20 Eylül 2007
ABD Merkez Bankası FED’in aldığı yarım puanlık faiz indirim kararı, daha çok tartışılacak gibi gözüküyor. Karar bir yandan makro dengeleri baltalamak pahasına finansal piyasalarda kısa dönemli istikrar arayışına önem verildiğini gösterirken, öte yandan karardan hemen sonra başlayan yeni tartışmalarla, bu dalgalanmanın durmayacağının işaretini vermiş oldu. Kararla birlikte yayınlanan kısa notta indirimlerin süreceği açıkça söylenmese de, notun içeriği, "finans piyasalarındaki çalkantının büyümeyi tehdit etmeyi sürdürmesi durumunda indirimlere devam edilebileceği" izlenimi yarattı. Özetle; yapılan yorumlar makro dengelerde bozulma tehlikesine,enflasyonun yükselmesine pahasına FED’in siyasi bir karara imza atmış olduğu yönünde. Bununla birlikte kararın hemen ardından Ekim ayında da FED’in faiz indireceği tahminlerinin yapılmaya başlaması, bu işin durmayacağının da bir kanıtı.
Bununla birlikte ABD’deki faiz indirimine karşılık Çin’in faiz artırması. Avrupa ve Japonya merkez bankaların artırım eğiliminde olması, dünya ekonomisindeki dalgalanmanın bir süre daha devam edeceği, şu anda piyasalar rahatlatılmış gibi görünse de, önümüzdeki dönem yeni dalgalanmaların kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.
FED bu kararıyla yüksek risk alanlara prim vermiş oldu, resesyona izin vermeyeceğini gösterdi. Ama, ne olursa olsun, bankalar kredi vermek konusunda eskisi kadar pervasız davranamayacaklar ve tüm dünyada krediler verilirken çok daha titiz davranılacak.
Dünyadaki bu yeni eğilim ve olası dalgalanmalar, elbette diğer gelişmekte olan ülkeler gibi, Türkiye’yi de yakından etkileyecek. Yani dış kaynaklı büyümenin geçmiş döneme kıyasla daralması, bunun genel ekonomik büyüme oranlarını düşürmesi kaçınılmaz görülüyor.
Piyasalar şimdiden, büyümedeki yavaşlama ile varlık fiyatlarının, özellikle de borsa değerlemelerinin eskiye göre daha zayıf performans göstermesini bekliyorlar.
Buna karşılık AKP Hükümeti yeni dönemin işsizlikle mücadele, mikro reform dönemi olacağını, büyümenin yüksek tutulacağını söylüyor.
Bu ikisi birarada nasıl olacak, nasıl bir formül bulunacak, şimdilik belli değil. Ancak dışarısı ekonomik olarak dalgalanma içerisindeyken, yüksek büyümeyi devam ettirmek, hem de bunu enflasyonla mücadele ederken başarmak, bir hayli zor görünüyor.
REFORM İÇİN SİYASETTE ÇATIŞMA OLMAMALI
Bizce dışarıda ekonomi bu kadar dalgalıyken, yani dışardan tam tersi etki gelirken, içeride yüksek büyümeyi sağlamak için iklimin, ortamın çok uygun olması gerekiyor.
Halbuki seçim öncesinde "367 sorunu vardı, seçim vardı, bunu aştık" derken, neredeyse durup dururken devasa bir anayasa değişikliği sorunu yarattık.
Şimdiden siyasi çatışma başladı ve bu değişiklik sürecinin çok uzun süreceğini düşünürsek, çatışmanın daha da kızışacağını şimdiden söyleyebiliyoruz.
Dün rektörler toplanarak anayasa değişikliği çalışmalarına, yapılacak cumhurbaşkanını halkın seçmesi referandumundan sonra devam edilmesini istediler. Yanısıra, Avrupa mahkemelerinin aldığı karara dayandırarak, anayasa değişikliğiyle üniversitelerde türban izninin verilmesinin hukuka aykırı olacağını ifade ettiler.
Yine başka hukuk kurumlarından da, sert eleştiriler gelmeye başladı.
Dün bir basın toplantısı yapan Başbakan Tayyip Erdoğan’dan herkes yeni anayasa taslağını açıklamasını beklerken, Başbakan daha çok eleştirilere sert yanıtlar verip, uygulanan yöntemin doğru olduğunu savunmakla yetindi. Başbakan’ın rektörlere "herkes işine baksın" demesi, önümüzdeki dönemin tartışmalarının daha da sertleşeceğinin somut bir kanıtı idi.
Türbanın anayasa değişikliklerinde odak noktasına konmasını eleştiren Erdoğan, ne kadar karşı çıksa da, bu konu hep gündemde olacak ve yeni anayasanın uygulanan yöntemin de etkisiyle "AKP Anayasası" olarak adlandırılmasının önüne geçilemeyecek.
Bu arada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de benzer fikirlerde olduğu anlaşılıyor.
Böyle bir dış etki, böyle bir siyasi çatışma içinde ekonomiye ne olacak, göreceğiz...
Yazının Devamını Oku 
18 Eylül 2007
FARKINDA mısınız, 22 Temmuz seçimlerinden bu yana, neredeyse iki ay geçti...<br><br>Bunu şunun için söylüyorum ki; "biran önce seçimler bitse de, artık, özellikle ekonomide geciken kararlar alınmaya başlasa" diyorduk ama hiç de öyle olmadı. Seçim öncesinde ilk "100 günde ne yapılacaksa yapılır, sonrasında Hükümetler radikal kararlar almaktan kaçarlar" deniyordu. Biraz korktuğumuz başımıza geldi sayılır.
Bırakın radikal kararlar almayı, daha alınacak kararların fikri altyapısı bile hazırlanmış değil.
Kısacası; acil ekonomik kararların alınması gerekiyor ama henüz bu konuda Hükümetten çıt çıkmıyor. Belki şu anda iş işten geçmiş sayılmaz ama biraz daha geç kalınırsa, geri dönülmez noktalara gelinmiş olabilir.
Bizce, her şeyden önce ekonomi yönetiminde yeni bir koordinasyon sisteminin oluşturulup oluşturulmayacağı, oluşturulacaksa nasıl işleyeceği, kimin nelerden sorumlu olacağının biran önce kesinleşmesi gerekiyor. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), dolayısıyla Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in kamudaki idari yapının koordinasyonundan sorumlu olacağını, bu konuda bir genelge çıktığını biliyoruz. Ancak ekonomi yönetiminde nasıl bir koordinasyon kurulacağı henüz netleştirilmiş değil.
Bunun yanısıra acil alınması gereken kararların başında "IMF’le ilişkilerin ne olacağı" da geliyor. IMF Türkiye Masası geçen hafta geldi, Hazine’den sorumlu yeni Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ile tanıştılar. Ancak biran önce bu tanışma aşamasının ötesine geçilip, IMF’le ilişkilerin bundan sonra nasıl götürüleceğinin kararının verilmesi lazım.
Bu karar piyasalar için, önlerini görebilmeleri için önemli bir gösterge olacak.
Acil olarak yapılması gereken çalışmaların başında sanayi envanterinin oluşturulması ve zaman geçirmeden yeni bir sanayi stratejisi oluşturulması geliyor. Bu stratejinin oluşturulması lazım ki; teşvik sistemi sil baştan ele alınabilsin, Türkiye’nin hangi yörelerde hangi sektörleri destekleyeceği, nasıl bir teşvik sistemi oluşturulacağı ortaya çıksın.
Türkiye’nin yeni dönemde, belki de her zamankinden fazla, yabancı sermayeye ihtiyacı olacak ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yurda çekilebilmesi, hangi alanların özendirileceğini belirlemek için de bu stratejinin oluşturulması gerekiyor.
ANAYASA GÜNDEMİ KAPLAYACAK
Aynı şekilde özelleştirme konusunda da biran önce somut kararların alınması, hangi şirketin ne zaman özelleştirileceğinin biran önce belirlenmesi lazım. Herkes biliyor ki; geçen başarılı özelleştirme döneminde olduğu kadar iyi bir dış hava, artık olmayacak. Uluslar arası likiditenin, yani risk iştahının yavaş yavaş çekilmeye başlayacağı, bu durumun özelleştirmede satışları olumsuz etkileyeceği aşikar. O nedenle biran önce harekete geçmek gerekiyor.
"Ne yapılırsa ilk 100 günde yapılır" uyarısı, haklı bir uyarıdır ve geçmişte bu sözün doğruluğunu hep yaşadık. Şimdi bir düşünün; Anayasa değişikliklerine ilişkin taslak son aşamaya geldi ve bu hafta artış kamuoyunda tartışmaya açılacak. Önümüzdeki 3-4 ayın, hatta daha uzun bir sürenin gündemini ister istemez bu değişiklikler oluşturacak.Daha sonra yasama aşamasına geçildiğinde ise bizce gündem tümüyle bu değişikler olacaktır. İşte bu nedenle biran önce ekonomide ne yapılacağına karar verilip, uygulamaya geçmek gerekiyor.
Zaten 17 Ekim gibi zorlayıcı bir tarih var ve bu tarihe neredeyse bir ay kaldı. 17 Ekim’de 2008 yılı bütçe ve programının TBMM’ye sunulması gerekiyor. IMF’le ne yapılacağına karar verilecek ki, IMF’in hangi ölçüde işin içinde olacağı, onay alınıp alınmayacağı ortaya çıksın. Yine bütçe ve program için ekonomide önceliklerin belli olması, örneğin sosyal güvenlik reformunun ne zaman ve nasıl yapılacağının detaylarıyla birlikte netleşmesi gerek.
Türkiye’nin gündeminde ekonominin ağırlığını sağlamak, gözlerin buraya çevrilip, çabaların burada yoğunlaşmasını sağlamak zor olacak. Zaten uluslararası piyasadan büyük bir tehlike geldiğini herkes kabul ediyor ve bu döneme her zamankinden güçlü girmek ihtiyacı açık.
Yani ekonomide yapılacak iş çok, acil kararlar gerekiyor ama geç kalınıyor.
Yazının Devamını Oku 
16 Eylül 2007
GÜN geçtikçe, Merkez Bankası’nın geçtiğimiz hafta, nasıl olup da faiz indirimine başladığını anlamakta güçlük çekiyorum. Piyasada, "Bari FED’i görseler de karar verselerdi" diye, bıyık altı gülümsemeyle birlikte yapılan yorumların giderek arttığını söylemeliyiz. Bunun da ötesinde, önümüzdeki dönem enflasyon artışını beraberinde getirecek gelişmelerin, yani zamların gelmeye başlaması da kaçınılmaz. Merkez Bankası yönetimi gelecek bu zamları da hesaba katsa iyi olacaktı...
Önümüzdeki dönemin enflasyonu etkileyecek en önemli unsurlardan birinin, yaklaşık 1,5 yıldır yapılmayan elektrik zamları olacağını kesinlikle söyleyebiliyoruz. Öğrendiğimiz kadarıyla en geç bu ayın sonunda elektriğe zam yapılmak zorunda kalınacak. Hem de bu zamların öyle küçük oranlarda kalmasını, kimse beklemesin.
Dolayısıyla elektrik fiyatlarının enflasyonun düşüşüne sağladığı katkı artık sona eriyor. Bu da önümüzdeki dönem enflasyona yeni artış yönünde katkılar geleceğinin bir kanıtı.
YERLİYE DÖNÜŞ POLİTİKASI
Enerji Bakanlığı saptamalarına göre; enerji fiyatları enflasyon oranları kadar artmış olsaydı, bugün sanayi elektriğinin kilovat saat fiyatı 11.9 kuruş yerine 17.3 kuruş olacaktı. Aynı şekilde konut fiyatları da 12.8 kuruş iken, 18.5 kuruşa çıkacaktı. Cent olarak sanayi fiyatları kilovat saat başına 9.19 cent yerine 13.32 cent, konut fiyatları da 9.83 cent yerine 14.2 cente çıkmış olacaktı.
Gördüğünüz gibi; yaklaşık 1,5 yıldır yapılmayan elektrik zamlarının, enerji fiyatlarının olması gerekenin çok altında kalmasına, dolayısıyla da bu oranda enflasyonla mücadeleye katkı yaptığı da ortada. Enerji Bakanlığı bizce yanlış bir karar alarak, şimdiye kadar bu elektrik zamlarını hayata geçirmekte çok gecikti. Bakanlık bunun adını "yerli kaynağa dönüş politikası" koydu ve kurumlar arası hesap kaydırmalarıyla, bu zammı biriktirdi.
Öyle ya da böyle, şimdi zam aşamasına gelindi. Kimsenin artık "elektrik fiyatları yüksek" diye yakınmadığını görüyoruz. Çünkü Eurosat verilerine göre Avrupa ülkeleri arasında Bulgaristan, Letonya, Yunanistan ve Litvanya’nın ardından en ucuz konut elektriği Türkiye’de. Portekiz, Avusturya, Belçika, İrlanda, İsveç bizim iki katımız fiyata kullanırken, Almanya, İtalya, Hollanda daha da yüksek fiyata elektrik satın almak zorunda kalıyor. Danimarka’nın kullandığı konut elektriği fiyatı bizimkinin neredeyse üç katına erişiyor.
Yani artık kimsenin yapılacak elektrik zammına itirazı da kalmadı
YÜKSEK ELEKTRİK TÜKETENE ZAMLI FİYAT
Enerji KİT’lerinin ortak hazırladığı plana göre elektriğe zam yapılırken, kademeli fiyat sistemine geçilecek. Yani fazla elektrik tüketen zamlı fiyat ödeyecek, dolayısıyla yüksek gelir grubunun kullandığı elektrik daha pahalı olacak.
Hazırlanan tabloya göre aylık tüketimi 250 kilovatsaatin üzerinde olan konut abonesi elektriği yüzde 50’ya varan oranda zamlı kullanmak zorunda kalacak. Sanayi kesiminin kullandığı elektriğe yapılacak zam ise konut abonelerine yapılacak zammın altında tutulacak.
Enerji Bakanlığı yetkilileri yeni geçilecek sistemle AB mevzuatına uyumun da gözetilmiş olacağını söylüyorlar.
Aslında bu kademeli fiyat uygulaması yeni uygulanan bir sistem değil. 2001 yılında da aylık tüketimi 150 kilovat saatin üzerinde olan konut sahipleri elektriği yüzde 50 zamlı kullanıyordu. Yeni geçilecek sistemin aynı zamanda toplam elektrik tüketimini de azaltması, daha doğrusu elektrik tasarrufuna insanları özendirmesi bekleniyor.
GECİKMİŞ KARAR
Bizce elektrik zammı zaten gecikmiş bir karar olacak. Fazla tüketene daha yüksek fiyat uygulanması ise bizce hem tasarruf açısından katkı sağlayacaktır hem de yapılacak zammın oranı ve yaratacağı tepkiyi yumuşatacaktır. Bu nedenle akıllı bir yöntem gibi gözüküyor.
Tabi yapılacak zammın oranı da çok önemli. Birikmiş zam gereğinin bir seferde düzeltilmesi istenirse yüksek oranlı zam kaçınılmaz. Zamana yaymak ise toplam oranı yükseltecek.
Bu kararların hepsi, faiz indirimine başlayan Merkez Bankası yönetimini de ilgilendiriyor.
Yazının Devamını Oku 
15 Eylül 2007
MERKEZ Bankası yönetimleri, her zaman piyasaların beklediği doğrultuda davranmak zorunda değildir. Çünkü Merkez Bankası yönetimleri, ellerindeki veri seti nedeniyle, enflasyon gelişmelerini piyasalardan çok daha sağlıklı tahmin edebilirler. Yanısıra merkez bankalarının piyasa oyuncularından daha nitelikli teknisyenlere sahip olduğu da varsayılır. Bunun da ötesinde, Merkez Bankaları bazen belirli bir strateji doğrultusunda piyasalara "şok vermek" için ya da planladıkları davranışları test etmek için, piyasaların beklentilerinin tersine davranabilir, ters kararlar alabilirler...
Bütün bunlar çok doğaldır ve çağdaş merkez bankalarının bunu yapmaları da beklenir.
Ancak bu davranış tarzının desteklenmesinin altında yatan unsurun, "tümüyle Merkez Bankası’nın teknik tutumu, becerisi" olduğunu hatırlatalım. Yani bir Merkez Bankası yönetimi teknik olarak bu düşünceye sahipse, bu kararla amacı Merkez bankalarının asıl hedefi olan fiyat istikrarını sağlamak ise, gerçekten bağımsız olarak böyle bir kararı alıyorsa, piyasalara ters düşecek kararlarını da desteklemek gerekir. Daha doğrusu aldığı kararın piyasaya uygun ya da piyasaya ters olduğuna bakılmamalıdır...
Şimdi gelelim, Merkez Bankası’mızın önceki gün aldığı çeyrek puanlık faiz indirim kararına..
Her şeyden önce daha bir hafta öncesinde "erken faiz indiriminin ne kadar sakıncalı olabileceğine" değinmişken, Başkan Durmuş Yılmaz’ın böyle bir karar alması herkes için sürpriz oldu. Özellikle dış dünyadaki gelişmelerin netleşmemesi, piyasalarda, faiz indirimlerine daha sonra başlanacağı beklentisini artırmıştı. Zaten Merkez Bankası yönetimi, defalarca, indirimlerin yılın son çeyreğinde başlayabileceğini de söylemişti.
Peki, şimdi ne oldu da Merkez Bankası sürpriz kararla faiz indirimlerine başlama kararı aldı. "Faiz indirimlerine başlama" diyoruz, çünkü aldığı bu kararla Merkez Bankası önümüzdeki dönemde faiz indirimlerine, oranı daha yükselterek devam edeceği mesajı vermiş oldu. Daha önce piyasalarda yıl sonuna kadar yapılacak indirimlerin toplam 1 puanı bulacağı beklentisi varken, şimdi bu kararın ardından toplam indirim oranı beklentisi de yükselmeye başladı.
HÜKÜMET BASKISI ŞAİBE GETİRİYOR
Merkez Bankası’nın açıklamasından ve yetkililerin belirttiklerinden anladığımız kadarıyla Para Politikası Kurulu faiz indirim kararını, "iç talepte beklenen yeniden artışın olmamasına" dayandırıyor. Yani büyüme rakamlarında iç talebin durgunluğunu koruduğunun ortaya çıkması, Merkez Bankası’nın faiz indirim kararını öne çekmiş gözüküyor.
Biz, bunun faiz indirimlerine başlamak için tek başına yeterli olacağını sanmıyoruz. Ancak, söylediğimiz gibi başka güçlü argümanlar varsa, Merkez Bankası piyasaların beklentisinin tersine, faiz indirimlerine daha erken de başlayabilir. Böyleyse; aldığı karar doğrudur.
Ancak bu kararla birlikte soru işaretlerinin arttığını, tam da yeniden güven kazanmaya başlamışken, Merkez Bankası yönetiminin yeniden kredibilite sorunuyla karşı karşıya kalabileceğini de söylememiz gerekiyor.
Kredibilite "Merkez Bankası’nın bağımsız davranıp davranmadığına" doğrudan bağlı...
Özetle; faiz indirim kararının nasıl alındığı, kimin temkinli olmaya devam ederken, kimin artık indirimlere başlanması gerektiğini söylediği çok önemli. Yani ittifakla alınmış bir karar mıdır, yoksa, örneğin Başkan Durmuş Yılmaz, Hükümete yakın olduğu bilinen kişiler tarafından kuşatılmış ve Hükümete destek için böyle bir indirim kararına kerhen imza atmış olabilir mi? Birileri, AKP’nin seçim zaferini faiz indirimi ile biran önce taçlandırmak amacı gütmüş olabilir mi? Ya da birileri, Merkez Bankalarının görevi olmadığı halde, "büyümeye yeniden ivme kazandırmak" adına, fiyat istikrarı kaygısını geri plana itmiş olabilir mi?
Açık söylemek gerekirse; daha önce temkinli tutumunu sürdürürken, Hükümetin Merkez Bankası üzerinde "faiz indirim baskısını" başlatmasının hemen ertesinde böyle bir karar alınmış olması, soruların artmasına, hatta karar üzerine şaibe düşmesine neden oluyor.
Umarız Merkez Bankası ne yaptığını biliyordur da bunun maliyetini daha sonra ödemeyiz.
Yazının Devamını Oku 
13 Eylül 2007
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın geçen hafta yaptığı konuşma hálá tartışılıyor. Tartışılıyor ama özellikle Hükümet ve AKP kanadı ile "Hükümete yalakalık yarışı"na girenlere bakıyorum da Yalçındağ’ın söylediklerini eleştirdiklerine pek şahit olmadım. Hükümete yakın medyada "Artık kimse Hükümete eleştiri getirmesin" tavrıyla, TÜSİAD üzerinden püskürtme yayınları yapılıyor. Tüm yayınları ve yazarları, açıkca söylemeden, aslında TÜSİAD’ın hükümeti eleştirmiş olmasına kızıyorlar ve bundan sonra gelecek eleştirileri baştan kesmeye dönük "yıldırma politikası" uygulamaya çalışıyorlar.
Bakanlık için yapmadığı şey kalmayan, TÜSİAD’cılar dahil işadamlarından "kendisinin bakan yapılması için baskı yapın" ricasında bulunan, bakan yapılmayıp parti yönetimine alınan bazı AKP’liler de "Hükümeti sadece TBMM’nin denetleyebileceğini" söyleyerek, aslında bu demokrasi dışı anlayışa zemin hazırlayıp, kendi medyalarına malzeme veriyor.
Merkez medya denilebilecek organlar da, nedense(!) giderek sayıları çoğalmaya başlayan ve kendilerine "aydın" diyerek, "bu çağda dine dayalı siyaseti olumlar noktaya gelen" bazı yazarların ise eleştirilerin içeriğine bakmadan, klasik "Anadolu sermayesi-büyük sermaye çelişkisi" üzerine yazılar döktürdüklerini görüyoruz. Olanların içyüzünü bilmeden, AKP ile büyük sermaye ilişkisine teorik bakarak, sözde kalan sınıfsal tahlillere giriyorlar. Hem de bir yandan sınıfsal tahlil yapmaya çalışıp, öte yandan dine dayalı siyaseti olumlayarak....
Bu arada Başbakan "haksızlıklar karşısında entelektüellerin, sanatçıların sesleri yaşadığımız çağda yeterince yükselmiyor" şeklinde konuşmalar yapıyor...
Büyük sermaye-Anadolu sermayesi çelişkisi, nasıl bir seyir izlediği, o kulübe girmek için her yolu deneyip de, şimdi Hükümet kızacak diye Başkanlarının söylediklerini inkar etmeye kalkan işadamlarının bu süreçteki iş trendlerine de bakarak, mutlaka tartışılmalı.
Ancak önce TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın söylediklerine bakmak gerekmez mi?
Yalçındağ, AKP’nin merkez sağ parti olma hedefiyle yarattığı beklentiyi karşılaması gerektiğini söylemiş. Bu söylem Başbakan’ın kendisine ait değil mi? Başbakan "elimde liste partilere gidip uzlaşma arayacağım, Cumhurbaşkanını bu şekilde seçeceğiz" demedi mi? Sonra bu sözünü yerine getirmeyip, yeniden siyasi gerginliği hortlatmadı mı? Merkez parti olmanın gereği toplumsal kesimler arasında çatışmayı önleyip, uzlaşma sağlamak değil mi?
ELEŞTİRİYE HİÇ TAHAMMÜL YOK
Yalçındağ, Anayasa’nın aceleye getirilmemesi gerektiğini, cumhuriyet kazanımlarını ve temel değerlerini eksiksiz olarak yansıtması gerektiğini, geçmişle hesaplaşma kaygısı taşımaması gerektiğini, hazırlanma sürecinin son derece şeffaf olması gerektiğini söylemiş. Ankara’da AKP’liler dahil herkes biliyor ki; bazı hocalar bilerek ya da bilmeden kullanılarak, bürokrasi tarafından Anayasa taslağı hazırlandı ve partiye gönderildi. Sürecin şeffaf işlemediği kesin ve geçmişle hesaplaşma maddeleri parça parça ortaya çıkarılıp, kendilerine göre bir zamanlama yapıyorlar. Bunları yapmamış olsalar bile, Yalçındağ’ın söyledikleri ilke olarak yanlış mı?
Yalçındağ, Hükümet programının parti programının bile gerisinde olduğunu, somut maddeler yer almadığını söylemiş. Bunu herkes görmüyor mu?
Yalçındağ, ideolojk temelli kadro seçiminin yaratacağı verimlilik kaybını bu ülkenin taşıyamayacağını, kadrolaşmadaki dolambaçlı yolların rahatsız ettiğini, atamaların liyakata, beceri ve yeteneğe göre yapılması gerektiğini söylemiş. Devlet kadrolarının bu esaslara göre düzenlenmesi, atamalarda buna göre davranılması, yanlış mı acaba?
Ankara’da ekonomi yönetimi dahil devlet kadrolarında nasıl bir kriter uygulandığını, atanan kişileri aileleri dahil bilseler, herkesin kadrolaşma konusunda dudağı uçuklar...
Özetle; TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ’ın söylediklerinin tümü bence de doğrudur ve tam zamanında yapılmış bir uyarı bütünüdür. Anayasa değişiklikleri bu şekilde tamamlanır, eleştiriler bile susturulmaya çalışılırsa, bu işin sonunun kötü olma ihtimali yüksek. Ertuğrul Özkök’ün deyimiyle herkes biat etmeye zorlanıyor... Böyle demokrasi olur mu?
Yazının Devamını Oku 
11 Eylül 2007
DÜN açıklanan ikinci çeyrek büyüme rakamları, son 4,5 yılın güçlü büyüme döneminin artık geride kalmaya başladığının somut bir işareti sayılabilir. İhracatın büyümeye katkısının yavaş yavaş azalmaya başladığı gözlenirken, özel tüketim harcamaları da 2002’den bu yana ilk kez eksiye geçti. İkinci çeyrekte yaşanan büyümede en büyük payı ise seçim harcamaları yani devletin yatırım harcamaları aldı.
Kısacası; seçim ekonomisi bu yılın ikinci çeyreğini de yine, oranı küçülmekle birlikte, büyüyerek geçirmemizi sağladı. Ancak aynı zamanda bu büyüme yapısı, önümüzdeki dönemde küresel ekonomideki değişimle birleştiğinde, büyümenin eskisi kadar güçlü olamayacağının da bir kanıtı gibiydi.
Türkiye ekonomisi hem Gayrisafi Milli Hasıla, (GSMH) hem de Gayrisafi Yurtiçi Hasıla bazında, 2007’ninin ikinci çeyreğinde yüzde 3.9 oranında büyüdü. Bu büyüme oranları genellikle piyasaların beklediği oranlara yakın olarak gerçekleşti.
Tüketim harcamaları büyümesi birinci çeyrekte, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 2 artmışken, ikinci çeyrekte eksiye geçti ve yüzde 0.3 olarak gerçekleşti. Böylece özel tüketim harcamaları 2002’nin ilk çeyreğinden beri ilk defa daralmış oldu. Bu daralmada en önemli etki ise adı geçen dönemde yüzde 9 küçülen dayanıklı tüketim mallarının oldu.
Tüketim harcamalarının aksine yatırım harcamalarında ise önemli artışlar kaydedildi. Yılın ilk çeyreğinde yüzde 3 büyüyen yani büyüme oranı küçülen yatırım harcamaları ikinci çeyrekte yeniden alevlenerek, yüzde 10 büyüdü.
Yatırımlarda doping etkisi yapan unsur ise kuşkusuz seçimdi. Kamu sektörünün yatırımları bu dönemde yüzde 34 gibi rekor oranda bir artış yaşadı. Seçimler öncesinde hızlandırılan yol yatırımlarının (bina dışı inşaat), yüzde 47 oranında büyümesi, bu kalemin artmasında en etkili unsur oldu. Özel sektör yatırımlarında ise, inşaat yatırımlarındaki büyüme ilk çeyrekteki yüzde 18’den yüzde 12’ye geriledi, buna karşılık makine ve teçhizat yatırımları artmaya başladı. Mal ve hizmet ithalat büyümesi de yılın ikinci çeyreğinde, yatırımlardaki büyümeye paralel olarak arttı.
YÜZDE 5 BÜYÜME BEKLENTİSİ KORUNUYOR
Özet olarak dış talebin büyümeye katkısı ilk çeyrekte yüzde 4.3 iken, yüzde 0.9’a düştü, iç talebin katkısı ise yatırımların etkisiyle yüzde 2.6’dan yüzde 3’e çıktı.
İkinci çeyrek büyümesinde yaşanan bu gelişmeler, aslında önümüzdeki yıldan itibaren büyümenin eskisi kadar kolay olamayacağının somut bir işareti. Buna karşılık piyasa oyuncuları bu yıla ilişkin olarak daha önce tahmin ettikleri yüzde 5 ile 5,5 arasındaki büyüme rakamlarını revize etme, yani düşürme ihtiyacı duymadılar.
Büyüme tahminlerinin revize edilmemesinin ardındaki gerekçe, "geçtiğimiz yılın ikinci yarısında ekonomik aktivitede iç talep kaynaklı yavaşlamanın yarattığı zayıf baz dönemi etkisi" olarak özetleniyor. Yani büyüme oranlarında bu yılın ikinci yarısında yeniden bir canlanma olabileceği ve geçtiğimiz yılın aynı dönemi zayıf kaldığı için, bu yılki büyümenin yüzde 5 civarında olabileceği söyleniyor.
Dün açıklanan Ağustos ayı CNBC-e Tüketim Endeksi’nde yıllık yüzde 8.4 artış olması, Temmuz-Ağustos aylarının ortalamasında yıllık yüzde 10.3’lük artış kaydedilmesi, piyasa analistleri tarafından "üçüncü çeyrekte özel tüketim harcamalarında sınırlı bir canlanma olabileceğinin işareti" olarak algılanıyor.
Bu yıla ilişkin yüzde 5 hedefi tutturulsa bile, bizce önümüzdeki yıldan itibaren bu oranlara ulaşmak bile zor olacak. İşte bu nedenle de ekonomi politikalarında ciddi değişiklikler yapma ihtiyacı olacak. Bizce küçülmeye başlayacak dünya ekonomisi, yeni yıldan itibaren, hálá enflasyonla mücadele eden Türkiye ekonomisinin büyümesini çok zorlayacak.
İşte bu nedenle, Türkiye’nin yüksek oranlı büyümesini devam ettirebilmesi için bütün hedef doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını çekmek olmalı.
Yazının Devamını Oku 
8 Eylül 2007
MERKEZ Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, önceki gün Erzurum’da yaptığı konuşmada, son dönemde ekonomik birimlerin hedef enflasyonu dikkate alma eğiliminin azaldığını belirterek, "Vaktinden önce Merkez Bankası politika faizlerini değiştirirse, kamu ve özel sektör daha fazla faiz ödemek zorunda kalabilir. Şartlar oluşmadan yapılacak bir faiz değişikliği ters tepebilir" demiş. Başkan Yılmaz, bu ayki Para Politikası Kurulu Toplantısında faiz indirimi yapmayacaklarının altını daha da çizerek, ölçülü faiz indirim sürecinin son çeyrekte başlayabileceğini, bunun bilgi akışına ve görünüme bağlı olduğunu da kaydetmiş.
Bu sözler bağımsız Merkez Bankası’nın Başkanına ait.
Yani başta ihracatçılar olmak üzere işalemi ne kadar bağırsa da, Hükümet ne kadar "biran önce faiz indirimi başlasın" dese de, bankacılar ne kadar menfaatleri adına Merkez Bankası’nı zorlamaya kalkışsa da, bunu yapacak olan Kurumun Başkanı, "uygun olduğunda bu işi düşünürüz, şimdi uygun değil" diyor.
"İş ve aş bulmanın yegane yolu fiyat istikrarını sağlamaktan geçiyor" diyen Yılmaz, fiyat istikrarında daha alacağımız bir hayli yol bulunduğunu da sözlerine eklemiş.
Erzurum’da, yani "faiz insin" diyen Anadolu sermayesinin odağında bu sözleri söyleyerek, işadamlarına bir tür ders veren Durmuş Yılmaz, aynı toplantıda çok ince bir dille Hükümete de bağımsızlık dersi vermiş.
OPERASYONEL BAĞIMSIZLIK YETMEZ
Daha önce de bu sütunlarda Hükümet programında yazan "Merkez Bankası’nın operasyonel bağımsızlığı" konusunu işlemiş, bunun nasıl yanlış bir söylem olduğunu, ancak Merkez Bankası bağımsızlığını içine sindiremeyenlerin kullanacağı bir dil olduğunu söylemiştik.
İşte Erzurum’daki toplantıda bu konuda gelen bir soru üzerine Merkez Bankası Durmuş Yılmaz’ın söyledikleri aynen şöyle:
"’Merkez Bankasının operasyonel bağımsızlığı var. Ayrıca Merkez Bankasının idari ve bütçe bağımsızlığı var. Ama ekonomi politikalarının uygulanması açısından en ön plana çıkan operasyonel bağımsızlıktır. Yani hükümetle, Merkez Bankası bir araya geliyor. Diyor ki Türkiye için biz dalgalı kur rejimini seçtik. Bu hükümetle, Merkez Bankasının birlikte karar aldığı ve elini taşın altına koyduğu bir kur rejimidir. Bu karar alındıktan sonra kur rejiminin uygulaması yalnız ve yalnız Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının görev ve sorumluluğudur. Merkez Bankası burada istediği şekilde davranmakta serbesttir. Diğer yandan hükümetle Merkez Bankası bir araya geliyor diyorlar ki 2006 yılında biz bütçe büyüklüklerini şöyle şöyle görüyoruz. Hükümetle, Merkez Bankası enflasyon rakamını belirledikten sonra Merkez Bankasının yapacağı çalışmalar serbesttir. Operasyonel bağımsızlık budur. Merkez Bankası faizleri hangi tarihte hangi oranda yapacak? Sık mı artıracak? Bunlar Merkez Bankasının operasyonel bağımsızlığıdır"
Yani demek istiyor ki; Hükümet ne kadar operasyonel bağımsızlık deyip bağımsızlığımızı sınırlamaya kalkışsa da, operasyonel bağımsızlık işin görünen kısmıdır. Ama Merkez Bankaları sadece operasyonel bağımsızlığa değil aynı zamanda idari ve bütçe bağımsızlığına da sahiptir. Bu unsurlar bir bütündür ve bir kurumun bağımsızlığı için şarttır.
Bizce Başkan Durmuş Yılmaz Hükümet programına bağımsızlığı operasyonel olarak nitelemeyi seçen siyasi otoriteye çok iyi bir bağımsızlık dersi vermiş.
Merkez Bankasının siyasi otoriteden ne kadar bağımsız olduğuna da değinen Yılmaz, ’’Merkez Bankasının bağımsızlığını objektif koşullar alır. Objektif koşullar yasayla olur. Bağımsızlığın güvence altına alınmasıyla olur. Bu yetmiyor. Uygulamada ortaya çıkacak durumla pekiştirilip geliştirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla siyasi otoriteden biz ne kadar bağımsısız sorusuna, bizim uygulamalarımıza bakın derim."
Bağımsız Merkez Bankası Başkanı kibar bir dille, daha ne diyebilir?
Yazının Devamını Oku 
6 Eylül 2007
DÜN TBMM’den güvenoyu alan 60. Hükümet olan AKP Hükümetinin programında "şeffaflık"a özel vurgular vardı. Geçmiş AKP Hükümetinde yani 59. Hükümet sırasında bu ilkeye önem verilmediğini biliyoruz ve uygulamalarda sık sık savsaklama örneklerini gördük. Buna rağmen yeni Hükümetin hem siyasette hem de ekonomide bu ilkeye önem vermesi, programa yazmasının ötesinde uygulaması, büyük önem taşıyor.
Çünkü yeni dönemde uluslar arası ekonomik koşullar geçmiş dönemdeki kadar uygun olmayacak ve büyüme sağlayabilmek için Türkiye’nin yabancı sermayeye mutlaka ihtiyacı olacak. Yabancı sermayenin bir ülkeye kalıcı olarak gelebilmesi için ise, o ülkedeki kuralların herkese eşit uygulanması, yaygın kayıtdışı ile rekabetin önüne engel konulmaması ve ekonomik koşulların öngörülebilir olması lazım.
Bütün bunların olabilmesi için ise, şeffaflık ilkesinin, hem ekonomide hem siyasette mutlaka uygulanması gerekiyor. Ama sadece yazılması yetmez, uygulanması gerekir.
Çünkü şeffaflık siyasette özgür bir ortamın, ekonomide ise piyasa ekonomisinin olmazsa olmaz kuralıdır. Eğer AKP hükümeti gerçekten bireyi odağa koyacaksa, vatandaşı devlete karşı koruyacaksa, bunun yolu şeffaf olmaktan, herkesin mümkün olduğunca fazla bilgiye, eşit zamanda eşit koşullarda erişimini sağlamaktan geçer.
Aynı şekilde hangi kesimden ne kadar alındığı, hangi kesime ne verildiği, vatandaşların devletin uygulamalarından nasıl etkilendiği açıkca ortaya çıkmak zorundadır. Değerlendirme de ancak bu bilgilerle olur.
Aynı şekilde ekonomide piyasa ekonomisinin sağlıklı işleyebilmesi, rekabetin oluşması için de, aynı şekilde bilgiye erişim kritik önem taşımaktadır. Bunun yolu da devletin şeffaf olmasından, kamu kurumlarının şeffaf davranmasından geçmektedir.
Yıllardır şeffaflık sözü verilir ama uygulamalarda bu sözler yerine getirilmez.
Bir Hükümete "şeffaf değilsin" deyip örnekler sunduğunda, karşılığında size açıkladığı resmi verileri gösterip "hayır bak şeffafım" diyebilmektedir. Bunun da ötesinde bürokratlar işlerini kapalı kapılar ardından sürdürmekten hoşlanmakta, fazla bilginin kendi yönetim becerilerini daha iyi ortaya çıkarıp, performanslarının sorgulanmasına neden olacağını bilmekte o nedenle de mümkün olduğunca bilgi saklama yolunu seçmektedirler. Geçmiş yıllarda özellikle ekonomi yönetiminde bu eğilime sıkça şahit olduk. İşte bu nedenle şeffaflıkta samimiyet daha doğrusu politikacı ve bürokratın şeffaflığı içine sindirmeleri gerekir.
"KAYNAK DAĞITIMI GİZLİ KAPILAR ARDINDA"
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) İstikrar Enstitüsü Mali Saydamlık İzleme Raporu 2006 yılı sonuçlarını açıklandı ve kamu sektörünün kaynak kullanımı ile ilgili bilgileri kamuoyu ile paylaşmadaki performansının düştüğü ve bu konuda 2006 yılında bir geriye gidişin yaşandığı ortaya çıktı.
Ankara Üniversitesi SBF öğretim görevlileri Ferhat Emil ve Hakan Yılmaz tarafından hazırlanan rapora göre "kaynak dağıtımının gizli kapılar ardında yapıldığı" ortaya çıkıyor ve Türkiye kamu sektörünün 2005 yılı itibariyle yapılan uluslararası karşılaştırmalardaki "olumsuz" görünümünden 2006 yılında da kurtulamayacağı anlaşılıyor.
Mali saydamlığın genel endeks değerine katkı yapan ana ilkeler açısından bakıldığında "mali istatistiklerin raporlanmasında kurumsal bağımsızlık ve güvenilirlik" 34,4 ile en düşük değerine indi. Onu 39,4 ile "bütçenin uygulanma ve kontrol sürecinde açıklık", 40,1 ile "bütçenin hazırlanma ve onaylanma sürecinde açıklık", 41,6 ile "kesin hesapların parlamento tarafından onaylanması ile mali sonuçların dış denetiminde ve değerlendirilmesi sürecinde açıklık" ve 42,2 ile "kamuoyuna bilgi sunma ve raporlama düzeyi" izledi. Mali saydamlık endeksinin daha da aşağıya düşmesini engelleyen ana ilke ise 50,0 ile "kamu sektöründe rol ve sorumlulukların açık olması" ilkesi oldu.
Özetle, AKP Hükümeti her ne kadar Programında şeffaflık üzerine sıkça vurgu yapsa da, geçmiş uygulamaları ile şeffaflık konusunda sınıfta kalmış durumda. Düşünün ki; henüz Temmuz ayı bütçe rakamları bile kamuoyuna açıklanmadı. Hükümet samimi olmak zorunda...
Yazının Devamını Oku 