Gila Benmayor

1 milyon dolarla altı köyün önünü açtı

31 Ağustos 2007
GÜL’ün 11. Cumhurbaşkanı seçildiği saatlerde Afyon’dayız,
İş dünyasının duayeni, Borusan Holding’in kurucu başkanı Asım Kocabıyık bizleri doğduğu köy Tazlar’da ağırlıyor.

Yaz aylarında nüfusu 1600’e ulaşan Tazlar bayram yeri gibi.

Köyün meydanına sandalyeler dizilmiş, sofralar kurulmuş.

Aynen Kayserililerin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile övündükleri gibi Tazlar köylüleri Asım Kocabıyık ile övünüyor.

Biri politikacı, diğeri işadamı.

Her ikisi de dünyaya geldikleri şehirden, köyden kopmamış.

Tazlar köyünde aile ağacı 1800’lere dayanan Asım Kocabıyık’ın doğduğu ev yenilenmiş.

Adını taşıyan bir eğitim merkezi var.

Köylüler ona "köyü modern bir köye dönüştürmeyi başarmış biri" gözüyle bakıyor.

Asım Kocabıyık, doğduğu köyde hayatından bazı kesitler anlatırken "Köyün diğer çocukları gibi ben de ayakkabısızdım" diyor.

AYAKKABISIZ ÇOCUĞUN BAŞARISI

İşte bu "ayakkabısız köylü çocuğu" Tazlar’dan altı yaşında ayrılıyor.

Önce Afyon’a, ardından lise ve üniversiteyi okuduğu İstanbul’a göç ediyor.

Hikayesinin gerisini ve Borusan Holding’in başarı öyküsünü hepimiz biliyoruz.

Asım Kocabıyık, Türkiye Aile Planlaması, TEMA’nın kurucuları arasında.

İKSV, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın mütevelli heyetlerinde.

Afyon Eğitim Vakfı’nın kurucusu.

"Her şeyin başı eğitim" inancıyla, meslek lisesi ve fakülte dahil 15 okul yaptırmış.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde kendi adını taşıyan kütüphaneden tutun, Borusan Filarmoni Orkestrası’na kadar sanat ve kültür hayatımıza katkısı büyük.

Saydığım dernek ve vakıfların her birine de desteği sonsuz. Dolayısıyla TEMA’nın önerdiği, Tazlar köyüyle birlikte beş köyü daha kapsayan "Kırsal Kalkınma Projesi"ni gözü kapalı kabul ediyor.

Nedir bu proje?

Tazlar köyünde, önce köylüleri, ardından TEMA yöneticilerinin projeyle ilgili verdikleri bilgileri dinliyoruz.

Köylülerden biri "30 yıl önce bu köyde kağnı vardı. Şimdi bir şenlik dolayısıyla kağnı aradık bulamadık. Çünkü geliştik, kalkındık" diyor.

TERSİNE GÖÇ BAŞLADI

Konuşmaları dinlerken dikkatimi çekiyor.

Köylülerden biri elinde bir cep telefonuyla dikkatle konuşmaları kaydediyor.

Modernleşme Tazlar’a bir uğramış, pir uğramış. Tazlar köylüleri çoğunlukla Borusan Holding’in sağladığı iş imkanı nedeniyle vaktinde şehre göç etmişler.

1997 yılında başlayan "Kırsal Kalkınma Projesi"nden sonra tersine göç başlamış.

Projeye özetlersek, tüm köylülerin katılımıyla, çiftçi eğitimi, sulama suyu temini, meyvecilik, ağaçlandırma, erozyonu önleme, alt ve üstyapı gibi şeyleri kapsıyor.

2003 yapılan "Sulama Göleti"nde artık sazan balığı çıkıyor. Gölet sayesinde altı köy sulanıyor, dahası evlerde susuzluk çekilmiyor. Meyve bahçelerini gezdik.

Çiftçiler aldıkları eğitimle ürünü dört, beş katına çıkartmayı başarmışlar.

TEMA’nın desteğiyle sulama tekniklerini, ürünleri çeşitlendirmeyi öğrenmişler.

Önümüze sevgiyle tabak, tabak yığdıkları meyveler son derece lezzetliydi.

"Kırsal Kalkınma Projesi"ne Asım Kocabıyık’ın katkısı 1 milyon 238 bin YTL yani yaklaşık bir milyon dolar.

Altı köyün önüne açmaya, köylülerin hayatını değiştirmeye yeterli.

’Sadece kitaplarla aram iyi’ dedi, Kültür Bakanı oldu

YENİ hükümette daha çok kadın bakan bekliyorduk.

Olmadı.

Nimet Çubukçu’nun dışında hiçbir kadın kabineye girmeyi başaramadı.

Oysa dünyadaki trendlere bakın.

Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy örneğin kelimenin tam anlamıyla kadın bakanları tarafından kuşatılmış halde.

Hem de hepsi önemli bakanlıklarda.

Daha fazla kadın bakan bu sefer de olmadı.

Kadınlara verilecek bakanlıklar kadar Kültür ve Turizm Bakanlığı’na da kimin geleceğini merakla bekliyordum.

Koltuğa sol partilerde çeşitli görevlerde bulunmuş Ertuğrul Günay oturdu.

İnternette aranırken Günay ile yıllar önce haftalık bir dergide yapılmış bir söyleşiye rastladım.

Belli ki küskün bir dönemi zira Günay şöyle diyor :

"Galiba dünyada bir tek kitaplarla aram iyi. İhanet etmeyecek bir tek onlar".

Günay
röportaj yaptığı o dönemde Cemil Meriç ile İdris Küçükömer okuyormuş.

Orhan Pamuk’un da kitabını satın almış.

Aydınlarla ilgili söylediği sözler de ilginç.

"Bizim aydınımız biraz Hindistan’daki İngilizlere benziyorlar. Çok iyi yaşıyorlar ama bizden değiller".

Bilmem bu cümle Günay’ın AKP’ye geçişini biraz açıklıyor mu?
Yazının Devamını Oku

Bisikletli İstanbul, otomobilli Büyükada

28 Ağustos 2007
İSTANBUL’da dün hepimizi ilgilendiren üç günlük bir konferans başladı.<br><br>"Otomobilsiz Şehirlere Doğru" Konferansı. Konferansın ev sahibi Türkiye Trafik Kazalarını Önleme Derneği.

İstanbul Metropolitan Planlama Kentsel Tasarım Merkezi’nde yapılıyor.

Konferansı düzenleyen ise otomobil bağımlılığını azaltmayı hedefleyen "Dünya Otomobilsiz Şehirler Ağı"

Konferansı önemsiyorum.

Zira trafiğin giderek içinden çıkılmaz bir hal aldığı İstanbul için konu pek isabetli.

Bir de elbet "küresel ısınma" meselesi var.

Otomobillerin çevreye, atmosfere verdikleri zararı biliyoruz.

İstanbul gibi eski, tarihi şehirlerin dokusuna da.

Dünyanın önde gelen metropolleri çoktan önlemlerini almaya başladı bile.

Londra, Roma gibi şehirlerin merkezine özel arabanızla girmek pek mümkün değil artık.

Paris Belediyesi’nin bu yaz başında başlattığı müthiş bir "bisiklet" projesi var.

Başkentin çeşitli merkezlerindeki 750 bisiklet durağından abonman usulüyle bisiklet kiralamak mümkün.

Turist olsanız dahi.

Bir durakta alınıp diğer bir durakta bırakılabilen kiralık bisikletlerin sayısı 10 bin.

Paris Belediyesi, bu sayıyı 20 bine çıkartmak niyetinde.

OTOMOBİLSİZ PRENS ADALARI

İstanbul’daki konferansa dönersek üç günlük program oldukça yoğun.

Atölye çalışmalarında, "Avrupa Otomobilsiz Şehirlerin Gelişimi", ya da "Otomobil Bağımlılığının üstesinden gelmek" gibi ilginç başlıklar var.

Konferansın İstanbul’un ulaşımına yeni bir vizyon getireceğini umut ederken esas dikkat çekmek istediğim başka bir nokta var.

Konferansın ikinci gününde "Otomobilsiz Prens Adaları’na" gezi düzenleniyor.

İşte burada duralım.

Adalılar birkaç aydan beri "Trafik Canavarı"na savaş açmış durumda.

Yani "Otomobilsiz Prens Adaları"nda bal gibi motorlu taşıtlar geziniyor.

Oysa İstanbul 3. Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 99/11012 sayılı kararı uyarınca Adalar’da motorlu taşıt kullanmak yasak.

Ada fayton ve bisiklet yeridir.

Ne ki özellikle Büyükadalılar her geçen gün motorlu taşıtların artmasından şikayetçi.

Resmi araçların görev dahilinde ve haricinde servis aracı olarak kullanıldığı tespit edilmiş.

Adalar Kaymakamlığı’na "motorlu taşıt istemiyoruz" diye dilekçe gönderilmiş.

Besbelli bugünlerde Adalar’da "motorlu taşıt" krizi yaşanıyor.

Trafiksiz, otomobilsiz yaşamaya alışkın Adalılar isyan halinde.

Hal böyleyken "Otomobilsiz Şehirlere Doğru" Konferansı’nın katılımcılarının "Adalarda motorlu taşıt yok" iddiasıyla geziye götürülmeleri oldukça garip.

Adalar’ın durumu "Alem gider tersine, biz gideriz Mersin"e durumu.

Dünyadaki önemli metropoller otomobillerinden kurtulmanın çarelerini ararken, Adalar gibi cennet mekanlara motorlu taşıtları dolduruyoruz.

Bienal yıkılmak istenen mekanlarda

İSTANBUL Bienali kapımızda.

8 Eylül ile 4 Kasım tarihlerinde düzenlenecek Bienal ile ilgili bir yazı okurken dikkatimi çekti.

Bienal küratörü Hou Hanru’nun seçtiği sergi mekanları arasında AKM ile İstanbul Manifaturacılar Çarşısı var.

AKM geçtiğimiz aylarda "yıkılacak mı? yıkılmayacak mı" tartışmasının odağındaydı.

İstanbul Manifaturacılar Çarşısı da İstanbul’da yıkılmak istenen yerler arasında.

Okuduğum yazıda, Hou Hanru, Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun mozaik panosunun bulunduğu İMÇ’yi modernleşme sürecinin örneği olarak göstermiş.

Çinli küratörün, şehrimizin "belleğine" sahip çıkması bana anlamlı geldi.

İstanbul Bienali’nin sponsorları ise başka bir yazı konusu.
Yazının Devamını Oku

Şeytan diyor ki, sinirleri alınmış Raikkonen’i şu TEM yoluna salıversek...

26 Ağustos 2007
F1 için İstanbul’a gelen Ferrari pilotu Kimi Raikkonen, soğuk ve direkt. Ne kadar kazanıyorsunuz sorusuna "yeterince fazla" diye cevap veriyor. Araba kullanmam.

Yıllar önce bir Volkswagen’im vardı.

Saatte kırk kilometre hızla küçük bir kaza yaptıktan sonra hemen ondan vazgeçtim.

Ehliyetimi kaybedeli ve peşine düşmeyeli yıllar oldu.

Başkasının kullandığı arabada TEM seyahati kabus olur.

Kemer bağlama ve bağlatma takıntım had safhadadır.

Yolda yanımdan geçen "kasksız" motosiklet sürücülerini gördükçe içim fena olur.

Hemen onları bir arabanın "altında" tahayyül ederim.

Sonuçta araba denen nesneyle aram hiç iyi değildir.

Hal böyleyken nedense hayat karşıma hep Formula 1 pilotlarını çıkartır.

İki yıl önce F1 için İstanbul’a gelen Ferrari’nin ünlü pilotu Michael Schumacher ile röportaj yapmıştım.

Schumacher artık yarışmıyor.

Ferrari’nin ekibinde, onun ve Barrichello’nun yerine Brezilyalı Felipe Massa ile Finli Kimi Raikkonen var.

Raikkonen ile Shell’in düzenlediği bir öğle yemeğinde tanıştık.

SCHUMACHER DAHA SICAKTI

Shell
ile Ferrari arasında 60 yıla yakın bir teknik işbirliği söz konusu.

Mesela, Ferrari ile yarıştığı süre içersinde Shell, Schumacher’e 181 litreden fazla yarış yakıtı sağlamış.

Madem işin teknik boyutuna girdik, Formula 1 yarışları için halen şöyle bir durum söz konusu:

FIA (Uluslararası Otomobil Federasyonu) üç yıl süresince motor geliştirilmesine yasak koyduğu için şimdilerde yakıt ön planda.

AR-GE’ler yakıt üzerine yoğunlaşmış durumda. Öyle ki Shell, ilk kez gerektiğinde bazı testler yapmak için yakıt laboratuvarını pistlere taşımış.

Her neyse Kimi Raikkonen ile tanıştığımız öğle yemeğine dönersek, Finli pilot Ferrari kasketiyle karşımızda.

Sorularımızı bekliyor.

Shell İletişim Direktörü Elvan Umay şıklık yaparak daha çok kadın gazetecileri davet etmiş.

Raikkonen’e sorular yağıyor.

"Evli misiniz?", "Mutfakla aranız nasıldır" "Kaç para kazanıyorsunuz?".

İki yıl önce Schumacher ile yedi dakikalık bir deneyimim olduğundan Formula 1 pilotlarını karşılaştırma şansına sahibim.

Schumacher go-karta dört yaşında başlamış.

Bu yüzden ona "siz pistlerin Mozart’sınız" dediğimi hatırlıyorum.

Schumacher bu benzetmeye bayılmıştı doğrusu.

Birlikte gülmüştük.

Kimi Raikkonen daha kuzeyden geldiği için olsa gerek Schumacher’e oranla daha soğuk ve direkt.

"Bu şehre ikinci gelişiniz. İstanbul’u seviyor musunuz" diye soruyoruz.

"Gezmeye fırsatım olmadı. Otelden bakınca fena görünmüyor" diyor.

"Yaptığınız işin tehlikeli olması gözünüzü korkutmuyor mu?" sorusuna "Tehlikeli diye sevdiğim şeyden vazgeçmem" cevabını veriyor.

Cevaplar kısa, net.

28 yaşında, eşi binici ve iyi para kazanıyor.

"Ne kadar kazanıyorsunuz?" sorusuna ise "yeterince fazla" diyor.

Araba yarışı dışında hobileri kayak, buz hokeyi, jet ski filan.

Yani hep süratle ilintili şeyler.

Zaten en anlamlı cümlesi de şu oluyor:

"Galiba tehlikenin sınırında yaşamayı seviyorum."

Schumacher
’e sormuş olduğum aynı soruyu bu kez ona yöneltiyorum:

"Çocuklarınızın araba yarışçısı olmasını ister miydiniz?"

"Hayatta istediklerini yapabilirler. Pilot olmak istiyorlarsa olsunlar."

İyi hatırlıyorum.

Schumacher’in bu soruya verdiği cevap şu olmuştu:

"Çocuklarımı golfçü ya da tenisçi olarak görmeyi tercih ederim."

Haksızlık olmasın.

Schumacher iki çocuk babası, Kimi Raikkonen henüz baba değil.

Baba olduğunda eski meslektaşıyla aynı görüşü paylaşabilir.

Şimdilik babalık konusunda pek "cool". Kimi Raikkonen’i daha yakından tanıyan Shell’ciler "Terlediğini dahi görmedik" diyor.

"Terlemek" ne kelime... Kimi Raikkonen karşımda "sinirleri alınmış" gibi duruyor. Şeytan diyor ki, onu Ferrari’siyle şu "dakika bir, kaza bir" TEM yoluna salıversek. Alınmış sinirleri yüzde 100 topyekün geri gelirdi.
Yazının Devamını Oku

Susuz Türkiye’nin ayağına gelen fırsat

24 Ağustos 2007
ANKARA’dan gelen haberlere bakılırsa yeni dönemde Su Bakanlığı’nın oluşturulması mümkün. Pek isabetli bir karar.

Zira bir süre önce gündemimizin en hararetli konusu olan "susuzluk" bundan böyle hep kapımızda.

Bilim adamlarına göre, Türkiye giderek çölleşiyor.

Susuzluk durumu daha da vahimleşecek.

Peki ne yapacağız?

Su kaynaklarımızı nasıl idare edeceğiz?

Avrupa Birliği’nin su mevzuatına uymayı taahhüt etmiş durumdayız.

Ancak bu taahhüt "ekonomik kriterler" arasında olduğu için daha uzun zaman alabilir.

Eski GAP Başkanı Dr. Olcay Ünver’in Birleşmiş Milletler’in "Su Değerlendirme" koordinatörlüğüne atanmış olması bizim açımızdan önemli.

Dün telefonla ulaştığım Dr. Olcay Ünver halen Paris’te, UNESCO’nun merkezinde.

Ancak kasım ayında İtalya’ya Perrugia’ya gidecek.

Ünver’in koordinatörü olduğu "Dünya Su Değerlendirme Programı" Birleşmiş Milletler’in 24 organını UNESCO çatısı altında toplayan bir program.

Ünver, programı altıncı yılında devralmış.

Su meselesinin tüm dünyada daha fazla önem kazanması nedeniyle BM, "Dünya Su Değerlendirme Programı"UNESCO çatısından çıkarıp bağımsız bir kurum haline getiriyor.

Kısa adı WWAP olan kurum bundan böyle Perrugia’da faaliyet gösterecek.

Peki WWAP ne yapıyor?

Ya da ne yapacak?

Halen "Dünya Su Gelişme Raporu" üzerinde çalışıyor.

Raporun bizim açımızdan önemi İstanbul’a da yer vermesi.

Raporda şehrimizin su ihtiyacını karşılayacak olan Melen Çayı’nın bir örnek vaka olarak ele alınmış.

Olcay Ünver "suyun yönetiminden" ziyade "suyun yönetişiminden" söz ediyor.

Önümüzdeki dönemlerde suyun nasıl kullanılacağına tüm taraflarla birlikte karar verilecek.

Anladığım kadarıyla, Ünver bundan böyle su sorunuyla karşı karşıya olan ülkelerle daha yakın çalışmak arzusunda.

Sonuçta dünyanın suyu bir Türk’e emanet.

İşte bu yüzden susuz Türkiye’nin ayağına fırsat geldi diyorum.

Türk Hükümeti talep ettiği takdirde Dr. Olcay Ünver mutlaka yardımını esirgemeyecektir.

Formula 1 tarihinin değişmesi turizmciyi üzdü

DÜNKÜ gazetelerde Güler Sabancı’nın Formula 1 takviminin değişmesiyle ilgili sözleri vardı.

Sabancı’ya göre, yarış tarihinin ağustos ayından mayısa kaydırılması Formula için gelen teknik ekibe odalarını kiralayan Sabancı Üniversitesi’nin işine gelmeyecek.

Mayıs ayında öğrencileri olduğu için üniversite odalarını kiralayamayacak.

Sabancı Üniversitesi gibi takvimin değişmesi turizmcileri de memnun etmedi.

Turizmcilerden gelen e-postalar şu noktaya dikkat çekiyor:

Nisan, mayıs, eylül ve ekim İstanbul’un turizm açısından en verimli ayları.

Ağustos ise tam tersine otellerde doluluğun azaldığı, kongre turizminin olmadığı bir dönem.

Formula 1 yarışlarının ağustos ayında olması turizm geliri için önemli.

Takvimde değişiklik yapanlar bunu hiç dikkate almamış mı?
Yazının Devamını Oku

Büyüyeceğiz, çünkü gençlerin daha çok proteine ihtiyacı var

21 Ağustos 2007
GEÇEN hafta "büyümenin zamanı geldi" açıklamasını yapan Yaşar Holding Başkanı Feyhan Yaşar Kalpaklıoğlu işin püf noktasını yakalamış. "Daha çok protein, daha çok zeká" gerçeğinden hareketle gıdada büyümeyi holdingin bir numaralı hedefi haline getirmiş.

Çeşme, Altın Yunus’ta biraya geldiğimiz sofrada "daha çok protein, daha çok zeká" muhabbetine uygun yiyecekler ağırlıklı.

Beyaz peynir, midye, ahtapot, çiftlik çipurası.

Kalpaklıoğlu "Türkiye geleceği için genç nüfusunu proteinle beslenmek zorunda" diyor.

Şehirleştikçe, eğitim seviyesi yükseldikçe protein ihtiyacının arttığını söylüyor.

Yaşar Holding’in cirosunun neredeyse yüzde 70’i gıda sektöründen.

Gıda sektöründe "ihtiraslı bir büyüme" söz konusu.

Hatta önümüzdeki 10 yıl içersinde tamamiyle gıdaya odaklanması bile mümkün.

Sabancı Grubu’nun gıdadan çekilme, Koç Grubu’nun ise Tat Konservenin yüzde 10’unu satma kararı aldığı bir dönemde Yaşar Holding’in süt, peynir, yoğurt et gibi ürünleri kapsayan gıda sektöründe büyümeyi hedeflemesinde kanımca "protein" faktörünün payı büyük.

TÜRKİYE PROTEİN TABLOSU

Zira holdingin Operasyonlar Başkanı Olcay Sunucu’nun dikkat çektiği gibi Türkiye’nin "protein" tablosu şöyle:

Bizde "hayvansal protein" tüketimi günde 21-26 gram arasında.

Gelişmiş ülkelerde günde 50-60 gram.

Balık tüketimimiz kişi başına yılda sekiz kilo.

Hem de 8 bin 300 kilometrelik kıyı şeridine sahip olduğumuz halde.

Karşılaştırma gerekirse örneğin Japonlar kişi başına 70 kilo balık tüketiyor.

Et tüketimi de vahim.

Kişi başına yılda 20 kilo et tüketiyoruz.

Fransızlar 100, Danimarkalılar 115, Amerikalılar 120 kilo tüketiyor.

Süt tüketiminde de gerideyiz.

Neticede, "karbonhidrat" bazlı bir beslenme alışkanlığımız var.

ALIM GÜCÜ ARTACAK ET DAHA ÇOK TÜKETİLECEK

Proteinli ürünler hem ekonomik nedenlerden, hem yemek yeme alışkanlıklarından ötürü ikinci planda.

Sunucu’nun söylediğine göre, Anadolu’da ekonomik imkanlara sahip oldukları halde karbonhidratla beslenenler var.

Oysa bilimsel araştırmalar et, süt, deniz ürünlerinin direkt zekáyı, hafızayı, düşünme yeteneğini etkilediğini ortaya koymuş.

Çetin Altan ustamızın sık vurguladığı gibi proteinsiz beslenmenin toplumumuza maliyeti büyük.

Yaşar Holding’in gıdada büyüme stratejisini toplumsal zekayla protein ağırlıkla beslenme arasında ilişkinin üzerine kurması son derece isabetli olmuş.

Olcay Sunucu bu stratejiyi oluştururken, Türkiye ekonomisinin büyümesini, alım gücünün artmasını hesaba kattıklarını söylüyor.

Hesaba kattıkları birşey daha var.

Annelerin bilinçlenmesi.

Anneler eskiye oranla çok daha fazla çocuklarını süt ve et ürünlerinin ne kadar yararlı olduğunun farkındalar.

Neticede diyorum ki, Yaşar Holding’in "Daha fazla protein, daha fazla zeka daha fazla büyüme" formülü mutlaka tutar.

Yoğurdu ilk kadınlar mı yoksa erkekler mi icat etti

OLCAY Sunucu, Pınar’ın sponsorluğunda Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan "Silivrim Kaymak, Türkiye’nin Yoğurtları" Kitabını göndermiş.

Kitabın yazarı daha önce peynir, süt, zeytinle ilgili doyumsuz kitaplar kaleme almış olan Artun Ünsal.

Türkiye’nin yeme içme anlamındaki zenginlikleri üzerinde nicedir kafa yoran Artun Ünsal bu kitabını da diğerleri gibi Türkiye’yi dolaşarak yazmış.

Nefis fotograflarla süslü 303 sayfalık kitaba yoğurdun tarihçesiyle başlayan Artun Ünsal, kitabın bir yerinde "yoğurdu ilk kadınlar mı, yoksa erkekler mi icat etmiş?" sorusunu ortaya atmış.

Cevabını vermiş.

Merak ediyorsanız kitaba göz atın.

Tabii bu işin şakası.

Meselenin daha ciddi tarafı, Artun Ünsal’ın bir "Ulusal Yoğurt Enstitüsü"nun kurulmasını önermesi.

Ünsal haklı olarak diyor ki"ithal bakterili Türk yoğurdu yiyeceğimize neden özel sektör ve kamusal kurumların işbirliğiyle kurulacak Yoğurt Enstitüsü’nde Türkiye yoğurtlarına özgü bir kültür bankası kurulmasın?"
Yazının Devamını Oku

Bazı kadınlar iktidarı daha çok sever

12 Ağustos 2007
Prenses Diana, onu annesinin kırdaki evine götüren James Hewitt’te, ya da Kensington Sarayı’na gelirken koltuğunun altına Kentucky Fried Chicken paketi sıkıştıran Hasnat Khan’da belki aşkı bulmuştu. Ama esas aradığı prenseslik konumunu sürdürebileceği zengin biriydi. Tıpkı Jacqueline Kennedy’nin Onassis’i gibi biri... Ölümünün 10. yıldönümünde Prenses Diana ile bir kitap daha.

ABD ve İngiltere’de best-seller listesine giren kitabın yazarı, Vanity Fair Dergisi’nin eski editörü Tina Brown.

Diana hikayesinin bilinmedik nesi kaldı diyenlere Brown’ın kitabında bol malzeme var. Zira Brown, Diana’yı tanıyanlarla yüzlerce saatlik söyleşiler yapmış. Yeni belgeler toplamış.

Kitabın alıntılarındaki şu cümle dikkat çekici: "Diana aşkı aradığı konusunda kendisini ve etrafını ikna etmişti. Ama esasında aradığı aşk değil Gulfstream uçağına sahip biriydi."

Onu annesinin kırdaki evine götüren James Hewitt’te, ya da Kensington Sarayı’na gizlice gelirken koltuğunun altına bir paket Kentucky Fried Chicken sıkıştırmayı ihmal etmeyen Hasnat Khan’da belki aşkı bulmuştu.

Ama esas aradığı prenseslik konumunu sürdürebileceği zengin biriydi. Jacqueline Kennedy’nin Onassis’i gibi biri.

Paris’te köprü altında birlikte yaşama veda ettiği Dodi El-Fayed ile evlilik hayali var mıydı?

LİSTESİNDE TANIDIK BİR İSİM

Tina Brown
’a göre kesinlikle hayır. Dodi El-Fayed’in yatıyla, uçağıyla gününü gün ederken Diana’nın aklında olası birliktelikler için başka isimler de vardı.

Örneğin, New York’lu işadamı Theodore Forstmann. Gulfstream uçaklarını imal eden şirketin sahibiydi Forstmann.

Tina Brown’un kitabında ortaya attığı başka bir isim de bize de oldukça tanıdık.

Semiramis Pekkan’ın eski kocası Gulu Lalvani.

O dönemlerde Hong Kong’da bir elektronik şirketinin kurucusu ve CEO’su olan Lalvani ile birbirlerine son derece yakınlardı.

Kazadan bir ay kadar önce birlikte bir gece kulübünde görülmüşler.

Brown’ın iddiasına göre, Diana, Dodi El-Fayed’le yaptığı tatil dönüşü Lalvani ile Londra’da buluşmak üzere sözleşmiş.

Yani El-Fayed’den hamile olduğu, onunla evleneceği iddiaları tamamıyla boş.

El-Fayed, Diana’nın daha iyisini buluncaya kadar vakit geçirdiği biri o kadar.

Zaten "kız arkadaşlarına cömertliğiyle" biliniyor.

Altı haftalık beraberliklerinde Diana’ya inci bir bilezik, pırlantalı bir saat ve tek taş bir yüzük hediye etmiş.

Geçirdiği mutsuz evlilik nedeniyle hepimizin üzüldüğü Prenses Diana yoksa bir servet avcısı mıydı?

İKTİDARIN GÜCÜ AŞKI YENER

Tina Brown’ın yazdıklarından bu anlaşılıyor: Para ve güç.

"Bazı" kadınları mıknatıs gibi çeken iki şey. Bir yıl öncesine dönelim.

Yayıncı Richard Attias ile New York-Paris arasında yaşadığı aşk macerasından sonra Cecilia Sarkozy kocası Nicolas Sarkozy’e dönmüştü.

O günlerde "Elysee Sarayı’nın kokusunu aldığı için döndü" iddiası ortaya atılmıştı.

Bir yıl sonra Nicolas Sarkozy Cumhurbaşkanı seçildi.

Şimdi Cecilia’yla birlikte Elysee Sarayı’nda.

Fransa’nın "First Lady"si, her şeyi yüzüstü bırakıp bundan sonra yeni bir aşka yelken açabilir mi?

Keşke açabilse ama hiç sanmam.
Yazının Devamını Oku

Cunda Adası’na Avrupa Parlamentosu’ndan misafir

10 Ağustos 2007
AYVALIK’ta Cunda Adası’nın tepesinde yan yana küçük bir kilise ile bir değirmen. Rivayete göre, Ayos Yannis Kilisesi, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden önce Edremitli iki rahibin kurdukları bir manastıra ait.

Değirmen büyük bir olasılıkla manastıra un sağlıyor.

Hem değirmen, hem Ayos Yannis yıllar yılı harap bir şekilde kalıyor.

Değirmenden geriye kalan sadece temel taşları.

Anne tarafından Ayvalıklı olan Coca Cola İcra Başkanı Muhtar Kent, Ayos Yannis Kilisesi’ni restore etmek istiyor.

Amacı babası Büyükelçi Necdet Kent’in zengin kütüphanesini buraya taşımak.

Ne ki, restorasyon için gerekli izinleri alamıyor.

Devreye Rahmi Koç giriyor.

Koç, değirmen ve kiliseyi 29 yıllığına kiralayarak restore ettiriyor.

Cunda Adası böylelikle 3 bin kitabı barındıran Necdet Kent Kütüphanesi’ne kavuşuyor.

Kütüphanenin açılış töreninde kilisenin avlusu olağanüstü kalabalık.

İş dünyasının önde gelen isimleri Rahmi Koç ve Muhtar Kent’i yalnız bırakmamış.

Fener Rum Patriği Bartolomeos da davetliler arasında.

Ayvalık’ın karşısındaki Midilli Adası’dan da gelenler var.

Midilli Valisi Pavlos Vogiatzis, Yunanlı işadamları ve gazeteciler Cunda’daki açılışta.

EGE’NİN İKİ YAKASI

Neticede, Necdet Kent Kütüphanesi Ege’nin iki yakasının birleşmesi, kaynaşması için güzel bir vesile olmuş.

Açılış töreni sonrası Cunda’nın en gözde lokantalarından Bay Nihat’taki neşeli öğle yemeğinde Avrupa Parlamentosu’ndan gelen bir misafir ile de karşılaşıyoruz:

Avrupa Parlamentosu Kültür ve Eğitim Komitesi Başkanı Nikos Sifounakis.

Sifounakis
kilisenin ve değirmenin restorasyonunun son derece başarılı olduğunu söylüyor.

Gerçekten kilise avlusunda tanıştığımız Rahmi Koç’un taş ustası Gazi Özdemirci harikalar yaratmış.

Hem değirmen, hem küçük şapel asıllarına uygun.

Sifounakis sonuçtan memnun.

"Görüyorsunuz kültür denen şey halkların kaynaşmasına nasıl yardımcı oluyor" diyor.

Peki Midilli’de de aynı şekilde Osmanlı’dan kalma eserler restore ediliyor mu?

Sifounakis’in verdiği bilgiye göre, biri Molivos Köyü’de olmak üzere Midilli’de şimdiye kadar üç cami restore edilmiş.

"Bundan sonra daha çok Osmanlı eseri restore edilecek" diyor.

Yunanistan’ın eski eserlerin restorasyonu için Avrupa Birliği’nden aldığı fonlarla Yunan ve Bizans eserleri ayağa kaldırılmış.

Şimdi sıra Osmanlı eserlerine geliyormuş.

Sifounakis’in Avrupa Parlamentosu Kültür ve Eğitim Komitesi Başkanı olarak Türkiye’yle yakından çalıştığı bir konu daha var.

İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesinde emeği geçmiş.

"İstanbul 2010’da Avrupa Kültür başkenti olmayı çoktan hak etmişti" diyor.

EFSANE BÜYÜKELÇİ

Cunda’daki kütüphaneye adını veren Büyükelçi Necdet Kent’i açılış günü ananlar arasında 500. Vakfı koordinatörü Hanri Ojalvo da var.

Onun ağzından, 2. Dünya Savaşı sırasında Marsilya Başkonsolosu olan Necdet Kent’in 80 Türk Yahudiye Nazi kamplarına gönderilmekten nasıl kurtardığını duyuyoruz.

Kent, Gestapo’ya sözünü geçiremeyince Yahudileri taşıyan vagona atlamıştı.

Bir sonraki istasyonda vagondan ancak Türk Yahudilerin bırakılması koşuluyla inen Kent daha sonra bu olayla ilgili "yapmam gerekeni yaptım" demişti.
Yazının Devamını Oku

Adım gibi eminim THY’de grev olmayacak

7 Ağustos 2007
KALEBODUR’un 50. yıldönümü kutlamalarında THY Yönetim Kurulu üyesi Mehmet Büyükekşi ile karşılaştık.<br><br>Haliyle THY’deki son gelişmeleri konuştuk. Kısaca THY’de bugün gelinen nokta şu:

Yönetim ile görüşmelerde uzlaşma sağlanmaması üzerine Hava-İş Sendikası grev kararı aldı.

Bunun üzerine yönetim de grev kararını çalışanların oylamasına sundu.

THY’de dünden itibaren dört gün süreyle "Grev yapılsın mı? Yapılmasın mı?" oylaması var.

Büyükekşi ile konuştuklarımıza dönersek, diyor ki "Tüm çalışanlara yüzde 10.5 ile yüzde 16’lık zam yapıyoruz. Düşük ücretlilerde zam oranı yüzde 25’e kadar çıkıyor".

Yeni zamların THY’ye getirdiği yük 77 milyon YTL.

Büyükekşi "Geçen yılkı kárın tamamını veriyoruz" diyor.

Geçmiş dönemlerde 1978 ile 1991 yıllarındaki grevleri hatırlatıyor.

"O grevler THY’yi mahvetmişti" diye bir hatırlatma yapıyor.

Dün de THY Yönetim Kurulu Başkanı Candan Karlıtekin’e bir televizyon programında kulak verdim.

Aynı şekilde masaya 77 milyon YTL koyduklarını, çalışma koşullarını ise düzeltmeye gayret ettiklerini söylüyor.

"Daha fazlasını veremeyiz aksi takdirde rakiplerle yarışamayız" diyor.

"Adım gibi eminim grev olmayacak" diye ekliyor.

THY geçtiğimiz üç yıl içinde yolcu kapasitesini iki katına çıkarmış.

2003 yılında 10 milyon iken bugün ulaştığı rakam 20 milyon yolcu.

İşadamları dahil çevremdekilere sordum.

Çoğunluk THY’nin hizmetinden çok memnun.

Rötarlar azalmış.

Diğer yabancı havayolları şirketleriyle karşılaştırdığınızda gerçekten sunulan hizmetin kalitesi kat kat üstün.

THY merkezi Viyana’da olan Do&Co catering şirketiyle ortaklığı ikramı daha da iyileştirmiş.

Türkiye’ye anlamlı bir ziyarette bulunan Papa’dan tutun da Japonya’dan gelen 100 bin turist THY’nin taşıdığı yolcular arasında.

Ama gelin görün ki madalyonun bir diğer yüzü de var.

THY çalışanları, şirketin göstermiş olduğu performansa karşın çalışma koşullarından, ağır tempodan, üzerlerindeki baskıdan şikayetçi.

Özellikle pilotlar ve teknik elemanlar.

Geçenlerde bir pilot arkadaşımla konuşuyordum.

Sabaha karşı 03.00’te evine gelmiş, aynı gün gece yeniden uçacaktı.

Bir de tabii "kadrolaşma" meselesi var ki bazı THY çalışanları bundan mutsuz.

Anlaşılıyor ki, sorun sadece ücret arttırma değil.

THY Yönetimi meselenin bu boyutuna ne kadar eğildi bilmiyorum.

Bu arada Hava-İş Sendikası da e-posta yollamış.

Grevle ilgili yapılacak dün başlayan oylamada sandıkların dört gün süreyle açık kalmasının yasal olmadığını iddia ediyor.

Sandıktan bakalım ne çıkacak?

Kanada Dışişleri Bakanı’dan Argüden’e gelen mektup

AR-GE Yönetim Kurulu Başkanı ve Türk-Kanada İş Konseyi Başkanı Dr. Yılmaz Argüden tatilde dahi boş durmayanlar sınıfındandır.

Sürekli bir şeyler üzerinde kafa yorar, araştırır.

Geçenlerde heyecanla aradı.

Kanada Dışişleri Bakanı Peter Mac Kay’ın bizzat kendisine göndermiş olduğu bir mektuptan söz etti.

Mektuba geçmeden önce benim "Atom Karınca" diye adlandırdığım Argüden’in girişiminden söz edeceğim.

Kanada’nın Ontario Eyaleti bir süre önce, 24 Nisan’ın Ermeni Soykırım Günü ilan edilmesine yönelik bir tasarı hazırlıyor.

Bundan haberdar olan Argüden, Türk-Kanada İş Konseyi Başkanı sıfatıyla kaleme aldığı mektupta, Türkiye’nin Ermenistan’a "İki tarafın tarihçilerinin buluşup, soykırım iddialarını araştırmalarını önerdiğini" yazıyor.

Ermeni meselesinin siyasi değil bilimsel bir açıdan ele alınması gerektiğini vurguluyor.

Mektubunu Kanada Başbakanı dahil tüm bakanlara gönderiyor.

İşte Dışişleri Bakanı Peter Mac Kay’in mektubu buna bir yanıt niteliğinde.

Argüden’in bir kopyasını gönderdiği mektupta Kanada Dışişleri Bakanı ne diyor?

Ermeni ve Türk tarihçilerin buluşması açılımından mutluluk duyduklarını dile getiriyor.

Kanada’nın Türkiye ile Ermenistan arasında bir diyalogdan yana olduğunu vurguluyor.

Güçlü bir Ermeni lobisine sahip olan Kanada’da Yılmaz Argüden’in Kanadalı üst düzey yetkililerle bu konuda kurmuş olduğu temas önemli.

Türkiye adına yürütülmüş başarılı bir halkla ilişkiler örneği.

Unutmayın?

Ermeni soykırım meselesi yeni Erdoğan Hükümetini bekleyen en önemli sorunlardan biri.

Örneğin, önümüzdeki eylül-ekim aylarında Ermeni tasarısının Amerikan Kongresi’nden geçmesi ihtimali mevcut.

Argüden gibi bu meseleyi kafa yoranları, ilişkilerini devreye sokarak bir şeyler yapanları kutlamak gerek.
Yazının Devamını Oku