GEÇEN hafta bir Bakanla sohbet ederken, konu dönüp dolaşıp AB ve 17 Aralık’ta çıkacak karara gelmişti.
Sorusu üzerine, ‘Eskisi kadar olumlu bir hava olmadığını, sanki bazı ön şartlar, ayrıcalıklı üye imajı verecek koşullar gelecekmiş gibi haberler gelmeye başladığını’ söyleyince, Bakan’dan beklediğimizin tersi bir yanıt aldık.
Başbakan'ın ‘ne olursa olsun’ 17 Aralık’ta çıkacak metni kabul edeceğinin tahmin edildiğini söylediğimizde ise Bakan'dan, ‘O kadar kolay olmayabilir, korktuğumuz koşullar geldiği takdirde bunları kabul etmek çok zor olur’ yanıtını aldık. Yani, oldukça tedirgindi...
Bu tedirginliğin Hükümet içinde sadece bir bakanla sınırlı olmadığını da biliyoruz. Hatta bazı bakanların AB’ye tepkili olduğunu, ‘Siyasi şartlar konusunda AB’nin dozu kaçırdığı’ görüşünde olduklarını, bunu da açık açık söylemeye başladıklarını da biliyoruz.
Bunların üzerine önceki günü Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşma gelince, ciddi olarak biz de tedirgin olmaya başladık.
Daha önce Fehmi Koru’nun bazı köşe yazılarında ‘kamuoyunun beklenmedik gelişmelere hazırlanması’ biçiminde özetleyebileceğimiz, bu tedirginlikleri izlemiştik. Gül’ün sözleriyle her şey yerli yerine oturmaya başladı.
Gül, ‘Ne pahasına olursa olsun, ne olursa olsun AB’ye girmek için her şeye razı olunduğu anlayışında değiliz’ demiş. Ardından da serbest dolaşımının tam üyelik sonrasında da kısıtlanmasını kabul etmeyeceklerini, ‘ucu açık müzakere’yi üyelik müzakereleri başladıktan sonra ülkede yaşanacak geri gidişler sonucunda üyeliğin askıya alınması olarak anladıklarını belirtip, ‘insan hakları uygulamaları, demokratik standartlarla ilgili geriye dönüş olması durumunda üyeliğin askıya alınması dışında bir şeyi kesinlikle kabul etmeyiz’ demiş.
SADECE IMF DE YETMEZ...
Gül’ün bu konuşmaları sadece AB’ye verilmiş birer mesaj olarak algılanabilir. Ancak bu mesajı verme gereği duyması bile, bir yerlerde işlerin iyi gitmediğinin, bizce bir göstergesi.
İşalemine gelen duyumların da çok iyi olmadığını biliyoruz. TÜSİAD özellikle Fransa’yı işadamları yoluyla marke etmeye çalışıyor ama orayı tutarken başka yerlerden kötü kokular geliyor. TOBB, TİSK açıkları kapatmak için çabalıyor. Müteahhitler Birliği de bu çabaya katıldı ve lobi için Almanya’ya gidiyor.
Türk özel sektörü elinden geleni yapıyor ama ne kadar yetecek göreceğiz.
Abdullah Gül’ün şu sözleri de manidar: ‘Biz elimizden geleni yapacağız, ortaya çıkana bakacağız. Ortaya çıkan bizi tatmin etmezse orada bırakacağız, tatmin ederse devam ederiz.’
Umarız bu ağır, daha doğrusu ‘beklenmedik gelişmelere işaret eden’ bu sözler, sadece AB ülkelerinin yönetimlerine dönük sözlerdir...
Aksi takdirde Türkiye’nin işi hayli zor. Bütün umudunu AB’den gelecek karara bağlayan AKP Hükümeti, böyle bir olumsuz gelişme halinde, ister istemez yeni bir seçim yoluna gidebilir. Seçime piyasaların karıştığı bir ortamda gidilmesi de kaçınılmaz olur.
Çünkü piyasalar, Gül’ün ima ettiği bu tehlikeye karşı hiç hazırlık değil. Bütün piyasa oyuncuları, küçük tasarruf sahipleri dahil, herkes AB’den tam üyelik müzakerelerine başlanmasını sağlayacak bir kararın çıkmasını ve IMF’yle 3 yıllık yeni bir stand-by anlaşması yapılacağını, çok önceden kabul etmiş, bunu satın almış durumda.
Belki de bu nedenle IMF’yle anlaşma için çabaların son günlerde biraz yoğunlaştığını görüyoruz. Ama AB olmazsa IMF’yle anlaşmanın tek başına yeteceğini de sanmıyoruz.
Çünkü o nokta aşıldı, AKP kendini köşeye sıkıştırdı gibi geliyor bize...