Bir arkadaşım ne zaman soğuk ve kapalı havadan şikayet etsem sözümü keser,
“Güneş sana gelmiyorsa sen güneşe gideceksin” derdi, bilmiş bilmiş... Kalkar giderdi, iyi mi? Aklına koyduğu anda çekip gitmesini fena kıskanırdım. Bu kış uzun sürdü. Şubat sonlarına doğru gene aklıma düştü eski dostun dediği: “Güneş sana gelmiyorsa sen güneşe gideceksin!” Çöpüm de yok artık, dediğini yaptım. Gittim.
Yalnız da değil üstelik: “40 yaşından sonra doğum günü dediğin ya hiç kutlanmamalı kutlanacaksa da özel bir yerde kutlanmalı” diyerek aklını çeldiğim bir dostumla... Yerlisinin ‘Medina al Hamra’ dediği kırmızı şehre. Binbir Gece Masalı diyarına: Marakeş’e. Tam yedi yıl olmuş gitmeyeli.
Ne zaman ki dokuz saatlik yolculuk bitti, ne zaman ki uçaktan inmemizle tenimize o keskin portakal çiçeği kokusu sindi, ne yorgunluk kaldı ne gam... Doğu masalları malum, hep üç gün üç gece süren düğünlerle biter. Üç günden azı düşünülmez bile. Uzayanları yedi gün yedi geceye uzar. Üç az geldi, kırk bizi aştı, yedide karar kıldık: Uzatma, kısaltma hakkımız baki.
TAKSİM’İN ON KATI
Royal Mansour otelinde konaklayacağız dört gece. Sonrası Allah Kerim. Royal Mansour’da geçirdiğimiz dört gün dört geceyi ömrümün sonuna kadar unutmam mümkün değil. Denk düştü, yaver gitti, iyi otellerde kalma şansım oldu bugüne kadar. Ama böylesini görmedim.
Giriş kapısı Dolmabahçe Sarayı’nın kapısı kadar azametli otelin eşiğinden adım atmanızla ağzınız bir karış açılıyor, bir daha da kapanmıyor. Şöyle söyleyeyim: Odalarda değil konaklarda konaklıyorsunuz mesela. Yok, kelime oyunu değil: Gerçekten Royal Mansour’da oda değil, Marakeş mimarisinin tipik yapıları 52 adet riyad var. Riyad denilen de her odası ortadaki şadırvanlı bahçeye açılan dört katlı konak.
Yıl 2005... Cengiz İstanbul dışında, Tuba’ya gitmişim... Sohbet uzamış, sabah olmak üzere, eve dönmek yerine Çandar’larda kalmaya karar veriyorum. Yattığımızda saat beşe geliyordu. Tıkırtılarla uyandığımızdaysa taş çatlasın sekiz...
Önce Cengiz döndü sandım. Burnumun dibinden geçen gölgeyi gördüğümdeyse “hırsız bu dedim kendi kendime”. O ara baktım Tuba da gürültüye uyanmış: Titrek adımlarla salona geçtik ve giriş kapısının ardına kadar açık, başta çantalar olmak üzere yığınla eşyanın kayıp olduğunu fark ettik.
Sonrası; ihbar, polisler, ifade, tutanak...
Bu arada cep telefonlarımız, cüzdanlarımız gitmiş. Cüzdanla giden kredi kartlarını iptal ettirmek için bir Tubiş bir ben sarılıyorum ev telefonuna. Cüzdanımda babama ait bir kart da var: Aradım, anlattım “hemen iptal et” dedim. Etmiş. Gel gelelim şimdi çoktan tarih olan o bankanın müdiresi işi ağırdan almış ve kartı hemen kapatacağı yerde biraz sallanmış. O arada bizim hırsız da erketecileriyle bir ocak başına gidip zaferini kutlamak için kendine mükellef bir ziyafet çekmiş. Perdah olarak da sonra ortağı olduğu anlaşılan Aksaraylı bir elektronikçiyi zengin etmiş. Kısaca hazret dönemin parasıyla iki saat içinde 2.5 milyar lira harcamış.
Biz bunu ertesi ay bankanın yolladığı ekstredeki “ödeme için teşekkür ederiz” ibaresiyle anladık. Hırsız harcaması için babamın hesabından otomatik ödeme olarak 1.5 milyar çekildiğinde. Zaten giden gitmiş, bir de Allahın hırsızına ziyafet çekme fikri ne yalan ağır geldi.
Babam parasını geri alma niyetinden çok, kızının akıl sağlığını korumak adına bankaya itiraz etti; özürler dilendi, “müsterih olun efendim” dendi ve biz müsterih yaşarken battı batacak denen banka battı. Pardon, batmadı da bir devlet bankası tarafından satın alındı. Birleşme deniyor galiba buna.
Bu arada Kasımpaşa karakoluyla Üsküdar Adliyesi arası pinpon topu gibi gidip geldim ben. Yok tutanak kopyasını almak, yok dosyaya koydurmak, o hesap... Titizlenip dellendiğimi gören adliye ahalisinin de tavsiyesi mıh gibi aklımda: “Müsterih olun efendim...”
Brüksel’de otelden çıkmamızla kendimizi bizi Groot-Bijgaarden’e götürecek minibüse atmamız bir oluyor. Son otuz yılın en soğuk günlerini yaşadığı söyleniyor şehrin. Ayaza kesmiş şehri boydan boya geçip sonunda Belçika’nın en büyük şirketlerinden Puratos’un üretim tesislerine varıyoruz. Cam cephesiyle diğerlerinden ayrılan ana binanın eşiğinden adım atmamızla üşümemiz geçiyor. Paltoları fora ederken içimizi ısıtan lobinin sıcaklığı mı yoksa burnumuza çarpan ekmek kokusu mu diye düşünmeden edemiyorum.
Zeynep Göğüş arayıp da Puratos davetine çağırdığında ne yalan, önce bir puro şirketinden söz ediyor sandım. Sonra da öyle sandığım için utanıp kızardım. Değil benim gibi yeme-içme sektörünü iyi-kötü bilen birinin, bu konuyla uzak yakın ilgisi olmayanların bile tanıdığı bir markaymış meğer Puratos.
Türkiye’ye yirmi küsur yıl önce gelmiş bu dünya devi bir ekmek ve pasta tedarikçisi. O da ne ola ki diye soracak olursanız, köşe başındaki mahalle fırınında satılan francaladan, büyük marketlerde karşımıza çıkan afili ekmeklere dek binlerce fırıncının ekmek, ondan da fazla pastacının pasta yapımında kullandıkları malzemelerin üreticisi derim. Böylesi güçlü bir yapıya kavuşmalarının sırrını da araştırma ve geliştirmeye verdikleri önemle açıklıyorlar.
KUZEYLİLER ESMER SEVER
Geniş lobinin camla ayrılmış laboratuvar görünümündeki bölümünde önümde sıralanan envai çeşit ekmeğe ağzım sulanarak bakar ve hepsini tatmak isteğiyle yanıp tutuşurken kendimi tutuyor, dikkatimi araştırma bölümünün şefinin anlattıklarına veriyorum: Tarihi insanlık tarihi kadar eski olan ekmeğin binbir çeşidi olduğu gibi, bütün milletlerin de ekmek dendiğinde akıllarına düşen farklı bir lezzet olduğunu söyleyerek anlatıyor şef: “Kuzeylilerin sevdiği tahıllı esmer ekmekle Fransızların sevdiği kıtır beyaz ekmek arasında dağlar var. İlk hedefimiz ülkelerin damak tadına göre malzeme üretmek. Bunun için Puratos’un gezici ekibi dünyayı dolaşıyor, yüz yüze yapılan binlerce görüşme sonrası hangi ülke için ne tür ürün geliştirileceği saptanıyor. Ancak işler bununla sınırlı değil. Küreselleştikçe küçülen dünyada yüz binlerce insan anavatanları dışında yaşıyor, doğdukları andan itibaren hafızalarına kazınan ekmek tadını arıyorlar. Ayrıca turistleri de yabana atmamak gerek. Her ürünü tüm bu faktörleri göz önünde bulundurarak üretiyoruz.”
O anlata dursun aklıma Fadik düşüyor. ‘Yoldaşım’ Fadik her ülkede beni deli etmek pahasına önüne gelen ekmeği önce mıncıklar, sonra koklar sonra da zarif bir hareketle geri bırakırdı. “Nerede bizim ekmeeek nerede bunların yedikleri” demeye gelen bir surat ifadesiyle...
ALT KATTA EKMEK TADIMI
Ekmek gibi, pasta zevkinin de ülkeden ülkeye değiştiğini orada öğreniyorum. Sıra ekmek tadımına geliyor. Yaşasın ki yaşasın! O kokular o ekmekler o pastalar sabrımızı zorlamaya başlamıştı çoktan. Koşar adımlarla alt kata iniyor, özenle hazırlanmış masalara geçiyoruz. Tabaklarımızın önüne dizili şarap kadehlerini görünce bunun sadece bir ekmek tadımı değil, bir ekmek-şarap tadımı olduğunu anlıyorum. Şarabı ekmekle yudumlamışlığım yoktur. Dünyanın dört bucağından şaraplara eşlik eden mayalı, tahıllı, otlu ekmekleri yedikçe hayatımda ilk kez içtiğime değil yediğime dikkat kesildiğimi fark ediyorum.
Tam yazının sonuna geldiğimde gazeteden gelen haberle resmen yıkıldım.
Bu hafta yerim dar olduğu için yazının yetmiş satırı geçmemesini istiyor editörüm Yeşim Çobankent.
İyi de, yazıyı yazdım bile.
Kısaltılacak bir yazı olsa gam yemem, ama değil.
Kısaltmaya kalksam
dikişleri atacak.
Oturup yeni bir yazı yazmayı mı denesem acep?
Küfre kıyamete o kadar alıştık ki eleştirisini nazik dille yapan bir okurla karşılaşınca şaşırıyoruz artık. Yazılarımı denk geldikçe okuduğunu, üslubumu beğendiğini gel gelelim yazdıklarımın ülke gerçekleriyle örtüşmediğini düşündüğünü o kadar nazik bir dille dile getirmiş ki Asaf Bey, bırakın alınmayı gönendim desem yeri.
“Haklısınız” dedim. Yazılarımın bırakın ülkenin gerçekleriyle örtüşmesini, yanından bile geçtiklerini sanmıyorum. Yalnız benim yazılarımın değil, benim gibi hafif süvari alayına mensup yazarların yazdıklarının da öyle. Yemekten, şaraptan, kitaptan, sergiden, konserden, filmden; kısaca hayatı biraz daha çekilir kılan hoşluklardan söz ediyoruz.
Ülkemin gerçeklerinin bu hoşluklarla en küçük bir ilgisi var mı? Yok.
Peki ülkemin gerçekleri neler? Cevabı bilmediğim kesin. Hadi ben bilmiyorum
diyelim ama her gün gerçekleri yazdıklarını haykıran ağır topçu alayının da bildiklerinden emin değilim. Bildiğim bir şey varsa, o da bu topraklarda yaşayanlar için hayatın zor olduğu. Hoyratlığın her geçen gün derimize kazındığı, derinimize kök saldığı.
Ortalığın toz duman, gündemin kan revan olduğu böyle günlerde insanın imdadına kitaplar yetişiyor. Ya da benim imdadıma yetişiyor demeli.
‘Kinyas ile Kayra’sını okuduğum günden bu yana her kitabını dört göz beklediğim Hakan Günday’ın son kitabı ‘Az’ı ve bir türlü okuma fırsatı bulamadığım ‘Piç’ini okudum arka arkaya. Hakan Günday’ı dağlanmadan okumak mümkün mü? Ben de dağlandım.
Bu günlerde içinde kar geçmeyen ne bir cümle kurmak mümkün ne de duymak. “İstanbul’a kar yağdı da yayıncılar ülkeye kara kış geldiğini anladılar” diyenler istedikleri kadar sitem ededursun, istediği kadar köy yolları kapansın, kamyonlar çığ altında kalsın, Avrupa’da soğuk yüz kişinin canını alsın, ekranlar İstanbul’daki kar manzarasına kilitlenmiş durumda.
Manzara demek ne kadar doğru bilemem, kar çilesi demeli belki de. Soğuk havayla arzı endam edenlerin başında da grip salgını geliyor. Kimi arasam, kiminle konuşsam grip. Hem de öyle babadan görme grip değil, domuz gribinden yatıyor herkes.
Gün geçtikçe Ağustos sıcağında bile sırtı ürperdiği için yanlarında şal taşıyan yaşlılara benzediğim için karlı havayı içeriden izlemeyi yeğleyip eve hapsettim kendimi. Şikayetçi olduğum söylenemez ama gönüllü ev hapsinin de sıkıntısı yok değil. Tamam oturduğumuz yerden ahkam kestik ama gün geldi çattı işte: Yazı yazılacak... İyi de ne yazılacak?
Madem son hafta televizyon karşısında geçti, ondan dem vuralım...
ARSLAN YÜREKLİ KADIN
Evvel emir şafak vaktinde uyanan biriyim. Ama ömrümde kalkar kalkmaz televizyon karşısına geçtiğim vaki değildir. Bu hafta hayatımda ilk kez ‘kalkar kalkmaz kahvesi’ni televizyon karşısına içtim. O saatte bir gün önce zaten izlediğim programlar olduğundan. haberler başlayana kadar film kanalları arasında zıplayarak başlıyordum güne.
Evlilik yıldönümlerini yakın dostlarıyla Vendome Meydanı’ndaki saraydan devşirme otelde kutlamaya karar veren arkadaşlarım, üstüne basa basa şef masasında yemek yiyeceğimizi söyledikleri halde davete gittiğimde doğrudan otelin lokantasına seğirtmiş, salondaki tek tük müşterinin arasında tanıdık kimseyi göremeyince ortada kalakalmıştım. Davet sahibinin adını büyük bir ciddiyetle listede arayan maitre d’hotel “maalesef böyle bir yer ayırtılmamış”, diye başından savacakken “şef masasında yiyeceğiz” diye gevelememle kendimi refakatçi garsonla otelin alt katına inen merdivenlerde bulmuştum.
Hayatımda ilk kez o gece bir otel mutfağında yemek yedim. Yediklerimizden çok, karargahta savaş yöneten komutan edalı asık yüzlü şefle karşısında tir tir titreyen çalışanlar kalmış aklımda. Bir de şef masası denilen bu uygulamadan haz etmediğim.
İkinci şef masası yemeğimi yine Paris’te gene Vendome Meydanı’nda ama bu kez başka bir otelin mutfağında, Vendome Hyatt’ta sevgili Engin Akın ve bir grup gazeteciyle yedim. O geceden de aklımda yediklerimizden çok sevimli şef kalmış. Gene de yemeğimi otelin alt katındaki sıcak mutfaktan çok iç avluyu gören lokantadaki ferah masalarda yemeyi tercih ederdim.
BİR AYRICALIK MI
Sonraları şef masası davetleri pek bir moda oldu ve kendimi birçok kez çeşitli otel mutfaklarında buldum. Türkiye’de de iki kez şef masasına oturdum. Biri geçen yılın sonlarında Ritz Otel’de öğle yemeği, diğeri henüz inşaat halindeki Le Meridien Otel’de.
Ritz Oteli’nde yediğimiz yemek bir tapas ziyafetiydi. Konuk genç İspanyol şefin yaptığı mezeleri tatmak için gittik Ritz’in üst katındaki mutfağa. O lezzetlerin sunulacağı bir lokantanın yakında hizmete gireceğini bilmek bile insanı sevindiriyor.
Gelelim iki gün önce Le Meridien’de yediğimiz öğle yemeğine. İçeride hummalı bir çalışma var, sessiz açılışın bu ay sonunda yapılacağı söyleniyor. Yukarıdaki hengameye inat alt kattaki mutfakta dikkat çekici bir düzen var. Masamız mutfağı tam olarak göremediğimiz kör bir noktaya kurulmuş.
YEPYENİ BİR YETENEK
Hürmüz Boğazı’na açılan limanda yatan aynı ebatta beş tekne limanı dolduran kalabalığın gözbebeği. Yediden yetmişe herkes önlerinde fotoğraf çektiriyor.
Her biri 21,5 metre boyunda 5 metre eninde ve 31,5 metre uzunluğunda bir direği var. Ağırlıkları da, biri fotoğrafçı 12 kişiyle sınırlı yarışçı sayıları da aynı. Ortak bir diğer özellikleriyse her birinin servet değerinde olması. Birbirlerinin tıpkıbasımı gibiler ama kazın ayağı öyle değil: Her birinin farklı özellikleri var. Farklı teknolojik donanıma sahipler.
Nasıl ki Ferrari yarışlarında yarışanlar arabadan çok uzay araçlarını andırır, arabadan anlamayanlar bile baktığında uzun ve ayrıntılı bir çalışmanın ürünü olduklarını, kendi alanının en iyisi büyük bir ekip tarafından tasarlandıklarını sezer... Bu tekneler de öyle.
Şimdilik limanda kuzu kuzu yatıyorlar ama ertesi gün yola çıkacak ve dünyayı dolaşacaklar. Azgın dalgalarla, direk kıran fırtınalarla buzdağlarıyla boğuşup okyanusları aşacaklar.
TUVALETE GİDEMİYORLAR
Abu Dabi’de dünyanın en zor yarışlarından Volvo Ocean Race’in üçüncü ayağının start alacağı limandayız. Yelkenlilere ve ertesi sabah vira bismillah yola çıkacak gencecik yelkencilere bakarken ‘Bu da onların Everest’i olmalı’ diye düşünüyorum.