25 Temmuz 2006
PİYASA oyuncularının Merkez Bankası’nın son faiz artırımından şikayetçi olduğunu, daha önce yazmıştık. Bu çeyrek puanlık indirime kızan bankacılar, "işin kötüsü bundan sonra da artırımlar devam edecek gibi gözüküyor" yorumunu yapıyorlar. Yani asıl sıkıntıları faiz artışlarının devam edecek olması, dolayısıyla daha fazla zarar yazmaktan endişe etmeleri.
Bizce piyasalar, gerekli tepkiyi gerektiği zaman vermek konusunda kendini tuttuğu için, günlük olarak işlerini götürme güdüleri çok ağır bastığı için, biraz da bu duruma düştük.
Bu kanıya nereden vardığımıza gelince...
Yaşanan çalkantıda ekonomi yönetiminin, bürokratların, hükümetin bir telaş yaşadığını biliyorduk, bunu da defalarca yazdık. Ancak son dönemde özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’n yaşanan çalkantıya ait verdiği demeçlerin satır aralarını okumaya çalıştığımızda, o dönem bizim tahminimizden çok daha fazla telaşlandıklarını anlıyoruz.
Hükümeti, bürokrasiyi korkutan da piyasaların tavrıydı...
İşte bu nedenle diyoruz ki; eğer piyasalar zamanında tepki verip, bu kadar bekleme eğiliminde olmasalardı, belki de daha erken önlem alınması sağlanabilecekti.
Çünkü çok belli ki Hükümet "piyasanın sopası"nı görünce harekete geçiyor.
Geçmişte de böyle olmuş, iktidara geldikleri ilk sıralarda IMF’ye rest çekmekten, piyasaların ve işaleminin verdiği büyük tepki nedeniyle çark etmişlerdi. O dönem rotaya girmiş, eski programı devam ettirmeye başlamışlar ve başarılı olmuşlardı.
O zaman işlerin kötüye gitmesini istemeyen piyasa, bu kadar beklemek yerine, zamanında tepki verirse, o zaman sopasını zamanında kullanmış olur. Sopayı zamanında kullanıp, hükümete gerekli tepkiyi zamanında verirse, sonunda kendisinin zararlı çıktığı bu kötü duruma düşülmesi de önlenmiş olur.
Unutmayalım ki; hükümet yaşanan iyileşmeyi tümüyle kendi becerisine bağlamıştı. Kendilerine güvenleri o kadar artmıştı ki, bırakın basında yeralan eleştirileri, IMF’den gelen, kendi bürokratlarından gelen uyarıları bile dinlemez olmuşlardı.
Ama ne zaman piyasanın tavrını gördüler, döndüler beklettikleri önlemleri birbiri ardına almaya, yanlış kararlardan çark etmeye başladılar.
ATAMALARIN ÖNEMİ GÖRÜLÜYOR
Merkez Bankası Başkanlık seçimini bu kadar kötü yönetmiş olmaları, bizce ilk zamanlardaki "IMF’ye rest" hataları kadar vahim bir hataydı ama bu kez geri dönmediler.
Bu arada yapılan bir süre hatayı da unutmayalım. Örneğin stopaj olayında o kadar uyarı yapıldı ama dinlemediler, hatta "bundan geri dönersiniz" diye iddialı eleştirileri bile göz ardı ettiler. İşler sarpa sarınca yine çark ettiler. Piyasa o zaman gerekli tepkiyi vermedi
Bir kere şunu söyleyelim ki; bürokrasinin bu olayda çok büyük suçu var. Maliye Bakanlığı bürokratları, o dönem çıkan yasada yer alan "Bakanlar Kurulu sıfıra kadar indirmeye yetkilidir" sözünü son anda TBMM Genel Kurulu’nda çıkardılar, biliyor musunuz?
Yani yeni bir yasaya gerek olmadan o stopaj sorunu acil çözülebilecekti, suç Maliye bürokratlarının. Sadece Maliye değil Hazine bürokratlarının da büyük suçu var. Çünkü her dönem Maliye ve DPT bu önlemi getirir, bunu Hazine önlerdi. Hazine bu kez direnmedi.
Ama size bir şey söyleyelim; ders alınmış gibi gözükse de, hálá alınmadı. Şimdi de yerliler için stopaj düşürmeye çalışıyorlar ya... Bir süre sonra bunu da sıfırlamak zorunda kalacaklar ve durup dururken, olayı arapsaçına çevirecekler. Bekleyin, bunu da göreceğiz...
Peki bu hataların faturası ödeniyor mu derseniz, ödenmiyor. Çünkü bu hata yapan bürokratlar başka bahaneler uydurup, siyasileri kandırıyorlar. Yetersizliklerini, siyasi otoriteye yakın durarak, popülist isteklerini yaparak kapatmaya çalışıyorlar. AKP de partizan atamalardan vazgeçmediği için, bunları yerinde tutuyor. Başka "kendilerinden" adamları da yok zaten.
Yani piyasalar, biraz da, atamalar dahil zamanında vermedikleri tepkilerin faturasını ödüyor.
Yazının Devamını Oku 
24 Temmuz 2006
BANKACILAR Merkez Bankası’nın son faiz artırımına çok kızdılar. Durup durup, "veriler bu kadar faiz artışını gerektirmiyor, Merkez neden faiz artırıyor?" diye soruyorlar. Sebep belli; canları yandı, pozisyonları nedeniyle epeyce zarar yazmaya başladılar...
Bankacıların da son günlerde yakınmaya başladığı, reel faizlerin bu kadar yükselmesinin tehlikeli olduğunu söyleyen çok ama nedeni konusunda kimse fazla konuşmak istemiyor.
Evet, reel faizler çok yüksek ama adı üzerinde bu risk faizi...Demek ki risk yüksek...
Peki bu yüksek risk nereden kaynaklanıyor; asıl yanıtlanması gereken soru bu herhalde...
Bizce bunun en önemli nedeni "büyük koalisyon"un bozulması ve yeniden oluşturulamaması..
TEPAV Direktörü Prof. Dr. Güven Sak, bu koalisyona "dönüşüm koalisyonu" adını vermiş. Yasallık ile meşruiyetin aynı şey olmadığının altını çizip, Hükümetin meşruiyetinin temelinde dönüşüm koalisyonunun olduğunu söylüyor. Bu koalisyonda Hükümetin partnerlerini TSK, iş dünyası, medya, yabancı yatırımcı olarak sıralıyor, dış çeperin de yardım ettiğini söylüyor.
"Dönüşüm koalisyonunun istikrar ortamının korunmasında en önemli içsel çapa" olduğunu kaydeden Sak, dönüşüm koalisyonunun bozulma nedenlerini ise Merkez Bankası Başkanlık seçimi sürecinin iyi yönetilmemesi, atamalarda yapılan negatif ayrımcılık, siyasi gerginlikler ile Danıştay saldırısı, Şemdinli, Kıbrıs restleşmesi gibi "derin yaralar"ın fazla kaşınması olarak belirtiyor. Sak, Avrupa Birliği sürecinde gerekli reformların yapılmasında frene basılmasının da koalisyonun bozulmasında etken olduğunu söylüyor.
Güven kaybının istikrar ortamını zedelediğinin ortada olduğunu kaydeden Sak, burada "hükümetin yalnız kalmanın agresifliği ile hareket etme olasılığı"nın tehlikelerine değiniyor.
Seçime kadar Türkiye’nin bir ara dönem yaşayacağını tahmin eden Sak, bu ara dönemde büyümenin devamı, istikrarın bozulmaması için siyasi uzlaşmanın önemine dikkat çekiyor. Tüketici güveni azalsa da servetlerde önemli bir kayıp olmadığının altını çizen
Güven Sak, geleceğe iyimser bakıyor ve "herşeyin eskisi gibi olabileceği" görüşünü savunuyor. Sak, bu konuda da "AB hedefi"ne güveniyor ve bu çapanın yeniden sağlamlaştırılması halinde havanın olumluya döneceğini tahmin ediyor. AB üyelik sürecinin Türkiye’yi, normal gelişmekte olan ülkelerden ayırdığını kaydeden Sak, bu nedenle azalan global sermaye akımlarından daha fazla pay alınabileceğini, YTL’nin yeniden değerlenebileceğini söylüyor. Bunun için ise AB perspektifinin sağlamlaştırılması şart.
KOALİSYON ZOR GÖZÜKÜYOR
Sak, Merkez Bankası Başkanlığı ataması gibi kötü yönetim örneklerinin kriz çıkartabileceğini kaydederken Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin iyi yönetimine bu açıdan dikkat çekiyor.
Güven Sak, AKP’nin bu "dönüşüm koalisyonu"nu kabul edip önemseyerek hareket etmesi halinde hem istikrar hem büyüme açısından olumlu sürecin devam edeceği görüşünde.
Bizce Sak’ın saptamaları çok ilginç. Adına "dönüşüm koalisyonu " ya da başka bir şey deyin, zaman zaman çatışma görüntüsü verse de, bir koalisyon kurulmuştu. AKP, iktidara geldiğinde sekter tutumdaydı ama kısa sürede bu koalisyon gereğini, biraz da el yordamıyla kavrayıp, ona göre hareket etti. Bu koalisyon zaten çok sağlam değildi ama Mayıs ayında bozuldu. Küresel sermaye akımları da bu döneme denk gelince, son aylardaki sıkıntıları yaşadık.
Kısacası; AKP Hükümeti koalisyonu bozdu ve meşruiyetini yeniden tartışmalı hale geldi.
İşte bu nedenle küresel likiditenin çekilmesinden, diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla, daha fazla olumsuz etkilendik. İşte bu nedenle faizler artmaya devam ediyor. İşte bu nedenle dövizde dalgalı seyir başladı, hisse senetlerinin değeri bu nedenle eriyor.
Peki bu koalisyonun yeniden kurulması, meşruiyetin sağlanması mümkün mü? Belki mümkün ama bu konuda Güven Sak kadar iyimser değiliz. Çünkü bizatihi "ara dönem" dediğimiz bu karışık dönem, seçim nedeniyle popülizm kaygısı ve Başbakanın giderek yükselen egosu nedeniyle uzlaşmadan uzaklaşması, koalisyonun yeniden kurulmasının önündeki en büyük engeller olarak gözüküyor. Koalisyon yeniden sağlanamazsa da, faizler daha çok artar...
Yazının Devamını Oku 
22 Temmuz 2006
PİYASA oyuncuları Merkez Bankası’nın faizleri değiştirmeyeceği görüşündeydi. Daha önce de söylediğimiz gibi aslında tahmin etmediler, temennilerini, isteklerini tahmin olarak belirttiler. Buna karşılık özellikle bazı banka iktisatçıları Merkez’in faiz artırımına gideceğini söylediler. Ancak bekleyenlerin çoğu 0.50-0.75 puanlık artırımlar tahmin ediyorlardı. Bunların argümanı da "eğer böyle bir eğilim varsa, güçlü bir artırımla bu eğilime dur denmesi" yönündeydi.
Halbuki Merkez Bankası bunları da şaşırtıp 0.25’lik bir faiz artırımına gitti....
Bu kararla birlikte yapılan açıklamada enflasyondaki yükselişin döviz kurunun gecikmeli etkileri nedeniyle temmuz ayında da devam edeceği buna karşılık Merkez’in haziran ayında aldığı tedbirlerin önümüzdeki dönemde enflasyon üstündeki baskıyı azaltacağı belirtiliyor. Bununla birlikte petrol ve diğer emtia fiyatlarındaki artışların devam ettiği ve bekleyişlerin orta vadeli hedeflerle henüz uyumlu olmadığı göz önüne alınarak, enflasyona ilişkin temkinli olma gereğinin sürdüğü kaydedildi. Merkez bu değerlendirmelerin ışığında "ölçülü bir parasal sıkıştırmanın gerektiği" yorumunda bulundu ve "temkinli" olma gereğini belirtti.
İşte Merkez Bankası’nın neden böyle bir karar aldığını çözmek isteyenler bu iki sözcüğe dikkat etmeli: "Temkinli" ve "ölçülü"... Merkez Bankası yönetimi hem temkinli hem de ölçülü olma gereği duyduğu için 0.25 puanlık bir artış kararı aldı.
Açıklamanın dikkat çeken bir başka yönü de, "temkinli duruşun bir süre daha devam etme gereğini"nin altını çizmiş olmaları. Gelen verilerin enflasyon bekleyişlerini ne yönde şekillendireceğine bağlı olarak parasal politikaların şekillenmeye devam edeceği yani bundan sonraki ayalarda belirgin bir iyileşme görülmezse, artışların devam edeceği söylenmeye çalışılıyor. Bizce bu artışlar da yine mümkün olduğunca "ölçülü" olacaktır.
Çünkü Merkez Bankası’nın yönetimine hakim olan duygu; ölçülü olmak...
Bir yandan Merkez Bankası bağımsızlığını, parasal disiplini öğrenerek gelmişler ama bir yandan da mevcut Hükümete bir aidiyet hissediyorlar. Yani aynı kişiler, aidiyet hissetmedikleri bir Hükümetle birlikte çalışsalar çok daha rasyonel, çok daha bağımsızlıktan yana olurlar ve bu kadar ölçülü olma gereğini duymazlar. Ama maalesef sahip oldukları dünya görüşü "aidiyet" ve "cemaat" bazlı olduğu için, formasyonlarını ideolojik sıkıntıları nedeniyle kararlarına sağlıklı biçimde yansıtamıyorlar.
ARTIRIM ÖLÇÜLÜ İNDİRİM ÖLÇÜSÜZ
Bir başka deyişle Merkez Bankası yönetimi, AKP Hükümetine yakın durma gereği duyuyor. Bu nedenle "enflasyondan sapma" mektubunu fazla dikkatli, Hükümeti zor duruma düşürmeyecek, Bakan arkadaşlarını sıkıntıya sokmayacak bir üslup ve yöntemle hazırlıyorlar. Bunun piyasada tepki çekmesi üzerine de bağımsızlıklarını göstermek için "Hükümete ters bir karar" olarak belledikleri faiz artırımına gitme gereği duyuyorlar. Biliyorlar ki Hükümete yakınlık onlara prestij kaybettirecek, dolayısıyla uygulanan parasal politikaların etkisini zayıflatacak. O nedenle kendilerine böyle bir "orta yol" buluyorlar...
Kısacası; Merkez Bankası yönetimi bu kafayla giderse, bundan sonra da faiz artırım kararı gerektiğinde ölçülü tavrını sürdürmek isteyecektir. Ama faiz indirim zamanına gelinirse, hiç şüpheniz olmasın o zaman indirimi bu kadar ölçülü yapmayacaklardır. Çünkü o zaman indirim kararının Hükümet’e çok daha fazla şey kazandıracağını düşüneceklerdir.
Peki bu bakış açısı doğru mu? Kesinlikle yanlış...
Piyasalar kendi çıkarlarına uymadığı için Merkez Bankası’nın bu kararına tepki gösterdiler. Merkez piyasalara uymak zorunda değildir ve ille de piyasaların beklediğini yapması gerekmez. Hatta bazen sırf beklentilerin tersine bile davranması gerekebilir.
Ancak daha önceki hatalar nedeniyle, istemedikleri bu faiz kararını da bahane edip, bankacılar Merkez yönetimine kızıyorlar. "Daha önce söylediğimiz müdahaleyi gecikerek yaptı sonucun iyi olduğunu gördü. Şimdi faiz artırımı yanlış diyoruz bu görüşümüzün doğru olduğunu da görecek ama bu arada zarar vermiş oluyor" diyorlar. Bu açıdan biraz haklılar...
Yazının Devamını Oku 
20 Temmuz 2006
ENERJİNİN Türkiye’nin küreselleşen dünyada kilit rol kazanabileceği, bu rolü iyi oynadığı takdirde, hem ekonomik hem de siyasi olarak ülkenin geleceği açısından büyük kazanımların elde edilebileceği bir alan olduğu konusunda artık şüphe yok. Bakü-Ceyhan Boru Hattı bunun ilk ve çok somut bir adımı. Bu adımın devamının gelmesi, hem petrol hem de doğalgazda gerekli adımların artık vakit geçirilmeden atılması gerekiyor.
Bu rolü oynamak için de her şeyden önce kapsamlı, iyi planlanmış bir stratejiye ihtiyaç var.
Bununla birlikte belki de işin içine Cumhurbaşkanlığını, Genelkurmayı, muhalefet partilerini, işalemini de katıp, ulusal bir enerji planı ve stratejisi hazırlamanın zamanı da geldi.
Tabi ki bütün bunları yapabilmek için de iyi bir yönetime, koordinasyona ihtiyaç var. Bu konuda umut var mı derseniz, maalesef şu anda yok. Ama biran önce bu ihtiyacın hissedilip, koordinasyonu sağlayacak bir ortama girilmesi de kaçınılmaz.
Umutlu değiliz; çünkü, henüz içeride doğabilecek elektrik sıkıntılarını giderebilmek için bile önemli bir şey yapılamadı. 1 Temmuz’daki karanlık, çok acil önlem alınıp, koordineli bir çabaya girilmezse, önümüzdeki günlerde yaşanacak sıkıntılara kıyasla çok küçük kalacak.
Bunun için "yatırım şart, para lazım" gibi slogan olmuş taleplerin de acil karşılanması gerekmiyor. Tabiki ileriye dönük hazırlanacak stratejide bütün bu ileride yapılacak yatırımlar, bunların finansman ihtiyacı ve nereden karşılanacağı ele alınmalı ama şu anda eldeki imkanlar iyi kullanılsa bile, birkaç yıl önemli bir sıkıntı yaşanmaz gibi gözüküyor.
Yaşanan sıkıntının, bundan sonra yaşanabilecek daha büyük muhtemel sıkıntıların ana nedenini, yönetim eksikliği ve yanlışlığı oluşturuyor.
En kritik kurumlarınızdan biri olan Botaş’ı bile çalıştıramıyorsunuz. Yönetimini atayamıyor, ülkenin geleceği açısından acil niteliği olan projeleri bekletiyor, karar alamıyorsunuz.
Botaş, bu işin açığa çıkması üzerine 4 kişilik yönetimle toplanmaya önceki gün başlayabildi. Aslında 4 kişilik yönetim kurulu bile, bu kadar önemli bir kurumun yönetimine ilişkin ne kadar yanlış yönetim anlayışı olduğunu ortaya koyuyor.
Yaşanan elektrik sıkıntısı konusunda bir özelleştirmeye alınıp, bir çıkarılan, bu nedenle faaliyet dışı bırakılan santralların payı artık açıkca ortaya çıktı. O zamandan bu yana bu santrallar için bir şey yapılmadığını biliyor musunuz?
HERKESİN ELİ İŞİN İÇİNDE
Peki şu anda rehabilitasyona ihtiyaç duyulan bütün santrallarda, 1-1.5 yıla ulaşan gecikmeler olduğunu biliyor musunuz? Yani zaten sıkıntı varken, bakımı, onarımı yapılmadı diye koca koca santraller de yakında devre dışı kalabilir... Bunlar için adım atılıyor mu, hayır...
Hükümet artık zorunlu olduğu ortada olan, otoprodüktörlerin çalışmasını engelleyen elektrik zamlarını yapmamakta bile direniyor. Sanırsınız, geçmişteki "devlet tarafından fiyatlara narh konulan, sübvanse edilen ekonomik sisteme" geri döndük.
Bu kafayla küresel enerji oyunu oynamamız mümkün değil. Önce AB’ye,uluslararası diğer kuruluşlara verilen söz, yani liberalizasyon sözü yerine getirilmeli, sonra kaçamayacağınız bu oyun sahasında oynamanız lazım. İran olmayacaksak, zaten başka çaremiz de yok.
Akıllı devlet, devletçiliğin bittiği piyasa düzeninde kendine strateji çizebilen devlettir.
Biliyor musunuz; güç ve nemayı içinde barındırdığı için herkes elini bu işe uzatmak istiyor.
Dışişleri Bakanı Gül, Devlet Bakanı Babacan, uluslararası ilişkiler nedeniyle işin içinde ve daha çok girmek istiyorlar. Bir Enerji Bakanı var ama Başbakan yardımcıları, dış ticaretten sorumlu devlet bakanı, hatta İçişleri ve Adalet bakanlarının bile işin içine girmeye çalıştıkları, kararlara müdahale ettikleri söyleniyor. Buna Başbakan ve yakın çevresini de ekleyin...
İşalemini, yöntemlerini ve hükümet içindeki, parti içindeki ilişkilerini de ekleyebilirsiniz.
Türkiye, enerji oyununu akıllı oynamak zorunda. Bölgesel veya kişisel güç-nema kavgasına izin verilir, herkes bir tarafından çekerse, daha çok elektrik sıkıntısı yaşayacağımız gibi, küresel enerji oyunu içinde çırak çıkar zarara uğrarız.
Yazının Devamını Oku 
18 Temmuz 2006
AÇIK söyleyelim; Merkez Bankası’nın son açıklamalarından epeyce tedirgin olduk. Piyasalar açıklamaların iyi yönünü görme eğiliminde, çünkü daha fazla zarar yazmak istemiyorlar ama biraz irdelendiğinde makro ekonomik gelişmeler açısından, ileriye dönük çok da olumlu mesajların çıkmadığı açık. Merkez Bankası’nın her ne kadar "yeni sıkılaştırmalar gelebilir" dese de, enflasyondaki düşüş sürecinin, hedefe yakınlaşmanın 2007 sonlarına kalacağını söylemesi, bizce üzerinde daha fazla düşünülmesi gereken bir söylem olmalı.
Açıkcası; bu söylemin ardında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimlerin etkisi var mı diye düşünmeden edemiyoruz. Yani, insanın aklına "Merkez Bankası acaba Hükümete seçimler için tolerans mı gösterecek, enflasyonda gereken disiplini biraz gevşetecek mi?" sorusu geliyor.
Merkez Bankası yönetiminin, Başbakan’ın evindeki özel görüşmeler, son mektupta Hükümete toz kondurmamaya özel göstermesine rağmen, enflasyonla mücadeleden bu kadar taviz vereceğine, siyasi davranacağına da inanmak istemiyoruz açıkcası...
Ancak unutulmasın ki; özel sektör ve bankacılar "Frene sert basıldığı" yönünde epeyce şikayetçi oldular ve bu şikayetlerini Hükümete ilettiler. Yani işalemi enflasyondan verilecek "biraz taviz"e olumsuz değil, tersine olumlu bakma eğiliminde...
Ancak kimse unutmasın ki; bu işin "biraz"ı yok. Eğer enflasyon hedefinden, bu hedefe sadık kalınmasından uzaklaşılırsa, ne kadar uzağa fırlayacağınız sizin kontrolünüzden çıkar. Bu takdirde, yani zaten cari açık riski büyürken, bir de mali disiplin riski işin içine girerse, özellikle kısa vadeli sermayenin çok daha hızlı çıkması sürpriz olmamalı....
Özetle; enflasyon hedefinden, enflasyonla mücadeleden en ufak bir tavize bile tahammülü olmayan bir noktadayız. Merkez Bankası’nın geçmişte olduğu gibi, şimdi de bu bilinçle hareket etmesi, Hükümetten, siyasi kaygılardan mutlaka bağımsız davranması, piyasalar için güvenilir bir çapa konumunu yeniden kurması ve güçlendirmesi şart.
Aksi takdirde, en ufak tavizde kötü günlere hızla geri dönme tehlikesi bulunduğunu kimse gözardı etmemeli. Belki Hükümet gözardı eder ama Merkez Bankası kesinlikle etmemeli.
KARARLILIK VE BAĞIMSIZLIK ŞART
Merkez Bankası enflasyondaki sapmayı her ne kadar, tümüyle dışardaki gelişmelere bağlama eğilimindeyse de, içeriye dönük önlemler bizce kaçınılmaz. Dışarısı zaten karışık ve ne olacağı belli değil. Felaketin büyüme tehlikesi var ama, bütün bunlar olmasa, yani dış gelişmeler sabit kalsa bile, içeriye dönük olarak ek sıkılaştırmalar gerekebilir.
İçeride, enerji başta olmak üzere, bir süredir bekletilen KİT zamlarının devreye girmesi, gıda fiyatlarındaki artışın devam etmesi, hizmet fiyatlarındaki katılığın devam etmesi, gelirler politikasında gevşeme tehlikesi, bütün bunların enflasyonu olumsuz etkileme tehlikesi var. Bunun yanısıra siyasi gerginlik, PKK ile mücadelenin sıkılaştırılması, bunun olası yansımaları, AB ile ilişkiler, Kıbrıs konusundaki gelişmeler, Merkez Bankası bütün bunları yok saydı diye, ortadan kalkmış riskler değil.
Bu risklerin varlığını kabul etmek zorundayız ki, en azından bu risklerin gerçekleşme ihtimaline hazırlık olalım. Kafayı kuma gömerek, görmemezlikten gelerek enflasyonla mücadele edilemeyeceğini artık Merkez Bankası da kabul etmek zorunda.
Bu arada işin talep yönüne, tartışmalara rağmen, dikkat edilmesi şartı da açık.
Bütün bunlara ek olarak Lübnan’daki savaşın her geçen gün kızışması, Suriye hatta İran’a genişleme tehlikesinden sözedilmesi, zaten tepe noktalara gelen dünya petrol fiyatlarının daha da yükselme ihtimali, herkesin yakından izlemesi gereken gelişmeler.
Kısacası; dış gelişmeler kötü ama bu olumsuzluklar olmasa bile mali sıkılaştırma ihtiyacı ortada. Bir de savaş yayılır, olumsuz etkiler büyürse, vay halimize...
Merkez Bankası bu ortamda her zamankinden fazla kararlı ve bağımsız olmak zorunda...
Yazının Devamını Oku 
17 Temmuz 2006
MERKEZ Bankası’nın meşhur "enflasyondan sapma mektubu"nu okuduğumda, hayal kırıklığına uğradığımı açıkca söylemeliyim. Durmuş Yılmaz’ın önce ikircikli davransa da, daha sonra gerekli olan operasyonu yapmasına sevinmiş, Yılmaz’ın "yeniden piyasalarda güven sağlayabileceği" konusunda açıkcası umutlanmıştım ama ...
Bu arada Durmuş Yılmaz’ın Devlet Bakanı Ali Babacan’la birlikte Başbakan Tayyip Erdoğan’ın evine gidip, 1,5 saat başbaşa görüşme yapması, hiçbir açıklama yapmamasını biraz garip karşılasam da, yine de umutlu olmaya devam edilebileceğini düşünüyordum.
Ancak geçen hafta sonunda kamuoyuna açıklanan mektup, bu umutlarımın kırılmasına, "başbaşa görüşme" ziyaretini fazla iyimser yorumladığımı düşünmeme neden oldu.
Bankacılarla konuştuğumda, Cuma gecesi ve Cumartesi günü daha çok kendi içlerine dönük elime geçime yorumlarını okuduğumda, piyasanın da bu mektuptan hiç tatmin olmadığını, aksine "Merkez Bankası bağımsızlığı" şüphelerinin artmasına neden olduğunu gördüm.
Bir bankanın yorumu "Mektup enflasyondaki kriteri tutturamamak nedeniyle yazılan mektuptan çok, düzenli enflasyon raporuna benziyor" diye başlıyor.
Gerçekten de baktığınız zaman teknik bir dil ve enflasyonun neden tutmadığını gerekçelendiren bir metin olmuş. Üstüne üstlük bu yorum içinde özellikle siyasi iktidarın gelinen bu noktada yaptığı hatalar sanki bilerek gözardı edilmiş yok sayılmış. Neredeyse, mektupta "Aman Hükümeti suçlamayın, işte dış gelişmeler nedeniyle böyle oldu" denecek.
Mektubun direk Başbakan Tayyip Erdoğan’a değil de Devlet Bakanı Ali Babacan’a yazılmış olması da, bankacıların gözünden kaçmış değil. Zaten bir süredir Merkez Bankası bağımsızlığı konusunda büyük kaygı duyuyorlar, tutunabildikleri tek dal olan Merkez Bankası’nın da, bu çapanın da elden gittiğini düşünüyorlar, bu nedenle her bir işarete çok daha dikkatli bakıyorlar. İşte mektubun siyasi otoritenin başı olan Başbakana değil de Bakana hitaben yazılması bu konudaki endişeleri büyüten bir unsur oldu.
Mektubun altında Başkan Durmuş Yılmaz’ın yanısıra, Bakanın arkadaşı, Başkan yardımcısı Erdem Başçı’nın imzasının bulunması da anlaşılmış değil. Mevzuat olarak böyle bir şart var mıydı bilmiyorum ama garip bir görüntü ortaya çıkmış.
ARKADAŞ MEKTUBU
Ortaya çıkan görüntü, çok rahat "Bakan arkadaşlarıyla bir zorunluluğu, kendi içinde teknik bir sohbet mektubuyla geçiştirmeye çalışmış, Başbakanı da işin içine katmayarak işi geçiştirmiş" şeklinde yorumlanabilir. Bu arada insanın aklına "Acaba Başbakanın özel konutunda mektubun nasıl olacağına mı karar verildi?" sorusu da gelmiyor değil.
Kısacası; aynı zamanda Merkez Bankası’nın piyasalara güven vermesi için bir fırsat olan "enflasyondan sapma mektubu" şansı kaçırıldı. Aksine olumsuz bir görüntüye sebep oldu.
Bankacılar mektupta risk unsurları olarak küresel risk iştahı ve buna bağlı ortaya çıkan güven şoklarından sözedildiğini hatırlatarak, "siyasi risk unsurundan yine söz edilmiyor ve sanki böyle bir unsur yokmuş gibi görülüyor" dediler.
Mektubun amacının enflasyonun neden yüksek çıktığını açıklamak ve Hükümete enflasyon hedefinin tutturulması için gerekli önlemleri bildirmek olduğunu hatırlatan bankacılar, "Fakat mektupta Hükümet yönelik herhangi bir öneri ya da tavsiye bulunmuyor" dediler.
Banka raporlarında bu olumsuzlukların dışında mektubun dikkat çeken hususlarından biri de, "Merkez Bankası ilk defa 2007 enflasyonunun da hedefin üstünde çıkabileceğini dikkat çekiyor" şeklinde yer alıyor. Bununla birlikte 2007 yılında yeni sıkılaştırmalara gidilebileceğinden sözedilmesi de dikkat çekiyor.
Enflasyonun normalden yüksek olabileceği dönem olarak 1,5-2 yıllık bir dönemden sözedildiği hatırlatan bankacılar, daha önce 2007 yılında normalleşmenin başlayacağından sözedildiğini ama şimdi bu tahminden çark edildiğini söylüyorlar.
Merkez Bankası bu anlayışla güven veremez, veremezse de enflasyon hedefi filan kalmaz...
Yazının Devamını Oku 
15 Temmuz 2006
KAYSERİ’de yapılan AB Karma İstişare Komisyonu (KİK) toplantısında özel sektör temsilcileri daha çok vize sorunu gibi, uygulamadaki sorunlara yer verirken, AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi Büyükelçisi Hans Jörg Kretschmer ve AB Genel sekreteri Büyükelçi Oğuz Demiralp, müzakere sürecine ilişkin daha genel sorunlara değindiler. Kretschmer’in Eurobarometre’nin, Türkiye’de AB’ye verilen desteğin hızla düştüğü sonucunu gösteren anket sonuçlarına iyimser yaklaşımı, ilginçti. AB Türkiye Temsilcisi, bu tür anket sonuçlarının çok hızla değişebildiğini, günlük sorunlardan etkilendiğini belirterek, bu sonuçların ileride düzebileceğine inandığını söyledi.
Kretschmer, özellikle insan hakları konusunda ciddi sorunların devam ettiğini, ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne ilişkin son dönemde ortaya çıkan davaların dikkatle izlendiğinin altını çizdi. Kretschmer’in din özgürlüğü konusundaki "bu konuda en az gelişmenin son 4 yıl içinde kaydedildiği" sözleri, bizce çok dikkat çekici idi.
Yargının mutlaka politikadan ve diğer etkilerden bağımsız olması gerektiğini kaydeden AB temsilcisi, sivil toplum girişimlerine ise öncelik verdiklerini kaydetti. Kretschmer 70 milyon euro’nun bu iş için ayrıldığını ve proje beklediklerini söyledi.
ABGenel Sekreteri Büyükelçi Oğuz Demiralp de, müzakere sürecine ilişkin bilgi vererek, tam üyeliğin zaman alacak olmasının müzakere sürecinin uzun sürmesini gerektirmediğini, bunun rehavet gerektiren bir konu olmadığını kaydetti. Demiralp, tarihin, sürekli olarak, kaçırdığımız trenlerin ağır maliyetlerini, bize öğrettiğini kaydeden Demiralp, artık bu trenin kaçırılmaması gerektiğini söyledi. Demiralp’in, "müzakerece sürecinin, mehter takımı adımlarıyla yürütülebilecek bir süreç olmadığını" söylemesi de, bizce konuşmaların en çarpıcısı sözlerinden biriydi.
Toplantının açılışına TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu ile Devlet Bakanı Ali Babacan da katıldı. Babacan’ın sunumu yine çok iyimser bir tondaydı. Müzakere sürecinin çok iyi gittiğini, kaydeden Babacan, "Zaten en küçük bir sorun çıkarsa kamuoyunun haberi oluyor, o nedenle genelde sorunsuz bir süreç devam ediyor" şeklinde konuştu.
Babacan’ın sadece AB konusunda değil, ekonomi konularında da "fazla iyimser" bir hava vermesi, risklere hiç girmeyip, ortaya çıkan sorunların tümüyle basının suçuymuş gibi ortaya koyması, bizce artık "güvenilirlik" sorununu iyice büyüten bir hal almaya başladı.
KAYSERİ’NİN YEMEKLERİ VE YABANCILAR
Her yıl iki kez toplanan, sivil toplum ağırlıklı KİK toplantısının bu kez Kayseri’de yapılması özellikle yabancı katılımcılar için ilginç bir deneyim oldu. Eşbaşkan İsveçli Jan Olsson, bu toplantıların en çarpıcı yanlarından birini de, dayanamayıp, "Burada sürekli yemek yediriyorlar" sözleriyle dile getirdi.
Ollson bu sözleri, Perşembe gecesi Boydak ailesinin Heskablo’nun bahçesinde tüm katılımcılara verdiği "içkisiz yemek"te yaptığı konuşmada dile getirdi.
Yabancı konukların bir bölümünü aynı gün akşamüzeri TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, Bağevinde misafir etmiş ve Kayseri’ye göre hafif olduğu söylenen, ama bizler için bile epeyce ağır bir menüyle karşılaşmıştı. Yani Olsson, şaşırmakta haklıydı.
Buna karşılık Yunanlı katılımcılar, başta dolma, kaymak, bal, börek, pastırma olmak üzere, bazıları neredeyse aynı isimle anılan yiyeceklere daha aşinaydı ve diğer yabancılara kendi mutfaklarıyla Türk mutfağı arasındaki büyük benzerlikleri büyük bir şevkle anlattılar.
Kayseri’nin başarılı belediye başkanı Özhaseki de, hemşehrisi Hisarcıklıoğlu gibi, gelen konuklarla yakından ilgilendi. Özhaseki’nin, ekonomik olarak gelişen illerde gördüğümüz büyük eksiklik olan kültür hizmetlerine ağırlık vermesi, tarihi eserler konusunda yaptığı çalışmalar, bizce Kayseri’nin turistik geleceği için de büyük umut veriyor.
Özetle Kayseri AB’ye, AB yetkilileri de Kayseri’ye alışmış görünüyor. Umarız, hükümet de bu gerçeği görür de "mehter adımları"ndan vazgeçip, artık biraz hızlı hareket etmeye başlar.
Yazının Devamını Oku 
13 Temmuz 2006
TÜRKİYE’nin en önemli projelerinden biri olan Bakü-Ceyhan Boru Hattı bugün törenle faaliyete geçiyor. Bu proje tam bir "devlet projesi" olarak hayata geçirildi ve böyle yürüdü. Tüm hükümetler, cumhurbaşkanları proje için ellerinden geleni yaptılar. Çünkü bu proje Türkiye’nin geleceğini belirleyecek en önemli projelerden biri...
Başka bir anlatımla; çocuklarımızın, torunlarımızın, hem ekonomik hem de siyasi olarak sahip olacakları yaşam kalitesini doğrudan etkileyecek bir proje.
Üstelik bu proje, sadece bir başlangıç. Dünyadaki güçler dengesini etkileyen ön önemli unsurlardan biri enerji. Herşeyden önce enerji tüketen bir ülke olarak arz güvenliğine ihtiyacımız var; büyümek, gelişmek, işsizliği yenmek, çocuklarımızın refahını artırmak için düzenli ve mümkün olduğunca ucuz enerji temin etmeliyiz. Hem de, enerji kaynaklarına sahip olamasak bile, bu kaynakların dağıtımında söz sahibi olarak, yine ekonomik gelişmemizi artırmamız mümkün.
İşte bu kadar kritik bir alanda, dünyada oluşan dengeler Türkiye’yi ister istemez öne çıkarıyor. Şimdiye kadar "köprü ülke" diye coğrafi konumumuz belirtilirken, küreselleşip küçülen dünyada köprü işlevimizi enerji ile yerine getirmemiz mümkün. Aslında köprü demek de doğru değil çünkü köprü gibi sadece geçiş yapılan bir fonksiyonun ötesinde büyük bir etkinliğe ve belirleyiciliğe sahip olmamız mümkün.
İşte Bakü-Ceyhan Boru Hattı, Türkiye’nin stratejik konumunu artıran, enerji nedeniyle etkin bir bölge ülkesi olmasını sağlayabilecek projeler zincirinin sadece bir başlangıcı.
Dünyanın en karanlık, en kirli, en nemalı oyunlarından biri olan enerji oyununu, planlı ve akılcı oynadığımız takdirde sadece ekonomik geleceğimizi kurtarmakla kalmayacağımız, buna bağlı olarak siyasi özgürlüğe, yani gerçek bağımsızlığa kavuşulacağı da ortada.
Kısacası; enerji alanında klasik deyişle un var, şeker var iş helva yapmaya kalıyor.
Peki; bu helvayı yapacak ustalar var mı derseniz, işte o konuda iyimser olamıyoruz.
Enerji alanında tam bir yönetim sıkıntısı yaşanıyor. Bu sıkıntı tam olarak nereden kaynaklanıyor bilinemiyor ama hükümetin, Başbakanın sorumluluğu ortada.
Unutulmaması gerekiyor ki; eğer bu oyunu iyi oynarsak ülkenin geleceğini kurtaracağız, ama kötü oynarsak tam tersi ülkeyi bir felakete sürükleme tehlikesi bulunuyor. Çünkü bu kadar kritik bir konumda olan ülke, eğer oyunu iyi oynayamazsa doğal olarak yeni çatışmalar, ayrılıklar tehditiyle karşı karşıya kalır. Yani "Oynamıyorum" deyip, kurtulamaz...
YÖNETİM ZAAFI DERİNLEŞİYOR
Herşeyden önce Türkiye’nin bu oyunu kuralına göre oynaması gerekiyor. Nükleer enerjide İran’ın başına gelenler ortada. Bu nedenle uluslararası kurallara uymak, stratejiyi buna göre oluşturup, planları buna göre yapmak ve dengeli ama çok yönlü bir politika gütmek zorunda.
Bunun için de bizce Türkiye’nin, her alanda olduğu gibi, bu alanda da Batı camiası ile birlikte davranması gerekiyor. Batı’nın ihtiyaçları, Türkiye’nin stratejik konumunu güçlendirirken, bu durum aynı zamanda işbirliği zorunluluğunu de beraberinde getiriyor.
İlk yapılması gereken Türkiye’nin kendi piyasasını liberalize etmesi. AB’nin zoruyla stratejik plan yapıldı ama siyasi irade noksanlığı veya yanlışlığı nedeniyle bu plan uygulamaya konamıyor. Bunun için bir an önce net, ikirciksiz bir siyasi niyetin ortaya konması gerekiyor.
Devletçi kafayla iş yapılması artık mümkün değil. Bu kafayla gidilirse "Bakü-Ceyhan’ı becerip, 13 iline elektrik veremeyen bir ülke" olarak tarihe geçmemiz sürpriz olmaz.
Biliyor musunuz; Bakü-Ceyhan’ı yürüten Botaş’ın yönetim kurulu şu anda 3 kişiye indi, yani karar alamaz hale geldi. Zaten baştan beri hükümet, Botaş’ı yönetmeyi beceremedi.
Olan elektriğini sağlıklı biçimde dağıtamamak, Botaş’ı karar alamaz hale getirmek, koordinasyonu sağlayamamak, özelleştirmeye başlayamamak, kimin ne iş yapacağının belli olmadığı bir enerji sektörü yaratmak, enerjideki yönetim boşluğunun somut kanıtları...
Bu kafayla sizce Türkiye bu oyunu oynayabilir, işi kendi lehine çevirebilir mi?
Yazının Devamını Oku 