Hava serin. Gökyüzü ha boşandı ha boşanacak.
İri, beyaz şemsiyelerin altına yerleştirilmiş ısıtıcılar sayesinde serinliği hissetmiyorum ama yağmur bastırırsa içeri geçmem gerekecek.
Oysa yerimden kıpırdamayı çekmiyor canım.
Aslında içerideki bar da en az bu içavlu kadar güzel ama ne yalan söyleyeyim, bu bahçe ayrı güzel. Buraya ‘Paris’in göbeğinde bir vaha’ demek gerek aslında. Dört bir köşeye mevsimin en güzel çiçekleri ekilmiş. Ağaçlar, bodur çalılar, uzun ince bir süs havuzu ve sağa sola serpiştirilmiş birkaç heykel.... Paris’te son yıllarda açılan lüks otellerden Uzakdoğu kökenli Mandarin Oriental’in bahçesindeyim.
Otel açılalı henüz 10 ay olmuş ama belli ki namı almış yürümüş. Sağımda solumda oturanlar sadece otelde konaklayan müşteriler değil. Yolu şehrin bu bölgesine düşmüş Parisliler de var.
ALTIN ÜÇGENİN İÇİNDE
İçlerinde fırsat bu fırsat diyerek kendilerini dışarı atmış işadamları da var, alışveriş yorgunu şık kadınlar da...
Evet, konumuz gene Sicilya... Nasıl olmasın? Dünyaca ünlü İtalyan şarapları uzmanı Walter Speller, ben, Müge Akgün ve Horace dergisi yazarlarından Donatella Codonescu’dan oluşan küçük ekibimizle tam üç gün boyunca bağ bağ dolaştık...
Son iki geceyi Etna Dağı’nın eteklerindeki Etna Gulf&Spa Resort’ta Sicilya Şarap Birliği’ne bağlı diğer 200 üretici ve dünyanın farklı ülkelerinden gelen 60 konukla birlikte geçirdik... Etna’ya çıktık. Harika yemekler yedik, mükemmel şaraplar içtik ve daha da önemlisi müthiş insanlarla tanıştık... Buna bir de adanın doğal güzelliklerini, şirin kasabalarını, özgün mimarisini, ören yerlerini ekleyin ve tüm bu güzellikleri bir sayfaya sığdırmaya çalışın...
Birini yazsam diğerinin boynu bükük... Madem seçmek mümkün değil, o zaman sırayla gitmeli...
1.gün: Yakışıklı ve konuksever Alberto
İlk durağımız Palermo yakınlarındaki Tasca D’Almerita Bağları. Adanın beş ayrı bölgesinde şarap üreten ailenin şarapçılığa başlaması 1830’lara uzanıyor. Bugün işin başında Kont Lucio Tasca ve oğulları Guisseppe ile Alberto var.
Tasca ailesinin ilk gözağrısı Tenuta Regaleali bölgesine gitmek üzere yola çıkıyoruz. İki saatlik yolculuğumuz göz alabildiğine uzanan bakımlı bağların ortasında yükselen kunt bir yapının önünde bitiyor. Geceyi burada geçireceğiz. Tüm odaların ortadaki büyük avluya açıldığı Sicilya mimarisinin tipik örneklerinden bu tür yapılara adada baglio dendiğini ve Fas mimarisinden esinlendiğini sonradan öğreneceğim. Nefes bile almadan bağları gezmeye çıkıyoruz. 400-800 rakımlık tepelerin yamaçlarına yayılmış 500 hektar nasıl gezilebilirse öyle, ciple.
Ne demişler, büyük lokma yiyecek büyük konuşmayacaksın. Hayat geçen hafta yazdıklarımın hepsini tek tek dizdi mi boğazıma? Dizdi. Neymiş efendim, Sicilya’da yediğim yemek berbatmış, boz dağlarla dantel kıyılar dışında bir şey görmemiş Palermo’dan jet hızıyla geçmişim. Bakın, Palermo faslı doğru. Gerçekten görmedim şehri. Ama gerisi tam anlamıyla laf ebeliği.
Sicilya son yıllarda gördüğüm en etkileyici ülkelerden biri. Dil sürçmesi değil, bile bile ülke diyorum. Akdeniz’in bu en büyük adası gerçekten de ayrı bir ülke sanki. Ne ıtalya’ya benziyor ne başka bir yere. Nevi şahsına münhasır derler ya, işte öyle bir ada Sicilya. Güzelliğiyle insanı büyüleyen ada kötü namıyla insanları ürküttü yıllar boyu. Sicilya eşittir mafya fikri kazındı akıllara. Bu etiketi silmek kolay değil ama köprülerin altından çok sular aktığı da kesin. Kökünün kazındığı belki söylenemez ama gücünün azaldığına kuşku yok. Yıllarca adayı egemenliği altında inleten, gönlünce at koşturabilmek için gelişip serpilmesini engelleyen yapılanmanın adaya tek olumlu katkısı da ironik biçimde bu olmuş. Saldıkları korku yüzünden bırakın yabancıları ıtalyanların bile adım atmaya çekindiği yoksul ve kavruk topraklar işte bu astığı astık kestiği kestik omertacılar sayesinde doğal güzelliğini koruyabilmiş. Doğa katledilmemiş, ortada ne sanayi ne kirlilik ne çarpık şehirleşme var.
Olağanüstü bir coğrafya ve o muhteşem coğrafyada hayatlarını doğayla iç içe sürdüren sevecen, sıcakkanlı, alçak gönüllü adalılar... Tarım ve turizm adanın başlıca gelir kaynakları. Bir de elbette bağcılık. Adada şarapçılığın tarihinin Eski Yunan’a dayandığı biliniyor. Roma döneminde ıtalya ile sıkı bir şarap ticareti içinde oldukları da. Demem o ki, Sicilya’da kökü antik çağa dayanan güçlü bir şarap kültürü var.
Var da 10 yıl öncesine kadar Sicilya şarabı denince akla gelen ya ucuz masa şarabı, ya kurutulmuş üzümden elde edilen tatlı Passito’lar ya da çoğunlukla yemek yapımında kullanılan alkolle güçlendirilmiş Marsala değil miydi? Peki ne oldu da Sicilya şarapları bu kadar kısa sürede şarap dünyasının parlayan yıldızları haline geldi?
Olan şu: Politikacısı, bağcısı, tanıtımcısı, yatırımcısı birleşip daha iyi şarap üretmek için kolları sıvıyorlar. Çünkü hem kendilerine hem de üzümlerine inanıyorlar. Toprak analizi ve adaya özgü üzümleri sınıflandırarak başlıyorlar işe. Geçen yüzyıl Avrupa bağlarını vuran floksera salgınından nasılsa kurtulmayı başarmış yaşlı bağlarla yaşlı omacaları koruma altına alıyorlar sonra. ıklimle nasıl başa çıkmaları gerektiğini öğreniyor, hasadı gece yapıyor, şaraphanelere soğuk hava sistemi kuruyorlar. Dünya pazarına göz diktiklerinden Cabarnet, şiraz, Chardonnay, Merlot gibi Avrupalı üzüm türlerini ekmeye başlıyor ve adaya özgü Nero d’Avola, Nerello Mascalase, Frapatto gibi üzümleri bu türlerle başgöz ediyorlar.
Basın konferansında dinlediğim bütün yetkililerin vurguladığı gibi öncelikleri ‘tipik’ şarap üretmek oluyor. Dünya pazarında yer kapmak uğruna git gide birbirine benzeyen, güzel olmasına güzel ama özel olmayan şarap üretmeyi reddediyor, tadanın tadar tatmaz “bu Sicilya” diyeceği şaraplar yapmak için koyuluyorlar yola.
Ve başarıyorlar. Kan, ter ve gözyaşı pahasına…
SAHİBİNE GÖRE KİŞNİYOR
Gece yarısı... Sabaha karşı yola çıkmam gerek... Ortada ne hazır bavul ne hazır yazı var... Ben ki gitmeye meyyalimdir, her ahval ve şerait altında gitmeye meyyal, gel gör ki bu kez hazır değilim. Gitmeye hazır değilim de kalmaya hazır mıyım peki? Ne gezer?
Kalırsam nefessiz kalacak gibiyim...
Ne yazsam diye düşünür ve boş boş televizyona bakarken adına tartışma denen bir programa ilişti gözüm. İstediği kadar bahar kapımızı çalsın kışı asla unutturmayan sevgili ülkemde, karşımda 28 Şubat’ı tartışan dört gazeteci... İkisi o döneme yakından tanıklık etmiş, diğer ikisi o yıllarda başlarında kavak yelleri esen dört kişi... Tanıklar serinkanlı... Gençler pervasız. Kana kan cana can istiyorlar. Nalına da mıhına da çaksalar amenna da, başkaldırmıyor savunuyorlar. Savundukları da günümüzün muktedir söylemi.
N’oldu bize? Ne ara gırtlak gırtlağa geldik biz? Ne zamandan beri komşu komşuyu gammazlar oldu? Ötekinin mutsuzluğu ne zamandan beri mutluluğumuz, berikinin tökezlemesi gönencimiz bizim? Bu kadar nefreti nasıl biriktirdik? Herkesin dilinde bir barış lafı... Bu nefret duygusuyla bir toplum nasıl barış içinde yaşar peki?
Yazıyı bırak bavulu yapmaya bak Figen.
KAHVALTI ÜSTÜ TADIM
Sabahın dördünde Atatürk Havaalanı’nın sadece bir kapısı açık ve güvenliğin önünde kıvrıla kıvrıla uzayan bir kuyruk. Elbette bu kör saatlerde personel sayısı azalır ama bu kadar uçak kalkışı varsa eğer, en azından bir kapı daha açmak gerekmez mi? Oflaya poflaya kuyruğa giriyorum.
Ölüm çifte vurgun...
Bir gideni düşünüyorsun yana yana, bir kendini ağlaya ağlaya...
Daha beş gün önce “iyiyim eve çıkacağım” diyen sesi çınlıyor yığılıp kaldığın odada. İçin katılıyor, kızıyor bağırmak istiyorsun: Bu ne biçim iyilik be Meral’im, yalan mı söyledin?
Söyledin, evet. Avutmak için beni, bizleri, ortalığı velveleye vermek istemediğin için ömrünün tek yalanını söyleyip gittin.
“Şayet bilseydim” diye bir cümle kurarken yakalıyorsun kendini.
Eee n’olacaktı bilseydin?
Ne gelirdi ki elden? Kim olabilmiş ki çare?
Henüz ale’ler ile tanışmadığım yıllar.
Bira denince evet aklıma ilk olarak yaz ayları düşerdi ama onu da ne yazık ki kemer üzerinden fışkıran göbek görüntüsü izlerdi.
Biri ne kadar iştah açıcıysa diğeri bir o kadar iştah kapatıcı iki imge.
Bu sevimsiz çağrışımda kana kana içtiğim ilk yudumla birlikte başta annem olmak üzere çevremdeki birilerinin “Aman ola bira göbek yapar” diye kulak çekmesinin payı olduğu kadar, biralarını içerken göbeklerini sallaya sallaya tavla oynayan Türk erkeklerinin de payı olduğu aşikâr...
Tam da bu yüzden, başka hiçbir içkiyi içerken duymadığım iki zıt duyguyla, mutluluk ve suçlulukla içtim birayı yıllarca.
Ve de sadece yaz aylarında.
Sonra bir basın gezisinde hayatımda tanıyıp tanıyacağım en iyi ‘biracı’ Teoman Hünal’la tanıştım.
Azıp kudurduğumuzda babaannem her daraldığında yaptığı gibi sessizce iç çeker, “Bu eve bir deli güllabicisi lazım” diye söylenerek odadan çıkardı.
Kızamazdı, bağıramazdı, kıyamazdı her haftasonu soluğu onun evinde alan ve ana-baba disiplininden kurtulur kurtulmaz zincirinden boşanmış deliler gibi koşturmaya başlayan bizlere. ‘Deli güllabicisi’ lafı o yıllardan kulağıma küpe.
Yeniyetmeliğinde koyu bir metal fanatiği olan oğlumla arkadaşları, ellerinde tava tencere, adını zinhar hatırlamadığım bir metal grubuna çatlak sesleriyle eşlik ederken tıpkı babaannem gibi “Vallahi de tillahi de bu eve bir deli güllabicisi lazım” diyen de bendim. Gel gör ki bu güne dek bu deyişin nereden kaynaklandığını hiç merak etmemişim.
Geçen akşam Aylin Tan anlamını açıklamasa, o küpenin ne demeye geldiğini bilmeden yaşayıp gidecekmişim.
Dünyanın yirmi bir farklı ülkesinde faaliyet gösteren Park Hyatt otelleri yılda dört kez bulundukları ülkelerin yeme-içme kültürü üzerine etkinlik düzenliyor. İşte bu kapsamda Maçka Palas’taki İstanbul Park Hyatt da bir Bizans yemeği düzenlemiş.
Bugüne kadar diğer yemeklerine ya tarihler uyuşmadığı ya başka engeller çıktığı için gidememiştim ama bu yemeğe gitmeye azimliydim.
Nasıl gitmeyeyim? Başka nerede Bizans yemeği bulup da yiyeceğim? Sevgili İlber Ortaylı yıllarca Cumhuriyet’in Osmanlı’nın devamı olduğunu, devletlerle milletleri ayırmamız gerektiğini, birinin çökmesinin diğerinin de çökmesi anlamına gelmediğini anlattı durdu. İnsanlar yaşadıkları topraklar yeni bir devletin boyunduruğu altına girdi diye, eski alışkanlıklarından vazgeçmiyorlardı bir günden diğerine. Sevdikleri müzikleri dinlemeye devam ediyor, bildikleri oyunları oynuyor, aynı masalları anlatıp aynı yemekleri pişiriyorlardı. Kısaca yaşama kültürü kuşaktan kuşağa aktarılıyor, zamanla değişse başkalaşsa da devam ediyordu.
ÖZEL BİR DAVET
Nasıl ayağım geri gidiyor, nasıl söylenip sızlanıyorum anlatamam.
Dağ sevmem, kardan kıştan zaten gına gelmiş, değil kaymak kızağa bile binmeyi bilmem. Ne işim var benim Palandöken’de?
Xanadu Otel’in halkla ilişkilerini yürüten Filiz Çakır yaz sonu, “Dağdaki otelimize gelir misiniz?” diye sorduğunda “O zamana kadar kim öle kim kala?” diye düşünüp “Elbette gelirim” demiş ve der demez pişman olmuşum ama rüzgar gülü olmayı da kendime yakıştıramıyorum.
Zaman uçup gitmiş, sezon bitti bitecek, Filiz arıyor, kem ediyorum küm ediyorum, vakit yok diyorum ama an geldi bütün bahaneler tükendi. Bir yandan da benimle aynı sözü verme gafletine düşmüş Serfi bastırıyor, “Gideceksek beraber gidelim” diye... Çar naçar kabul ettim.
“Gelirim gelmesine ama bir gün kalır, dönerim” dedim. Cumartesi sabahı çanta hazırlamaya koyulmadan ilk iş hava durumuna göz atıyorum: Doğru mu gördüm? Gündüz -15, gece -25 mi yazıyor gerçekten?
Tansiyonum fırladı resmen, sızlanmayı bıraktım homurdanmaya başladım.
Ne işim var benim gerçekten dağlarda?