3 Ağustos 2010
MERKEZ Bankası yönetimi, dün yaptığı açıklamayla, günlük döviz alım miktarlarını bugünden itibaren artırdığını duyurdu. Günlük 30 milyon dolar olan, 30 milyon dolar da opsiyon kullanabildiği günlük döviz alım ihalelerinde miktarı, 40 milyon dolar artı 40 milyon dolar opsiyon olarak değiştirdi. Yani talep olduğu takdirde Merkez Bankası sistemden, günde 60 milyon dolar alabilirken, bu rakamı 80 milyon dolara çıkarmış oldu.
Günlük döviz alım miktarlarının artırılması beklenen bir karardı. IMF de geçen hafta sonu yayımlanan son yıllık değerlendirme raporunda, ileride daha büyük ve ani bir sıkılaştırmayı engellemek amacıyla, şimdiden parasal sıkılaştırmanın başlaması tavsiyesinde bulunuyor ve bu bağlamda, günlük döviz alım miktarının artırılmasının uygun olabileceğini belirtiyordu.
Buradan yola çıkarak, “Merkez Bankası IMF’nin sözünü tuttu” demek, Merkez Bankası yönetimine haksızlık olur. Merkez Bankası yönetimi zaten, şartlar uygun olduğu takdirde, döviz alım miktarını artıracağını duyurmuştu.
Kaldı ki; IMF’den önce ihracatçıların yoğun baskısı başladı ve ihracatçılar ile dış ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, ihracatta tıkanma belirtileri üzerine yeniden TL’yi değerli tuttuğu gerekçesiyle Merkez Bankası’na yüklenmeye başladılar. Sanki TL değerli iken, kriz öncesinde ihracatta ciddi artışlar sağlanmamış, sanki TL’nin değeri düşse ihracattaki tıkanmayı engelleyen tüm sorunlar birdenbire çözülecek gibi, ısrarla kur üzerinde durmaya devam ediyorlar. Aslında bu, ilgili bakan ve ihracatçıların, sık sık başvurdukları, işi kolay yoldan çözme yöntemi. Daha önceki hükümetlerde de bu eğilim hep görüldü...
İhracatçıların siyasi baskı gücü yüksek ve mevcut iktidar, Merkez Bankası yönetiminin bu kadar kolay biçimde suçlanmasına hep göz yumdu, hatta zaman zaman çanak bile tuttu.
Merkez Bankası döviz alım miktarını artırdı ama bu kararının ihracatçıları memnun edeceğini hiç beklemeyin. Büyük ihtimalle ihracatçılar, bunların yetmeyeceğini, Merkez Bankası’nın kurları yükseltmesini isteyeceklerdir.
Yani ne yaparsa yapsın, Merkez Bankası’nın ihracatçıyı, dış ticaretten sorumlu bakanı memnun etmesi mümkün olamayacaktır. Başka bir deyişle Merkez Bankası yönetimi, sanmıyorum ama, eğer ihracatçı talebi üzerine hükümetten gelen baskıları azaltmak adına böyle bir yola gidiyorsa, boşuna bir çaba olur...
MALİ DİSİPLİN VE REFORM GEREĞİ
Merkez Bankası yönetimi şimdiye kadar takındığı tutum ile piyasalara güven verdi. Merkez Bankası siyasi baskı nedeniyle karar almaya başladığında, bu piyasalar üzerinde ciddi olumsuz etki yapacak, o zaman da kurlar ne olursa olsun, ihracatın ve üretimin büyümesi mümkün olamayacaktır.
Bunun örneklerini, güvensizliğin yarattığı büyük tahribatları daha önce yaşadık.
Mali disiplin için ise mali kural yasasının hemen uygulamaya sokulup, 2011 bütçesiyle birlikte uygulamaya girmesi, bence ihracatçılar için, değerli TL’den çok daha önemli bir sorun olarak ortada duruyor.
IMF bu konudaki tedirginliğini belirtirken, cari işlemler açığının milli gelirin yüzde 4.75’ine çıkmasını bekliyor ve önümüzdeki dönemde Türkiye’nin en büyük zorluğunun toparlanmayı engelleyebilecek dış dengesizlikler olacağını söylüyor. Küresel durum kötüleştiği veya risk algılamasının artması halinde ise, büyümenin dış finansmana bağlı olması nedeniyle, dalgalanma olacağına dikkat çekiyor. Dış dengesizlikleri kontrol için ise krizden çıkış stratejilerinin öne çekilmesi, ithalata bağımlılığın azaltılması için üretim maliyetlerini aşağı çekici reformlara ihtiyaç olduğunu belirtiyor.
İhracatçılar Merkez Bankası’na yüklenmek yerine, hükümetten mali disiplini koruyucu, üretim maliyetlerini azaltıcı reformları isteseler daha iyi olur, ama...
Yazının Devamını Oku 
2 Ağustos 2010
GEÇEN hafta bu köşede “AB’ye ihracatta sıkıntı var ama sorun kur değil” başlıklı bir yazı okumuştunuz. Yazının çıkış noktası Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) uzmanlarının yaptığı AB odaklı ihracat çalışmasına dayanıyordu. Küresel krizden çıkışın başlaması ile birlikte AB’nin dışarıdan yaptığı ithalatın payının arttığı, birlik üyelerinden yaptığı ithalatın payının ise düştüğü belirtilerek, Türkiye’nin “AB’nin dışarıdan yaptığı ithalatın artması fırsatını değerlendiremediği” kaydediliyor, bu durum rakamlarla açıklanıyordu. Krizin etkilerinin hâlâ hissedildiği bölgede AB’nin ticaret kompozisyonundaki bu değişimin, kısa vadede “kaliteden kaçış” anlamına gelebileceği gibi, uzun vadede yapısal bir dönüşüme işaret etmiş olabileceğine de dikkat çekilerek, bir anlamda ekonomi yöneticilerine “dikkatli olun” deniyordu. AB’ye ihracatımız açısından büyük önem taşıyan bu tablonun daha detaylı araştırılması gerektiği belirtilen notta; AB dışından pazar payını en çok artıran ülkelerin Çin, Hindistan, Malezya, Endonezya vb. Asya ülkeleri olduğu ayrıca yeni üye ülkelerin de AB pazarındaki paylarını artırdıklarına dikkat çekiliyordu.
Böyle bir rapor karşısında, dış ticaretten sorumlu bakan ve bürokratların bu araştırmayı yapan kuruma, kişilere normalde teşekkür etmesi lazım. Hatta bu araştırmayı yapanları çağırıp, “Şunun üzerinden birlikte geçelim, sıkıntılar nerede bir bakalım, detay bir araştırma yapalım, sorun neredeyse analiz edip, çözüm çalışmalarına başlayalım” demesi gerekirdi, değil mi?
Hayır öyle olmadı; Dış ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ziyarette bulunduğu Azerbaycan’dan bu araştırmayı yapan kuruluşa veryansın etti. Yetmedi, Türkiye’ye dönüp, ilgisiz bir toplantıda yine bu kuruma; kurumun yöneticilerine ateş püskürdü.
Farklı fikirlere, bilimsel çalışmalara, değişik bakış açılarına bu kadar tahammülsüzlük olabilir mi? Bu çalışma sonuçlarına eleştiri bile denemez, sadece saptama... Bu saptamadan yola çıkıp, sorumlu olduğunuz alanla ilgili çalışma yapmak, bilimsel araştırmaları derinleştirmek, çözüm aramak yerine bu çalışmayı yapana kızarsanız, bu tavır ancak işinizi iyi yapmadığınızı, o nedenle de kendinize güveniniz olmadığını gösterir. Başka bir şeyi değil..
Size kimse “çalışmıyorsunuz, alternatif pazar aramıyorsunuz” demiyor ki... Ancak çalışmanızı uyarılarla doğru noktalara odaklamanız gerek. Kızsanız da, gerçek değişmiyor ki...
DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ VERİLERİ
TEPAV’ın araştırmaları daha çok AB pazarına ilişkindi. AB ülkelerinde başka ülkelere pazar kaybettiğimizi gösteriyordu. Bu kaybın da kurla ilgili olmadığını açıkca ortaya koyuyordu.
Ki; pazar kaybı sadece AB ile sınırlı değil ki... Türkiye’nin ihracatta sıkıntı yaşamaya başladığı, artık daha köklü çözümler bulmak gerektiği gerçeği apaçık önümüzde duruyor.
TEPAV’ın çalışmasına ek bir bilgi daha verelim. Dünya Ticaret Örgütü’nün 2010 ilk çeyreği ile 2009’un ilk çeyreği arasındaki karşılaştırmasına baktığınız zaman zaten bu sıkıntı çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor. Toplam 95 ülke bazında yapılan incelemede ihracat artışında 86’ıncı sıradayız. Hadi bazıları küçük ihracatçı ülkeler diyelim, yıllık ihracatı 10 milyar doların üzerinde 72 ülke var ve bunların arasında biz 68’inci sıradayız. Türkiye bu dönemde ihracatını ancak yüzde 7 artırmış. İhracatı en fazla artıran ülkeler arasında bazı enerji ülkeleri ilk sırada. Ancak baktığınız zaman Endonezya’nın ihracatı yüzde 43, Kore’nin yüzde 36, Hindistan’ın yüzde 33, Meksika’nın yüzde 33, Güney Afrika’nın yüzde 33 artmış..
27 AB ülkesi arasında ihracatını artıran ülkeler arasında bizim altımızda sadece 3 ülke var. Yani Asya ülkeleri değil, AB ülkeleri de ihracatlarını bizden daha fazla artırmışlar.
İhracatta durum böyle de, ithalatta nasıl? Yine Dünya Ticaret Örgütü verilerine baktığınızda, ilk çeyrekler itibariyle bu yıl ithalatını artıran, 10 milyar doların üzerinde ithalat yapan toplam 76 ülke arasında 17’inci sıradayız. İhracatta sonlarda, ithalatta başlarda sayılırız.
Bence ihracatta kur seviyesinin yanında çok daha köklü, yapısal sorunlar var. Yöneticiler ise köklü çözüm aramak yerine Merkez Bankası’nı suçlayıp, işin içinden çıkmak istiyorlar.
Yazının Devamını Oku 
29 Temmuz 2010
İHRACATTA yaşanan tıkanma giderek daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı. İhracatta bir sıkıntı başladığında, daha önce de yaşadığımız gibi; yine bu tıkanmanın tek sorumlusu kurlar gibi, yani TL’nin aşırı değerlenmesi gibi gösterilir. Eskiden kurla ilgili şikayetler başlar ve bunun sorumlusu olarak politikacılar, bürokratlar suçlanırdı. Şimdi hükümete çatmaktan korkulduğu için, herkes kurlar konusunda tek sorumlu olarak Merkez Bankası’nı suçluyor.
İhracatçılar ve politikacılar, kur seviyesini suçlu ilan etmek kolay olduğu için,daha köklü, yapısal sorunlar üzerinde durmadılar, o nedenle de sorun bir türlü çözülemedi.
TEPAV Kamu Politikaları Eğitim ve Araştırma Enstitüsü Direktörü Doç. Dr. Ümit Özlale ile Araştırmacı Ayşegül Dinççağ tarafından hazırlanan, dün açıklanan, “AB Pazarındaki İhracat Kayıpları” başlıklı politika notu, aslında sorunun çok daha köklü olduğunu, ihracatta ileriye dönük ciddi tehlikeler yaşanabileceğini açıkca ortaya koyuyor.
ASYA ÜLKELERİNİN PAYI
Küresel kriz sonrası AB’ye ihracattaki toparlanmanın sınırlı kalması, pazar payları ve sektör bazında incelendiğinde ortaya çıkan tablo, TEPAV tarafından “AB pazarında “eksen kayması yaşanıyor” şeklinde özetlendi. Küresel krizden çıkışın başlaması ile birlikte AB’nin dışarıdan yaptığı ithalatın payının arttığı, birlik üyelerinden yaptığı ithalatın payının ise düştüğü belirtilerek, Türkiye’nin “AB’nin dışarıdan yaptığı ithalatın artması fırsatını değerlendiremediği” kaydedildi. Krizin etkilerinin hala hissedildiği bölgede AB’nin ticaret kompozisyonundaki bu değişimin, kısa vadede “kaliteden kaçış” anlamına gelebileceği gibi, uzun vadede yapısal bir dönüşüme işaret etmiş olabileceğine de dikkat çekiliyor. AB’ye ihracatımız açısından büyük önem taşıyan bu durumun daha detaylı araştırılması gerektiği belirtilen notta; AB dışından pazar payını en çok artıran ülkeler Çin, Hindistan, Malezya, Endonezya vb. Asya ülkeleri olduğu ayrıca yeni üye ülkelerin de AB pazarındaki paylarını arttırdıklarına dikkat çekildi.
Türkiye’nin AB pazarında giyim ve tekstilde Asya ülkelerine, motorlu kara taşıtlarında ise AB’ye yeni üye ülkelere, pazar payı kaybettiği saptandı. Mevsimsel etkilerin ortadan kaldırılması için, Ekim 2009-Mart 2010 dönemindeki ihracatın, kriz öncesinde kalan Ekim 2007-Mart 2008 dönemine göre değişimine bakıldığı belirtilirken, küresel kriz sonrasında ülkelerin ithalat talebinin ucuz ürünlere yönelmesi “kaliteden kaçış” olarak adlandırıldı.
TL MEVCUT SEYRİNİ KORUYACAK
İhracatçıların her sıkıştıklarında suçladıkları “değerli TL” iddiasına gelince...
TEPAV aynı incelemesinde, TL’nin 2008’in son çeyreğinden 2009’un ilk çeyreğine kadar diğer para birimleri karşısında reel bazda değer kaybettiği ne, sonraki dönemde kurda değerlenme olsa bile TL’nin henüz kriz öncesindeki değerine ulaşamadığına dikkat çek erek, şu saptamayı yaptı:
“AB’ye ihracatta kur dinamiklerinin etkili olduğu savı, en azından kriz öncesi ve sonrasını kapsayan dönem için desteklenmemektedir. Para birimi değer kaybeden Türkiye, Tayvan ve Kore’nin pazar paylarının azalması, para birimi değer kazanan Çin, Endonezya ve Singapur’un ise pazar paylarının artması, ihracatın döviz kuru dışında yapısal faktörler tarafından da etkilendiği anlamına gelmektedir. Bu sonuç, ihracat kayıpları için kur politikası dışında da çözümler aranması gerektiğini göstermektedir.”
Bu saptamayı, önceki gün Merkez Bankası’nın Enflasyon Raporu’nda yaptığı saptamalarla birleştirmek gerek. Raporun, sadece enflasyon ve faiz artışlarının ötelenmesi kısmı üzerinde duruldu ama Enflasyon Raporunda Merkez Bankası, bu süreçte fon çekecek gelişmekte olan ülkelerin kurlarının mevcut seyrini koruyacağının, dolayısıyla TL’nin değerinin de düşürülmeyeceğinin de altını çizdi.
Yani ihracatta, daha köklü, yapısal sorunlar var ve köklü çözümler üretmek gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 
27 Temmuz 2010
GEÇTİĞİMİZ cuma günü açıklanan, Avrupa bankaları için yapılan stres testi sonuçlarına piyasaların vereceği tepki merakla bekleniyordu. Piyasanın dünkü tavrının genel bir tanımla “tepkisiz” olduğunu söyleyebiliriz. Piyasaların tepkisiyle ilgili görüştüğümüz bankacılar, piyasaların, beklediklerinden çok daha iyi çıktığı için, stres testi sonuçlarına pek güvenemediğinin, aslında bu ilk tepkiyle açığa çıktığını söylediler. Piyasada test sonuçlarının aşırı iyimser bulunduğu için, güvensizlik yarattığını hatırlatan piyasa uzmanları, bu güvensizliğe rağmen, piyasanın olumsuz tepki vermediğinin de altını çizdiler. Bunun nedenini ise “olumsuzluk kimsenin işine gelmiyor da onun için” diye açıkladılar.
“Piyasanın beklediği rakamlara yakın bir test sonucu çıksaydı, piyasaların buna olumlu tepki verebileceğini” kaydederek, buna karşılık çok olumlu çıkan sonuçların tedirginlik yarattığını hatırlatan bir bankacı “Piyasa rakamlara güvenmedi ama tepki de vermedi. Sanki test hiç yapılmamış, açıklanmamış gibi bir durum çıktı ortaya” yorumunu yaptı.
Dün bu satırların yazıldığı saatlede, Avrupa’da piyasalar hafif aşağı yönlü, ABD’de yine future’lar biraz aşağıda, İMKB’de yine küçük düşüşler yaşanıyor, faizler biraz yukarı yönlü görünüyordu.
Bu küçük düşüşlere bakıp, “piyasa az da olsa tepki verdi” demenin de pek imkanı bulunmuyor. Çünkü piyasalar oldukça yüksek seviyelerde ve verilen bu küçük tepkiler, stres testi gözardı edildiğinde de, doğal sayılabilecek küçük hareketler olarak gözüküyor.
Piyasanın bu tepkisizliği, aynı zamanda mevcut noktadan piyasanın memnun olduğunun da bir kanıtı gibi.
Geçtiğimiz günlerde, önemli artışlar yaşa yan piyasa ların, gelinen seviyelerden memnun olduğu ve stres testi sonuçlarına rağmen bu seviyeleri korumak istediğinin de, verilen tepkiyle açığa çıktığını söyleyen bankacılar var.
EYLÜLE KADAR BÖYLE
Piyasa uzmanları bu tepkisizliğin, piyasaların artık yaz rehavetine girmek istediğini gösterdiğini de söylüyorlar. Piyasaların geldiği seviyelerden memnun olduğunu kaydeden bir bankacı, “piyasa oyuncularının artık yaz tatili yapmak istediğini, bu nedenle mevcut seviyelerin bozulmasının kimsenin işine gelmediği” yorumunu yaptı
Peki, piyasalar mevcut seviyeyi ne zamana kadar koruyabilir?
Piyasaların, piyasa oyuncularının epeyce yoruldukları, artık bir soluk almak istedikleri doğru. Ancak yaşanacak olağan dışı gelişmeler, ne kadar yorgun olsalar da, piyasa oyuncularını ister istemez harekete geçirecektir.
Bu gelişmeler neler olabilir diye bakıldığında ise, belli ki; bundan sonraki makro gelişmeler ve özellikle gelişmiş ülke ekonomilerine ilişkin veriler dikkatle izlenecek. Yani ABD’de, Avrupa ülkelerinde büyümenin, enflasyonun nasıl bir seyir izleyeceği, Avrupa’da durumu kritik olan bazı ülkelerde yaşanacak gelişmeler, IMF’nin bu ülkelere karşı takınacağı tutum, rating kuruluşlarının alacakları yeni kararlar, ekonomiyi etkileyecek önemli gelişmeler gibi gözüküyor.
Şöyle denebilir; piyasalar eylül ayına kadar, belki eylül ayı ortasına kadar bu seviyeleri koruyabilir. Ancak daha sonra yeniden piyasaların hareketlenmesi beklenmeli.
Çünkü eylül ayına gelindiğinde ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerde büyümenin seviyesi, faizlerin ne zaman artırılacağı, likiditenin ne zaman çekileceğine
ilişkin bazı somut ipuçlarını da almaya başlayacağız.
Eylül ayına kadar, çok büyük bir olağandışı gelişme olmazsa, piyasaların yaz tatiline girdiğini söylemek mümkün.
Yazının Devamını Oku 
26 Temmuz 2010
AVRUPA bankalarına yapılan stres testi, bana 2000 yılı başındaki bankacılık sisteminde yaptığımız reformu hatırlattı. Ama her şeyden önce söylemeliyim ki; stres testinin sonucunda küresel piyasaların, kendi kendini kandıracak kadar işleri kötü gördüğü ortaya çıktı. Stres testi 20 ülkede 91 bankaya uygulandı ve bunlardan sadece 7 bankanın testi geçemediği açıklandı. Ama öyle bir test ki; testi yapan, kuralları koyan ve uygulayan piyasanın kendisi. Test sonucu sınıfta kalan 5’i İspanyol 7 banka ise küçük, yani battığı zaman sistemi etkilemeyecek ölçekte seçilmiş bankalar. Bu bankaların toplam kaynak ihtiyacı da komik; sadece 3.5 milyar Euro imiş... Stres testinin detayları ise belli değil, kamuoyuna açıklanmıyor...
Piyasalar bu testten önce tahmin yapıyorlar ve tahminlerini sonuç kendilerini etkileyeceği için iyimser tutuyorlardı. Yapılan iyimser tahminlerde bile kaynak ihtiyacı, stres testi sonuçlarından en az 10 kat fazla görünüyordu.
AB, hatta IMF yetkileri bile test sonuçlarını olumlu gördüklerini açıkladılar.
Özetle; herkesin içinde olduğu bir oyun sahneye kondu ve piyasalar bu oyunu kendi kendine oynadılar, protokol seyircileri de bildikleri bu oyunu alkışladılar.
Peki, piyasaların çoğunluğu buna ne diyecek? Benim gibi düşünen yani bu stres testini “kalıcı istikrar adına kaçırılmış bir
fırsat” olarak gören çok sayıda piyasa oyuncusu olduğu açık. Bu oyuncuların, bir bölümü görüşlerini açıkca dile getiriyorlar ama çoğunluğu böyle düşünmesine rağmen, bunu açıkça söylememeyi tercih ediyorlar.
Sanki söylemedikleri zaman, gerçekler ilelebet saklanabilecekmiş gibi...
Piyasanın asıl tavrını ise bugün, piyasaların açılmasıyla birlikte görmeye başlayacağız. Aslında belli olacak, Avrupa bankacılık sisteminin sağlamlığı olmayacak elbette. Bu testin sonuçları sistemin sağlam olmadığını, hatta işlerin “saklanacak kadar kötü” olduğunu, bence zaten ortaya koydu. Piyasaların tavrı, “piyasaların bu oyunu sürdürmeye ne kadar hevesli olduğu”nu ortaya koyacak...
Stres testinde sadece 7 banka başarısız görünse de bugün piyasalar açıldığında yatırımcıların, testi kıl payı geçen 17 bankaya odaklanacağı söyleniyor ama bence odaklanması gerekilen asıl yer “stres testi”nin kendisi...
BİZİM OPERASYON DERS GİBİ
Stres testi sonuçları açıklandığında bizim yaptığımız bankacılık operasyonu sir kaç açıdan aklıma geldi. Her şeyden önce çok daha şeffaf ve güvenilirdi...
Operasyon sırasında “Milli bankalarımız batıyor, bu kadar batmayabilirdi” diyenler de oldu, “Daha fazla batması gerekirdi” diyenler de? Bir aşamaya gelindiğinde, banka varlıklarını saptarken, bazı değerlerin yüksek gösterilmesine razı olup bir anlamda stres testinden fazla zayiat çıkmasını da engelledik. Ama bizde yapılan Avrupa’ya bakıldığında, devede kulak gibiydi.
Yapılanları gördüğümde, bizim operasyonun başarısını bir kez daha anlıyorum. Eğer o dönemde biz böylesine gerçekçi olmayan bir yola girseydik, şimdi bu operasyonu alkışlayan IMF, AB gibi kurumlar ne derdi diye düşündüm, bir de... O dönemki baskıları biliyorum da; hiç şüpheniz olmasın; “Gerçekçi olmayan yollara gidip kendini kandırıyorsunuz, bunun sonucu daha da ağır olur, istikrar sağlayamazsınız” diye, kesin karşı çıkarlardı.
Bence IMF şimdi değil o zaman doğruyu söylüyordu. Yani bizim yaptığımız doğruydu. Bunun doğru olduğunu söyleyenin kim olduğu gerçeği değiştirmez.
Bizim bankacılık yapımız belli, o operasyon sonucu mevcut bankacılık sistemi bu hale getirilmesiydi, şimdi Türkiye ekonomisi yerlerde sürünüyordu...
Avrupa bankacılık sisteminin bu yanlışının sonucunu ise daha sonra göreceğiz...
Yazının Devamını Oku 
22 Temmuz 2010
BİLİNDİĞİ gibi bir süredir politikacılar, özellikle de Hükümet yetkilileri bankalara yüklenmeyi bıraktılar. Çünkü son bir yıldır kredi hacminde önemli artışlar kaydedildi. Hükümet üzerinde fazla baskı olmadığı için Başbakan, bir süredir bankaların kulağını çekmeyi bıraktı.
Şimdi moda; ihracatçıların ağzından Merkez Bankası yönetimine yüklenmek. Bilindiği gibi bu aslında eski bir moda ama son dönemde yeniden gündemde.
İhracatçılar yine Hükümete çatamadıkları için Merkez Bankası yönetimine çatıyorlar. Hiç bir ihracatçının mali disiplin dediğini duydunuz mu, hep kurdan şikayet ederler. Sanki ihracattaki tek sıkıntı kurlarmış gibi, kurlar artmadığı halde ihracatın arttığı dönemleri de unuturlar...
Yıl sonuna doğru ihracatçının şikayetlerinin yanına KOBİ’lerden gelecek “bankalar kredi vermiyor” şikayeti eklenirse, kimse şaşırmasın...
Çünkü Bankalar Birliği Genel Sekreteri Ekrem Keskin’in da uyardığı gibi, kredi hacminde son bir yılda görülen artış devam edemez, kredi hacminde bir miktar gerileme bile olabilir.
Şimdiden uyaralım ki; bankalar kredi vermeyi azalttıkları takdirde bu bankaların suçu olmayacak, uygulanan ekonomik politikaların bir sonucu olacak.
Çünkü bankalar için Hazine kağıtları yeniden “ciddi kâr kapısı” olmaya başladı ve önümüzdeki dönemde bankaların topladıkları paraların önemli bir bölümünü yine Hazine’nin borçlanma kağıtlarına yatırmaları bekleniyor. Bunun birkaç nedeni var...
Birincisi; küresel ekonomiyi bağlı olarak Türkiye’de büyümenin bundan sonra yavaşlamaya başlayacağı beklentisi. Avrupa ekonomisinin içine girdiği krizden çıkışın birkaç yıl alacağını herkes biliyordu. Buna gelen son verilerle, ABD’de de büyümenin yavaşlayacağı beklentisi eklendi. Büyümenin yeniden yavaşlamaya başlaması, bankalar için “KOBİ’lere kredi verme nin yine riski büyüyen bir plasman kalemi haline gel mesi” anlamına geliyor.
Buna karşılık önümüzde ciddi bir seçim dönemi var ve bu dönemde kamu harcamalarının artması, dolayısıyla Hazine’nin borçlanmasının da y eniden yükselmesi bekleniyor. Borçlanan bir Hazine ve kar getiren Hazine kağıdı, bankalar için yeniden cazip hale gelecek. Dolay ısıyla bankalara kredi vermek konusunda bankalar bu yılki kadar iştahlı olmayacaklar.
SICAK PARA DÖNEMİ
Bankalar açısından Hazine kağıtları yenden kâr kapısı haline geliyor, çünkü faizlerin önümüzdeki dönem düşeceği bekleniyor. Mali kural yasalaşsa Türkiye’nin rating puanı artacak dolayısıyla faizler yeniden düşüşe geçecekti. Mali kural yasalaşmadı ama gelişmiş ülkelerde kriz in uzadığı, krizden çıkış için alınan ekonomik önlemlerin de bir süre daha devam edeceği ortaya çıktı. Gelişmiş ülke kamu otoriteleri, krizden çıkış için uygulamaya koydukları “bol likidite düşük faiz” politikasına, belli ki büyümeyi yeniden canlandırmak için uzun süre devam edecekler. Buradaki bol ve ucuz likidite ise kâr etmek için bizim gibi gelişmekte olan ülkelere akmaya devam edecek. Son dönemde bunun belirtilerini hissetmeye başladık. Bankacıların beklentisi, yıl sonuna doğru bu eğilimin iyice artacağı yönünde.
Çünkü Merkez Bankası daha uzun süre faiz artırmayacağını açıkladı. Belki ay sonunda yayımlanacak Enflasyon Raporu’nda yılsonuna kadar faiz artırmayacağı garantisi verecek.
Bu da hem yerli bankalar hem yabancı yatırımcılar açısından, Hazine kağıtlarını önümüzdeki 4-5 aylık dönem için daha cazip kılacak. Bu durum kredilere kalan kaynağı da azaltacak.
Demem o ki; kimse krediler kesilmeye başladığında bankaları suçlamasın. Eğer Hükümet mali kuralı yasalaştırsa ve bu yolla uzun dönemli istikrar garantisi verebilseydi, işte o zaman yatırım için de uzun vadeli sermaye gelecekti.
Şimdi yine sıcak para dönemi ve bu da Hükümetin tercihi...
Yazının Devamını Oku 
20 Temmuz 2010
KÜRESEL ekonomilerde yeniden durgunluk başgösterdi, Mali Kural’ın yasalaşması gecikti ama bu gelişmeler piyasaların keyfini beklendiği kadar bozmadı. Çünkü piyasalar kısa döneme bakıyor ve ekonomi için kötü sayılan bu gelişmelerin kısa dönemde kâr getireceğini görüyor. Avrupa’daki kötüleşmenin uzun süreceği zaten biliyordu ama ABD’den gelen son veriler gelişmiş ekonomilerin tümünde işlerin düzelmeyeceğini ortaya çıkardı. Son olarak İrlanda’nın notunun düşmesi, IMF’nin Macaristan programını kesmesi gibi olumsuzluklar da buna eklendi.
Ekonomik büyümenin beklendiği kadar artmayacağının ortaya çıkması, elbette hem küresel ekonomi hem ülke ekonomileri için kötü haber. Bu durum krizden sonra uygulamaya konan önlemlerin daha uzun süre geçerli olacağını yani krizden çıkış stratejilerinin uygulamaya girmesinin ötelenebileceğini gösteriyor.
Dolayısıyla küresel anlamda faizlerin düşük, likiditenin bir hayli bol olduğu mevcut ortam daha uzun süre devam edecek gözüküyor. İşte bu durum Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin caz ibelerinin daha uzun süre devam edec eğini gösteriyor. Gelişmiş ülkelerde kamunun verdiği ucuz ve bol likidite, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere, kısa dönemli yatırımlar için gelmeye devam edecek. Bunun için Merkez Bankası’nın faizleri artırmayacağı garantisi vermesi yeterli ve bizim Merkez Bankamız da zaten bu sözü açıkca veriyor. Mali Kural yasalaşsa, yabancılar Türkiye’nin notunun artırılmasını bekliyorlardı ve bu takdirde faizler biraz daha düşecekti. Bazıları bu öngörüyü satın almaya başlamışlardı. Şimdi Mali Kural ertelendi ama piyasanın keyfi buna rağmen bozulmadı. Çünkü herkes biliyor ki, küresel ekonomideki mevcut ortamın devamı, Türkiye’ye sıcak para girişini hızlandıracak. Dolayısıyla Mali Kural olmasa bile, Türkiye’de faizler inmeye devam edecek. Hazine kağıdına yatırımdan vazgeçen yabancılar şimdi yeniden bu kağıtlara talep göstermeye başladılar, bundan sonra bu kağıtlara yatırımı daha da hızlandıracaklar. Hazine kağıtlarına yatırım faizlerin düşmesi, dolayısıyla yatırımların kâr ettirmesi sonucunu doğuracak. İşte Mali Kural olmasa da piyasalar da faiz düşüşü ile kâr fırsatı doğdu, Mali Kural’ın gecikmesini takmadılar. Ancak Mali Kural kısa vadeli yatırımlar yani sıcak paranın yanı sıra, doğrudan yatırım için yabancıların gelmesini sağlayacaktı, şimdi bu olmayacak...
BABACAN’IN KEYFİ KAÇMIŞ
Mali Kural’ın ertelenmesi piyasaların keyfini kaçırmadı ama ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın keyfini bir hayli kaçırmış gibi gözüküyor...
Çünkü Babacan çok iyi biliyor ki; kısa dönemde enflasyon ve faizler düşeceği için piyasaların keyfi şimdilik yerinde olsa da, Mali Kural’ın getireceği uzun dönemli istikrar da ertelenmiş oldu. Şimdi sıcak para girişi hızlanacak, yabancılar birkaç aylığına kâr edip geri dönmek için gelecek ama bu durum aynı zamanda ekonomideki riskleri de artıran bir unsur olacak.
Halbuki Mali Kural uygulamaya girseydi, seçim dönemi de kazasız belasız atlatılıp, uzun dönemde ekonomiye çıpa olacak bir yasal düzenlememiz olacaktı. Şimdi bu olmayacak.
Babacan’ın keyfinin kaçtığını ise geçen cumartesi günü 5-6 gazetede birden çıkan haberlerle anladık. Babacan keyfinin kaçması haklı ama bu rahatsızlığını sunuş biçimi bana biraz acemice, işin saygınlığını azaltan bir biçim gibi gözüktü. Her şeyden önce “Babacan’ı aradım, yakınları odasından çıkmadığını, keyfinin kaçtığını söylediler” diye yazan gazeteci arkadaşları zor durumda bıraktılar. Belli ki Babacan’ın bir adamı arayıp, “Bakan Mali Kural’ın ertelemesinden rahatsız oldu, keyfi kaçtı, bunun bilinmesini istiyor, bunu sadece size söylüyorum” demiş. Yoksa böyle yazılmazdı...
İyi de, şimdi Başbakan çıkıp, “Rahatsız mısın ne oldu?” dese, Babacan “yok efendim rahatsızlığım” demeyecek mi? O zaman da, “Bak Maliye Bakanı disiplin bozulmayacak diy e açıklamalar yapıyor, sen de çıkıp aynı şeyleri söyle o zaman” derse ne olacak?
Yazının Devamını Oku 
19 Temmuz 2010
SİYASİ gelişmeler nedeniyle gözlerden uzak kaldı ama geçen hafta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ile Ankara’da yapılan görüşmeler ve bunun öncesinde KKTC’nin aldığı ekonomik tedbirler çok önemliydi. Bu tedbirlerin alınmasında tabi ki Türkiye önemli rol oynadı ve özellikle ekonomik programın hazırlanmasında eski bürokratların rolü büyüktü.
KKTC ekonomisinin zaten sağlıklı olmadığı, sağlıklı gelir yaratam azken öte yandan Avrupa benzeri gelişmiş sosyal haklara sahip olduğu biliniyordu. Küresel kriz etkisiyle KKTC’de de yaşanan kriz, ekonomik dengeleri iyice bozdu. Bence Yunanistan örneğinde olduğu gibi; kriz aynı zamanda varolan dengesizliklerin de görünmesine, artık kaçılamamasına yol açtı. 2001’de Türkiye krizinde yüzde 6 küçülen KKTC ekonomisi, sonra ortalama yüzde 10 büyüdü ama küresel krizle birlikte 2008’de yüzde 3.4, 2009’da yüzde 6.1 oranında daraldı. Bu daralma ile birlikte bütçe gelirleri azaldı. Bütçe açıkları 2008’de 2, 2009’da 3 katına çıktı.
KKTC’de kamu kadroları aşırı dolu, ücretler yüksek, zararına satılan elektrik gibi aşırı sübvansiyonlar var ve bu nedenle KİT’ler büyük açıklar veriyor, ek olarak üniversite büyük açıklara neden oluyor, kamu açıklarını kapatmak için bankalar kullanılıyor, sık sık yapılan seçimler nedeniyle sürekli popülizm uygulanıyor ve bu durum sürüp gidiyordu.
Yani zaten sürdürülemez olan ekonomik yapı, krizle birlikte iyice açığa çıktı.
Avrupa krizinde olduğu gibi; sürdürülemez dengeler kemer sıkmayı beraberinde getirdi ve ekonomiye rekabet de kazandırmak için, ilk el atılan yerlerden biri kamu görevlilerinin maaşları ile emekli maaşları oldu. Bu da doğal olarak büyük rahatsızlıklara neden oldu.
KKTC’de bu amaçla şans oyunları vergileri yeniden düzenlendi, akaryakıtta vergi zamları yapıldı, emeklilerin maaşları ve çalışıyorlarsa ikinci iş gelirleri vergi kapsamına alındı, ücretlilerin özel indim oranları aşağı çekildi, KDV oranları ve fiyat istikrar fonu kesintileri yeniden düzenlendi. Buna ek olarak mevduat faiz oranları yukarı çekilip ek vergi geliri sağlandı, ek çalışma ödeneğinin yeniden düzenlenmesinden, yaz mesaisinin kısaltılmasından ve alkollü içki fonlarının artırılmasından yeni bütçe gelirleri sağlanmasına karar verildi.
Bu önlemlerin büyük kısmı yerine getir ildi, bir kısmı ise yolda...
TÜRKİYE’NİN KATKISI AZALMIYOR DEĞİŞİYOR
Tüm bu önlemler her Avrupa ülkesinde olduğu gibi, KKTC’de de özellikle çalışan kesimlerin ve emeklilerin tepkisine neden oldu. Krizin faturasının kendilerine yüklendiğini, Türkiye’nin KKTC’ye yaptığı katkıyı azaltmak için bu önlemleri aldırdığı eleştirileri yükseldi. Her şeyden önce Avrupa ’da olduğu gibi KKTC’de de daha makro ekonomik tartışmalara ihtiyaç olduğu kesin. İnsanların ülkelerinin geleceklerini, ayakları yere sağlam basan ülke olup gelecek kuşaklara istikrarlı sağlam ekonomiler, dolayısıyla siyasi bağımsızlığı olan ülkeler bırakmayı düşünmeleri gerekiyor. Yani alınacak önlemler, kimin katkısı ya da zoruyla yapılıyor olursa olsun, ülke ekonomisinin geleceğini kurtarıyor mu, asıl ona bakmak lazım.
Bence KKTC için bu önlemler de yeterli olmayacaktır ve aynen Türkiye’de olduğu gibi yapısal tedbirlerin aksamadan yerine getirilmeye devam etmesi, küreselleşmeyi göz önüne alıp rekabet eden ekonomiler yaratılması gerekiyor.
Türkiye’nin katkısı azalıyor deniyor ama azalmıyor. Türkiye’nin katkısı bütçe açığının finansmanı için azalırken, bütçe dışı katkılar arttığı için, Türkiye’nin KKTC’ye toplam katkısı azalmıyor hatta bir miktar artıyor. Örneğin arz güvenliği için KKTC’ye yeraltından elektrik ve su boru hatları döşeniyor ve bunları Türkiye üstleniyor.
Bence KKTC ekonomisi doğru yolda ama bu önlemler de yetmeyecektir yapısal tedbirlerin devam etmesi piyasa kurallarının oturtulması için tedbirlerin devam etmesi gerekir. Ancak unutulmaması gereken bir unsur; çalışan ve emekliler bu değişimin faturasını tümüyle üstlenmemeli. Toplumsal barış ve değişimin başarısı için, mevcut bozuk yapıdan beslenen kesimler ve özel kesim de faturayı paylaşmalı. Bundan kaçmaları engellenmeli..
Yazının Devamını Oku 