Paylaş
Uçtu. Koca yazı kuş oldu uçtu. Ara ki bulasın. Ne Outlook kaldı bakılmadık, ne gönderilmişler hanesi didiklenmedik, yok...
Ya gönder tuşuna basmadım. Ya eklemeyi unuttum ya da Sarp’ı çileden çıkaran, her söylediğimde “İşte bu mümkün değil” dediği şeyi yaptım: Yani hiçbir şey.
O nasıl bir hiçbir şey, varın siz anlayın artık.
Beyrut gezisi ‘ayakbastı cezası’ gibi uçan yazının haberiyle başladı. Yapacak bir şey yok: Ne oturup yazacak ne eve birini yollayıp baktıracak zaman var. Olan oldu diyor, bu hafta Çıfıt Çarşı’nın suya yazılmış olmasını sineye çekiyor ve ilk kez geldiğim şehri karış karış gezmeye karar veriyorum.
Beş gün su gibi akıp geçiyor. Yazı günü gelip çatıyor yine... Önümde iki seçenek var. Ya İstanbul’a döndüğümde bilgisayarı kurcalayacak ve uçan yazıyı bulmayı umacağım. Ya da 8 bin yıllık olduğu söylenen Byblos’a gitmek yerine otelde yazı yazacağım.
Üstelik her harfini bulmak için parmak havada üç dakika geçirdiğim Q klavyeyle.
Dönmeye ve şansımı denemeye karar veriyorum. Gece yarısı yorgun argın eve geldiğimde ilk iş bavulu bir kenara atıp bilgisayarın başına çöküyorum. Ve... Bingo! Buluyorum.
DERBEDER İNSANA RASTLANMIYOR
İşte Beyrut öncesi üç günlüğüne gittiğim Milano izlenimleri...
Havaalanından çıkmamızla üstümüzdekileri fora etmeye başlamamız bir oluyor. Aklımda ayazı ve ağlak havasıyla yer etmiş bu gri şehirde pırıl pırıl bir sonbahar güneşiyle karşılaşmak şaşırtıyor. Milano’ya gelmeyeli neredeyse on dört yıl oldu. Fuar günlerim bittiğinde ben de, İtalya’nın moda başkenti olarak bilinen bu kunt şehrine gelmekten vazgeçtim.
Oysa severim. Tamam, ülkenin belki en alımlı şehri değildir ama özeldir. Derli toplu, zengin, bakımlı ve şıktır. Sadece İtalya’nın da değil, Avrupa’nın en şık şehridir. Bakımsız, derbeder tek bir Milano’luya rastlamaz insan. Üç gün konaklayacağımız Grand Hotel de Milan’a geldiğimizde, görmüş geçirmiş otelimizin şehrin en civcivli ve kuşkusuz en şık caddelerinden Montenapoleone’nin köşesinde konuşlandığını görmemle, gözümün otelin tam karşısındaki mağazaya ilişmesi bir oluyor. Lüks telefon markasının simsiyah vitrinleri olan iki katlı mağazası var tam karşımda.
Neden burada konakladığımız anlaşıldı. Dünyanın en pahalı cep telefonunun son modelinin tanıtımı için geldik Milano’ya. Bugün serbest. Gezip tozma günü. Yarın markanın yaratıcısı Frank Nuova ile söyleşiden tutun da dükkan ziyaretine, şehrin en güzel saraylarından Palazzo Serbelloni’de kurulan standı gezmekten geceki partiye dek Vertu ile yatıp kalkacağız.
Songül Hatısaru ve Işın Görmüş ile vakit kaybetmeden şehri dolaşmaya karar veriyor ve bavullarımızı atmamızla sokağa fırlıyoruz. Bu ılık güz ikindisini fırsat bilen, kendini sokağa atmış. Bütün kahveler, lokantalar, mağazalar tıklım tıklım. İstisnasız herkes elinde şık bir paket taşıyor. Alışveriş son hız devam etmekte.
İnsan ister istemez Roma’daki protesto yürüyüşlerini düşünüyor. Üzerinden yirmi dört saat bile geçmedi. Evsiz, işsiz, umutsuz binlerce kişi sistemi protesto için sokaklara döküldü. Araya sızan birkaç kendini bilmez yürümekle kalmadı, Roma’yı yaktı. Ama görünen o ki, alevlerin sıcaklığı Milano’ya ulaşmadı.
Le Bistrot’da akşam yemeği... Yatıyor ve Vertu sabahına uyanıyoruz. Mağazanın vitrinleri değişmiş. Pırıltılı cep telefonları gitmiş yerine yeni dokunmatik model gelmiş. Ben ne saatin ne çakmağın ne de cep telefonunun pırıltılısından hoşlanmam. Sadece işlevsel olması gereken bir aletin üzerine neden safir, yakut, pırlanta kondurulduğunu anlamam. Bunlara servet ödeyenlere dudak bükerim. Aklı başında hiçbir zenginin de parasını böyle gösterişler için savurduğuna inanmam. İnanmam da, mağaza ziyaretinde dünya çapında 50 bin sadık müşterileri olduğu çıkıyor ortaya. Telefonların en ucuzunun beş bin, en pahalısının kim bilir kaç yüz bin euro olduğu düşünülürse küçümsenecek bir rakam değil.
MALZEME DEĞİL SERVİS PAHALI
Kullanılan malzemenin pahalılığı değil bu telefonları bu denli pahalı kılan. Verdiği servis. 7/24 ulaşılabilecek bir concierge servisi sunuyor. Zengin, dünyayı dolaşan, zamanı dar insanlara sadece parmaklarını kıpırdatarak ulaşabilecekleri muazzam bir servis. Bilet mi alınacak, rezervasyon mu yaptırılacak, üyeleri dışında müşteri kabul etmeyen özel kulüplere mi gitmek istiyorsunuz, içtiğiniz şarabın özelliklerini hatta hangi üreticiden edineceğinizi bilmek istiyorsunuz? İşte bu tür bir servis sağlıyor. Hatta güvenliğinizi bile sağladıklarını söylüyorlar.
SARAYDA LANSMAN
Koca bir avlu ve ortasında iç içe geçmiş üçgen prizmalardan yapılmış koca bir nesne. Neoklasik dönemin en güzel saraylarından Serbelloni’deyiz. Çevresinde kulaklık takan, siyahlı adamlar dizili dev üçgenin içinde son model telefon sergileniyor. Dokunmatik’e göz atıp saraya giriyoruz.
Burası da zifiri. Neon ışıklarının gidilecek yönü gösterdiği labirent gibi bir koridordan geçip, iç içe geçmiş salonlara geliyoruz. Markanın genel müdürü Oosting ile yaratıcısı Frank Nuova siyah deri kanepelerde soruları yanıtlıyor. Yanaşıp kulak kabartıyorum. Dünyanın neresinden gelmiş olursa olsun gazetecilerin büyük
bölümü sözü Roma’daki gösterilere getirip, bu denli lüks bir ürün satmanın akıl karı olup olmadığını soruyor.
Aldıkları cevap da üç aşağı beş yukarı aynı: Lüks ölmez. Dünya evrilir, devrilir ve evrilen devrilen bu dünyada yerini bulur. Zenginler var oldukça böyle markalar hep olacak.
Doğru söze ne denir?
Paylaş