Atalarımız bilmişler de demişler: Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar... Gerçekten de koptu.Aralarında benim de bulunduğum bir avuç şanslı gazeteci Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da bulunan ve son üç yıldır üst üste dünyanın en iyi restoranı seçilen Noma’ya gitti ve dönünce de oturup izlenimlerini yazdı ya, adına artık hırs mı dersiniz haset mi bilmem yazılanlar anlaşılan fena halde birilerinin sinirlerini bozdu, onlar da yemeden içmeden oturup yazanları yerden yere vurdu.
Neymiş, herkes aynı lafları geveliyormuş, herkes aynı şarkıyı terennüm ediyormuş filan.
Eh yazılan adının önünde her ne kadar ‘dünyanın en iyisi’ yaftası olsa da eninde sonunda bir lokanta...
Öne gelen her ne kadar alışılmadık lezzetler barındırıp farklı sunulsa da eninde sonunda bir tabak yemek...
Kimsenin karakter analizi yapacak hali yok, mekandan, dekordan, çalışanlardan ve yediklerinden söz edecek elbet.
Ama burası Türkiye... Edecek ve dayağı yiyecek!
Dahası dayak yemekle yetinmeyecek yediği içtiği de fitil fitil burnundan gelecek.
Boş diyordum herkese... Bu yaz Bodrum bomboş.
Esnafın yüzünden düşen bin parça, tamam haklılar ama bu durum biz yazlıkçılar için harika!
Ne gölge kapmaca oynamamıza gerek kalıyor sahilde ne şezlong bulmaca...
Eylül sonunda hani kasaba birden boşalır ya aynen öyle... Oysa temmuzu yarıladık sayılır. Belli ki bu yıl böyle geçecek.
Yabancı turistler anlaşılan o ki, fiyatların yarıya indiği söylenen Yunanistan’a ve İspanya’ya kırdılar rotayı...
Türklerin ise ya artık tatile çıkacak mecali kalmadı ya da hevesleri kırıldı, artık bilemem. Bildiğim bu yıl Bodrum boş.
Sorana sormayana bu minval Bodrum haberi geçiyordum ki doldu. Hem de bir anda, üç gün içinde...
Canlı türlerinden biri; ki adı insan olarak tanımlanmıştır; aşk hakkında çok konuşur.
İnsan türü için aşk ve cinsellik üzerine hep söylenecek bir şeyler vardır. Konu evren kadar eski olup bu türün soyu devam ettikçe de süreceğe benziyor.
Bir diğer canlı türü olan hayvanlarınsa bu konuya dair konuştuklarına henüz rastlanmamıştır. Hayvanlar aşk ve cinselliği doğalarının onlara hissettirdiği şekilde yaşarlar.
İnsan türü de bu duruma çok doğru ve yerinde bir tespitle “hayvanlar gibi” der..
Hayvanlar düyasında aşk ve cinselliğin sınırı olmadığı gibi kuralı da yoktur. Kimler birbirini beğenirse hemen birlikte olur. Bu işin ‘yeri ve zamanı’ da yoktur ayrıca. Yer, herhangi bir yer, zamansa canlarının istediği zamandır.
Hayvanların birbirlerini uyarmak, tahrik etmek için özel giyisilere gereksinimi yoktur. Sözgelimi leoparlar asla leopar desenli çamaşır giymezler. Çünkü leoparın bizatihi kendisi leopardır. Partnerini uyarmak için insan desenli çamaşır giyen leoparlara henüz rastlanmamasının nedeniyse, o kadar çirkin olmayı kendilerine asla yedirememelerine bağlanabilir. Hayvanların dünyasında eşini aldatmaya rastlanmaz çünkü onlar için, “eşinden başkasıyla olmayacaksın” diye bir kural yoktur. .
Bütün bunlar onların doğalarının bir gereğidir.
BAZI KUŞLARIN SADAKATİ
Hiç leoparların ağaçlara hep aynı yerden tırmanıp indiğini biliyor muydunuz?
Aslanlarınsa ağaçlardan inmeyi beceremediğini, çoğu kez düşüp bir yerlerini incittiklerini?
Hipopotamların cırcır böcekleri
gibi geveze olduğundan haberdar mıydınız peki?
Ya da avlarını öldürmeden yedikleri için kuşlara doğanın en acımasız canlıları dendiğini?
Tutun ki iyi bir belgesel izleyicisiniz ve hepsini bildiniz... Peki ya size Simba desem, Duma desem, Tembo desem... İlkinin aslan, diğerinin çita, ötekinin fil olduğunu düşünmeden söyleyebilir misiniz? Söylersiniz öyle mi?
Kuzey İspanya’ya çekim yapmaya giden arkadaşlara “Dünyanın en iyi yemek yenen bölgesine gidiyorsunuz, aman ha kilo alacağım diye yememezlik etmeyin” dedim.
Gerçekten de en azından benim için ‘dünyanın en iyi yemek yenen bölgesi’ Rioja.
Sadece Arzak gibi, Rocca kardeşler gibi dünyanın namlı şeflerinin lokantaları orada bulunduğu için değil, minicik bir barda bile önünüze mükemmel tapas koydukları için.
Lafımı dinlemişler, paraya kıymışlar, dünyaca ünlü üç lokantanın yanı sıra bölgede bilinen onlarca küçük lokantaya gitmiş ve yemiş, yemiş, yemişler.
“Çekimler askıya uğradı mı” diye sordum dönüşlerinde. Uğramamış ama kendilerine birer pantolon almak zorunda kalmışlar.
Aslında uzun zamandan beri ünlü şef lokantalarına gitmekten hoşlanmıyorum. Elbette sözüm bütün şeflere değil, şef var şef var ama işi yemek yapmaktan çıkarıp hokkabazlık sınırına vardıranlar var ya, işte onların lokantalarına gitmek benim için ne zamandır eziyet.
YEMEK DİYE BİBERİYE GELDİ
Dereden tepeden söz eden yazılar yazmak tamam, iyi de nereye kadar?
Bıçak gırtlağa dayanmışken havada insanın sırtını ürperten yasa teklifleri uçuşurken, üç maymunu oynayıp suya sabuna dokunmayan yazılar yazmaya devam etmek zor.
İnsanın da istiap haddi var çünkü; utanıyor.
Mıh gibi hatırlıyorum. Hiç unutmam deprem olmuş, yer gök alabora, ben daha önce yazmış olduğum bir lokanta yazısını göndermek için ‘Gönder’ tuşuna basacağım. Elim gitmemiş, titremişti.
Ciğerim yanarken, belli ki felaketin ertesi gün öğreneceğim boyutu ciğerimi daha çok yakacakken, tutup şunun tuzuymuş bunun biberiymiş diye yazılmış bir yazıyı yollamak bana küfür gibi gelmişti. Çetin Altan’a sığınmıştım o dönem. “Bugün içimden yazı yazmak gelmiyor” diyerek...
Şimdi de ciğerim tutuştu. Bu sefer ciğerimi tutuşturan doğa değil politika. Ve de yasallaştırılmaya çalışılan şu melun yasa.
Çocuk sahibi olma yaşını çoktan geçtim. Ama yasaklanmaya çalışılan şu kürtaj var ya o kürtaj, işte onu iyi bilirim.
Araya Dublin girdi. Oysa niyetim önce Carcassonne’u yazmaktı. Paris’ten sonra gidip beş gün geçirdiğim şehri yazacaktım...
Gezerken yazmayı sevmiyorum. Oradan yazmadım, ardından da bavulu boşaltmaya fırsat bulamadan İrlanda’ya gittim.
Bambaşka bir iklim bambaşka bir coğrafya bambaşka bir kültür. İsyankâr Kelt ülkesinden yaz yazabilirsen asi Katharları... Velhasıl bu haftaya kaldı Carcassonne yazısı.
Fransa’nın güneybatısındaki bu bölgeye Oc dilinin vatanı anlamında Languedoc adı verilmiş. Bölge adını 17. yüzyıl sonlarına kadar ülkenin güneyinde konuşulan dilden alıyor. Fransızlar, 1789 devrimine kadar kuzeyde Oil, güneyde Oc dili konuşuyorlar.
Bu bölgenin kuşkusuz en büyük şehri Toulouse. Ancak tek güzel şehri değil..
Onun yanı sıra onlarca güzel yer var ve kuşkusuz bunların en bilineni Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmış bir ortaçağ kenti olan Carcassonne.
Ancak doğrudan Carcassonne’a gitmek yerine biraz da civarı görmek adına önce Narbonne’da konaklamaya karar veriyorum.
NARBONNE’UN ULU AĞAÇLARI
Loş salonun ortasında yer alan uzun barın önündeki taburelere oturmuş, dikkatle genç rehberin anlattıklarını dinliyoruz.
Rehber, iki yüzeyindeki logoların birinin kendine diğerinin müşteriye dönük olmasına özen gösterdiklerini, ardından bardağı sifonun musluğuna dayadıklarını ve 45 derecelik bir açıyla eğik tutarak sifonun kolunu çektiklerini anlatıyor... Çekiyor.
Siyah biranın köpüre köpüre süzülüşünü izliyoruz hep birlikte.
Bardağın tamamının dolmasına üç parmak kala sifon kolunu geri itip, “Şimdi bekleme zamanı” diyor.
Üç dakika biraya karışan nitrojenle karbondioksit gazının durulmasını bekliyor.
Sonra ikinci hamle: Bu kez sifon kolunu ters yöne iterek bardağı dudak payı bırakmaksızın doldurarak tezgahın üstüne koyuyor. Sonra da yüzünde sinsi bir gülümseme biz bir avuç gazeteciye dönerek, “Sıra sizde” diyor.
Tuborg’un davetlisi olarak geldiğimiz Dublin’de yılda dört milyon kişinin gezdiği Guinness Store House’dayız.