daima tehdit altında.

İnsanlık tarihinin başlangıcından beri bu böyle.

Dolayısıyla elbet korkacaklar, elbet tetikte olacaklar.
Yazının Devamını Oku

Mersin ’inovasyon’ kılıcını çekti

28 Eylül 2007
ESASINDA "Kılıcımı kuşandım. Gözümü dünyaya diktim" diyen Oya Uysal.<br><br>Kim Oya Uysal? Mersin Ticaret ve Sanayi Odası’nın Proje Koordinatörü.

İki yıldan beri altı kişilik ekibiyle, AB fonlarının da katkısıyla Mersin’i dönüştürecek projeler üretiyor.

Oya Uysal geçenlerde İstanbul’daydı.

Oturduk Mersin’de son dönemlerde olup bitenleri konuştuk.

Mersin’i beş yıldan beri dikkatle izliyorum.

Beş yıl önce "Kalkınma Ajansı" projesiyle atağa kalkan Mersin’in bugün artık yol haritası belli.

Tarım, turizm ve lojistik sektörlerine ağırlık verilecek.

Bu sektörlere ağırlık verilecek ama başarı için anahtar sözcük "inovasyon".

Yani tarımda, turizmde ve lojistikte "daha rekabetçi, daha farklı, daha kárlı" olmak için gerekli itici güç "inovasyon".

Oya Uysal
haberi verdi.

İki yıl peş peşe "inovasyon forumları" düzenleyen Mersin’de geçtiğimiz aylarda "Bölgesel İnovasyon Kurulu" kurulmuş.

MTSO, KOBİleri, sivil toplum örgütlerini, kamu kuruluşlarını, üniversiteleri aynı platformda buluşturan kurul Oya Uysal’ı müthiş heyecanlandırıyor.

"Tüm kurumlar uyum ve işbirliği içersinde. Bilgi yayılıyor. Herkes her bilgiye ulaşabiliyor" diye anlatıyor.

Diyelim Mersinli bir KOBİ farklı bir ürünün peşinde.

Üniversitelerin desteğine ihtiyacı var.

"Bölgesel İnovasyon Kurulu" hemen devreye girip, yol gösteriyor.

Örnek vermek gerekirse, halen Mersinli bir baharatçı firması Mersin Üniversitesi’ndeki bilim adamlarıyla birlikte "baharat sterilizasyonu" üzerinde çalışıyor.

KALKINMA SEFERBERLİĞİ

Oya Uysal
’a göre, Mersin’in halen yaşamakta olduğu süreç bir anlamda bir "sürdürülebilir kalkınma seferberliği".

I. Mersin İnovasyon Yarışması
bu sürecin önemli halkası.

Son başvuru tarihi 17.10.2007 olan yarışmanın jürisinde TÜBİTAK, Mersin, Ortadoğu Teknik, Sabancı üniversitelerinden isimler var.

Yarışmanın şu sloganı anlamlı: "Sıradanlıktan çıkın. Alışkanlıklardan ayrılın. Fark yaratın."

"İnovasyon"
ödülünü kazanacak kişiye ya da kuruma 10 bin YTL verilecek.

Oya Uysal’ın "Kılıcımı çektim. Gözümü dünyaya diktim" demesine gelince...

AB fonları için proje partnerleri arayışında tüm Avrupa Ticaret Odaları’na İngilizce "Sizinli İşbirliğine Hazırız" kitapçığını göndermiş.

Geçenlerde iki projeye nasıl yabancı ortak aradıklarını anlatıyor.

"Gün boyunca telefonla 80 Avrupalı belediyeyle görüştüm. Gece yarısına doğru proje ortaklarım belirlenmişti."

Bu arada ekibiyle birlikte hazırladıkları kitapçıkları gösteriyor.

"Uluslararası Kredi İmkanları Rehberi."

"Genç İnovatif Girişimcinin El Kitabı"
bunlardan bazıları.

Oya Uysal ve ekibi, Mersin’in bu baş döndürücü deneyimini anlatmak için yollarda.

KKTC, Kütahya, Tekirdağ, Bursa’da neler başardıklarını anlatmışlar.

Sırada başka şehirler de var.

CHP İstanbul İl Başkanı’nın masası bilgisayara yeni kavuştu

"İNOVASYON", "inovatif" gibi sözcükler bazılarına fazlasıyla yabancı gelmeli.

Mesela CHP eski İstanbul İl Başkanı Şinasi Öktem’e.

İstanbul gibi bir şehirde yıllar yılı CHP’nin il başkanlığını yapan Öktem’in masasında bilgisayar olmadığını biliyor muydunuz?

Ben öğrenince çok ama çok şaşırdım.

Bilgisayar günümüzde iletişimin olmazsa olmaz koşulu.

İstanbul’da örgütün başındaki kişinin "bilgisayar fobisi" olunca partinin seçmenine ulaşamaması doğal.

CHP’nin yeni İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin göreve gelir gelmez ilk iş masasına "bilgisayar"ı yerleştirmiş.

Geçen gün CHP İl Merkezi’ndeki kahvaltıda, Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk’ün eski yardımcısı Gürsel Tekin ile uzun sohbet imkanı bulduk.

"Bilgisayar"ı Gürsel Tekin’in il teşkilatını yenileme ve hareketlendirme çabasının küçük bir simgesi olarak da görebilirsiniz.

Zira Tekin’in iddiası büyük.

"Göreve parti içi iktidar için gelmedim. CHP’yi İstanbul’da iktidara getirmek için geldim" diyor.

"Belediyeyi AKP’den alamazsam giderim" diye de ilave ediyor.

Çiçeği burnunda il başkanı, İstanbul’un 16 ilçesinde CHP ilçe başkanlarını değiştirmiş.

"CHP tarihinde ilk kez böyle radikal bir değişiklik oldu" diyor Gürsel Tekin.

Merak edip sorduk.

Yenilenmiş ilçe başkanları da dahil hiç kadın başkan yok.

41 belde içinde de topu topu 3 kadın varmış.

Bilgisayar tamam ama kadın olmadan CHP nereye?
Yazının Devamını Oku

İstanbul’daki İran’a alternatif enerji zirvesine kimler katıldı

25 Eylül 2007
REUBEN Jeffery III, ABD Dışişleri Bakanlığı Ekonomi, Enerji ve Tarım Müsteşarı. Temmuz ayı başından beri ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın ofisinde.

Daha önce Ulusal Güvenlik Konseyi’nde başkan yardımcılığını üstlenmiş olan Jeffery, zamanında ABD’nin Irak temsilcisi Bremer’e de danışmanlık yapmış

Özel sektör deneyimi de hayli fazla.

Amerikan Yönetimi saflarına geçmeden önce uzun yıllar Goldman Sachs’ta çalışmış.

Reuben Jeffery III, hafta sonunda İstanbul’daydı.

ABD Dışişleri Siyasi İşler müsteşarı Nicholas Burns’un Ankara ve İstanbul ziyaretinden bir, iki gün sonra.

Burns’un ziyareti basında geniş yer bulurken, Reuben Jeffery’in İstanbul’a gelişi sessiz sedasız oldu.

İstanbul’dan ayrılmadan önce havaalanında, aralarında benim de bulunduğum küçük bir grup gazeteciye bir basın toplantısı düzenledi.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın da müsteşarı sıfatıyla ilk kez Türkiye’yi ziyaret eden Reuben Jeffery’nin bu "özel ziyaretinin" amacı neydi?

ABD Elçisi Ross Wilson, ABD’nin Başkonsolusu Sharon Wiener’ın de katıldığı basın toplantısında öğrendik ki, Jeffery İstanbul’a mini bir "Enerji Zirvesi" için gelmiş.

İstanbul’daki "Enerji Zirvesi"ne kimlerin katıldığına gelince?

ZAMANLAMA DİKKAT ÇEKİCİ

Türkiye’nin çevresinden yani Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinden 20’ye yakın Amerikalı elçi ve bunlara ilaveten enerji uzmanları katılmış.

İstanbul’da, Amerikalı politikacı ve diplomatlar arasında bir "Enerji Zirvesi"nin Burns’un Ankara’da Türkiye ile İran arasındaki doğal gaz anlaşmasıyla ilgili nabız tutmasından hemen sonra düzenlenmesi dikkat çekici.

Zaten Reuben Jeffery’in verdiği mesaj ile Burns’un Ankara’da ve daha önce verdiği mesajlar örtüşüyor.

"Türkiye’nin İran enerji sektörüne yatırımına karşıyız."

"İran doğal gazı Avrupa pazarı için olmazsa olmaz değil."

Bir diğer benzer mesaj ise şu:

"Türkiye İran doğal gazı yerine Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan gibi alternatif enerji kaynaklarına odaklanabilir. Enerji alımlarını çeşitlendirebilir."

NABUCCO’YA DESTEK

Notlarıma bakınca Reuben Jeffery açıkca şunları söylemiş: "Bölgede bir doğal gaz sıkıntısı yok. Esas sorun bu kaynakları uluslararası pazara karşı sorumluluğunu yerine getirecek, istikrarlı devletlerle geliştirmek."

Jeffery’
e göre, İran doğal gazına en iyi alternatif Türkmen ve Kazak petrolleri.

Peki Türkmenistan ile Kazakistan, Jeffery’in vurguladığı kadar istikrarlı ve anlaşmalarına sadık ülkeler mi?

Bu iki ülkeden doğal gaz Türkiye’ye nasıl ulaştırılacak?

Bunun için henüz altyapı yok.

ABD Dışişleri Bakanlığı Enerji Müsteşarı’na yöneltilen sorulardan bazıları bunlar.

Bunlara pek net bir yanıt yoksa da Türkiye’den Avrupa Birliği ülkelerine gaz taşıyacak olan Nabucco Projesi’yle ilgili soruya cevap açık:

"ABD Nabucco Projesi’ni destekliyor".

Özetle İstanbul’daki mini "Enerji Zirvesi" şunu ortaya koyuyor:

ABD, Türkiye ile İran arasındaki doğal gaz anlaşması karşısında Kafkasya ve Orta Asya’da alternatif enerji hatları arayışlarını hızlandırdı.

İran doğal gazından vazgeçmesi durumunda Irak ve Orta Asya enerji kaynaklarının çıkartılması ve taşınması için Türkiye’ye destek vereceği iddiası ağırlık kazandı.

Başbakan Erdoğan ’Global Multi-Etnik Toplum’ panelinde

ABD eski başkanı Bill Clinton’ın başkanı olduğu "Clinton Küresel Girişim" (CGI) den e-postama düşen mesajda ilginç bir bilgi notu var.

Bildiğiniz gibi, "Clinton Küresel Girişimi" her yıl dünya liderlerini bir araya getirerek, küresel ısınma, sağlık, eğitim, yoksulluk gibi dünya meselelerini masaya yatırıyor.

Hükümet yetkilileriyle, özel sektörle, sivil toplum kuruluşlarıyla çözümleri tartışıyor.

Panellere ilginç isimler katılıyor.

Bilgi notuna göre, halen New York’ta temaslarını sürdüren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "Clinton Küresel Girişimi"nin panelistlerinden biri.

Eski İrlanda Başbakanı Mary Robinson tarafından yönetilecek panelin konusu ise "Küresel multi-etnik toplum".

"Clinton Küresel Girişimi"
projektörü, göçler, küreselleşme gibi olgular nedeniyle nedeniyle hem yakınlaşan, hem de "sürtüşen" farklı dini ve etnik toplumlara tutmuş.

Farklı olup huzur içinde yaşamak mümkün değil mi?

Erdoğan’ın katılacağı panelin teması özetle böyle.

Türkiye’de laiklerle dindar kesim arasında bariz bir "sürtüşmenin" yaşandığı günlerde Başbakanı’nın söz konusu panelde neler söyleyeceği merakla bekleniyormuş.
Yazının Devamını Oku

Ömer Uluç’un canavarları Konstantiniye’nin ejderhaları

23 Eylül 2007
Ömer Uluç, Vapurların Seyri isimli seyyar sergisine tema arayışında İstanbul sularında gemilerle dolaşmaya başlamış. Esas beslendiği kaynak İstanbul olmuş. "Sarayburnu, Karaköy, Haliç üçgeninde Bizans ve öncesinde kim bilir neler yaşanmıştır. Kim bilir ne tür yaratıklar barındırmıştır."

Karaköy vapur iskelesine demirlemiş İstanbul-9 gemisinin güvertesindeyiz.

İstanbul’un doyulmaz silueti karşınızda./images/100/0x0/55ea8e0df018fbb8f8879c4f

Arka planda Sarayburnu, Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet Camii ile Yeni Cami’nin ve daha nice caminin minare ve kubbeleri.

Sonra deniz, sonra köprü ve nihayet güvertede Ömer Uluç’un heykelleri.

Uluç’un "Vapurların Seyri" sergisi belki dünyada ilk kez vapurda gerçekleşen "seyyah" bir sergi.

Gemi fikri esasında serginin sponsorluğunu üstlenen Matraş Deri’nin sahibi Erdal Matraş’tan çıkmış.

Şirketin 60. kuruluş yıldönümü için koleksiyoneri olduğu ressama sergi teklifi götüren Erdal Matraş, "Sergi mekanı neden bir gemi olmasın" deyince Uluç’un gözleri parlamış.

"Hayatımın en ilginç sergisi oldu bu" diyor.

Uluç sergiye bir tema arayışında İstanbul sularında gemilerle dolaşmaya başlamış.

Bu gemi senin, bu gemi benim derken sergiyi aynen bir gemi gibi üç ayrı bölümden oluşturma fikri olgunlaşmış: "Yeraltı Dünyası", "Yeryüzü Dünyası" ve "Gökyüzü."

"Sergi için yeraltı dünyası yaratıklarına inanan Şamanizm’den, Taoizm’den etkilendim"
diyor.

Şamanist inanca göre, dünya "gök", "yeraltı" ve "yeryüzü" olmak üzere üç parçadan oluşurmuş.

ŞAMANİZM İNANCINDA YERALTI

Yeryüzündeki bir yaratığın "yeraltına" inerek kendisine benzeyen bir yaratıkla eşleştiği ve onu "yeryüzüne" çıkarttığı inancı hakim Şamanizm’de.

Yeryüzüne çıkartılan yaratık daha sonra gökyüzüne de kavuşuyor.

Uluç’un sergisinin "Yeraltı" bölümü biraz denizaltı hissini veriyor.

İstanbul-9 gemisinin alt katı tamamıyla boşaltılmış, ressamın eski resimleri siyah bir fonda çepeçevre karşınızda.

Salonun tam ortasında ise içinde deniz suyu dolu bir tank kocaman bir canavarı barındırıyor.

Boru-canavar denizin çırpıntısında hafif hafif kımıldıyor.

Ve başka bir yeraltı yaratığını yutmak üzere.

Geminin orta katında Ömer Uluç’un kırmızı, mavi, yeşil ve sarı renklerinin ağırlıklı olduğu dev resimleri.

Güvertede ise heykelleri.

Uluç bu sergi için Şamanizm’den her ne kadar esinlenmiş olsa da esas beslendiği kaynak İstanbul.

Geminin demirlediği Karaköy rıhtımının çevresini işaret ederek "Sarayburnu, Karaköy, Haliç üçgeninde Bizans ve öncesinde kim bilir neler yaşanmıştır. Kim bilir ne tür yaratıklar barındırmıştır" diyor.

YERASİMOS’UN EFSANELERİ

Uluç
’un birkaç yıl önce kaybettiğimiz Stefanos Yerasimos’un "Kostantiniye ve Ayasofya Efsaneleri" kitabından haberi var mı bilmem?

Kitabın sayfalarını çevirdiğinizde Ahmed Bican Yazıcıoğlu’nun 15. yüzyılda kaleme almış olduğu İstanbul’a ilişkin şu satırlarına rastlıyorsunuz: "Nice yıllar harab yatub içinde yırtıcı canavarlar ve ejderhalar vatan almıştır. Sonra Konstantin adlu bir padişah gelüp imaret kıldı."

Şehrin kuruluş efsanelerinden biri de yılanla kartal arasındaki mücadele ki Yerasimos’a göre bunun esin kaynağı İlyada.

İstanbul
’un kuruluşu efsanelerle yoğurulmuş.

Bunlarda yeraltı canavarları da var, yerüstü de.

Geçmişteki varlıklarının bir işaretini İstanbul-9 gemisinden veriyorlarsa fazla da şaşırmamak gerek.

Tekrar günümüze ve Uluç’un sergisine dönersek, serginin gerçekleşmesinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi danışmanı ve Turizm Atölyesi direktörü Tülin Ersöz’ün katkısı büyük.

İDO’nun gemisi İstanbul-9 bundan söyle hep seyyar sergilere ev sahipliği yapacak.

İstanbullular, Dr. Ahmet Paksoy’un genel müdürlüğündeki İDO’nun böyle sanatsal açılımlarını elbet memnunlukla karşılıyor.

Ama böylesine açılımlar İDO’nun İstanbul’un bazı geleneklerini görmezden gelmesinin yol açtığı mutsuzlukları gidermiyor ne yazık ki?

Dr. Paksoy duydum ki Uluç’un İstanbul’un ta kendisi olan sergisinden çok etkilenmiş.

Öyleyse İstanbul’u, denizde görmeye alışkın oldukları vapurları isteyen İstanbulluları, vapur tarifelerinin değiştirilmesinden mutsuz Adalıları daha iyi anlamıştır. Umarım öyledir.
Yazının Devamını Oku

Ermenistan ile sınır kapısı açılır mı

21 Eylül 2007
ERMENİSTAN ile ilişkiler gündemin sıcak konularından. Dünkü gazetelere bakılırsa, ABD’deki Ermeni lobisi halen Washington’da temaslarını sürdüren Ermeni Patriği II. Mesrob’un bir konuşmasını engellemiş.

Yine Washington’dan gelen taze haberler, Ermeni tasarısının birkaç ay içerisinde kesinlikle Temsilciler Meclisi’nden geçeceği yolunda.

Böyle bir ortamda İstanbul’da "Türkiye ile Ermenistan sınır kapısının açılmasının sosyal ve ekonomik sonuçları" başlıklı toplantının düzenlenmiş olması anlamlı.

Toplantıyı düzenleyenler Arı Hareketi ile kısa adı AİPRG olan Uluslararası Ermeni Siyasi Araştırma Grubu.

Girişim ayrıca Türk-Ermeni İş Geliştirme Konseyi TABDC tarafından destekleniyor

Toplantıda neler konuşulduğuna geçmeden önce bir hatırlatma.

Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır 1993 yılından beri kapalı.

Ankara’nın Ermenistan’ın Karabağ işgalinden Erivan ile ilişkilerini kesmesinden sonra iki ülke arasında direkt temas ve ticaret yok.

Ticaret yok gibi ama esasında var.

Daha geçenlerde Fransız Haber Ajansı’nın da dikkat çektiği gibi, Ermenistan’da "Türk malı" bolluğu var.

Hatta ajansın yorumuna bakılırsa "Çoğu Ermeni için ucuz Türk malı alışveriş talebi tarihi nefretten ağır basıyor".

GÜRCİSTAN ÜZERİNDEN DOLAŞIYOR

Sınır kapısı kapalı olunca Türk malları karayolundan Gürcistan üzerinden dolaşarak Ermenistan’daki dükkanlara ulaşıyor.

Hayli masraflı bir yol olsa da çark böyle dönüyor.

AİPRG’nin araştırmacılarından Mher Baghramyan’ın sunumuna göre, Türkiye’nin Ermenistan’a ihracatı bu durumda dahi 95 bin 422 dolar tutarında.

Aynı araştırmacının rakamlarına göre, Türkiye’nin Gürcistan’a ihracatı 523 bin dolar civarında.

Yani Gürcistan örneğine baktığımızda, normal ilişkiler olsa Ermenistan ile Türkiye arasındaki ticaret potansiyeli hayli fazla.

AİPRG araştırmacıları, "sınır kapısı" açıldığı takdirde bunun iki ülke arasındaki ticareti, büyüme hızını, yabancı yatırımı, kişi başı milli geliri nasıl etkileyeceğine ilişkin çeşitli senaryolardan söz ettiler.

Son bir senaryoya göre, sınır kapısının açılması halinde Türkiye’den Ermenistan ihracat yüzde 50 oranında, Ermenistan’dan Türkiye’ye ise yüzde 38 oranında artacak.

Senaryolarda sınır illerinin üzerinde de durulmuş.

Örneğin Kars ve Van.

Sınır kapısı açıldığı takdirde Kars’ın Ermenistan’a ihracatı 10 misli, Van’ınki ise 9 misli artıyor.

SOKAKTAKİ İNSAN FAKTÖRÜ

Türkiye’de bazı sınır illerini dolaştığını belirten Baghramyan "sokaktaki insanın sınırın açılmasından yana" olduğunu söylüyor.

Bir, iki yıl önce Kars’a yaptığım ziyarette bunu ben de duymuştum.

Ekonominin canlanması için sınır kapısının açılmasını isteyenlerin sayısı az değil.

"Sınır kapısının açılmasının Ermenistan’a daha çok yarar sağlayacağı" görüşüne ise Baghramyan’ın verdiği yanıt şöyle:

"Ermenistan ekonomisi koşullara ayak uydurdu. Büyüme hızı artışta. Ermeni malları AB pazarlarında yerini buluyor. Böyle devam edebiliriz"diyor.

Baghramyan öyle diyor ama Avrupa Birliği her fırsatta "Ermenistan ile sınır açılsın" talebini dile getiriyor.

Ermeni Dışişleri Bakanı Oskanyan’ın da, sınırın açılmasına karşı soykırım meselesi için konferans önerisine sıcak bakılabileceği mesajını da hatırlatmak gerek.

Sonuçta, soykırım tasarısı Amerikan Temsilciler Meclisi’nde "eli kulağında" beklerken sınır kapısının bugünden yarına açılması beklemek hayal.

Ancak İstanbul’daki bu toplantı iki ülke arasında STK’lar aracılığıyla da olsa diyaloğun sürmesi açısından çok önemli.
Yazının Devamını Oku