Erdal Sağlam

Artık Mali Kural’ı unutup sonucuna bakacağız

9 Eylül 2010
MALİ Kural’la ilgili tartışmalar gün geçtikçe iyice netleşiyor. Mali Kural’ın ertelenmesinin Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kararı olduğu kesinleşirken, 2011 bütçesi için piyasalarda hala var olan, “Acaba Ekim’de TBMM açıldığında yine gündeme gelir mi?” umudu da, Başbakan’ın açıklamalarıyla artık kesin olarak yok oldu. Özetle; mali kuralsızlığın bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kararı olduğu kendi ağzından kesinleşirken, doğal olarak mali kuralsızlığın çıkaracağı faturanın muhatapı da belli oldu. Dün IMF’den, açıklanacak olan kapsamlı değerlendirme raporundan önce yapılan duyuruda, “Türkiye’nin Mali Kural ile ilgili fırsat penceresini kaçırdığı” yorumu yapıldı. Bununla birlikte Mali Kural’ın gecikmesi halinde Hükümetin mali disipline bağlılığına yönelik güvenin azalacağı ifade edildi.
Raporun yayımlanmasıyla IMF’nin Türkiye ekonomisine, Mali Kural’a ve ertelenmesine nasıl baktığını daha detay biçimde öğreneceğiz. Bununla birlikte kaçırılan fırsat penceresi ne olabilir diye baktığınızda ise bunun adına “kalıcı mali istikrar” veya “yeniden büyümeyi sağlayacak, krizden çıkışta Türkiye’yi şanslı konuma getirecek mali istikrar” diyebiliriz, belki de...
Rapor içeriğine ilişkin yapılan açıklamada döviz rezervlerinin artırılması için günlük döviz alımlarının devam ettirilmesi gerektiği belirtilirken, ithalata olan bağlılığı azaltmak için kararlı yapısal reformlar gerektiği de kaydedildi.
Özetle, 4. madde konsültasyonu sonuç raporunda IMF’nin, şimdiye kadar Türkiye ekonomisinde elde edilen kazanımların yanı sıra, önümüzdeki döneme ilişkin risklere de daha detaylı biçimde girmesi bekleniyor. Bu risklerin başında da belli ki mali kuralsızlık gelecek.
IMF’nin bu raporlarının daha çok uluslar rası yatırımcılara dönük olduğunu, ülke ekonomileriyle ilgili piyasalara sinyal verdiğini unutmayalım. Sıcak paranın çok yüksek olduğu böylesine bir dönemde uluslar arası camiaya sunulacak ekonomik risklerin başında  mali kuralsızlığın gelecek olması, bence başlı başına önemli bir risk.
Özetle; mali kuralsızlığın faturasını yakın zamanda görmeye başlayacağız.
HÜKÜMETİN EKONOMİYE BAKIŞI
Başbakan Tayyip Erdoğan önceki gece NTV’de yaptığı söyleşide Mali Kural’ın ertelenmesinin kendi kararı olduğunu açıkladı. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın bu yasayı çok istediği hatırlatıldığında ise “Başbakan nihai kararı verir” diye kestirdi attı.
Mali Kural için Başbakan’ın “IMF’den sıyrılan Türkiye’nin kendi içinde bir IMF oluşturmasının anlamı olmadığını” söylediğine şahit olduk.
Yatırımların süratle yapılması gerektiğini, aksi halde kalkınma ve büyümenin hızlandırılamayacağını kaydeden Başbakan Erdoğan, “Mali Kural yasalarla niye dayatsın? Şu an dursun, erteleyelim, bunu daha sonra gündemimize alalım. Ama biz şu anda tam sıçramayı yapacağımız bir dönemde kendimizi bunlarla bağlamayalım. Çünkü Türkiye’nin yatırımlarla ayağa kalkması lazım”
şeklinde konuştu.
Bu sözler bence Başbakan’ın, dolayısıyla da kendi de kabul ettiği gibi son kararı veren kendisi olduğu için, Hükümetin, ekonomiye nasıl baktığını açıkca ortaya koyuyor.
Başbakan’ın önümüzdeki dönem ekonomide gaza basacağı ve mali istikrarın öncelikli bir hedef olmayacağı da, bence artık açıkca gözüküyor.
Tabi ki bu süreçte Başbakan mali istikrarı önde tutan bakanlarla değil de, her dediğini yapacak, harcamaları artıracak bakanlarla yola devam etmek de isteyebilir...
Mali Kural’ı kalıcı istikrarın bir aracı olarak görmek yerine “Elimizi kolumuzu bağlayan yerli IMF” diye görmek, küresel ekonomideki mevcut belirsizlik ortamında ne gibi sonuçlar doğuracak, hep birlikte yaşayıp göreceğiz...
Yazının Devamını Oku

Referandum iş yaşamındaki barışı bozdu

7 Eylül 2010
REFERANDUM tartışmalarının iyice keskinleştiği, kamplaşmayı tehlikeli biçimde artırdığı konusunda hemen herkes hemfikir. İşin kötüsü; yıllardır büyük emeklerle sağlanan kazanımlarda bile kamplaşmanın artması nedeniyle, yeniden eski günlere geri döndüğümüzü görüyoruz.

Kazanımların elde edildiği alanlardan biri çalışma yaşamı, iş hayatı idi. Özellikle AB hedefi doğrultusunda işçi ve işveren örgütlerinin bir araya gelip ortak tavır aldıklarını gördük. Bu hedefin de etkisiyle yıllardır birbirleriyle kavga eden işçi ve işveren sendikaları, çalışma hayatıyla ilgili sivil toplum kuruluşları artık birlikte hareket etmeye başlamışlardı. AB nezdinde birlikte kulis faaliyetlerini yürütmeye başlamışlardı. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Hisarcıklıoğlu, ortak tavır için ciddi çaba göstermişti.

Bu işbirliği sayesinde artık toplumda genel kabul gören bazı düzenlemeler ve uygulamalar konusunda ortak hareket edip sonuç almaya başlanmıştı.

Ancak son dönemdeki kamplaşma iş yaşamını da eski kavgalı günlere geri götürdü ve birlikte hareket etme iklimini de ortadan kaldırmış oldu.

Bunun en önemli nedeni hükümetin, herkese olduğu gibi, iş yaşamındaki kuruluşlara ve sivil toplum kuruluşlarına da “referandumda evet oyu açıklayın” baskısı
yapması. Bir başka deyişle, hükümetin referandum için kuruluşlar nezdinde kurduğu baskı, çalışma yaşamındaki barışı da bozdu diyebiliriz.

Son dönemdeki sert kavganın başlangıcının Başbakan Tayyip Erdoğan’ın TÜSİAD’a ilişkin olarak söylediği “bitaraf olan bertaraf olur” sözleri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Gerçi TEKEL işçilerinin eylemi sırasında hükümete yakınlığı ile bilinen Hak-iş ve Memur-sen ile diğer sendikalar arasında, bu ayrışma başlamış, TÜSİAD bile “normal hak arama eylemi” olarak bakarken bu sendikalar eylemlere karşı çıkmıştı ama yine de kavganın bu noktalara gelmesi beklenmiyordu.

HAK-İŞ BAŞKANI’NIN TAVRI

Hak-İş Başkanı Salim Uslu’nun, Başbakanın isteği doğrultusunda referandumda evet açıklamayı reddeden sivil toplum kuruluşlarına yönelik, “Bunlar sivil toplum kuruluşu değil sivil toplum konsomatrisidir” sözü ise bardağı taşırdı.

TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner önceki gün, Salim Uslu’ya çok sert yanıt verdi. Referandum öncesi iş dünyasında terbiye sınırlarını aşan demeçlerin ortaya çıktığını vurgulayan Boyner, “Hak-İş Başkanı’nın sapla samanı karıştıran polemik çabası kendi aczinin bir ifadesi olmaktan ibaret kalsaydı zaten herhangi bir cevap gerektirmeyecekti. Ancak bu örnekte de görüldüğü gibi tercih açıklama baskısı ve baskının tehdit aşamasına ulaştığı propaganda dönemi, kurumların bile dillerinin ayarının tamamen kaçmasına imkan tanımaktadır. Talihsizliğin de ötesinde artık etik kavramların dışında kalan bu hakaretler, ülkemizin içinden geçmekte olduğu siyasi iklimin, çeşitli kesimleri ne boyuta kadar deformasyona uğrattığı yolunda tarihe kara bir örnek olarak kaydedilmiş bulunmaktadır. Bu bir linç mantığıdır” dedi.

Türkiye’de demokrasi alanını genişleteceği iddiasını taşıyan bir referandum paketinin savunulma yönteminin bu olmadığını kaydeden Boyner, “Kendi tercihinin dışındaki demokratik kurallar içinde yapılmış tercihleri gayrı meşru ilan etmeye varan bir cüretkarlıkla konuşmak, üstelik bunu aşağılayıcı ve çirkin bir üslup ile yapmak ancak dikta ayarlı bir zihin yapısının ürünü olabilir. Bunu ret ediyoruz” şeklinde konuştu.

Sizce Boyner’in sözleri sadece Salim Uslu’nun demecine mi yönelik, Uslu’nun böyle konuşmasına neden olan ortamın yaratılmasına mı?

Peki, TÜSİAD haksız mı sizce; yaratılan ortama demokratik ortam denebilir mi?
Yazının Devamını Oku

Hâlâ Mali Kural bekleyenlere vergi affı

6 Eylül 2010
YERLİ ve yabancı piyasalar, gözlerini dikmiş referandumdan çıkacak sonucu bekliyor. Bu arada da referandumdan çıkacak sonuca göre, hangi ihtimalde ne olacağını kestirmeye, buna göre pozisyon tutmaya hazırlanıyorlar.

Piyasaların referandumdan çıkacak oyların yanı sıra, “Acaba ertelenen mali kuralın TBMM açıldığında yeniden gündeme getirilip geçirilmesi umudu var mı?” sorusunun yanıtını aradıklarını, referandumdan çıkacak sonuçların bu konuda bir ipucu olup olamayacağını kestirmeye çalıştıklarını da gözlüyorum.

Bu konuda umudu olanlara yanıt geçen hafta içinde Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’dan geldi. Babacan, vergi ve prim borcu olanların bu borçlarının faizlerinin biraz düşürülmesi ve borçlarının taksitlendirilmesi konusunda prensip kararı alındığını, bunun parametreleri üzerinde çalışacaklarını kaydederek, referandumdan sonra birkaç hafta içinde parametrelerin belli olacağını söyledi. Hükümet bu düzenlemeye “vergi affı” demekten özellikle kaçınıyor ama bunun vergi affı olduğunu, herkes gibi onlar da biliyor.

Peki, vergi affı ile Mali Kural’ın ne ilgisi var demeyin, doğrudan ilişkili.

Hükümetin göreve geldiği günden bu yana sürekli vergi ve prim affı çıkardığını biliyoruz. Daha fazla da çıkardı ama IMF ile stand-by anlaşmaları bunu engelledi. Herhalde vergi affında Süleyman Demirel dönemlerinden sonra en çok af bu Hükümet döneminde çıkmıştır. Her seferinde de bunun vergi affı olmadığı, bunun son düzenleme olduğu söylendi ama sürekli yapıldı.

Yazının Devamını Oku

Faiz indiriminin gerçekleşmesi çok zor

2 Eylül 2010
MERKEZ Bankası’nın önceki gün yaptığı “faiz indirebiliriz” açıklaması piyasalarda epeyce yankı buldu. Bu açıklamanın ardından bono faizlerinin düştüğü görüldü ama piyasaların bu mesajın gerçek olabileceğine olan inancının zayıf olduğunu görüyoruz. Merkez Bankası, kabaca; mevcut koşulların devam etmesi halinde düşük faiz sürecinin devam edeceğini, ancak küresel ekonomideki durgunluğun derinleşmesi, bunun içeriye de yansıması halinde, yeni bir faiz indirim hareketine de başlayabileceğini söyledi.

Peki, yeni bir faiz indirim hareketinin başlaması için gereken koşullar nedir diye baktığınızda ise, indirimin zorluğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.

O nedenle Merkez Bankası’nın bu açıklamasının piyasalara mesaj vermekten çok ihracatçılara ve Hükümete verilmiş bir mesaj olabileceği söyleniyor.

Bu açıklamanın Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın ihracatçılarla yapacağı toplantının öncesine denk gelmesi, ilginç bir zamanlama. Onun da ötesinde 12 Eylül’de yapılacak referandumun da Merkez Bankası’nın verdiği mesajda etkili olabileceği yani hükümetin kullanabileceği bir argümanı ortaya koymuş olabileceğini söyleyenler de var.

Bence Merkez Bankası yönetimi ihracatçılarla gerginliğin azaltılması için böyle bir ibareye açıklamada yer vermiş olabilir ama referandumu düşünerek bu açıklamayı yapmış olabileceğini sanmıyorum. Zaten böyle bir kaygıyla da hareket ediyorsa, Merkez Bankası yönetiminin mevcut saygınlığı boş yere kazanılmış demektir...

Merkez Bankası’nın faiz indirmek için ortaya koyduğu koşulları biraz açtığınızda, her şeyden önce küresel ekonomideki durgunluğun iyice derinleşmesi gerekiyor. Bu tehlikenin son günlerde çok ciddi olarak tartışıldığını ama yeni bir durgunluğu önlemek amacıyla, piyasaların rahatlatılması için ek önlemlerin gündemde olduğunu hatırlayalım. Zaten beklenen bu tehlike gerçekleşirse, ikinci dip ve getireceği sonuçlar çok daha ağır olacaktır.

ENFLASYON HEDEFLEMESİ


Bunun ardından aynı durgunluğun benzer ölçüde içeriye de yansımış olması da gerekiyor. Halbuki iç talebin küresel ekonomiye kıyasla daha canlı olduğunu biliyoruz. Önümüzdeki yılın ortasına kadar devam edecek bir seçim dönemi var ve böyle bir süreçte iç talebin daha da kısılmasına izin verilmesi, bence düşünülemez.

Başka bir deyişle; referandum sonuçlarının dozunu belirleyeceği bir seçim ekonomisi uygulanması kaçınılmaz. Yani Merkez Bankası’nın indirim için belirttiği, iç talebin de önemli ölçüde kısılması noktasına gelinmesi çok uzak bir ihtimal. En azından önümüzdeki yıl ortasına kadar, seçimler yapılıp bitene kadar, böyle bir ortamın oluşacağını sanmıyorum.

Enflasyon hedeflemesi yapan bir Merkez Bankası’nın faiz indirmesi o kadar kolay bir uygulama olamaz. Enflasyon için konulan hedef yüzde 5.5 olduğuna göre, Merkez Bankası’nın faiz indirim kararı alabilmesi için, enflasyonun yüzde 5.5’in altına ineceğinin çok açık biçimde görülmesi gerekir. Geçici olarak değil, yapısal olarak enflasyonun yüzde 5.5’in altına ineceği kesinleşirse, ancak o zaman Merkez Bankası’nın faiz indirimi gündeme gelebilir.

Bu kanı oluşmadan yapılacak bir faiz indirimi, doğrudan Merkez Bankası’nın kredibilitesine vurulmuş bir darbe olacağı için de çok hassas bir karar olacak.

Ayrıca, sonuçları açısından da faiz indiriminin çok tartışmalı olacağı açık.

Yani Merkez Bankası’nın faiz indirimine başlayabileceği yönündeki açıklamasının hayata geçmesi, söylendiği kadar kolay değil...
Yazının Devamını Oku

Referandumdaki 45-55 aralığı piyasaları etkilemez

31 Ağustos 2010
ÇIKACAK sonucun “evet” ya da “hayır” olması değişmez; oylar arasındaki fark az olduğu sürece, referandum sonuçlarının piyasaları etkilemesi beklenmiyor. Piyasa uzmanları şu anda az farkla “evet”, ya da az farkla “hayır” çıkma ihtimalinin fiyatlandığını, 12 Eylül’de çıkacak sonucun bu nedenle piyasalar açısından sürpriz olmasının çok zor olduğunu söylüyorlar.

Bu “az fark” nedir diye sorduğumuzda ise kabaca “yüzde 45-55 aralığı”nı kaydediyorlar. Yani referandumda yüzde 55’e kadar “evet” oyu çıkarsa, ya da tam tersi yüzde 55’e kadar “hayır” oyu çıkarsa, piyasalar açısından bir şey fark etmeyecek gibi gözüküyor.

Çünkü piyasaların referandumun içeriği ile ilgili olmadığını görüyoruz. Piyasa uzmanlarının tabi ki özel tercihleri var, bu tercihlerini daha çok üstü kapalı biçimde tartışmaya devam ediyorlar. Ancak bu tercihleri yaptıkları işlemlerdeki tavırlarını doğal olarak etkilemiyor. Piyasa uzmanlarının kendileri için önemli olabilir ama piyasa için referandumdan çıkacak oyun “evet” ya da “hayır” olması o kadar önemli değil.

“Referandum ne zaman piyasaları etkiler derseniz?” bence yüzde 45-55 aralığını örneğin yüzde 42-58’e kadar rahatlıkla çıkartmak bile mümkün. Piyasaları değiştirebilecek kadar etkileyecek referandum sonucu ise bence yüzde 40-60 aralığının üzeridir...

Bu takdirde referandum sonrası siyasi sonuçların daha radikal olacağı düşünülerek, yani Hükümetin ya çok büyük zafer ya da büyük yenilgi sayacağı bir sonuç
çıktığı takdirde, ancak böyle bir sonuç piyasaları etkileyecektir.

Çünkü Hükümetin tavrının, ancak böyle çok baskın görünümlü bir sonuç çıktığı takdirde değişmesi, bu sonuç üzerine yapılacakların dengeleri bozacak boyutlara ulaşabileceği tahmin ediliyor. Bu trendi bozabilecek gelişmelerin başında ise “abartılı seçim ekonomisi uygulaması” geliyor.

Piyasalar makul ölçüde uygulanacak seçim ekonomisine de razılar. Ancak özellikle hayır oyları 55’in üzerinde çıkarsa, Hükümetin seçim ekonomisini abartacağından, ekonomik dengeleri bozacağından endişe ediyorlar.

KÜRESEL GELİŞMELER BELİRLEYİCİ

Bu köşede daha önce Hükümetin bazı üyelerinin korkutmaları üzerine, referandum sonuçlarının piyasaları etkilemeyeceğini, piyasaların etkileneceği asıl gelişmenin “Mali Kural uygulamasının ertelenmesi” yönündeki görüşümü belirtmiştim. Daha sonra bazı banka yöneticilerinin benzer demeçleri ni görünce, en azından “hâlâ bakanların söylediklerine ters olsa da görüşlerini açıklaya bilen cesur bankacılar varmış” diye, açıkcası sevindim...

Dün görüştüğüm piyasa uzmanları da, referandumda çıkacak sonuçtaki aralığın yüksek olmasını beklemediklerini bu nedenle piyasaların referandumdan olumsuz etkilenmesinin çok küçük bir ihtimal olduğunu tekrarladılar.

Bunun en önemli nedeninin küresel ekonomideki gelişmeler olduğunu söyleyebiliriz. Küresel bazda işler iyi gitmiyor, cuma günkü Bernanke açıklamasında olduğu gibi, yapılan açıklamalar, gelen veriler aslında piyasaların pek hoşuna gidecek nitelikte değil. Ancak piyasalar bu ortamdan daha fazla kâr ettiklerini düşünerek, olumsuzlukları görmezden gelmeye devam ediyorlar.

Özetle küresel bazda reel ekonomilerin durumu iyi değil, büyüme bir türlü sağlanamıyor ama bu durum aynı zamanda daha uzun süre faizlerin düşük, likiditenin bol olmasını beraberinde getirdiği için, piyasaların işine geliyor.

Özellikle de gelişmiş ülke ekonomilerin kötü seyretmesi, daha yüksek kâr için likiditenin kaydığı, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin işine gelmeye devam ediyor.

Ne zamana kadar derseniz; bilinmez...
Yazının Devamını Oku

Mali Kural’ın ertelenme hikâyesi endişeleri artırıyor

30 Ağustos 2010
GEÇEN hafta sonunda, küresel piyasalara ilişkin haberler sıcaklığını korurken, Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın “Mali Kural’ın ertelenmesi” konusunda yaptığı açıklamalar, ileriye dönük ciddi tehlike işaretleri barındırıyordu. Aslında Babacan’ın yaptığı açıklamalar demek pek doğru değil, çünkü CNN Türk’te Yavuz Oğhan’ın ısrarlı sorularından kaçarken söyledikleriydi ilginç olan. Mali kural yasa düzenlemesinin TBMM’de Genel Kurul aşamasına geldiğini, 15 Temmuz’da görüşülecekken 14 Temmuz akşamı Mali Kural’ın farklı bir sürece girdiğini söyleyen Babacan, “O akşam karar aldım, ben artık bu konuyla ilgili bir süre konuşmayacağım” dedi. Babacan “Kemal Derviş gibi mi oldunuz?” diye sıkıştırılınca “öyle söylememek gerek” diye işi düzeltmeye çalıştı. Bakanların bu tür durumlarda sığındıkları, “Parlamento adına Hükümetin taahhüt vermesi güçler ayrılığı prensibine aykırı” yanıtı verdi. Ama herkes biliyor ki; yasama ve yürütme iyice iç içe girmiş durumda, Hükümetin istediğini TBMM’den geçirememesi gibi bir durum sözkonusu değil. Yani her şey yürütmeye, daha doğrusu Başbakan Tayyip Erdoğan’a bağlı. Babacan da bunu çok iyi biliyor ama yine alışık olduğumuz gibi “Başbakan istedi” demiyor, suçu TBMM’ye atıyor.
Bazı bakanların harcama yapabilmek için son anda bu düzenlemeyi durdurduğu yönünde Sanayi Bakanının açıklaması hatırlatıldığında ise, “Hükümet aşamasında, Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nda yer alan 6 bakanla ortak açıkladık. Daha sonra Plan ve Bütçe Komisyonu aşamasına geçildi. Hem iktidar ve muhalefetin desteğiyle geçti hatırlatmasında bulundu.
Mali Kural’la ilgili yorumları ne teyid ettiğini, ne de inkar ettiğini ifade eden Babacan, suskunluğunun da cevap olarak yorumlanacağını hatırlatılması üzerine, “Herkes ne anlayacaksa onu anlar” diye geçiştirmeye çalıştı.
Mali Kural konusunda ciddi inisiyatif alan, işi son aşamaya getirip tüm kesimlere “çıkacak” diye sözler veren Babacan, son anda belli ki Başbakanın talimatıyla bu iş kalınca, çok zor duruma düştü ve haklı olarak tepki gösteriyor. Babacan’ın haklılığı kesin de, daha açık olması gerekiyor. Belki, “Hala kurtarır mıyız?” diye bakıyor ama bu tavrı, açık olmadığı için, endişeleri de artıran bir etki yaratıyor.
KÜRESEL GERÇEKLER VE BİZDEKİ DURUM
Babacan’ın şahsi kırılganlığının ötesinde, mali kural olmadığı zaman başımıza gelecekleri gördüğü için, ciddi endişe duyduğunu tahmin ediyorum. “Orta vadeli programla bu işin kurtarırız” demenin anlamsızlığını, herkes gibi O da biliyor.
Zaten son dönemde küresel ölçekte yaşananlar, son yorumlar ve açıklamalar da bence Babacan’ın endişe duymasında ne haklı olduğunun birer kanıtı gibi...
FED Başkanı Ben Bernanke’nin, o çok beklenen Cuma günkü açıklamaları beklentileri karşılamadı. Bernanke, gerekirse yeni önlem alırız, tahvil satın alırız diye işi geçiştirdi. Piyasalar bunun aslında “işlerin kötüye gitme ihtimalinin yüksek olduğu” anlamına geldiğini biliyor ama yine de işi geçiştirmeye çalıştı. Ama daha önce dediğimiz gibi; artık mızrak çuvala sığmıyor ve iyi haberlerle piyasanın tutulması zamanı geçiyor. Yani lafla peynir gemisi yürümüyor...
Yine hafta sonu Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman’in bir makalesi çıktı. Krugman  “Ne yazık ki gerçekler yetkililerin söylediğinin tam tersini gösteriyor. Şu an yaşanmaktan olan şeyin ekonomik iyileşmeyle uzaktan yakından ilgisi yok ve politika yapıcılar bu gerçeğin farkına vararak, durumu düzeltmek için ellerinden geleni yapmalı” diyor. Yaşananın toparlanma olmadığını kaydeden Krugman, yetkililerin iyileşme söylemlerine yönelik tek gerçeğin ABD’nin gayrisafi yurtiçi hasıla oranındaki artış olabileceğini belirtiyor. Krugman, “Peki, ekonomik verileri herkesten çok iyi okuyan bu insanlar, neden bu kadar iyimser açıklamalar yapıyor? Cevabı net: Sorumluluktan kaçıyorlar” diyor.
ABD için gerçek olan bizim için de geçerli; Babacan ve ekibi ekonomik verileri çok iyi okuyorlar ama “Mali Kural çıkmasa da Orta vadeli programla mali disiplinin korunabileceğini” söylüyorlar. Hem de yoğun seçim döneminde...
Yazının Devamını Oku

Ekonomiyi referandum değil, Mali Kural’sızlık bozar

26 Ağustos 2010
BAŞBAKAN Yardımcısı Ali Babacan sadece kendi konusuyla, yani ekonomiyle ilgili konuşunca, inandırıcılığı ile öne çıkıyor. Ancak siyasi yorumlara girdiğinde, ekonomiyle “zorlama bağlantı” kurduğu da açıkca gözüküyor. Babacan dün NTV’de yaptığı konuşmada referandumdan “hayır” oyu çıkması halinde ekonominin olumsuz etkileneceğini belirtmiş ve “Türkiye bir fatura öder” şeklinde konuşmuş.
Aynı Babacan, küresel ekonomide ikinci dip ihtimali bile bulunduğunu kaydedip, ertelenen Mali Kural’la ilgili olarak ise konuşmama kararı aldığını söylemiş. Yetkili Bakan “Mali Kural’la ilgili konuşmayacağım” diyorsa, insanlar “demek ki başımıza kötü şeyler gelecek” demez mi?
Şimdi şöyle bir senaryo kuralım: Diyelim ki; referandumda “evet” oyları fazla çıktı ama küresel ekonomide ikinci dip görüldü ya da dip görülmedi ama yeni dalgalanmalar yaşandı, durgunluğun uzun süreceği kesinleşti. Mali Kural da olmayacağı için, hükümet gelecek yılki seçimleri garantiye almak için harcamaları iyice artırdı. Zaten cari açık yüksek, mali disiplin de olmayınca, yüklü miktarda gelmiş bulunan sıcak para ürktü, hızla geri çıktı...
Başka bir senaryo: Hükümet yanlışının farkına vardı; ekimde 2011 bütçesi TBMM’ye gitmeden mali kural yasasını çıkardı ve mali disiplini kurumsallaştıracağını tüm dünyaya ilan etti. Referandumdan “hayır” oyu çıktı, ama mali kuralımız var. Küresel ekonominin bir önceki senaryodaki gibi olduğunu varsaysak bile, Türkiye’nin bir fatura ödemesi söz konusu olur mu?
Ya da “hayır” oyu çıktı ama mali kural uygulamaya konmadı, ne olur?
Özetle; sorulması gereken soru: Türkiye eğer bir ekonomik fatura ödeyecekse bunun nedeni referandumdan çıkacak oylar mıdır, yoksa mali kural uygulamasının ertelenmesi, yani hükümetin yaptığı ekonomik tercihler mi?
Referandumdan çıkacak oyların rengi değil hükümetin, ekonomi yönetiminin becerisi Türkiye ekonomisinin geleceğini belirleyecek. Çıkacak fatura varsa, bu tümüyle hükümetin icraatının sonucu olacak. Hani çok sevdikleri “milli irade” var ya, işte O’nun suçu olmayacak... Bence Babacan da bunu gördüğü için “Mali Kural’la ilgili konuşmam” diyor.
‘KOALİSYON KORKUSU’ SALINACAK
Babacan’ın ardından dün Maliye Bakanı Mehmet Şimşek CNN Türk’te soruları yanıtladı ve “parti bildirisinden alıntı” olduğu belli siyasi yorumlarda bulundu.
Yapılmaya çalışılan açık; “milli irade”yi ekonomiyle korkutmaya çalışmak...
Referandumdan sonra bakanların ne diyeceği de bence şimdiden belli; bu kez “koalisyon korkusu” salacaklar. Yani “seçimlerden tek parti iktidarı çıkması lazım, onun için oyu bize verin, koalisyon olursa ekonomi olumsuz etkilenir” diyecekler.
Evvelden beri savunuyorum; koalisyon hükümetleri ekonomiyi bozmaz. Küresel akış bellidir ve hangi hükümet nasıl gelirse gelsin ekonomide gerekenleri yapmak zorundadır. Gereken yapılmazsa küresel akış hükümetleri kendine getirir, doğru yola sokar...
2000-2001 yıllarında, üçlü koalisyon hükümetinin son yıllardaki en radikal ekonomik ve siyasi kararları aldığını unutmayalım. Şu anda ekonomimiz iyi durumdaysa, bunun koalisyon döneminde gerçekleştirilen reformların sonucu olduğu unutulmasın. AB ile ilgili en radikal uyum kararları, idam cezasının kaldırılması yine üçlü koalisyon hükümetinin kararları...
Hükümet ve ekonomi bakanları uzun zamandır yurtdışındaki yatırımcıları, “biz gidersek ekonomi kötüleşir” diye korkutuyordu, şimdi de hem dış yatırımcıyı hem içeriyi “referandumdan hayır oyu çıkarsa işler kötüleşir” diye korkutuyorlar.
Aynı bakanlar “Artık ekonomi kalıcı olarak iyileşti, mali istikrar sağlandı, ekonomi sağlam, etkilenmeyiz” demiyorlar mıydı? Söylediklerinden hangisi doğru acaba?
Yazının Devamını Oku

Bernanke’nin çabaları artık yetmiyor

24 Ağustos 2010
ABD Merkez Bankası’nın (FED) eski Başkanı Alan Greenspan, “efsanevi” ünvanını alacak kadar uzun ve başarılı sayılan bir görev süresi geçirmiş, bu nedenle tüm gözler yerine geçen Ben Bernanke’ye çevrilmişti. Akademik kimliği nedeniyle piyasalar Bernanke’nin yeterince pragmatik olup olamayacağı konusunda endişe taşıyorlardı ama sonuçta Bernanke’nin uygulamalarını da sevdiler. Göreve gelir gelmez küresel krizle karşılaşan Bernanke’nin bu süreçte “piyasa dostu” bir tavır aldığına, bir Merkez Bankası Başkanı için sınırları zorlayacak kadar esnek ve piyasayı rahatlatıcı davrandığına kuşku yok.

Ancak küresel kriz Bernanke’nin tüm çabalarına rağmen bir türlü durulmuyor. Son olarak “ikinci dip” tartışmaları da bir kenara itildi, şimdi ABD’deki durgunluğun daha uzun süre devam edeceği, stagflasyon tehlikesi konuşulur oldu. Dünkü gazetelere bakacak olursanız; piyasalarda tüm gözlerin, ABD’de bankaların yapacağı geleneksel toplantıya katılarak bir konuşma yapacak olan Bernanke’nin ne diyeceğine çevrildiğini görürsünüz. Cuma günü yapılacak bu konuşma için büyük bir beklenti yaratılmış durumda.

Piyasalardaki beklenti, yine Bernanke’nin kendilerini rahatlatacak bir konuşma yapıp, iyi haberler vermesi. Büyük bir umutla piyasaları yeniden canlandıracak, karamsarlığı silecek bir konuşma yapmasını bekliyorlar.

Bu beklenti gerçekleşir mi, bilmiyorum ama artık böyle bir konuşma yapılsa bile reel ekonomiyi değiştiremedikten sonra, etkisi yine kısa süreli olacaktır.

Bernanke’nin şimdiye kadar yaptığı gibi, piyasalardaki havayı olumlu tutmak için gösterdiği çabalara devam etmesi mümkün ama artık bu çabaların yetmediğini, yani sadece parasal politikalarla bu işin çözülemeyeceğini piyasaların anlaması gerekiyor. Ne kadar zorlarsanız zorlayın, havayı ne kadar iyimser tutarsanız tutun, eğer bu iyimser hava reel verilerle desteklenemezse olumlu etkisi ancak geçici süre için olabiliyor.

Bir başka deyişle, zaman geçtikçe söz eskiyor, iyimser konuşmaların da anlamı azalıyor.

Özetle; piyasalar da artık daha gerçekçi olmak zorunda...

SADECE ABD’NİN SORUNU DEĞİL

Bernanke’nin yaptığı ve yapacağı konuşmalar, analiz ve değerlendirmeler, sadece ABD ekonomisini ilgilendirmiyor, tüm küresel ekonomi için belirleyici oluyor. O nedenle tüm ülkelerde piyasaların gözü her zaman Bernanke’nin konuşmalarında ama artık sadece söylediklerine değil, söylemediklerine de bakılmaya başladı.

ABD ekonomisinin zayıflığı demek, Avrupa’nın, Japonya’nın da aynı duruma düşmesi demek. Bunun yanında Çin’in, Hindistan’ın ekonomilerinin iyi olduğu, ABD’nin yerine itici güç olarak bu ekonomilerin geçeceği ve dolayısıyla ABD ve Avrupa ekonomilerinin kötü olmasının, o kadar büyük etki yaratmayacağını söyleyenlere rastlıyoruz.

Bu fazla iyimser tahminlerin doğru olmadığını, bu işten anlayan hemen herkes biliyor. Belki 20 yıl sonra böyle bir durum gerçekçi hale gelebilir ama hâlâ ABD ekonomisi tüm küresel ekonominin dinamosu durumunda.Yani ABD’de tüketim olmazsa, ekonomi kötü giderse, dünyanın hiçbir yerinde, küresel organizasyonun içindeki hiçbir ülkede, çok sağlıklı bir ekonomi olamaz. Çin, Hindistan gibi büyük gelişmekte olan ülkelerin küresel organizasyonun tam içinde, gelişmekte olan ülke ekonomilerine göbekten bağlı olduğunu unutmayalım...

Bunun yanında elbette ülke yöneticilerinin küresel krizi iyi okuyarak, sağlıklı analizler yapıp, gerekli tedbirleri zamanında almaları, krizin etkisinin o ülkeye yansıma derecesini büyük ölçüde etkil eyebiliyor. İşte bu nedenle de, Mali Kural’ın böyle bir ortamda ertelenmesi tipik bir kötü yönetim örneğidir ve sonuçta halkın sırtına binecek faturayı büyütecektir...
Yazının Devamını Oku