Erdal Sağlam

AB'ye Kürt kimliğimle sesleniyorum:Bana bakın Türkiye'de eşitliği görün

13 Kasım 2004
<B>AVRUPA </B>Birliği'nin (AB) Türkiye için müzakere kararını vereceği 17 Aralık tarihi yaklaştıkça, Türk özel sektörünün lobi çalışmaları da hızlanıyor. Türkiye Müteahhitler Birliği (TMB) Başkanı Erdal Eren, dün Almanya’nın başkenti Berlin’de toplanan Avrupa Konut Yapımcıları ve İnşaatçıları Birliği (UEPC) Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, kendi Kürt kimliğini örnek göstererek, Avrupalı meslektaşlarından, ‘Türk vatandaşlarının etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve yaşamın her alanında eşit haklara sahip olduğuna emin olmalarını’ istedi.

Türkiye’nin AB yolculuğunu anlatan, Türkiye’nin İslam ülkeleri için model olduğunu, Türkiye’nin tam üyeliğinin Avrupa’ya zenginlik katacağını belirten Erdal Eren, Avrupalı müteahhitlere, ‘Türkiye Müteahhitler Birliği üyeleri adına bugün, AB liderlerine ve vatandaşlarına benim ülkemin ve vatandaşlarımın da onların güvenini hak ettiklerine ikna etmenizi rica etmek için buradayım. AB liderlerinin 17 Aralık’ta alacakları kararda olumlu etkisi olabilecek çeşitli kişi, grup ve kuruluşları etkilemek suretiyle bize yardımcı olmanızı rica etmek için buradayım’ diye konuştu.

Eren, AB lobi çalışmaları kapsamında 17 Kasım’da Brüksel’de toplanacak Avrupa İnşaat Sanayi Federasyonu (FIEC) Başkanlar Konseyi'nde de söz alıp, yine aynı benzer mesaj verecek.

KAMRAN İNAN’IN YEĞENİ

Türkiye Cumhuriyetinin her bir Türk vatandaşını tek bir ülke çatısı altında ve tek bir ulus halinde birleşmiş olarak kucakladığını kaydeden Eren, ‘Asırlar boyunca mükemmeliyete ulaşmış olan renkli bir mozayiği kucaklamaktadır. Külterel ve etnik çeşitliliğimizle gurur duyuyoruz. Bunun bir zaafiyet değil, ülkemizi benzersiz kılan bir zenginlik olduğuna kuvvetle inanıyoruz’ dedi.

Ünlü politikacı Kamran İnan’ın yeğeni olan, bakanlık yapmış, hálá Bitlis milletvekili olarak TBMM’de görev yapan Edip Safter Gaydalı’nın kuzeni olan Müteahhitler Birliği Başkanı Erdal Eren’in, kendi özel hayatına ilişkin söyledikleri, genel kurula katılan delegeler tarafından dikkatle izlendi.

ANNEMİN ANA DİLİ KÜRTÇE

‘İzninizle size kendi yaşamımdan örnek vereceğim’
diyen Erdal Eren şunları söyledi:

‘Ben Güneydoğu Anadolu’da doğdum. Annemin ana dili Kürtçe idi. Türkiye’nin ileri gelen üniversitelerinden birinden mezun olduktan sonra birkaç yıl devlet memurluğu yaptım ve bugün size Türkiye Müteaahhitler Birliği Başkanı olarak hitap ediyorum. Çok tanınmış bir siyasetçi olan dayım Türkiye Cumhuriyeti'ne milletvekili ve bakan olarak 28 yıl gurur duyarak hizmet etmiştir. Türkiye’yi NATO’da temsil etmiş ve Genel Sekreter Joseph Luns’un yardımcısı olarak görev yapmıştır. Halen milletvekili olan bir kuzenim vardır.’

Eren, kültürel mirasın zenginliği gibi, çevreleyen 3 kıtadaki hızla büyüyen iş fırsatlarının da Türkiye’nin coğrafi konumunun benzersizliğinin bir sonucu olduğunu ifade etti.

AB ile 45 yıldır platonik aşkımız var

TMB
Başkanı Erdal Eren, ‘Bugünlerde ‘AB’ sözcüğü biz Türklere günlük yaşamımızın tüm diğer dertlerini unutturur oldu. Bugün üzerinde durmak istediğim konu Türkiye’nin AB ile 45 yıldır devam etmekte olan ‘platonik aş hikayesi’dir’ dedi. Eren’in bu sözlerini Avrupalı müteahhitler gülümsemele karşıladı.Eren, ‘Müteahhitler olarak uluslararası platformlarda faaliyette bulunmak bizim için zor değil. Ancak uluslararası politikayı anlamakta güçlük çekiyoruz’ diye konuştu.

Türkiye sizin için stratejik fırsat

TÜRKİYE
’nin laik ve demokratik cumhuriyeti 81 yıl önce kurduğunu, o zamandan beri batılı dostlarının barış, insan hakları ve demokrasi gibi değerlerini paylaşmakla kalmayıp, bu değerleri yayma konusunda da destek verdiğini kaydeden Erdal Eren, ‘İslam dünyasında tek laik ülke olarak müslüman ülkelere örnek teşkil ediyoruz. Bu nedenlerle Türkiye’nin üyeliği genişleyen Avrupa’ya potansiyel yük değil, dünyada etkinliğini artıracak stratejik fırsat olduğuna inanıyoruz’ dedi.

AB'ye üye olursak inşaat patlar

ERDAL Eren,
Türkiye’nin önümüzdeki 10 yıl içerisinde AB’ye üye olması halinde inşaat hacminin yüzde 129 artarak 2014’te 98 milyon metrekareye ulaşacağının ortaya çıktığını söyledi. Eren, şunları söyledi: ‘Türk halkı, politikacıları ve özel sektörü heyecanla AB’den olumlu sonuç bekliyor. Avrupalı dostlarımızın önümüzdeki AB karar sürecini etkilemekte bize destek olmalarını istiyoruz.’

UEPC nedir

AVRUPA Konut Yapımcıları ve İnşaatçıları Birliği (Union Europeenne des Promoteurs Constructeurs-UEPC) 1958’de Belçika’da kuruldu. 15 ülke federasyonunu çatısı altında toplayan ve merkezi Brüksel’de olan bu kuruluşa Türkiye Müteahhitler birliği (TMB) 1992’de önce gözlemci üye, daha sonra da tam üye statüsüyle ortak oldu. UEPC Avrupa pazarına ve onu etkileyen faktörlere ilişkin çalışmalar geliştiriyor ve bu amaçla AB kuruluşlarıyla işbirliği yapıyor. AB’nin resmi kurumlarına görüş bildiriyor.
Yazının Devamını Oku

17 Aralık için tedirginlik artmaya başladı

11 Kasım 2004
<B>GEÇEN</B> hafta bir Bakanla sohbet ederken, konu dönüp dolaşıp AB ve 17 Aralık’ta çıkacak karara gelmişti. Sorusu üzerine, ‘Eskisi kadar olumlu bir hava olmadığını, sanki bazı ön şartlar, ayrıcalıklı üye imajı verecek koşullar gelecekmiş gibi haberler gelmeye başladığını’ söyleyince, Bakan’dan beklediğimizin tersi bir yanıt aldık.

Bakan, Kabinede konunun tartışıldığı izlenimini verecek biçimde, ‘Korkum, Hükümetimizin kabul edemeyeceği şartların 17 Aralık’ta açıklanması’ dedi...

Başbakan'ın ‘ne olursa olsun’ 17 Aralık’ta çıkacak metni kabul edeceğinin tahmin edildiğini söylediğimizde ise Bakan'dan, ‘O kadar kolay olmayabilir, korktuğumuz koşullar geldiği takdirde bunları kabul etmek çok zor olur’ yanıtını aldık. Yani, oldukça tedirgindi...

Bu tedirginliğin Hükümet içinde sadece bir bakanla sınırlı olmadığını da biliyoruz. Hatta bazı bakanların AB’ye tepkili olduğunu, ‘Siyasi şartlar konusunda AB’nin dozu kaçırdığı’ görüşünde olduklarını, bunu da açık açık söylemeye başladıklarını da biliyoruz.

Bunların üzerine önceki günü Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşma gelince, ciddi olarak biz de tedirgin olmaya başladık.

Daha önce Fehmi Koru’nun bazı köşe yazılarında ‘kamuoyunun beklenmedik gelişmelere hazırlanması’ biçiminde özetleyebileceğimiz, bu tedirginlikleri izlemiştik. Gül’ün sözleriyle her şey yerli yerine oturmaya başladı.

Gül, ‘Ne pahasına olursa olsun, ne olursa olsun AB’ye girmek için her şeye razı olunduğu anlayışında değiliz’ demiş. Ardından da serbest dolaşımının tam üyelik sonrasında da kısıtlanmasını kabul etmeyeceklerini, ‘ucu açık müzakere’yi üyelik müzakereleri başladıktan sonra ülkede yaşanacak geri gidişler sonucunda üyeliğin askıya alınması olarak anladıklarını belirtip, ‘insan hakları uygulamaları, demokratik standartlarla ilgili geriye dönüş olması durumunda üyeliğin askıya alınması dışında bir şeyi kesinlikle kabul etmeyiz’ demiş.

SADECE IMF DE YETMEZ...

Gül’ün bu konuşmaları sadece AB’ye verilmiş birer mesaj olarak algılanabilir. Ancak bu mesajı verme gereği duyması bile, bir yerlerde işlerin iyi gitmediğinin, bizce bir göstergesi.

İşalemine gelen duyumların da çok iyi olmadığını biliyoruz. TÜSİAD özellikle Fransa’yı işadamları yoluyla marke etmeye çalışıyor ama orayı tutarken başka yerlerden kötü kokular geliyor. TOBB, TİSK açıkları kapatmak için çabalıyor. Müteahhitler Birliği de bu çabaya katıldı ve lobi için Almanya’ya gidiyor.

Türk özel sektörü elinden geleni yapıyor ama ne kadar yetecek göreceğiz.

Abdullah Gül’ün şu sözleri de manidar: ‘Biz elimizden geleni yapacağız, ortaya çıkana bakacağız. Ortaya çıkan bizi tatmin etmezse orada bırakacağız, tatmin ederse devam ederiz.’

Umarız bu ağır, daha doğrusu ‘beklenmedik gelişmelere işaret eden’ bu sözler, sadece AB ülkelerinin yönetimlerine dönük sözlerdir...

Aksi takdirde Türkiye’nin işi hayli zor. Bütün umudunu AB’den gelecek karara bağlayan AKP Hükümeti, böyle bir olumsuz gelişme halinde, ister istemez yeni bir seçim yoluna gidebilir. Seçime piyasaların karıştığı bir ortamda gidilmesi de kaçınılmaz olur.

Çünkü piyasalar, Gül’ün ima ettiği bu tehlikeye karşı hiç hazırlık değil. Bütün piyasa oyuncuları, küçük tasarruf sahipleri dahil, herkes AB’den tam üyelik müzakerelerine başlanmasını sağlayacak bir kararın çıkmasını ve IMF’yle 3 yıllık yeni bir stand-by anlaşması yapılacağını, çok önceden kabul etmiş, bunu satın almış durumda.

Belki de bu nedenle IMF’yle anlaşma için çabaların son günlerde biraz yoğunlaştığını görüyoruz. Ama AB olmazsa IMF’yle anlaşmanın tek başına yeteceğini de sanmıyoruz.

Çünkü o nokta aşıldı, AKP kendini köşeye sıkıştırdı gibi geliyor bize...
Yazının Devamını Oku

Merkez Bankası'nın işi zorlaşıyor

9 Kasım 2004
<B>EKİM</B> ayı enflasyon rakamları hem ekonomi yönetimini, hem de piyasaları biraz tedirgin etmişti. Herkes gözünü Merkez Bankası’nın açıklayacağı ekim ayı enflasyon raporuna dikmişti. Bu rapor dün yayımlandı. Raporda özetle; enflasyondaki düşüş eğiliminin devam ettiği belirtiliyor ama özellikle gelecek yılki enflasyon hedefinin gerçekleştirilmesi açısından yeni risklerin doğduğuna dikkat çekiliyor. Bu risklerin başında enerji fiyatları geliyor. Merkez Bankası doğalgaz ve akaryakıta gecikmeli yapılan zamların, ister istemez yüksek oranlarda geldiğini, bunun da önümüzdeki yılın enflasyon hedefini tehdit eder konuma geldiğini söylüyor.

Merkez Bankası’nın önümüzdeki döneme ilişkin ortaya koyduğu yeni risklerden biri de reel ücretlere ilişkin. Verimlilik artışları ve yüksek üretimin bir süre sonra yeni iş sahalarının açılması, işgücü talebinin artması ve ekonominin genelinde reel ücret artışlarına yolaçmasını kaçınılmaz kıldığı ifade ediliyor.

Daha sonra da, yapısal reformların ve bütçe disiplininin devamı halinde, ekim ayı fiyat artışının geçici olarak yüksek kalacağı belirtiliyor. Yani bunlar yapıldığı takdirde, enflasyondaki düşüş eğiliminin devam edeceği konusunda umutlu bir tablo çiziliyor.

İyi de yapısal tedbirler konusunda gerekli adımlar atılabiliyor mu?

Bizce Merkez Bankası’nın açıkca söylemediği risklerden biri de Hükümetin IMF’yle anlaşma konusunda takındığı çekimser tavır. Şimdiye kadar IMF’nin istediği yapısal tedbirlerin tamamlanıp, 3 yıllık ekonomik programa son şeklinin verilmesi ve bir an önce IMF’yle yeni stand-by anlaşmasının yapılması gerekiyordu. Ama gördüğümüz kadarıyla hálá IMF’nin istediği 3 konuda önemli bir yol alınmış değil. Hatta Hükümetin, belki de bilerek, yavaş gittiğini söyleyebiliriz.

AB konusunda da piyasalar abartılı bir iyimserlik içinde. ‘AB’den gelecek ağır şartların kabul edilmemesi riski’ni herkes gözardı ediyor. 17 Aralık’ta önümüze çıkarılması muhtemel siyasi şartlara Hükümet'in evet diyememe riski bulunuyor. Aslında Dışişleri Bakanı'na yakın bazı yazarların, bir-iki hafta önce yazmaya başladıkları, bize biraz ‘piyasaların kötü ihtimale alıştırılma çabası’ gibi gelmişti ama piyasaların havasında hiç değişiklik olmadı.

Bizce sadece ekim ayı enflasyon rakamları değil, asıl piyasaları tedirgin etmesi gereken tavır, Hükümet'in tavrı. Yani Hükümet'in AB’yi beklemeden biran önce IMF’yle anlaşmayı imzalaması gerekiyor... Umarız 17 Aralık’ı beklenmiyordur ve umarız çok geç kalınmaz...

Bütün bunlar aynı zamanda Merkez Bankası’nın işini zorlaştıran unsurlar...

Merkez Bankası’na sürekli bir faiz indirim baskısı olduğu biliniyor. Merkez Bankası’nın geçmiş eğilimlere bakarak değil, ileriye doğru enflasyon eğilimine bakarak faiz indirim kararı verdiği de hep söylendi. Belki ekim ayı enflasyon rakamının kötü çıkması faiz indiriminin önünde tek başına bir engel değil ama enflasyon raporundan anlaşıldığına göre; Merkez Bankası 2005 hedefinin gerçekleşmesini zorlaştıracak unsurların çoğaldığı görüşünde.

Reel faizlerin düşmesi için nominal faizlerin düşmesi gerekmiyor. Ancak ileriye dönük enflasyon beklentilerinin ve eğilimlerinin azalması gerekiyor.

Kısacası; IMF’yle anlaşma biran önce yapılıp, piyasaların beklentileri olumlu yönde değiştirilse, Merkez Bankası’nden faiz indirimi de gelebilir. Ama bu şartlarda çok zor.

Aslında Merkez Bankası’nın döviz konusunda da işi zor. Merkez Bankası döviz rezervlerini artırmak gerektiğini,uygun zamanda bunu yapacağını söylüyor. Yani IMF’le anlaşma yapılsa rezerv artırmak için dövize alım yönünde müdahale de şimdiye kadar gelebilirdi.

Olumlu gelişmeler geciktikçe dövize alım müdahalesi de gecikebilir. Müdahale gelecek yıla kalırsa, enflasyon hedefi üzerinde, bir de kur tehditi olabilir.

Kısacası; ekonomide kırılganlık, Hükümetin tavırları nedeniyle devam ediyor.

Merkez Bankası’nın alacağı kararlar da giderek zorlaşıyor.
Yazının Devamını Oku

Bono stopajı başımıza iş açacak

8 Kasım 2004
<B>MALİ </B> kesimde sürekli tartışma konusu olan <B>‘devlet tahvili ve hazine bonosunun vergilendirilmesi’</B>, yine gündeme geldi. Bu tartışmanın önümüzdeki günlerde alevlenmesi beklenirken, şimdiden söyleyelim ki; bu vergileme yine başımıza iş açacağa benziyor. Geçen hafta Referans Gazetesi’nde, Neşe Karanfil’in haberiyle gündeme gelen ‘devlet tahvili ve hazine bonolarına stopaj getirilmesi’ bu hafta Ankara’nın gündeminde olacak. Çarşamba günü bu öneriyi oluşturan Vergi Konseyi yetkilileri ile Maliye Bakanlığı yetkilileri biraraya gelip, genel olarak mali araçların vergilendirilmesi, bu kapsamda da hazine bonolarına stopaj getirilmesini masaya yatıracaklar.

Bu toplantıya Hazine yetkilileri de katılacak. Bu toplantıya hazırlık olması amacıyla Hazine uzmanlarının hafta sonunda çalıştıklarını biliyoruz. Bu stopajın getirilmesi öyle gözüküyor ki; Hazine’nin başına yıkılacak bir vergileme olacak. Bankaların ‘ehven-i şer’ olarak bakıp, hazine bonosuna stopaj getirilmesine fazlaca karşı çıkmadıklarını görüyoruz. Anladığımız kadarıyla, sonradan bu stopaj niyetlerini inkar etmeye çalışsalar da, Vergi Konseyi yetkilileri, bankacılarla zaten bu konuyu tartışmışlar. Bankaların daha önceki uygulamada, stopajı ister istemez vatandaşa yıktıklarını, bu oranda faiz artırıp, stopaj ticareti yaparak artı para kazandıklarını biliyoruz. İşte bu niyetle olsa gerek, bankalar bu işe fazla karşı çıkmıyorlar. Yani bankalar bu işten zarar görmeyeceklerini hatta üstüne para kazanacaklarını hesaplıyorlar. Bu yük bankalara da kalmayacağına göre ‘Hazine bonolarına getirilen stopajın yükü Hazine’nin, dolayısıyla sonunda vatandaşın üstüne binecek’ diye rahatlıkla söyleyebiliriz. Bonoya stopaj eskisi gibi uygulanmaya kalkışılırsa, Hazine’nin borçlanmasını pahalandıracağı gibi, aynı zamanda borç yönetimini de zorlaştıracak. Bonoda ikinci elin öldürülme tehlikesi var ve değişken faizli kağıtlar yeni FRN’lerin satışı da tehlikeye girecek. Yani Hazine borçlanmasında sıkıntı duymaya başlayacak ki, bu faizlerin daha da artması demek.

MÜŞAVİRLER Mİ KARŞI?

Aracılık maliyetlerinin vergilendirilmesi anlamına gelen bu uygulamanın sakıncaları, yıllardır çok tartışıldı. Buna rağmen tekrar gündeme gelmesi ise anlaşılır gibi değil. Bunun yerine, vergi adaletini de sağlama açısından, beyanname sisteminin işletilmesinin gündeme gelmesi gerekiyor. Mali araçların vergilerinin tek tip olması, bunun piyasalara zarar vermemesi için beyanname sisteminin geliştirilmesi çözüm ancak kimse buna yanaşmıyor.

Çoğu vergi yetkilisi ‘beyanname ile vergi toplanamıyor, gördük’ deyip, bu çözümün üzerinde durmuyor. Halbuki hazine bonosu dahil tüm mali araçlardan kazanılan vergilerin, beyanname ile bildirilmesi ve böylece faiz geliri vergilemesinin tekleştirilmesi gündeme gelebilecek ama bu sistem bir türlü işletilemiyor.

Eskiden belki teknik olarak bu iş zordu ama şimdi o kadar zor değil. Bütün bankacılık işlemlerinde vergi numarası kullanılması zorunluluğu var. Bu nedenle vatandaşların, şirketlerin bankalarla yaptığı alışverişler, kazandıkları her türlü faiz gelirleri kayda giriyor. Yani artık otomasyona geçilmiş durumda. İş bu otomasyonu çalıştırmaya geldi. Maliye Bakanlığı otomasyon sisteminin buna izin verecek kapasitede olduğu da biliniyor. Peki o zaman beyanname sistemi neden işletilemiyor?

Sistemin işletilmesi için bankaların aktif olarak devrede olması lazım. Bankaların beyanname sisteminde aktif rol alıp, tasarruf sahibine ait beyannameleri doldurmak yönünde talepleri olduğunu da biliyoruz. Yani, bankalar mevduat faizinden, bono faizinden, yatırım fonlarından, hisse senedi alım satımından elde edilen kazançları kendi bünyelerinde birleştirecekleri gibi, genel otomasyon sisteminde de artık vergi numarası nedeniyle kolaylıkla birleştirip, Maliye Bakanlığı’na bildirilecek beyannameleri hazırlayabilirler. Peki Maliye bu imkanı neden kullanamıyor derseni., rivayet muhtelif. Bir iddiaya göre bu sistemin işletilmesi, çoğu Maliye kökenli olan, mali müşavirler ve muhasebecilerin işine gelmiyor.Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin beyannameleri bankalar tarafından doldurulup verilirse, o zaman muhasebeci ve mali müşavirlere iş kalmıyor. İşte bazı yetkililer, bu nedenle beyanname sisteminin işletilmediğini, buna mali müşavir ve muhasebecilerin kaşı çıktığını söylüyorlar. Umarız böyle bir ‘meslek taassubu ve çıkarı’ kaygısı, burada rol oynamıyordur.

Irak’a elektrik ihracatında kritik hafta

IRAK
’a elektrik satışı konusunda yaşananları daha önce size aktarmıştık. KARTET adlı şirket kendi ürettiği elektriği Irak’a satarken, resmi yetkililerinin verdikleri sözlere dayanarak elektrik ihracatını artırmış ve sonuçta 10 milyon doların üzerinde zarar etmiş. Şirketin sahibi Osman Murat Karadeniz bizi ziyaret ederek olayları kendi açısından anlattı. Gerçekten de baştan sona tam bir azgelişmişlik hikayesi. KARTET’in hatası resmi olarak belgeyi almadan, enerji yetkililerinin sözüne bakıp, Irak’a elektrik ihracatını artırması. Bürokrasinin hatası ise çok daha büyük. Hem söz veriyorlar, hem kendi içlerindeki çatışma nedeniyle bir türlü karar çıkartamıyorlar. Sonunda çıkardıkları karar gecikmiş olduğu gibi, fiyat açısından belli kriterler oluşturulamadığı için, tartışmalı bir fiyat oluyor. Tabi bu arada bürokratlar hem inisiyatif kullanamıyorlar, hem de ileride başımıza iş çıkar kaygısıyla, birbirlerinden çekinerek, işi iyice kilitliyorlar. Bu arada siyasi irade nerde derseniz, yok.. Belki de bütün iş hem Irak’a ihracat yapmayı ülkenin stratejik çıkarları açısından yararlı bulup, bunu cesaretlendiren ama işler kilitlendiğinde iradesini koyamayan bir siyasi anlayışta kilitleniyor. Dediğimiz gibi tam bir Türkiye hikayesi. Özel sektöründen bürokratına, bağımsız kurumundan hükümetine kadar herkesin rol aldığı, bir fiyasko hikayesi. Sonuçta KARTET 10 milyon dolar zarar etmiş ve işi bırakmak üzere. Şirket yetkilileri, bayrama kadar elektrik ihracatına devam edeceklerini, bekledikleri gelişmeler olmadığı takdirde, bayramdan sonra Irak’a elektrik ihracatını keseceklerini söylüyorlar. Enerji Piyasası Düzenleme ve Denetleme Kurumu (EPDK)nın önümüzdeki hafta yönetmelik değişikliği yapıp, bu ihracata imkan verecek şartları sağlaması ve işin yasal çerçevesinin çizilmesi halinde ise ihracatın devam edeceği anlaşılıyor. Dışişleri Bakanlığı’nın ihracatın devamı için devrede olduğunu biliyoruz ama bu bile işin çözüleceği anlamına gelmiyor. Yani Irak’a elektrik ihracatındaki oyunun sonuna geldik.Bakalım nasıl bir final izleyeceğiz..
Yazının Devamını Oku

Memur 8 Kasım’da maaş ödemesinden memnun değil

6 Kasım 2004
<B>BİLİNDİĞİ</B> gibi Ankara memur şehridir. Başbakan <B>Tayyip Erdoğan</B>’ın kasım ayı maaşlarını bayramdan bir hafta önce, 8 Kasım’da ödeme kararının Ankara’da memnuniyet yaratmasını beklersiniz değil mi? Şu kadarını söyleyeyim; çevremdeki, sayıları hiç de az olmayan, memurlardan hiçbirisi 8 Kasım’da maaş ödemesinden memnun değil. Hatta maaşların 8 Kasım’da ödenmesine kızdılar bile...

Çünkü memur dediğiniz, İstanbul’daki yaygın kanının aksine, dar gelirli kesimdir. Alınan maaşların genellikle büyük bölümünün yeri vardır ve ucu ucuna bir dahaki maaş ödemesine yetişmeye çalışırlar.

Şimdi memurlar diyorlar ki; normal zamanında yani ayın 15’inde maaş aldığımızda önümüzde bu maaşla geçirmemiz gereken 4 hafta varken, şimdi 5 hafta var. Önümüzdeki ay maaş ödemesine kadar çok sıkışacağız...

Peki Başbakan Tayyip Erdoğan, neye dayanarak bu kararı, hem de tek başına aldı. Üstüne üstlük ‘kıyak çekiyor’ havasını vere vere...

Başbakanın kimseye sormadan bu kararı aldığını zannediyoruz, çünkü belli ki memur derneklerinden, sendikalarından filan böyle bir talep gelmiş değil.

Üstüne üstlük hassas giden finansman dengelerini bozma pahasına bu kararı almasını anlamak mümkün değil.

Şimdiye kadar normal uygulama, eğer bayram ayın 14’üne denk geliyorsa, bu da pazar günüyse, bayramdan birkaç gün önce yani ayın 11-12’sinde bu maaşların ödenmesi idi. Ama gördüğümüz kadarıyla Başbakan, daha önceki Başbakanların bir adım önüne geçmek için olsa gerek, bir hafta önce ödeme kararını açıkladı.

BU NEDENLE GÜVEN YOK

‘Maaş ödemesinin ayın 11-12’sinde yapılmasını doğal karşılıyorsun da, neden 3 gün önce ödenmesine bu kadar karşısın’
diyebilirsiniz...

Herşeyden önce bunun bir hesap kitap işi olduğunu kimsenin unutmaması lazım. Borç yönetimi, hele ki bizim gibi aşırı borçlu ülkelerde, çok hassas bir denge üzerinde gidiyor. Yani maaş ödemeleri gibi yüklü bir ödemeyi 3 gün önce yapmak bütün borç yönetimini aksatabilir. Zaten Hazine de o hafta sonuna doğru borç ödenecek diye, hafta başında ona göre bir borçlanma programı açıkladı. Yani 8’inde maaş ödemesi yapılırken, Hazine’nin 8’inde yapacağı borçlanmanın parası ayın 9’unda gelecek. Üstüne üstlük bu nakit dengesi nedeniyle şimdi Hazine’nin ihtiyacı olduğunu gören bankalar, daha yüksek faizle borç teklif edecekler. Yani faizler bu karar nedeniyle yükselecek.

Başbakan, bu kararı herkesle birlikte duyan Devlet Bakanı Ali Babacan’ın Hazine’ye bilgi sormasını eleştireceğine, ‘faiz ödemeye para buluyorsun’ diyeceğine, kimseye sormadan aldığı bu kararın faiz ödemelerini nasıl artıracağını düşünmeli.

Son günlerde TBMM’de kadınların kadın hekim isteme hakkı, islam özel sektörü konusundaki çıkışlar, yeni birer ‘zina’ olayı olarak görülüyor. Çünkü AKP tabanının her an, AB ile bütünleşmenin eşiğinde olduğumuza bile bakmadan, her an sisteme aykırı bir düzenlemeyi gündeme getirdiği görülüyor. Bırakın AKP tabanını, artık herkesin ‘merkeze çekildiğine inanmaya çalıştığı’ Başbakan da bu tür süprizler yapabiliyor.

Yani durup dururken, kimseye sormadan bir hafta önce memur maaş ödemesini açıklamak da, sisteme aykırı siyasi çıkışlar yapmak da aynı şey..

AKP neden güven sağlayamadığından yakınacağına, bu kararlarına bakmalı...
Yazının Devamını Oku

Bu vergi kafasıyla geleceğimiz tehlikede

4 Kasım 2004
<B>2000 </B>yılından bu yana bir yandan Türkiye ekonomisinin birikmiş sorunlarının çözülmesi, bir yandan da yapısal tedbirlerle ekonominin geleceğinin garantiye alınması için çok şey yapıldı. Koalisyon Hükümeti’nin, kavga gürültüyle de olsa, yaptığı reformları, AKP belli bir duraklamadan sonra devam ettirme kararı aldı ve sonunda mevcut ekonomik tabloya ulaştık.

IMF Heyeti ABD’ye geri dönerken, yapılacak reformları vergi idaresinin yeniden yapılandırılması, sosyal güvenlik reformu ve bankacılık olarak özetledi. Bu üç alan da Hükümet’in çağdaş bir sistem kurmaktan kaçtığı konulardı. Hükümet, son günlerde genel sağlık sigortası getireceğini açıklayarak, sosyal güvenlik alanında gerekli adımları atacağının işaretini vermiş oldu. Yanısıra bankacılık alanında da gerekli olan adımların, BBDK yönetiminin direnmesine rağmen, atılması gerektiği de ortada.

Vergi idaresi reformuna gelince... İşler iyice arapsaçına döndü. Bağımsız Gelir İdaresi kurulup, vergi yönetiminin siyasi etkiden uzak tutulması hedeflenirken, daha kuruluş aşamasında politik kaygılar öne çıkmaya başladı. İşe, hiç uzmanlığı olmadığı halde, Başbakanlık Müsteşarı sahip çıktı ve şu anda bu reform kilitlenmiş durumda. IMF’nin yeni stand-by için bu reformu şart koştuğunu, hem de bağımsız bir yapı kurulmasını istediğini biliyoruz. Bu nedenle yine son anda IMF’nin dediği olup, Başbakanlık Müsteşarı’nın ‘ekonominin siyasetin etki alanı dışına çıkarılması girişimlerine karşı direnişi’ kırılabilir.

Ancak son vergi düzenlemelerinden sonra, artık bağımsız gelir idaresi de olsa, bu kafayla işimizin çok zor olduğunu açıkca görebiliyoruz.

Bu kadar kısa sürede bu kadar çok vergi düzenlemesi yapmak, hiçbir zaman doğru dürüst vergi sistemine sahip olmamış Türkiye için bile, çok fazla. Sağlıklı vergi sisteminin gelire bağlı vergi almayı hedeflemiş olması gerekirken, yıllardır bozuk olan sistem son iki yılda iyice bozuldu. Vergiler yaz-boz tahtasına dönerken, bırakın bu vergilere göre mal alacak vatandaşı, yatırım yapacak yerli ve yabancıyı, bürokratların bile kafası karıştı. Muhasebeciler, işleri olan vergiyi hesaplamakta güçlük çeker hale geldiler.

Kısacası, bağımsız vergi idaresi kurulsa bile, vergiyi yönetenlerin kafası değişmedikçe Türkiye’nin geleceği tehlikede. ‘İstihdam en büyük sorun’ deniyor ama özel sektörün yatırım yapıp istihdamı artırmasını engellemek için neredeyse tüm engeller vergiyle koyuluyor. Otomobildeki son vergilerden sonra yabancılar yatırım planlarını gözden geçireceklerini söylediler. Yatırım teşviklerinin saçmalığını TOBB kaç kez söyledi. Bu vergi kafasıyla yatırım yapılır da, istihdam sorunu çözülebilir mi?

Otomobil vergilerine bir bakın: Maliye 2003 Nisan’da ek motorlu taşıtlar vergisi çıkardı, Anayasa Mahkemesi iptal etti, ikinci kez kanun çıkardı ATO itiraz etti Anayasa Mahkemesi yine iptal etti. 2004’de ek MTV’nin kasko sistemine göre tahsil edilmesi gündeme geldi, son anda vazgeçildi, MTV’nin silindir hacmi ve yaşa göre alınması benimsendi. Bunun yarattığı haksızlıklar ayyuka çıkınca bu kez verginin kasko değerinin yüzde 5’ini geçemeyeceği düzenlemesi yapıldı. Bunlar yine Anayasa Mahkemesi’ne gitti ama bozulmadı. Bu kez ÖTV oranları yüzde 3-25 oranlarında artırdı. Son olarak yine ÖTV arttı.

Sigara ve alkollü içkilerde de durum farklı değil. Sigarada sadece bu yıl 3 değişiklik yapıldı. Önce şubatta yüzde 55.3 oranında maktu vergi geldi, sonra ağustosta nisbi vergi 55.3’den 28’e çekildi, 4 aşamalı harman bazında içeriğindeki şark tütünü oranına göre vergi modeli kondu. Sonra aynı ayda bu kez içeriğindeki şark tütünü oranına göre harman bazında 3 modele geçildi. Yine değişiklik hazırlığı var. Yani kafalar karıştı, zamlar yapıldı, geri alındı yine yapıldı... Ne yapacağını bilenler, bu kadar sık değişikliğe gider mi? Vergiyi tabana yaymak zor, bulduğundan vergi almak kolay. Bu yolla vergi kaçağının arttığını, vergi adaletinin iyice bozulduğunu vergiyi koyanlar da biliyor ama bile bile yapıyorlar.

Kısacası; vergi idaresi reformuyla da bu iş hallolmaz. Bu kafanın değişmesi, silbaştan uzun vadeli, adil bir vergi sistemi kurulup, yaz-boz tahtasına dönmesinin engellenmesi gerek.
Yazının Devamını Oku

IMF ile anlaşma için 17 Aralık beklenmemeli

2 Kasım 2004
<B>IMF’</B>in geçen hafta Ankara’dan ayrılırken bir açıklama yapmaması, Devlet Bakanı <B>Ali Babacan’ın </B>daha üzerinde çalıştıkları konular bulunduğunu söylemesi, yabancı yatırımcıları biraz tedirgin etti. Bankacıları arayan bazı yabancı yatırımcılar ve aracı kurumlar, ‘IMF’le bir sorun bulunup bulunmadığını’ sorguladılar. O günlerde Londra’dan arayan bir bankacıyla konuştuğumuzda, o piyasada biraz tedirginlik doğduğunu öğrenmiştik.

Aslında kamuoyuna fazla yansımıyor ama iç piyasada da IMF’in sessiz sedasız evine dönmesi biraz tedirginlikle karşılandı. Kimse bu tedirginliğini yüksek sesle dile getirmiyor ama bürokratlarda bile bu tedirginliğin olduğunu söylemeliyiz.

Babacan’ın IMF heyetini gönderdikten sonra, Mardin’de IMF’e rest çeken demecini gördükten sonra, biz de biraz tedirgin olduk. Belli ki Hükümet belli bir hesabın peşinde...

Peki, 17 Aralık’ta, AB kararını açıklayana kadar, Hükümetin IMF’le yeni stand-by anlaşmasına yanaşmamasının altındaki neden ne olabilir?

Düşündüğünüzde, bunun Hükümete pek bir şey kazandırmayacağını rahatlıkla görebilirsiniz. Çünkü artık AB ve IMF anlaşmaları birer bütün. Yani AB’den tarih alıp da IMF’le yeni stand-by anlaşması yapmadan bu işi götürmenin imkanı yok. Aynı şekilde AB’den tarih gelmez ya da başka bir aksilik çıkar da, IMF’le anlaşma yaparsanız da tek başına kurtarmaz.

Üstüne üstlük Türkiye açısından bakıldığında, her iki gelişmenin birbirini tamamlayan birçok unsuru var. Yani eğer IMF’le anlaşmayı yapar da 17 Aralık’a öyle girersek, AB organları da Türkiye’ye müzakere tarihi vermek konusunda çok daha olumlu bir tavır içinde olurlar. Aksi olursa ne olur, yani Türkiye 17 Aralık’a kadar IMF’le anlaşmayı kesinleştirmezse, AB’nin tavrı ne olur derseniz, biraz tedirgin olunacağı kesin.

Yani AB’nin Türkiye ekonomisini yakından incelemeye ve takip etmeye imkanı yok, IMF bir anlamda AB adına da bu ekonomik gidişatı kontrol edecek bir organ olacak.

BAĞLAYICI ANLAŞMA

Yetkililer, Bulgaristan ve Romanya örneğinde olduğu gibi, IMF’le bağlayıcı bir anlaşma yapılıp, AB’den müzakere tarihi kararının bundan sonra istenmesinin çok büyük faydasının görüldüğünü, Türkiye’nin de aynı yola girmesi gerektiğini söylüyorlar.

Devlet Bakanı Babacan’ın Aralık ayı başında programı tamamlayıp AB’ye göndereceklerini ve ardından IMF’le anlaşma yapılacağını söylemesinin ardında ne tür bir hesap olduğu da tartışılıyor. Yetkililer Babacan’ın daha önceleri Kasım ayında yeni anlaşmanın imzalanacağını söylemesine karşılık, şimdi süre uzatmasından endişe duyduklarını belirterek, ‘Babacan daha önce anlaşma istemiş ama Hükümeti ikna edememiş olabilir’ dediler.

Dolayısıyla IMF’le anlaşma konusunda Hükümetin asıl niyeti şimdilik net değil.

Peki, IMF anlaşmasının 17 Aralık sonrasına kalması piyasaları nasıl etkiler?

Görüştüğümüz piyasa oyuncuları genellikle çok fazla etkilemeyeceği görüşündeler. Bankacılar ‘Hükümetin AB’den tarih alıp da IMF’le anlaşma imzalamaması gibi bir şansının bulunmadığını’ kaydederek, bu nedenle anlaşmanın mutlaka imzalanacağı görüşündeler. AB’den para gelmeyeceğini, 2005’in ancak yeni stand-by anlaşması ile alınacak taze kaynakla geçirilebileceğinin altını çizen bir bankacı, ‘Aslında Hükümet de, AB de, IMF de hem müzakere tarihi alınıp, hem IMF’le anlaşmanın şart olduğunu biliyor’ dedi.

AB’den tarih gelmemesi halinde Türkiye’nin IMF’siz yola devam edemeyeceğinin de altını çizen aynı bankacı, ‘AB’ye ‘siz tarih verin IMF’le anlaşma yapalım’ mesajı mı veriliyor?’ sorusuna ise, ‘Ne yararı olacak ki... Herkes bütün zorunlulukları biliyor’ yanıtını verdi.

Şu anda piyasaların hem AB’den tarih alınmasını hem de IMF’le yeni stand-by’ı satın aldığını kaydeden bir başka bankacı ise, ‘Birinden biri olmazsa zaten işler kötü’ dedi. Aynı bankacı ‘AB veya IMF’le tedirginliğin Hazine’ye maliyeti yüksek olur. Biran önce IMF’le anlaşma açıklanırsa, iyileşme daha çabuk olur, Hazine’nin yükü azalır’ yorumunu yaptı.

Umarız Hükümet, sonucu belirsiz ‘esnaf pazarlığı’ niyetinde değildir...
Yazının Devamını Oku

IMF uyarınca BDDK’nın Yapı Kredi çabası arttı

1 Kasım 2004
BDDK Başkanı Tevfik Bilgin, son dönemde sık sık İstanbul’a gitmeye başladı.Devlet Bakanı Ali Babacan geçen ay Washington’daki IMF görüşmelerine BDDK Başkanı’nın neden gelmediği sorulduğunda, ‘Yasa çalışmalarının yoğunluğu’nu gerekçe göstermişti. Bildiğimiz kadarıyla Bilgin özellikle çağrılmamıştı ama, neyse... İşte işlerinin yoğunluğu nedeniyle IMF görüşmelerine bile katılmayan Bilgin’in, henüz yasa taslağı tamamlanmamış olmasına rağmen sık sık İstanbul’a gitmesi epey dikkat çekiyor. Bilgin’in batık patronlarla görüşmesi de ilginç. Sonunda Bilgin’in son günlerde artırdığı bu çabalarının nedeni belli oldu...Çünkü IMF Heyeti Türkiye’den ayrılırken, ‘Biran önce Yapı Kredi Bankası sorununun çözülmesini’ istemişti. Yani Bilgin’in çabaları bu uyarı üzerine arttı...Yekililer IMF’in Ankara’da bulunduğu tarihlere denk gelen ‘Çukurova’nın taksitlerini ödememesi’ durumunun, Heyeti tedirgin ettiğini söylediler. Bazı uzmanlar Heyet Ankara’da iken bir-kaç kez İstanbul’a gidip, çeşitli kesimlerle bankacılık yasa taslağını görüşürken, Yapı ve Kredi Bankası sorunu hakkında da detaylı bilgi sahibi olmaya çalıştılar. IMF’in söylediği özetle şu: ‘Yapı ve Kredi Bankası sorununu biran önce çözün, çünkü tümüyle sektörü olumsuz etkileyecek boyutlara ulaşmaya başladı’IMF’e sahiplik konusunun belli çerçevede yürüdüğü, müdahale edilemeyeceği gerekçeleri getirildiğinde ise söylediği şu olmuş: ‘O zaman uzaktan seyretmeyi bırakıp yakın takibe alın ve müdahil olun. Yoksa çıkacak sorun sektörü tehdit edecek boyutlara ulaşabilir’Bu arada IMF’in Yapı ve Kredi Bankası’nın gidişatı konusunda rahatsızlık duyduğu bir başka unsur ise Yapı ve Kredi Bankası’nın, BDDK tarafından atanan yeni yönetim kurulu ve son olarak eski Genel Müdür Naci Sığın’ı görevden alması. Daha önce uluslararası saygınlığa sahip yönetim kurulu üyelerinin alınıp, yerine kamudan birilerinin atanmasından rahatsız olan IMF, Genel müdürün alınmasından da rahatsızlık duymuş. Sektör yetkilileri ile görüştüğünde de aynı izlenimi alan IMF Heyetinin Banka hakkındaki tedirginliği iyice artmış.Bu arada Bilgin’in geçen hafta Çukurova Grubunun patronu Mehmet Emin Karamehmet’in yanısıra Cem Uzan’la da görüşmesi dikkat çekti. Herkes İmar Bankasının tasfiye sürecinde ortaya çıkan sorunların görüşüleceğini tahmin ederken, bazı bankacılar Bilgin’in Uzan ile yaptığı görüşmede daha çok Adabank konusunun ele alınmış olabileceğini söylediler.Çünkü IMF’in üzerinde durduğu, BDDK’yı eleştirdiği konulardan birini de Adabank oluşturuyor. Yapı Kredi Bankası gibi Adabank’a da 14. madde kapsamında yeni yönetim kurulu atayan BDDK, yaklaşık 1,5 yıldır Adabank’ta bir ilerleme kaydetmiş değil.Adabank’ın bir önce satılması veya birleştirilmesi gerekirken uzun süredir birşey yapılmıyor. Böyle olunca da Adabank’ın zararları büyüyor ve kamuya maliyeti her geçen gün artıyor.İşte IMF Heyeti Adabank için ne yapılacaksa biran önce yapılmasını istiyor ve bu konuda BDDK yönetiminin harekete geçmesini istedi.IMF yetki karmaşası için yeni yasada çözüm istiyorIMF’in araştırmaları sonucu hem Yapı ve Kredi Bankası’nda, hem de Adabank’ta sorunların büyümesinin önemli bir nedeninin, ‘TMSF ile BDDK arasındaki yetki çatışması’ olduğu ortaya çıktı. Yapı ve Kredi Bankası’nda insiyatifin TMSF’de olması gerekirken, 14. madde kapsamında BDDK’nın yeni yönetim atama yetkisi bulunması ve bunu kullanması, Yapı Kredi Bankasındaki sorunlara TMSF’nin müdahale etme imkanını ortadan kaldırdı.Aynı şekilde Adabank’ta da BDDK’nın 14. madde kapsamında atadığı yönetim nedeniyle, sorunların çözümünde TMSF yönetimi tümüyle devre dışı kalmış durumda.Bu bankalardaki kamu hissesini TMSF’nin temsil etmesi gerekirken,yasadaki bir madde nedeniyle insiyatifi BDDK ele geçirmiş durumda. Öyle olunca da yeni yönetim kurulları TMSF’ye hiç bilgi vermiyor, ilişkilerini BDDK yönetimi ile kuruyorlar. Bu da TMSF’nin tümüyle devreden çıkması sonucu doğururken, işine geldiğinde ise BDDK yönetiminin, ‘O TMSF’nin işi’ gerekçesine sığınmasına neden olabilir. İşte bu yetki karmaşası IMF’in de gündemine girdi. IMF Heyeti, zaten birçok maddesine karşı çıktığı kredi kuruluşları adındaki, bankacılık yasa taslağında bu yetki çatışmasının giderilmesini istiyor. Yani IMF, Yapı ve Kredi Bankası ve Adabank’la ilgili yetkilerin Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF ) yönetimine devredilmesini istiyor. BDDK’nın ise bu yetkinin kendisinden alınmasına karşı çıktığı, herkes tarafından biliniyor.İşte IMF, yapacağı yeni anlaşma stand-by anlaşması öncesinde TBMM’ye sunulmasını istediği yeni bankacılık yasa taslağında, yetki karmaşasının çözüldüğünü de görmek istiyor. IMF’in murakıplık sisteminin değiştirilmesini yeni yasada görmek istediğini belirtmesi, doğal olarak murakıpların mutlak hakimiyetindeki BDDK yönetimini epeyce kızdırmış durumda. Bakalım taslakta ne yönde değişiklik olacak. IMF ne ölçüde tatmin edilecek?Enerji bakanları hep aynı BDDK Başkanı Tevfik Bilgin gibi Enerji Bakanı Hilmi Güler de son dönemde zor durumda. Enerji Bakanı Hilmi Güler, son günlerde ‘tipik bir yatırımcı bakan’ gibi davranmaya başladı. Yap-işlet-devret ve yap-işlet konularında göreve geldiğinde çok iddialı konuşan, ama bu sözlerini yerine getiremeyen Bakan Hilmi Güler, doğalgaz ve elektrikte piyasa ekonomisine ters yasa tasarılarını TBMM’ye sunduğu ve özel sektörün gösterdiği büyük tepkinin Başbakan tarafından kabul görmesinden, rahatsız olmuş durumda. Bakan Güler’in bürokratlarının telkinleri nedeniyle bu duruma düşmesi konusunda, Ankara’da çeşitli spekülasyonlar yapılıyor.Bu arada önümüzdeki günlerde bir faturanın çıkacağından da sözediliyor.Güler YPK toplantısında enerji yatırımlarında sıkıntı çektiğini uzun uzun anlatmış. YPK toplantısında Güler’in yanısıra Bayındırlık ve İskan Bakanı Zeki Ergezen, Ulaştırma Bakanı BinaliYıldırım da, ödeneklerin yetersiz olduğundan, yarım kalan işlerini tamamlayamadıklarından yakınan bakanlar arasında yeralmışlar.Ancak bu toplantıda en fazla yakınan Hilmi Güler olmuş. Enerji sıkıntısı çekilmemesi için yeni enerji yatırımları yapması gerektiğini, yarım kalan hidroelektrik santrallerini tamamlayabilmesi için para gerektiğini kaydederek, sürekli ‘enerjide sıkıntı’ edebiyatı yapan, kendisinden önceki enerji bakanlarıyla aynı çizgiye geçip oturmuş.Yalnız Hilmi Güler’ın işi biraz abarttığı söyleniyor. Merkez Bankası’nın Bakanlar Kurulu’na sunduğu brifinginde de söz alarak, ‘Enflasyonu düşürdük diyorsunuz ama bir sürü yatırım yarım kaldı’ diye çıkışmış. Yakınmalar uzayınca diğer bakanlar gülümsemeye başlamışlar. Güler’in Merkez Bankası brifinginde bu şikayetlerini dile getirmesi, diğer bakanlar tarafından, ‘Asıl yakındığı tabi ki Merkez Bankası Başkanı değil, ‘kızım sana söylüyorum gelinim sen anla’ misali, Başbakan’a mesaj vermek istiyor’ diye yorumlanmış. Uzun süren brifingde yorgun olduğu gözlenen Başbakan ise Hilmi Güler’in yakınmalarına sonunda dayanamamış ve mesajı aldığını belirtircesine,‘Anlatılan konu hakkında söyleyecek sözü olanlar konuşsun, yorumları sonraya bırakın’ diye çıkışmış. Bakan Güler de susmuş...Mevduat sigorta primini kim saptamalı?BU arada TMSF ile BDDK arasındaki yetki çatışmasının kapsamı her geçen gün büyüyor. Tasarruf mevduatı sigorta prim oranlarının değişmesi, farklılaştırılması sözkonusu ama bu prim oranları saptama yetkisi, adı üstünde ilgili kurum olan TMSF yerine, BDDK’da bulunuyor. Bu anlaşılması zor durumun biran önce çözülmesi gerekiyor.Bu konu IMF’in de gündemine geldi. Prim oranlarında önümüzdeki dönem farklılaştırmalar yapılması gerekirken, bu yetkinin BDDK’da bulunması herkes tarafından garip karşılanıyor.Bu sorun gündeme getirildiğinde ise BDDK yönetimi, bu prim saptama yetkisinin elinden alınmasına kesin bir dille karşı çıkıyor.Önümüzdeki günlerde bu konunun da masaya yatırılıp, yeni bankacılık yasa taslağına bu konudaki yetki karmaşasını çözecek maddelerin de girmesi gerekiyor. Bu arada IMF’in yetkinin TMSF’ye verilmesi konusunda ne kadar ısrar edeceği de merak konusu.
Yazının Devamını Oku