Ne zaman ünlü bir markanın Türkiye’ye geleceğini duysam sevinirim. Ne markası olursa olsun. Ünlü bir modaevi de olabilir gelen, bir otel zinciri, sanat galerisi ya da lokanta... Yeter ki gelsin.
Gelsin ki, İstanbul bir dünya markası olsun. Gelsin ki, Türkiye’nin sesi farklı alanlarda duyulsun. Yirmi yıl öncesiyle kıyasladığımda bir uçurum görüyorum. Aklımıza gelir miydi Christian Dior’un, Louis Vuitton’un, Yves Saint Laurent’ın mağazalarına girip, yeni neler var diye bakınabileceğimiz? Rüyamızda görsek hayra yormazdık, öylesine hayal ötesi bir hayaldi bu.
Ama geldiler.
Darısı diğerlerinin başına şimdi. Modacıların işlerini bildiklerini düşünüyorum. Nerede dükkân açacaklarını, hangi kitleye hitap edeceklerini, nasıl bir pazarlama taktiği güdeceklerini biliyorlar. Ya gelmeden derslerini çok iyi çalışıyorlar ya da politikalarını buradaki profesyonellere bırakıyorlar, bilemem.
Ancak lokantalar için aynı şeyi söyleyemem. Bir yerde yanlış yapıyorlar. Belki bir de değil, birçok yerde yanlış yapıyor ve hüsrana uğruyorlar çoğu kez. Hakkasan’ın Türkiye’de şube açmaya karar verdiğinde duyduğum sevinç dün gibi aklımda mesela.
N’oldu? Milyonlarca lira harcandı, her yeni mekânın uyandırdığı ilgiyle karşılandı, arkasına aldığı rüzgârla uzun gidecek sanılırken tökezledi. Tökezleyiş o tökezleyiş. Bir daha da toparlanamadı, kapandı gitti ve bana sorarsanız fena halde yazık oldu.
Arkasından nedenleri hakkında çok konuşuldu. Kimi “Çok pahalıydı” dedi, kimi “Türk insanı bu tür mekânlarda görmek ve görülmek ister, localara ayrılmış dekorasyon görme ve görülmeye engeldi, dolayısıyla belirli bir kesime itici geldi” dedi, kimi “Fazla loştu” dedi, kimi “Füzyon lezzetleri Türk damak tadına uygun değil” dedi, dedi de dedi... Hepsinde haklılık payı olabilir de aklımın almadığı, bunca yatırım yapılmadan araştırılamaz mıydı neyin gerekli, neyin gereksiz olduğu?
Sadece ben değilim şeytana bacak kırdıran. Doğu’nun Paris’i Beyrut da bunca acı ve yıkımdan sonra silkinip kaderini tersine çevirmeyi başarmış
Yıllar önce sevgili Özdemir ile Ülker İnce’nin evinde tanıştığımızda aklıma koymuştum, terk ettiği şehre gitmeyi. Efsunlu bir şehir ve o şehre tutkun bir şair. Her şehir has şair çıkarmaz. Ama çıkarmayagörsün; ne o şehir o şairsiz, ne o şair o şehirsiz yapamaz. İşte Kavafis’le İskenderiye, Yahya Kemal’le İstanbul...
Adonis’le tanıştığım o yaz gecesi gitmeye karar verdim Beyrut’a. Vermesine verdim de gidemedim. Savaş bitmişti ama en küçük kıvılcımla yangın yerine dönen netameli bir şehirdi hâlâ Beyrut. Benim gibi korkakların gözünü daha da korkutmaya ahdetmiş gibi, her gitmeye yeltendiğimde savaşlı, bombalı, kanlı bir olayla düşüyordu gündeme.
Şeytanın bacağını geçen hafta kırdım. Uçaktan şehre kuşbakışı baktığınızda yüzünü Akdeniz’e çevirmiş, sırtını dağlara vermiş yaygın bir şehir görüyorsunuz. İlk izlenimiz Beyrut’un büyük bir şehir olduğu. Oysa değil.
Yukarıdan gördüğünüz manzara handiyse bütün ülke. Düşünsenize Beyrut-Şam arası hepi topu 90 kilometre. Eşrefiye Mahallesi’ndeki otelimize yollanırken üçüncü dünya ülkelerinin alamet-i farikaları teneke mahallelerine rastlayacağımı sanırken, orta halli semtlerden geçtiğimizi görmek hoşuma gidiyor. Her yerde hummalı bir inşaat faaliyeti, koca bir şantiyeye sanki şehir.
Otelimiz lüks ve hayli sevimsiz. Eskinin efsane Saint George’nun haliyse içler acısı. Harap ve vurulmuş hali bir ders, bir ibret abidesi gibi. Otele yerleşir yerleşmez, Beyrut üzerine her kalem oynatanın ‘Mutlaka yapın’ dediğini yapmaya karar veriyor ve günbatımını izlemek için Korniş’e gidiyoruz. Korniş, Arapça deniz kenarı. Tıpkı İskenderiye’deki gibi âşıkların, maşukların, yaşlıların, çocukların velhasıl tüm şehir ahalisinin piyasaya çıktığı yer: Koşanlar, yürüyenler, banklarda manzara seyredenler. Mısır, helva, dürüm... Bilumum seyyar satıcılar. Olmayan şeyse oturup keyif çatacağınız bir yer. Ne bir kahve, ne bir lokanta. Sonunda eski limanın tam yanında, üst katı lokanta alt katı bar olan kremalı pasta gibi bir bina çıkıyor karşımıza... Bir kadeh içmek ve ılık akşamın tadını çıkarmak için bara yöneliyoruz. Kalabalık değil. Olanlar da Lübnanlı. Kadınlı erkekli herkesin araklarını yudumlayıp nargile içtiklerini fark ediyoruz.
KÖTÜ YEMEK BULAMAZSINIZ
Uçtu. Koca yazı kuş oldu uçtu. Ara ki bulasın. Ne Outlook kaldı bakılmadık, ne gönderilmişler hanesi didiklenmedik, yok...
Ya gönder tuşuna basmadım. Ya eklemeyi unuttum ya da Sarp’ı çileden çıkaran, her söylediğimde “İşte bu mümkün değil” dediği şeyi yaptım: Yani hiçbir şey.
O nasıl bir hiçbir şey, varın siz anlayın artık.
Beyrut gezisi ‘ayakbastı cezası’ gibi uçan yazının haberiyle başladı. Yapacak bir şey yok: Ne oturup yazacak ne eve birini yollayıp baktıracak zaman var. Olan oldu diyor, bu hafta Çıfıt Çarşı’nın suya yazılmış olmasını sineye çekiyor ve ilk kez geldiğim şehri karış karış gezmeye karar veriyorum.
Beş gün su gibi akıp geçiyor. Yazı günü gelip çatıyor yine... Önümde iki seçenek var. Ya İstanbul’a döndüğümde bilgisayarı kurcalayacak ve uçan yazıyı bulmayı umacağım. Ya da 8 bin yıllık olduğu söylenen Byblos’a gitmek yerine otelde yazı yazacağım.
Üstelik her harfini bulmak için parmak havada üç dakika geçirdiğim Q klavyeyle.
Dönmeye ve şansımı denemeye karar veriyorum. Gece yarısı yorgun argın eve geldiğimde ilk iş bavulu bir kenara atıp bilgisayarın başına çöküyorum. Ve... Bingo! Buluyorum.
DERBEDER İNSANA RASTLANMIYOR
“Figen Hanım bu rezaleti yazmazsanız sizi affetmem, bir daha da yazdığınız tek satırı okumam!”
Gülümsüyorum...
“Zaten” diyorum, “Yılda iki kez yazıyorum. Biri yere göğe koyamayan, biri sizin de dediğiniz gibi ‘Bu ne rezalettir’ diye homurdanan iki yazı. Bir kere daha yazarım yazmasına da, eleştiriler yerine ulaşmıyor anlaşılan. Ki her yıl bu mevsim aynı hengame yaşanıyor...”
“Siz yine de yazın” diyor, “Bakarsınız bir yetkili dikkate alır, bir daha böyle bir rezalet yaşanmaması için bir düzenleme yapar. Bizim elimiz kolumuz bağlı, şikayet mektubu yazıyoruz ama belli ki suya yazıyoruz. Tam beş saattir buradayım, ne bir açıklama var, ne bir çözüm öneriyorlar. Çıldırmak üzereyim. Günah değil mi bize? Boşa harcadığım zamana mı yanayım, harap olan sinirlerime mi, perişan olan yaşlı anneme mi, bilmiyorum. İnsan bir anons yapar, bilgi verir. Yok. Koyun gibi bekliyoruz!”
Dönüp gidiyor.
Derken konuşmamıza kulak misafiri olan genç bir çift yanaşıyor yanıma. Yanlarında biri pusetinde gülücükler dağıtan, diğeri annesinin elini tutmuş mızıldanan iki çocuk. Onlar da beş saattir bekliyorlarmış ama asıl dertleri, bağlantılı yurtdışı seferini kaçırmış olmaları. İşlerinden zar zor izin alıp, babalarının sekseninci yaş gününü kutlamak için Londra’dan gelmişler. Pazar döner, ertesi sabah da işbaşı yaparız, diye düşünmüşler. Uçaklar art arda iptal olup da ortada kalakalınca, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Genç adam, “Hadi gel de, bu durumu benim sevimsiz patrona izah et” diyor. “Zaten işyerinde herkes diken üstünde, sırf bu nedenle başıma bir şey gelirse, bunu kim tazmin edecek? Resmi bir yazı almaya uğraşıyorum saatlerdir. Bir kişi bile yok derdimi dinleyen...”
Öfkeli kalabalıkla nasıl baş edeceğini bilmeyen yer görevlisi genç kadın, yüzünde mahçup bir ifade, “Genel merkezden gelecek talimatı bekliyoruz” gibi, kimseye inandırıcı gelmeyen bir şeyler söylüyor alçak sesle. Diğer üç görevli içerideki odada konuşuyor. Dışarı mı çıkmaya yüzleri yok, onlar da işi nasıl çözeceklerini mi bilmiyorlar, anlamak mümkün değil...
DERİN NEFES AL FİGEN
Kaç kişilik ayırtmıştık yeri?
- On dokuz..
Kaç kişiyiz peki?
- Biir, ikiii, üüüç... On dört.
Tamamdır, madem öyle, ısmarlayalım o zaman. Ama gene de karidesi on dokuz kişilik yapsın.
Bayraaam! Oğlum her zamanki gibi: Patlıcan salatası, kırık zeytin, tulum, çoban salata. Çobana salatalık koymasın ama. Bol domates, ince doğranmış sivri biber, piyazlık soğan, zeytin yağı, sirke...
Aaa ben çobanı limonlu severim.
Yazıldı çizildi, okumuşsunuzdur. Bir avuç gazete yazarı ‘Bir Nefeste Londra’ gezisi kapsamında Londra’ya gittik. Bir nefeste miydi bilemem ama 48 saatlik gezinin nefes nefese geçtiği kesin.
Daveti aldığımda ne davet edeni tanıyordum ne de davet nedenini biliyordum. Londra Tasarım Haftası lafı yetmişti de artmıştı yorucu geçeceğini adım gibi bildiğim geziye bir an bile düşünmeden “katılırım” dememe.
Londra’nın şu aralar Olimpiyat telaşına düştüğünü, hummalı yenileme çalışmalarından ötürü yollarının delik deşik, trafiğinin felç olduğunu bilmez değildim. Temmuz ayında çektiğimiz çileyi henüz unutmamıştım ama Londra Tasarım haftası gibi çok duyup hiç görmediğim bir etkinliği de kaçıramazdım.
“İyi ki heves kuşum durmadan dönüyor”, dedim gezi bitimi eve dönerken. İyi ki yolculuk öncesi pasaport telaşının yorgunluğu galebe çalmadı. İyi ki geziye katıldım.
Londra Tasarım Haftası’nı bir kalem geçiniz dee... Erden Timur’u tanıdım.
İki saatlik bir uykuyla sersem sepelek uçağa yetiştiğimde, aklımda uyumak dışında bir şey yoktu ne yalan. Koltuğuma oturayım ve oturur oturur oturmaz da derin bir uykuya dalayım isteği... Öyle de yaptım.
O yüzden de ne bizimle yolculuk etmekte olan, uzun süredir görmediğim bir güzellikteki genç kadını ne de onun alçakgönüllü, handiyse utangaç kocasını fark ettim ilk bakışta. İnişte, otobüsün gelmesini beklerken Berna Naipoğlu tanıştırdı genç çifti: Emine ve Erden Timur. Nef’in genç patronuyla eşi.