Figen Batur

Ünlü restoranlar neden tutunamıyor

19 Kasım 2011
Moda sektörü bu kadar başarılı oluyorsa bu ülkede restoran sektörü niye olmasın? Fakat Türkiye’ye gelen büyük restoran markaları bir türlü şeytanın bacağını kıramıyor. En sevdiğim İtalyan şaraplarıyla tatlanan bir davette, konuklar arasındaki favori konu buydu

Ne zaman ünlü bir markanın Türkiye’ye geleceğini duysam sevinirim. Ne markası olursa olsun. Ünlü bir modaevi de olabilir gelen, bir otel zinciri, sanat galerisi ya da lokanta... Yeter ki gelsin.
Gelsin ki, İstanbul bir dünya markası olsun. Gelsin ki, Türkiye’nin sesi farklı alanlarda duyulsun. Yirmi yıl öncesiyle kıyasladığımda bir uçurum görüyorum. Aklımıza gelir miydi Christian Dior’un, Louis Vuitton’un, Yves Saint Laurent’ın mağazalarına girip, yeni neler var diye bakınabileceğimiz? Rüyamızda görsek hayra yormazdık, öylesine hayal ötesi bir hayaldi bu.
Ama geldiler.
Darısı diğerlerinin başına şimdi. Modacıların işlerini bildiklerini düşünüyorum. Nerede dükkân açacaklarını, hangi kitleye hitap edeceklerini, nasıl bir pazarlama taktiği güdeceklerini biliyorlar. Ya gelmeden derslerini çok iyi çalışıyorlar ya da  politikalarını buradaki profesyonellere bırakıyorlar, bilemem.
Ancak lokantalar için aynı şeyi söyleyemem. Bir yerde yanlış yapıyorlar. Belki bir de değil, birçok yerde yanlış yapıyor ve hüsrana uğruyorlar çoğu kez. Hakkasan’ın Türkiye’de şube açmaya karar verdiğinde duyduğum sevinç dün gibi aklımda mesela.
N’oldu? Milyonlarca lira harcandı, her yeni mekânın uyandırdığı ilgiyle karşılandı, arkasına aldığı rüzgârla uzun gidecek sanılırken tökezledi. Tökezleyiş o tökezleyiş. Bir daha da toparlanamadı, kapandı gitti ve bana sorarsanız fena halde yazık oldu.
Arkasından nedenleri hakkında çok konuşuldu. Kimi “Çok pahalıydı” dedi, kimi “Türk insanı bu tür mekânlarda görmek ve görülmek ister, localara ayrılmış dekorasyon görme ve görülmeye engeldi, dolayısıyla belirli bir kesime itici geldi” dedi, kimi “Fazla loştu” dedi, kimi “Füzyon lezzetleri Türk damak tadına uygun değil” dedi, dedi de dedi... Hepsinde haklılık payı olabilir de aklımın almadığı, bunca yatırım yapılmadan araştırılamaz mıydı neyin gerekli, neyin gereksiz olduğu?

Yazının Devamını Oku

Beyrut yollarında

12 Kasım 2011
Beyrut’ta ünlü Byblos kentini ve dünyanın yedi harikasından biri olmaya aday Jeita mağaralarıyla Baalbek kalıntılarını da eklerseniz, gezilecek hayli yer var. Bir araba kiralayıp çevreyi de gezmeye niyetliydik ama şehre adım attığımız anda bunun ham hayal olduğunu anladık Doğu’ya gidildiğinin en belirgin göstergelerinden biri nedir, diye sorarsanız trafik derim. Pusula gibi, şaşmaz.
Doğu’ya gidildikçe trafik içinden çıkılmaz bir yumak halini alır.
Kuralsızlık, acı fren sesleri, kırmızı ışık yeşile döner dönmez basılan kornalar, en küçük bir itilafta boğaz boğaza gelen sürücüler...
Atina’nın trafiği İstanbul’dan iyidir mesela. İstanbul’unki Kahire’nin yanında zemzem suyuyla yıkanmış gibi kalır. Kahire de Delhi’ye kıyasla sütten çıkma ak kaşık. Pekin’de karşıdan karşıya geçmek yürek ister. Kamboçya’daysa sokağa adım atan ölümü sırtında hisseder. Japonya’ya kadar böyle sürer gider bu. Orada pusula tersine döner./images/100/0x0/55ead597f018fbb8f899b51f
Beyrut’a gitmeden, bir araba kiralayıp çevreyi de gezmeye niyetliydik ama şehre adım attığımız anda bunun ham hayal olduğunu anladık. Havaalanını şehre bağlayan yolda karşılaştığımız trafik, ‘canavar’ sözcüğünü mumla aratacak cinstendi çünkü.
Handiyse bütün arabaların, nuh-u nebiden kalanlardan tutun da her biri servet değerindeki afili modellere kadar hemen hepsinin sağının çarpık, burnunun göçük olduğunu görmek bile, gezelim derken telef olunabileceğinin canlı örneği olarak dururken araba kiralamaya kalkmak için saf değil düpedüz aptal olmak gerekir...
Beyrut geçen hafta da yazdığım gibi küçük bir şehir... Küçük ama yaygın. Özellikle de iç savaş sırasında şehirden kaçanların sığındıkları dağ kasabaları mutlaka gezilip görülmesi gereken yerlerden
Bir de deniz kıyısı var elbette. Buna sekiz bin yıllık tarihi olan ünlü Byblos kentini ve dünyanın yedi harikasından biri olmaya aday Jeita mağaralarıyla Baalbek kalıntılarını da eklerseniz gezilecek hayli yer var.
Yürüyerek de gidemeyeceğimize göre şoförlü bir araba kiralamaya karar verdik. Biraz da şans eseri karşımıza çıkan Hassan’la bu dert çözüldü.
Aman siz siz olun, yolunuz Beyrut’a düşerse sakın ola araba filan kiralamaya kalkmayın. Şehir zaten hap kadar ve taksi bulmak kolay. Sözünü ettiğim yerlere düzenli otobüs seferleri de var. Bunun dışında günde 100 dolar gibi ücret karşılığında bizim gibi yapabilir, yüzde doksanı gönüllü rehber de olan Hassan gibi şoförlerle Beyrut civarını gezebilirsiniz.

Bir çılgının elinden olağanüstü bir yemek

Jeita’dan hepimiz birer İndiana Jones olarak çıktıktan sonra Byblos’a gitmek üzere yola koyulduk.
Arada duracak önce Antony Bourdain’in programında sonra Vedat Milor’un Beyrut yolculuğunda övgüyle sözü ettiğini izlediğim Chez Magee’de öğle yemeği yiyeceğiz.
Hassan kötü Fransızcasıyla lokantanın bulunduğu bölgenin Byblos’tan daha ileride olduğunu anlatmaya çalışıp bizi Byblos’da durmamız için ikna etmeye uğraştıysa da, iki taam erbabının yolunu izlemeye ahdetmiş bir grup olarak Makaad el Mir’e gitmeye kararlıyız.
Bulabilir ve gidebilirsek tabii... O ne trafikti tanrım. O ne labirent...
Yolda kimlere kimlere sormadık ki Makaad el Mir denilen yeri. Elimde telefon numarası var. Arıyor ve lokantanın sahibesinden lokantanın yerini tarif etmesini istiyorum beş dakikada bir. Ediyor. Hassan “tamam” diyor, dönüyor dolanıyor kötü bir şaka gibi döndüğümüz yere geliyor!
Böyle döne dolana bir saat geçirdikten sonra Chez Magee’ye ulaştık. Sözünü ettiğim iki programda da mekanın salaş olduğundan söz ediliyor ve görülüyordu gerçi ama bu kadarını beklemiyordum. Lokanta Mir’in sandalyesi anlamına gelen kayalıkların üzerine kurulu derme çatma bir mekan. Sahibesi Magee ise tam bir çılgın. Sekiz masa, koridora kurulu uzun bir kömür ızgarası, el kadar mutfak, analar torunlar ortalıkta...
Lokantanın yanına yapışık gecekondu benzeri diğer evlerde yaşayanlar, evlerine gitmek için lokantanın içinden geçmek zorunda.
Dahasını anlatmaya gerek var mı?
Dahası şu: Deniz kestanesi, istiridye, mavi pavurya, ahtapot, karides, zencefilli saşimi, balık, faruş, humus gibi salata ve soğuk mezelerle yenilen olağanüstü bir yemek... Yudumlanan harika arak, bölgenin en iyisi beyaz şarap ve bira da cabası... Ortaya bir mavi yengeç bir ahtapot geldiği sanılmasın. Beş kişiye beş pavurya, ikişer istiridye bol kepçe...
Ve biz beş kişi o yemek için 100 dolar ödedik iyi mi? Makaad el Mir’e gitmek için dönme dolap olmaya, varın siz düşünün değer mi, değmez mi?

Hey gidi Tabiat Ana sen nelere kadirsin

İlk iki gün şehrin girdisini çıktısını görmekle geçti. Üçüncü gün ver elini Jeita dedik ve akıl almaz güzellikteki bir dağ yolundan geçerek mağaraların bulunduğu yere gittik. Aslını soracak olursanız, kısa bir süre için geldiğim bir ülkede görmek isteyeceğim son yer ne kadar ilginç olursa olsun, mağara gezmek olur benim. Ama Defnoş yolculuk öncesi Jeita’dan o kadar övgüyle söz edildiğini okumuştu ki, gitmemek olmazdı. Gelinime güvenmeyeceğim de kime güveneceğim?
Sarkıt ve dikit dendiğinde İnkuyu mağarası gelir benim aklıma. Ne yalan İnkuyu, hadi bilemedin İnkuyu irisi bir mağarayla karşılaşacağımı sanırken öyle bir güzellikle karşılaştım ki yolu uzattığımıza değdi. Değmek ne kelime, Jeita tıpkı İguazu şelaleleri gibi ruhuma ve aklıma çakıldı kaldı. İçine girdiğiniz anda nefesinizi tutuyor ve çıkana kadar bırakamıyorsunuz. Boşuna yeniden seçilecek dünyanın yedi harikasından biri olmaya aday değil. Gerçekten de büyüleyici, aşağısı ayrı, yukarısı ayrı etkileyici mağaralar bunlar. Dikit ve sarkıtların her santiminin oluşması için yüz yıl geçmesi gerektiğine bakılırsa milyonlarca yıllık bir oluşumdan söz ediyoruz.

Sekiz bin yıllık tarih

Gelelim Byblos’a...
Beyrut’a gidenin Byblos’a gitmeden döneceğine ihtimal vermem ama olur da şehrin büyüsüne kapılıp da yarım saatlik yolu gözünde büyüten olursa yazık ederler derim.
Üşenmesinler...
Tarihi kalıntı gezmekten hoşlanmasalar bile ne yapıp ne edip Byblos’a gitsinler..
Alaçatı gibi küçük bir kasaba düşünün. Hafta sonları dolup taşan...
Yanı başında da insanın yüreğini hoplatan sekiz bin yıllık bir geçmiş...
İç içe dip dibe huzur içinde...
Yazının Devamını Oku

Şeytanın bacağını kıran Beyrut

5 Kasım 2011
Defalarca gitmeye niyetlendiğim Beyrut’u nihayet şeytanın bacağını kırıp gördüm.

Sadece ben değilim şeytana bacak kırdıran. Doğu’nun Paris’i Beyrut da bunca acı ve yıkımdan sonra silkinip kaderini tersine çevirmeyi başarmış 
Yıllar önce sevgili Özdemir ile Ülker İnce’nin evinde tanıştığımızda aklıma koymuştum, terk ettiği şehre gitmeyi. Efsunlu bir şehir ve o şehre tutkun bir şair. Her şehir has şair çıkarmaz. Ama çıkarmayagörsün; ne o şehir o şairsiz, ne o şair o şehirsiz yapamaz. İşte Kavafis’le İskenderiye, Yahya Kemal’le İstanbul...
Adonis’le tanıştığım o yaz gecesi gitmeye karar verdim Beyrut’a. Vermesine verdim de gidemedim. Savaş bitmişti ama en küçük kıvılcımla yangın yerine dönen netameli bir şehirdi hâlâ Beyrut. Benim gibi korkakların gözünü daha da korkutmaya ahdetmiş gibi, her gitmeye yeltendiğimde savaşlı, bombalı, kanlı bir olayla düşüyordu gündeme.
Şeytanın bacağını geçen hafta kırdım. Uçaktan şehre kuşbakışı baktığınızda yüzünü Akdeniz’e çevirmiş, sırtını dağlara vermiş yaygın bir şehir görüyorsunuz. İlk izlenimiz Beyrut’un büyük bir şehir olduğu. Oysa değil.
Yukarıdan gördüğünüz manzara handiyse bütün ülke. Düşünsenize Beyrut-Şam arası hepi topu 90 kilometre. Eşrefiye Mahallesi’ndeki otelimize yollanırken üçüncü dünya ülkelerinin alamet-i farikaları teneke mahallelerine rastlayacağımı sanırken, orta halli semtlerden geçtiğimizi görmek hoşuma gidiyor. Her yerde hummalı bir inşaat faaliyeti, koca bir şantiyeye  sanki şehir.
Otelimiz lüks ve hayli sevimsiz. Eskinin efsane Saint George’nun haliyse içler acısı. Harap ve vurulmuş hali bir ders, bir ibret abidesi gibi. Otele yerleşir yerleşmez, Beyrut üzerine her kalem oynatanın ‘Mutlaka yapın’ dediğini yapmaya karar veriyor ve günbatımını izlemek için Korniş’e gidiyoruz. Korniş, Arapça deniz kenarı. Tıpkı İskenderiye’deki gibi âşıkların, maşukların, yaşlıların, çocukların velhasıl tüm şehir ahalisinin piyasaya çıktığı yer: Koşanlar, yürüyenler, banklarda manzara seyredenler. Mısır, helva, dürüm... Bilumum seyyar satıcılar. Olmayan şeyse oturup keyif çatacağınız bir yer. Ne bir kahve, ne bir lokanta. Sonunda eski limanın tam yanında, üst katı lokanta alt katı bar olan kremalı pasta gibi bir bina çıkıyor karşımıza... Bir kadeh içmek ve ılık akşamın tadını çıkarmak için bara yöneliyoruz. Kalabalık değil. Olanlar da Lübnanlı. Kadınlı erkekli herkesin araklarını yudumlayıp nargile içtiklerini fark ediyoruz.

KÖTÜ YEMEK BULAMAZSINIZ 

Yazının Devamını Oku

Zenginler var oldukça lüks ölmez

29 Ekim 2011
Ne saatin ne çakmağın ne de cep telefonunun pırıltılısından hoşlanmam. Sadece işlevsel olması gereken bir aletin üzerine neden safir, yakut, pırlanta kondurulduğunu anlamam. Bunlara servet ödeyenlere dudak bükerim. Ama Vertu’nün 50 bin sadık müşterisi olduğunu öğrenince anlıyorum: Zenginler var oldukça böyle markalar hep olacak!

Uçtu. Koca yazı kuş oldu uçtu. Ara ki bulasın. Ne Outlook kaldı bakılmadık, ne gönderilmişler hanesi didiklenmedik, yok...
Ya gönder tuşuna basmadım. Ya eklemeyi unuttum ya da Sarp’ı çileden çıkaran, her söylediğimde “İşte bu mümkün değil” dediği şeyi yaptım: Yani hiçbir şey.
O nasıl bir hiçbir şey, varın siz anlayın artık.
Beyrut gezisi ‘ayakbastı cezası’ gibi uçan yazının haberiyle başladı. Yapacak bir şey yok: Ne oturup yazacak ne eve birini yollayıp baktıracak zaman var. Olan oldu diyor, bu hafta Çıfıt Çarşı’nın suya yazılmış olmasını sineye çekiyor ve ilk kez geldiğim şehri karış karış gezmeye karar veriyorum.
Beş gün su gibi akıp geçiyor. Yazı günü gelip çatıyor yine... Önümde iki seçenek var. Ya İstanbul’a döndüğümde bilgisayarı kurcalayacak ve uçan yazıyı bulmayı umacağım. Ya da 8 bin yıllık olduğu söylenen Byblos’a gitmek yerine otelde yazı yazacağım.
Üstelik her harfini bulmak için parmak havada üç dakika geçirdiğim Q klavyeyle.
Dönmeye ve şansımı denemeye karar veriyorum. Gece yarısı yorgun argın eve geldiğimde ilk iş bavulu bir kenara atıp bilgisayarın başına çöküyorum. Ve... Bingo! Buluyorum.

DERBEDER İNSANA RASTLANMIYOR

Yazının Devamını Oku

Milas Havaalanı’ndaki alaca kıyamet

15 Ekim 2011
Gelmeden böyle bir manzarayla karşılaşmayı bekliyordum. Her Bodrum dönüşü benzer hengameyi yaşamaya o kadar alıştım ki, şaşırtıcı oldu, desem yalan. “Derin nefes al Figen” diyorum kendime, “Yere serilme”. Bir ara gözüm koca panodaki ‘THY Dünyanın En İyi Havayolu” ibaresine ilişiyor. Gerçekten, hem göğsümüzü kabartan hem tepemizi attıran aynı şirket olabilir mi?

“Figen Hanım bu rezaleti yazmazsanız sizi affetmem, bir daha da yazdığınız tek satırı okumam!”
Gülümsüyorum...
“Zaten” diyorum, “Yılda iki kez yazıyorum. Biri yere göğe koyamayan, biri sizin de dediğiniz gibi ‘Bu ne rezalettir’ diye homurdanan iki yazı. Bir kere daha yazarım yazmasına da, eleştiriler yerine ulaşmıyor anlaşılan. Ki her yıl bu mevsim aynı hengame yaşanıyor...”
“Siz yine de yazın” diyor, “Bakarsınız bir yetkili dikkate alır, bir daha böyle bir rezalet yaşanmaması için bir düzenleme yapar. Bizim elimiz kolumuz bağlı, şikayet mektubu yazıyoruz ama belli ki suya yazıyoruz. Tam beş saattir buradayım, ne bir açıklama var, ne bir çözüm öneriyorlar. Çıldırmak üzereyim. Günah değil mi bize? Boşa harcadığım zamana mı yanayım, harap olan sinirlerime mi, perişan olan yaşlı anneme mi, bilmiyorum. İnsan bir anons yapar, bilgi verir. Yok. Koyun gibi bekliyoruz!”
Dönüp gidiyor.
Derken konuşmamıza kulak misafiri olan genç bir çift yanaşıyor yanıma. Yanlarında biri pusetinde gülücükler dağıtan, diğeri annesinin elini tutmuş mızıldanan iki çocuk. Onlar da beş saattir bekliyorlarmış ama asıl dertleri, bağlantılı yurtdışı seferini kaçırmış olmaları. İşlerinden zar zor izin alıp, babalarının sekseninci yaş gününü kutlamak için Londra’dan gelmişler. Pazar döner, ertesi sabah da işbaşı yaparız, diye düşünmüşler. Uçaklar art arda iptal olup da ortada kalakalınca, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Genç adam, “Hadi gel de, bu durumu benim sevimsiz patrona izah et” diyor. “Zaten işyerinde herkes diken üstünde, sırf bu nedenle başıma bir şey gelirse, bunu kim tazmin edecek? Resmi bir yazı almaya uğraşıyorum saatlerdir. Bir kişi bile yok derdimi dinleyen...”
Öfkeli kalabalıkla nasıl baş edeceğini bilmeyen yer görevlisi genç kadın, yüzünde mahçup bir ifade, “Genel merkezden gelecek talimatı bekliyoruz” gibi, kimseye inandırıcı gelmeyen bir şeyler söylüyor alçak sesle. Diğer üç görevli içerideki odada konuşuyor. Dışarı mı çıkmaya yüzleri yok, onlar da işi nasıl çözeceklerini mi bilmiyorlar, anlamak mümkün değil...

DERİN NEFES AL FİGEN

Yazının Devamını Oku

Dostlarla kışa merhaba

8 Ekim 2011
Bu öğlen Yeni Albatros’ta yemek yerken her yıl Bodrum’a gelme keyfini bine katlayan dostlarımdan biri, bu hafta ne yazacaksın diye sorduğunda en küçük bir fikrim bile olmadığını söyledim. O da uzun sofranın etrafına oturmuş bizleri gösterip, “Bunu yazsana” dedi

Kaç kişilik ayırtmıştık yeri?
- On dokuz..
Kaç kişiyiz peki?
- Biir, ikiii, üüüç... On dört.
Tamamdır, madem öyle, ısmarlayalım o zaman. Ama gene de karidesi on dokuz kişilik yapsın.
Bayraaam! Oğlum her zamanki gibi: Patlıcan salatası, kırık zeytin, tulum, çoban salata. Çobana salatalık koymasın ama. Bol domates, ince doğranmış sivri biber, piyazlık soğan, zeytin yağı, sirke...
Aaa ben çobanı limonlu severim.

Yazının Devamını Oku

İlk kez katıldığı fuarın gözdesi genç patron: ERDEN TİMUR

1 Ekim 2011
Londra gezisi çağrısı aldığımda, kabul etmemin en büyük sebebi çok merak ettiğim Tasarım Haftası’na katılmaktı. Fakat benim için gezinin en büyük artısı Nef’in 29 yaşındaki patronu Erden Timur’u tanımak oldu. Timur ilk kez katıldığı fuarda herkesi kendine hayran bırakarak, göğsümüzü kabarttı

Yazıldı çizildi, okumuşsunuzdur. Bir avuç gazete yazarı ‘Bir Nefeste Londra’ gezisi kapsamında Londra’ya gittik. Bir nefeste miydi bilemem ama 48 saatlik gezinin nefes nefese geçtiği kesin.
Daveti aldığımda ne davet edeni tanıyordum ne de davet nedenini biliyordum. Londra Tasarım Haftası lafı yetmişti de artmıştı yorucu geçeceğini adım gibi bildiğim geziye bir an bile düşünmeden “katılırım” dememe.
Londra’nın şu aralar Olimpiyat telaşına düştüğünü, hummalı yenileme çalışmalarından ötürü yollarının delik deşik, trafiğinin felç olduğunu bilmez değildim. Temmuz ayında çektiğimiz çileyi henüz unutmamıştım ama Londra Tasarım haftası gibi çok duyup hiç görmediğim bir etkinliği de kaçıramazdım.
“İyi ki heves kuşum durmadan dönüyor”, dedim gezi bitimi eve dönerken. İyi ki yolculuk öncesi pasaport telaşının yorgunluğu galebe çalmadı. İyi ki geziye katıldım.
Londra Tasarım Haftası’nı bir kalem geçiniz dee... Erden Timur’u tanıdım.
İki saatlik bir uykuyla sersem sepelek uçağa yetiştiğimde, aklımda uyumak dışında bir şey yoktu ne yalan. Koltuğuma oturayım ve oturur oturur oturmaz da derin bir uykuya dalayım isteği... Öyle de yaptım.
O yüzden de ne bizimle yolculuk etmekte olan, uzun süredir görmediğim bir güzellikteki genç kadını ne de onun alçakgönüllü, handiyse utangaç kocasını fark ettim ilk bakışta. İnişte, otobüsün gelmesini beklerken Berna Naipoğlu tanıştırdı genç çifti: Emine ve Erden Timur. Nef’in genç patronuyla eşi.

Yazının Devamını Oku

Melun makine tatilimi mahvetti

24 Eylül 2011
Abbas gene yolcu... Kendimi, sahneye her çıkışında ilk günkü heyecanı yaşadığını söyleyen oyunculara benzetmem boşuna değil: Yolculuk arifesi içimi saran pırpır gene aynı pırpır. İstanbul-Londra-Berlin... Peşine bir de Paris’i takabilirsem, daha ne isterim? Ama melun bir makinenin azizliğine uğradım Her yolculuk öncesi neredeyse otomatiğe bağlanmış alışkanlıkla gideceğim şehirlerin hava durumuna göz atıyorum. Berlin sınıfı geçer, 21 derece ve güneşli. Londra 18 derece, yağış yok ama belli ki rüzgârlı.. Hissedilen 15 derece diye altını çizmişler. Paris’e gelince, anlaşılan son haftalar o kadar yağışlı ve soğuk geçmiş ki hava durumunu sunan kız parçalı buluta ve 17 dereceye çoktan razı bir ifadeyle izleyicilere gülerek “Sonunda havalar mevsim normallerine döndü” diyor...
Alt alta yazıp topluyor ortalama alıyorum: Yapacak bir şey yok.
Hoş geldin sonbahar!

ALMAN POLİSLE DİDİŞME İHTİMALİ

Aslında keyfim o kadar yerinde ki soğuğa gidiyor olmak bile canımı sıkmıyor. Şu son iki haftayı nasıl geçirdim bir ben bilirim çünkü. Program çok önce çizilmişti. 16’sında Berlin’e gidecek orada Art and the City adı altında topladıkları altı bölümlük film çeken çocukları görecek, sanatçı atölyelerine girip çıkacak, tanışmayı dört gözle beklediğim yedi-sekiz kişiyle tanışacak ve oradan Nef’in davetlisi olarak Design Week’e katılmak üzere Londra’ya geçecektim.
Sonra Euro Star’a atladığım gibi ver elini Paris. Gelgelelim hiçbir şey düşündüğüm gibi gitmedi ve benim program bir makine yüzünden altüst oldu. Ne makinesi derseniz yeni pasaportları basan makine derim.
Bir arkadaşım ortada dolaşan pasaportuma göz atıp “Bunun süresinin bitimine az kalmış, yenilesene pasaportunu” dediğinde aklıma geldi pasaportun süresine bakmak. Aaa o da ne? 2012’ye kadar uzatıldığını sandığım süre 5 Kasım’da bitiyormuş. Sonra kurt düştü içime...
Kimi ülkeler bitimine üç aydan kısa süren pasaportları kabul etmiyor, geleni kapıdan döndürüyor diye bir şey duymuşum. Doğru mu eğri mi belli değil ama korkulu rüya görmektense uyanık yatmak evladır ve bu tür bürokratik işlemler Bodrum’da çok daha kolay halledilir diye kalkıp Polis’e gittim.
Gerçekten de pırıl pırıl bir büro... Sıra yok, işten bunalmış asık suratlı memur yok, insanın içini geren fazladan ciddiyet yok. Gene de sorayım dedim: 15 gün sonra bir yurtdışı gezisi var, bugün başvursam acaba ne gün alabilirim yeni pasaportu diye...
Memur, “İki, bilemediniz üç gün içinde geliyor normal şartlarda ama geçen hafta biraz yoğunluk vardı biraz daha zaman aldı gelmeleri” dedi.
Biraz daha zaman?
Üç gün olmasın da beş gün olsun, hadi bilemedin on gün... Tamam dedim ve parmak izi, biyometrik fotoğraf çekimi, harç yatırılması gibi İstanbul’da yarım günümü alacak gerekli bütün işlemleri on dakikada bitirip başvurumu yaptım.
Memur eski pasaportun bütün sayfalarına ‘İptal edilmiştir’ kaşesini basmadan “Acaba yolculuk ertesi mi yapsaydınız bu işi” diye uyarmadı değil; uyardı ama son zamanlarda pasaportları yenilemiş hangi arkadaşıma sorsam iki gün içinde eve teslim edildiği cevabını aldığım ve serde Alman polisiyle olası bir didişme ihtimali olduğu için “Sanırım yeterli zaman var” diyerek verdim eski pasaportu. Tak tak tak, emektar iptal edildi ve ben beklemek üzere eve döndüm.

POSTANE-MUĞLA-POSTANE

Sonrası şu: Bir hafta geçti ne ortada telefonuma geleceğini söyledikleri mesaj ne de eve gelen posta var. Polise yollandım. “Bir-iki gün daha bekleyin gelmediği takdirde Ankara’dan araştırırız” dediler. On gün geçti, gene ne ses ne nefes! Bu sefer hafif paniklemiş halde yeniden merkeze gittim artık aşina olduğum memurlar daha ben soru bile sormadan olumsuz anlamda başlarını salladılar: Sistem çok ağır çalışıyormuş, ekranda göremiyorlarmış bilgileri.
Ertesi sabah bu kez kargalar kahvaltılarını etmeden yollara düştüm. Sistem daha hızlı çalışmıyor ama isterse kaplumbağa hızında çalışsın somut bir cevap almadan geri dönmeyeceğime aht ettiğim için orada öylece dikildim ve sonunda pasaportun basıldığını ama henüz Ankara’dan yola çıkmadığını öğrendim.
Pasaportları basan makinenin arıza yaptığını o yüzden yığılma yaşandığını çipli yeni pasaportun ne zaman postaya verileceğinin bilinmediğini, ertesi sabah verilirse iki gün sonra teslim edileceğini söylediler.
Bu arada zaten Berlin programı yatmış, biletim yanmış, Paris sevdasından çoktan vazgeçmiş, Londra’yla yetinmek zorunda kalmışım, o da gitti gidiyor iyi mi!
Son kırk sekiz saat, postane-Muğla-yeniden postane arası mekik dokuyarak geçti.
Pasaport bundan iki saat önce geldi. Ayırttığım İstanbul biletimi aldım. Yarım saat içinde de evden çıkmalıyım. Bu da ne biçim yazı demeyin lütfen. Halimi anlattım...
Gelecek hafta yazacaklarımla, kısalığını, sasılığını unutturur, kendimi bağışlatırım.
Söz!
Yazının Devamını Oku