8 Mayıs 2012
ŞİMDİYE kadar ekonominin çıpası olarak işlev yapan bütçe disiplini konusunda yeni yılla birlikte endişeler belirmeye başladı.
Sıkıntı yaşadığında sigara, içki, otomobil, akaryakıt gibi vergi tahsilatında temel hale gelen mallara vergi artışları yapan Maliye Bakanlığı, artık bu önlemleri kullanmakta zorlanıyor.
Yükselen enflasyon trendi, Maliye Bakanlığı’nın vergi artışları konusunda elini kolunu bağlamaya başladı. Son olarak sigarada ek vergi gündeme geldi, bunun için yasal zemin de hazırlandı ama Maliye Bakanlığı bu yola bile başvurmakta zorlanıyor.
Mart ayı bütçe rakamları açıklandığında ortaya çıkan 5,5 milyar TL’lik açık üzerine Maliye Bakanlığı “işi sıkı tutacaklarını” açıklamıştı. Artışta dönemsel faiz harcamalarındaki artışın yanı sıra, personel ödeneklerinde öngörülmeyen artışların etkisi olduğu görüldü.
İşin temelinde, yani gelirlerin istenen biçimde gitmemesindeki asıl etken ise ekonomideki büyüme oranlarının ve ithalatın düşmesi. Vergi sisteminin çarpıklığı nedeniyle tüketimden alınan KDV, ÖTV rakamları, içtalep düştükçe ister istemez vergi gelirlerini de olumsuz etkiliyor. Buna ek faiz harcamaları ve ek personel zamları uygulamaya girince, bütçe dengesi de bozulmaya başlıyor.
Yazının Devamını Oku 
7 Mayıs 2012
NİSAN sonunda ulaşılan yıllık yüzde 11.1’lik enflasyon oranı, son 3.5 yılın en yüksek oranı oldu. Merkez Bankası, bunun ulaşılacak en yüksek oran olduğunu, bundan sonra enflasyonun düşeceğini söylüyor ama piyasaların buna inandığı, pek söylenemez. Mayıs ayı sonu itibariyle yıllık enflasyon oranının gerileyeceği kesin. Ancak ne kadar gerileyeceği pek kestirilemiyor. Bu nedenle Merkez Bankası son enflasyon değerlendirmesinde “Bu oranın Mayıs sonunda ne kadar gerileyeceğinin büyük önem taşıdığını” söyledi. Bu çerçevede de, Nisan enflasyonu açıklanır açıklanmaz, “istisnai günler” dediği, parayı iyice sıktığı gün uygulamalarını başlattı.
Buna rağmen ne gibi bir sonuç alacağını kestirebildiğini pek sanmıyorum.
Çünkü “beklentiler”in bozulduğunu Merkez Bankası da gözlüyor. Yani ne kadar sıkı para politikası uygularsa uygulasın, eğer toplumda, piyasa oyuncularında bir “enflasyon azacak” beklentisi oluşursa, bu beklentinin alacağı önlemlerin etkisini azaltacağını iyi biliyor. Uzun zamandır olmadığı biçimde beklentiler de bozulmaya başladığı için, endişe ediyor.
Mayıs sonu itibariyle enflasyonun gerileyeceği kesin. Çünkü geçen yılın Mayıs ayında tüketici fiyatları (TÜFE) artışları yüzde 2.42 olarak gerçekleşmişti. Bu yıl Mayıs ayında bu oranın altında kalınacağı hemen hemen kesin olduğu için, yani “Baz etkisi” nedeniyle Kasım ayı sonunda yıllık enflasyonun düşeceğine herkes kesin gözüyle bakılıyor. Eğer bir kaza olur da Mayıs ayında yüzde 2.4’veya üstü bir oran görülürse, zaten o zaman beklentiler iyice bozulur. Ancak hemen hemen kimse sürprizin bu kadarını da beklemiyor.
Mayıs ayı sonu itibariyle yıllık enflasyonun düşeceği kesin ama daha sonrasında yeniden artmayacağının garantisi yok. Çünkü geçen yıl TÜFE artışları Haziran ayında eksi 1.43, Temmuz’da eksi 0.41 oranlarında olmuş, yani gerilemişti, Yani Haziran ve Temmuz sonu itibariyle yıllık enflasyonun yeniden artışa geçmesi sürpriz olmayacaktır.
Ağustos ayında yüzde 0.73, Eylül’de 0.75’lik oranların ardından Ekim ayında yüzde 3.27 ile geçen yılın en yüksek fiyat artışı görülmüştü. Yani o döneme kadar yeniden artışa geçse de Ekim sonu itibariyle yıllık enflasyon yeniden düşecek. İşte bu nedenle Merkez Bankası da, son değerlendirmelerinde yıl sonuna kadar dalgalı bir seyir görüleceğini söylemeye başladı.
Sorun aylık dalgalanmalarda değil, bence trendde.
Çünkü aşağı yönlü tren bozuldu ve yeni trendin ne olacağı belirsiz. Merkez Bankası’nın uyguladığı belirsiz para politikası da trendin yönünün belirlenmesine engel oluyor, İşte bu nedenle piyasalarda Hükümetin ya da Merkez Bankası’nın yaptığı açıklamalar pek ikna edici olmuyor,“Bundan daha yüksek yıllık oranların görülebileceği” ciddi olarak konuşuluyor.
KURLAR VE AVRUPA ETKİSİ
Merkez Bankası’nın enflasyon kaygısının artması nedeniyle, özellikle kurlar üzerindeki baskısını artırması bekleniyor. Piyasalar kurlarda yukarı yönlü hareketlere izin verilmeyeceği görüşünde. Ancak herkes de görüyor ki; eğer döviz girişinde bir sıkıntı olursa, Merkez Bankası’nın kurların yukarı gitmesini ciddi biçimde engellemesi de zor olacak.
Başka bir deyişle, döviz girişlerin yönü, küresel hareketler kurların, dolayısıyla da enflasyon trendinin belirlenmesinde çok etkili olacak.
Kurlar üzerindeki etki açısından kısa dönemde, özellikle bu hafta, Avrupa’da yaşanan seçimlerin sonuçlarına piyasaların vereceği tepki belirleyici olabilir. Zaten toparlanamadığı açığa çıkan Avrupa’daki durumun daha da kötüleşmesi kurlar üzerinde baskı oluşturabilir.
Bence asıl etki ise yine Avrupa kaynaklı, Haziran sonu Avrupa bankalarının sermaye açıklarının ortaya çıkmasıyla göreceğimiz etki olacak. Yani büyük açıklar çıkar, kamu bazı bankalara sermaye takviyesi yapmak zorunda kalırsa, fonların buralara kayması, dolayısıyla içerde kurun artması kaçınılmaz olur.
Tabi ki bunun yanında bence hala gündemde olan, Suriye başta olmak üzere, bölgedeki gerginliğin sıcak çatışmaya dönme riski de cabası.
Yazının Devamını Oku 
3 Mayıs 2012
“VESAYET” tartışmaları şimdi de ekonomiye sıçradı. CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’ndaki (İMKB) son kararları, “Piyasalar üzerinde vesayet tesisine yönelik ideolojik bağnazlığın en son uygulaması” olarak nitelendirdi. Öztrak, “piyasanın kendisi” olarak nitelendirdiği İMKB için “Doğrudan üyelerinin ödediği ücretlerle ayakta duran, devletin tek kuruş katkısının olmadığı İMKB adeta Hükümetin elinde devletleştirilmekte, siyasetin gölgesi sermaye piyasalarının da üzerine düşmektedir” dedi.
Bu kapsamda ilkin geçen yılın Kasım ayında “alakasız” bir torba KHK ile Borsa Yönetim Kurulu üye sayısının 5’den 7’ye çıkarıldığını; sadece Yönetim Kurulu Başkanı’nı atayan iktidara ilave 3 üyeyi de atama yetkisi tanındığını hatırlatan Faik Öztrak, şunları söyledi:
“Böylece Yönetim Kurulu siyasi iktidarın eline geçmiştir. Bununla da yetinilmemiş, İMKB’nin Olağan Genel Kurulundan bir gün önce, 26 Nisan 2012’de çıkarılan bir SPK Yönetmeliği ile borsaların en üst organı olan Genel Kurul’un işlevi iyice budanmıştır. Bu çerçevede Genel Kurulun “borsaca hazırlanması gereken ve borsanın yetkisinde bulunan yönetmelikleri karara bağlama yetkisi” SPK’nın çıkardığı bu yönetmelikle elinden alınarak, Kurulun yetkisi gasp edilmiştir. SPK’nın çıkardığı aynı yönetmelikle Yönetim Kurulunda eşitlik ilkesine aykırı şekilde üyeler arasında farklılıklar yaratılmış, Genel Kurulun Yönetimi ibra yetkisi sadece kendi atayabildiği 3 üye ile sınırlanmıştır. Hükümetin atadığı 4 üyenin imzasının da bulunduğu kararların Genel Kurul tarafından ibra edilmemesi durumunda ortaya çıkacak hukuki garabet ise göz ardı edilmiştir”
“Tüm bu keyfi uygulamalar ise İstanbul’un Finans Merkezi Yapılması kılıfı arkasına gizlenmektedir” iddiasında bulunan CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak, oysa bir ülkenin finans merkezi olmasının belki de en önemli koşulunu; “O ülkede kurallı, ön görülebilir, şeffaf bir yönetim anlayışının hâkim olmasıdır” biçiminde özetledi.
“AKP’nin bu konudaki bozuk sicili ortadır ve bu sicil her geçen gün daha da bozulmaktadır” diyen Öztrak, bu sicile örnek olarak; bir gecede çıkarılan KHK’larla bağımsız kurumların üzerine siyasetin gölgesinin düşürülmesini, vergi denetimlerinin “siyasi sopa” haline gelmesini, Yasada 24 kez değişikliğe gidilip kamu ihale sisteminin uluslararası standartlardan uzaklaştırılmasını, özelleştirme uygulamasına ilişkin yargı kararlarının nasıl uygulanacağına karar verme yetkisinin bile Bakanlar Kuruluna bırakılmasını saydı.
PİYASALARA İDEOLOJİK BAKIŞ
Küresel krizi ve sonrasında yaşananların, devletin ekonomideki rolünü de yeniden tartışmaya açtığını, piyasaların hata yapabileceği gerçeğinin kabul gördüğünü hatırlatan Öztrak, bu bağlamda devletin düzenleyici ve denetleyici işlevlerinin güçlendirilmesi, krizlerle mücadele, işsizliğin azaltılması, rekabet gücünün artırılması, bölgesel gelir dağılımı farklılıklarının azaltılması gibi alanlarda devletin daha fazla rol almasının genel kabul görmeye başladığını söyledi. “Ancak devlete daha fazla rol biçerken, devletin öngörülebilirliğinin, şeffaflığının ve hesap verebilirliğinin önemi de artmaktadır” diyen Öztrak. bu çerçevede ekonomide kararların keyfi değil, kurallı alınmasının; siyasetin ekonominin günlük işleyişine müdahale etmediği bir yapının tesisinin daha da önem kazandığının altını çizdi. Bence de çok yerinde bir uyarı.
Türkiye’nin 2001 krizi ardından oluşturduğu mekanizmalarla daha kurallı, öngörülebilir, siyasetin günlük kararlara karışmadığı yapıyı oluşturmaya çalıştığını, siyasetten bağımsız düzenleyici çerçeveyle özellikle finans kesimindeki kırılganlıkları büyük ölçüde giderdiğini kaydeden Faik Öztrak, “Bunun olumlu meyveleri küresel kriz esnasında alınmıştır” dedi. Buna karşılık 10. yılına yaklaşan iktidarın ekonomi politikalarında giderek daha katı bir tavır sergilediğini, siyasetin ekonominin günlük işleyişine artan müdahalesi olarak algıladığını belirten Öztrak, “Bu bağlamda AKP’nin genlerinde taşıdığı piyasalara ideolojik ve ön yargılı bakış açısı giderek adeta ideolojik bir körlüğe dönüşmekte, tüm ekonomik aktörler üzerinde bir vesayet oluşturulmaktadır” dedi.
Bence Öztrak’ın söylediklerini artık tartışmamız gerek.
Yazının Devamını Oku 
1 Mayıs 2012
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan son dönemde tiyatrocuları hedef aldı. Daha doğrusu tiyatronun sanatın doğası gereği gösterdiği eleştirel yaklaşımlara dayanamadı ve bu nedenle “Parasını ben veriyorum” diyerek, bu kesimden gelen eleştirileri, kurumları yok ederek önlemeye çalışıyor izlenimi veriyor.
Her şeyden önce buraya aktarılan kaynağın şahsi bir kaynak ya da partinin kaynağı olmadığını, bunun toplumsal bir kaynak olduğunu söylememiz gerekiyor. Hükümetler tabi ki devletin yönetimini üstlenmiş kişilerden oluşur ve toplumsal kaynak temini ve dağıtımı konusunda söz sahibidirler. Ancak toplumsal mutabakat, bir kişi ya da heyetin kızgınlıkla ortadan kaldıracağı kadar kolay silinecek bir şey de değildir.
Anladığımız kadarıyla zaten Başbakan da bu toplumsal mutabakatı biliyor ki; tiyatroları özelleştireceğiz dedikten sonra “destek gerekirse gerektiği zaman bizler hükümet olarak istediğimiz oyunlara sponsor olarak desteğimizi veririz” diyor. Belli ki siyasi olarak hoşlandığı oyunlara destek vermeye devam edecek. Yani; bu Hükümet örneğin “muhafazakar sanat” adı altında Osmanlıyı öven oyunlar yazdırıp, onları sahneletecek, sonra gelen başka bir Hükümet de örneğin faşizmi öven oyunlar yazdırıp onları sahneletecek, başka bir Hükümet gelecek komünizmi öven oyunları. Bu gidişle bir standart ve mesleki kaygı olmayacak, öyle ya..
Demek istediğim o ki; sanat ve tiyatro eleştirel olmak zorundadır; hakim olana karşı durmak, statükoları kırmak, aykırı düşünmek, yaratıcılığı sınırlamamak, insanların ve yönetimlerin duymak istemedikleri gerçekleri yüzlerine vurmak durumundadır, hangi iktidar olursa olsun... Ülkelerin övündükleri uluslar arası sanatçılar hep statükoya karşı çıkmışlardır Statükoya, makama bilerek hizmet edenlere sanatçı değil de “saray soytarısı” denmesinin nedeni vardır.
Sanata devlet desteği kaçınılmazdır ama bizdeki Devlet Tiyatroları örneği çok mu rasyonel çalışmaktadır derseniz, kesinlikle hayır. Yıllardır hem sanat hem sanatçılar adına tartışılması gereken, aksayan çok unsur vardır. Ama Başbakanın bu çıkışının böylesine bilimsel ve sanatsal kaygılar taşımadığını, kızgınlığının kişisel ve ideolojik bir bakışın ürünü olduğunu, herhalde kendisi de kabul edecektir. Yoksa sanatçılara “despot aydınlar” “elitler” ya da “zavallıcıklar” demezdi herhalde. Aslında bu sözler ve bir süredir öne çıkardığı söylemler daha derin, “batı’nın değerlerine” karşı bir ideolojik bakış algısı yarattığı için kaygı yaratıyor.
TOPLUMSAL MALİYET
Belli ki Başbakana birileri “Zaten gelişmiş ülkelerde tiyatroya devlet desteği yok” demiş ancak uygulamalar hakkında fazla da bilgi vermemiş. İşin sanatsal boyutu bir yana, ekonomik olarak da incelenmeden açıklama yapıldığı çok açık.
Sacit Hadi Akdede’nin “Kültür ve Sanatın Politik Ekonomisi –Devlet Tiyatroları Örneği” adlı kitabında, işin ekonomik yönü uluslar arası karşılaştırmalarla ele alınmış ve daha çok da mevcut modele eleştirel yaklaşılmış. Kitapta devletin Türkiye’deki gibi tiyatroyu doğrudan kendisinin üretmesiyle, Avrupa, ABD ve diğer ülke örneklerindeki gibi devletin tiyatroya destek vermesi arasındaki farklara yer veriliyor. Piyasanın tiyatro hizmetini istenen miktar ve özellikte üretemediği, yani talep yetersizliği olduğu, bu nedenle özel sektör tarafından kendiliğinden üretilemediği, toplum için önemli ve gerekli olan diğer mal ve hizmetler gibi bu nedenle tiyatroya devlet desteği verildiği belirtiliyor ve “Tiyatro hizmeti pozitif dışsallık yaratan kamusal mal özelliği olan bir hizmet olduğu için destekleniyor” deniyor.
Diğer ülke örneklerinden yola çıkılarak, özel sektöre teşvik vererek tiyatro grupları için maliyetlerin aşağı çekilmesinin hizmetin topluma olan maliyetini azaltmadığı sadece tiyatro grubunun cebinden çıkan maliyeti azalttığı kaydedilen kitapta “Burada toplum açısından istenen durum en az toplumsal maliyetle (özel sektörün maliyeti ve teşvik maliyeti) en çok seyirci sayısını sağlayacak talep ve maliyet eğrilerine ulaşmaktır” deniyor.
Özetle; sorun “daha iyi toplumsal fayda için nasıl bir tiyatro ya da sanat modeli” olsa kimsenin bir şey diyeceği yok. Son dönemdeki tiyatro tartışmaları ise ideolojik gözüküyor.
Yazının Devamını Oku 
30 Nisan 2012
GEÇEN hafta yaşananlar, Avrupa’nın işinin hala çok zor olduğunu, küresel krizi atlatmasının bir hayli sıkıntılı geçeceğini, bir kez daha ortaya çıkardı. Dolayısıyla küresel ekonomi Avrupa’nın yaşayacağı sıkıntılardan ciddi biçimde etkilenmeye devam ederken, Türkiye ekonomisi de, özellikle Avrupa kaynaklı yaşanacak dalgalardan nasibini alacak.
Geçen hafta açıklanan veriler, Avrupa’da ekonomik aktivitenin beklenmedik bir şekilde bozulduğuna işaret ederken, bu da tüm küresel sistemi derinden etkiledi. Kıta Avrupası’nın yanı sıra İngiltere ekonomisi de ilk çeyrekte, beklentilerin aksine, daralarak resesyona girdi. Geçen haftaki verilere göre ABD’de ilk çeyrek büyümesi yüzde 2.2 ile yüzde 2.5’lik beklentilerin altında kalırken, Japonya’da ılımlı toparlanmanın sürdüğü görüldü, Çin’e ilişkin veriler ise ekonominin ilk çeyreğin ardından kademeli büyüme sürecine gireceği beklentilerini iyice artırdı.
Bu gelişmeler yaşanırken, İstanbul’daki toplantıların ardından Ankara’ya uğrayıp, Merkez Bankası’nın brifingini de izleyen ING Bank Baş ekonomisti Rob Carnell, Türkiye Baş ekonomisti Sengül Dağdeviren ile Medya ve Dış İlişkiler Müdürü Buket Okumuş ile bir araya gelerek küresel ekonomi hakkındaki görüşlerini dinleme fırsatım oldu.
Carnell’in Banka için hazırladığı sunumda da, tam da geçen haftayı teyit eder biçimde, özellikle Avrupa’daki sorunların çok uzun süre devam edeceği beklentisi yer alıyordu.
Avrupa Merkez Bankası’nın bankalara 3 yıllık fon enjekte etmesiyle, piyasaların 2012’ye daha güçlü girdiğini hatırlatan Carnell, gelen verilerin ise kırılganlığın devam ettiğini gösterdiğini ve yeniden çatlaklar yaşanmaya başladığını hatırlattı. Piyasaların kısa süre sonra Euro bölgesi çevre ülkelerine tahvillerine yönelik iştahın daha ne kadar devam edeceğini sorgulamaya başlayabileceğini kaydeden Carnell, çevre ülke tahvillerine yeniden satış gelmesi halinde durumun kötüye gitme olasılığının yüksek olduğunu altını çizdi.
Avrupa’nın yakın bir gelecekte nüfus daralması yaşayacağını, bunun da ihracatın artırılmasını çok daha önemli kılacağını kaydeden Carnell, Avrupa’da çalışma yaşındaki nüfusun hızla düşeceğini, bunun da yaşanacak mali sıkıntıların daha da büyük olacağının habercisi olacağını kaydetti.
“Ve kemer sıkma, Sonsuza kadar” başlıklı sunum tablosunda IMF öngörülerine göre 2020’ye kadar genel olarak yüzde 4 bütçe fazlası gerekeceğinin altını çizen Carnell, eğer maliye politikaları bu kadar sıkı olacaksa, bunu telafi etmek için para politikalarının “ultra gevşek” devam etmesi gerekeceğini, bunun da sonsuza kadar düşük faiz anlamı taşıdığını, tabi ki bilerek çarpıcı olsun diye seçtiği bu üslupla, anlatmaya çalıştı.
YATIRIMCILAR ÇEKİNİYOR
Parasal genişlemenin doları düşürmesinin yanı sıra hisse senedi piyasalarını da yukarı ittiğini, bu süreçte tahvil getirilerini de normalde olması gerekenin üstünde tuttuğunu kaydeden Rob Carnell, ufukta 3. bir genişleme programı ise görmediğini söylüyor.
Rob Carnell, enflasyon tehdidini ise “çok sınırlı” olarak tanımlıyor.
Sohbette Avrupa’daki bankaların Haziran sonundaki yeniden sermaye açıklarının kapatılmasına ilişkin beklentilerini ve Türkiye’ye nasıl bir etki yapacağını sordum. Carnell, çok fazla sorun beklemiyor. Zaten herkesin kendi çapında önlem aldığını belirterek, tümüyle sistemi etkileyecek büyük bankalar için önemli bir sermaye açığı doğmayacağını düşünüyor. Çok fazla sorun olacağının görülmesi halinde ise gerekirse uygulamanın erteleneceği görüşünde. Yani Haziran sonunda Avrupa’da, batsa bile sistemi etkilemeyecek bazı küçük bankaların batabileceğini, küresel ekonomiye ya da Türkiye ekonomisine, buradan ek bir yük gelmeyeceğini düşünüyor.
Ancak Carnell’ın da altını çizdiği gibi; Avrupa’daki sıkıntıların de etkisiyle, küresel yatırımcıların gidişattan tedirgin olduğunu ve yeni yatırımlar konusunda çekimser davranacaklarını tahmin ediyor. İşte bu eğilim bizi doğrudan etkileyebilir.
Yazının Devamını Oku 
26 Nisan 2012
MERKEZ Bankası Başkanı Erdem Başçı bugün yeni Enflasyon Raporu’nu açıklayacak.
Piyasalar, son gelişmelerin ardından, bu raporla birlikte Merkez Bankası’nın enflasyon hedefinden revizyon yapmasını bekliyorlardı ama Başkan Erdem Başçı’nın son verdiği mesaj bu hedefin değişmeyeceğini hemen hemen kesinleştirdi.
Başçı hafta sonunda IMF-Dünya Bankası toplantısında yaptığı konuşmada, “Merkez Bankası enflasyon tahminlerini değiştirmektense para politikası duruşunu değiştirmeyi tercih etmektedir” dedi. “Enflasyondaki tepe noktanın bu ay görülmesi beklenmektedir” diyen Başkan Başçı, mayıs ayında enflasyonda önemli bir düşüş gözleneceğini, yılın son aylarında enflasyondaki düşüşün hızlanarak devam edeceğini söylemiş.
Aslında Başçı, o konuşmasında bugün Ankara’da yapacağı toplantıda söyleyeceklerini de bir şekilde özetlemiş diyebiliriz. İç ve dış talep arasındaki dengelenmenin öngörüldüğü şekilde sürdüğünü belirten Başçı, para politikası kararlarının 2013 yılının ortalarında enflasyonun yüzde 5’lik hedefe ulaşmaya odaklanmaya devam edeceğini kaydetmiş. Büyümenin 2012 yılı boyunca ılımlı seyretmesini bekleyen Başçı, cari açıktaki en yüksek seviyenin ise Ekim 2011’de görüldüğünü belirtmiş.
Buradan yola çıkarak piyasalar, 2013 ortasında ulaşılması hedeflenen yüzde 5’lik oranın değişmeyeceğini, bunun yerine hedefe ulaşmak adına daha sıkı para politikası uygulamaları yaşanacağını, daha doğrusu sıkı paranın uzun dönem devam edeceğini beklemeye başladı.
Merkez Bankası yönetiminin, son küresel gelişmelerle birlikte yeniden öz güven kazanmaya başladığını söyleyebiliriz. Euro’nun yeniden güçlenmesi, kurların aşağı gelmesi, son günlerde dünya petrol fiyatlarındaki gerileme Merkez Bankası yönetimine, hedefleri gerçekleştirme konusunda güven veriyor olabilir. Bunun yanında, artık piyasaların da uygulanan politikalara uyum sağladığının gözlenmesi de bu konuda artı bir güven verebilir.
Ancak bence hedeflerin gerçekleşmesinde hala ciddi sorunlar bulunuyor. Bunlardan ilki küresel krizin yeniden kötüye dönme riskinin, hâlâ bulunması. Özellikle ilk yarı sonunda Avrupa’daki bankaların yeniden sermayelendirilmesinde ciddi sıkıntılar çıkabilir ve bu gelişmeler bizi de yeniden etkileyebilir.
Bunun yanısıra siyasi risklerin de bulunduğunu söylemek lazım. Tam iç talep ile dış talep dengelenmeye başladı denirken, kurların fazla aşağı gelmesi, bu kez ihracatı vurabilir. Yanısıra içeride büyüme oranlarının fazla yavaşladığını düşünüp, hükümetin her an genişlemeci politikalara dönme riskinin bulunduğunu da gözardı etmemek gerekiyor.
İHALE KURUMU’NDA ÖZEL SEKTÖR TEMSİLCİSİ KALMADI
Yazının Devamını Oku 
24 Nisan 2012
DÜN Cumhuriyetin 92. Kuruluş yıldönümü için TBMM’de düzenlenen özel oturumu televizyonlardan izleyen çoğu kimse, herhalde bayramı hediye ettiğimiz çocuklarımızın geleceği için kaygı duymuştur. Liderlerin konuşmalarını, ayrımcı söylemlerini, günlük çatışma konularına böylesine özel bir günde bile özellikle girdiklerini görünce, şahsen bu ülkenin geleceği için, çocuklarımızın yaşayacağı ülke için beslediğim kaygım derinleşti.
Tüm dünya sancılı bir değişimin içinde ama Türkiye çok daha özel bir dönemden geçiyor. Hem uluslar arası ilişkiler Türkiye’yi yeni bir yöne doğru itiyor, hem etnik ve dini ayrışmalar derinleşiyor, tüm bunlar da yaşanan küresel ekonomik krizin göbeğinde gerçekleşiyor. Bunlar bile, tek başına bir ülkenin geleceği için kaygı duyulması için yeterli sebepler.
Tüm bunlara ülkeyi yönetenlerin büyük bir hesaplaşmayı, parça parça sahneye koyduğu bir siyasi ortamı eklerseniz, kaygının artması kaçınılmaz oluyor.
Böylesine kaotik bir küresel ortamda, Türkiye’nin bu dönemi kazasız aşması, hatta bu ortamı kendi lehine çevirmesi mümkündü ama olmuyor. Çünkü böyle bir ortamda topyekün halkın refahı ve özgürlüğünü düşünerek, bu vizyonla ortak hareket etmek varken, bilinçli olarak çatışma konuları öne çıkarılıp, toplumsal bütünlüğü önleyen tartışma konuları köpürtülüyor. Önce bunun için gerekli ortam hazırlanıyor, daha sonra “milli irade” kılıfı altında, “halkın talepleri böyle” denerek kişisel ve tarihsel toplumsal hesaplar kesiliyor.
23 Nisan aynı zamanda “Milli Egemenlik” bayramı. Bu nedenle liderler zaten sürekli olarak gündemde tuttukları “milli irade”yi, kendi ideolojileri doğrultusunda, istedikleri gibi tekrar tekrar yorumladılar. Dünkü lider konuşmalarını izlediyseniz, “milli irade” adı altında, aslında nasıl büyük ve tarihi bir hesaplaşmanın sahnede olduğuna şahit olmuşsunuzdur.
Bir çok baba gibi, ben de, çocuğumun ekonomisi sağlam, gelir dağılımı mümkün olduğunca düzelmiş, refahı artmış, kültürel farklılıklarını zenginlik haline getirmiş, bunu kurumsallaştırmış, bireylerin kendilerini güvende ve özgür hissettikleri, tüm dünya ile barışık bir ülkede yaşamasının hayalini kuruyorum.
Sizi bilmem ama, dün izlediğim parti liderlerinin konuşmaları, benim bu hayalimin gerçekleşme ihtimalinin giderek azaldığını gösterdi.
YENİDEN “CİHAN DEVLETİ” OLMAK
Liderlerin konuşmaları çocuklarımızın yaşacağı ülke konusunda beni umutsuz kılarken, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun dünkü gazetelerde gördüğüm bir konuşması, umutsuzluğumu iyice artırdı.
Partisinin Sivas İl Kongresi’nde konuşan Ahmet Davutoğlu, “Eğer milli egemenlik hakim kılınırsa yeniden bir cihan devleti kurmamıza kimse engel olamaz. Bunun için 27 Mayıs’la da, 28 Şubat’la da hesaplaşacağız” demiş.
Şimdi anlıyor musunuz; aslında “milli irade”nin kimsenin umurunda olmayıp, herkesin istediği gibi kullandığı, nasıl içi boşaltılmış, sadece hesaplaşma aracı yapılan bir kavram haline geldiğini. Bakana göre “Komşularla sıfır sorun” da milli iradenin isteğiydi, tüm komşularımızla şu anda yaşadığımız sıcak çatışmaya ramak kalan ortam da yine milli iradenin isteği, son kullanıldığı biçimde “yeniden cihan devleti kurmak” da milli irade isteği...
“Milli irade”nin aslında çocuklarımıza daha çağdaş, daha özgür, daha adil, daha zengin bir ülkede yaşamak için gerekenleri yapmak anlamında tecelli ettirilmesi gerekmez mi? Milli irade diye, seçilmişler böyle istedi diye, çocuklarımızı “cihan devleti” gibi yeni bir boş hayal uğruna, açılacak cihatlarda mı feda edeceğiz?
Türkiye büyük ülke olmalı, olabilir de. Ama küresel gelişme içinde yerini iyi belirleyerek, küresel rekabette öne çıkarak, yapacağı uluslar arası tercihlerinin de katkısıyla, içeride çağdaş bir siyasi ve ekonomik sistem kurarak, büyük ülke olmalı. Çocuklarımız hamasi boş hayallerle beslenen kin ve husumet ortamı içinde değil, kurulacak çağdaş bir sistem aracılığıyla, barış, özgürlük ve refah içinde yaşamayı hak ediyorlar.
Yazının Devamını Oku 
23 Nisan 2012
IMF’nin son küresel ekonomik görünüm raporuyla birlikte Türkiye ekonomisinin dünya sıralamasındaki yerinin değiştiğini de öğrendik. 2004- 2010 yılları arasında milli gelir büyüklüğü açısından dünyanın 17’nci büyük ülkesi olan Türkiye, 2011 yıl sonu itibariyle bir sıra geriledi ve 18’inci büyük ülke konumuna geldi.
Bu çok mu önemli derseniz; bence çok da önemli bir düşüş değil. Ancak Türkiye’nin 2023 yılında, Cumhuriyetin 100. Yılında, dünyanın 10 büyük ekonomisi arasına girme hedefi bulunduğu için, üzerinde epeyce düşünülmesi gereken bir gelişme...
Muhalefet partilerinin yaşanan bu gerilemeyi, hükümete karşı bir eleştiri malzemesi yaptıklarını, ben görmedim. Mevcut iktidar partisi muhalefette olsa ne yapardı bilmiyorum ama mevcut muhalefetin tavrının olumlu olduğunu, ucuz popülizmden kaçındıklarını söyleyebilirim. Zaten 2012 yıl sonu verileriyle Türkiye’nin, önündeki Hollanda’yı geçip, yeniden 17’nci sıraya çıkma ihtimali de bir hayli yüksek.
Bir sıra gerilemek çok önemli değil ancak bu veri üzerinden, 10’uncu büyük ülke hedefinin yeniden tartışılması gerektiği açık. Bu hedefe gerçekten ulaşılması isteniyorsa, nasıl ulaşılabileceğini dair yeni çalışmalara, yeni bir vizyona ihtiyaç duyulduğu gözden uzak tutulmamalı. Belli bir plan olmadan, mevcut günü kurtarma politikalarıyla bu hedefe ulaşmak mümkün değil. Bu planı yapacak nitelikte yöneticiler var mı derseniz, bilmiyorum...
Yıllardır söylediğimiz gibi; Türkiye ekonomik altyapısında var olan tüm sorunları ciddi biçimde masaya yatırıp, biran önce yapısal reformlarını yapmak, ekonomik dengesizliklerini gidermek zorunda. Sıcak para politikasıyla olmayacağını gördüğümüz, kalıcı ve istikrarlı büyümeyi yakalamak, bunun için üretim altyapısını, tasarruf sistemini 2023 hedefine göre yeniden oluşturma ihtiyacı çok açık.
Daha geçen gün açıklanan yeni teşvik sistemini gördük; bu teşvik sistemi mi bizi 2023 yılında dünyanın 10’uncu büyük ülkesi yapacak? Sadece cari açığı önleme amacı taşıdığını gördüğümüz ama bu hedefi karşılayabileceği bile şüpheli bir teşvik sistemi, sanki tüm sorunlarımızı çözecekmiş gibi lanse edildi. Ölçek ekonomisini bile gözetmeyen bu teşviklerle sanki üretim patlaması yaşayacağız, hem de bunu neredeyse tümüyle yerli kaynaklarımızla yapacakmışız gibi bir hava oluşturuldu. Kimse, henüz yasal altyapısı bile olmayan, bu teşvik sisteminin ardında, Türkiye’yi önümüzdeki 20-30 yıllara taşıyacak, genel bir küresel vizyonu gördüğünü söyleyemez. Çünkü yok...
ÇİN MODELİYLE OLURUZ DA...
Türkiye’nin, ekonomisinin, yönetiminin asıl sorunlarından birinin “nitelik” olduğunu, giderek daha fazla görüyoruz. Sayısal olarak her şey büyüyor, fazlalaşıyor ama içi dolu değil. Türkiye’yi, ekonomisini, halkını ileriye taşıyacak bir çoğalma değil.
Oy oranları çoğaldıkça da, bu oyların halkın uzun vadeli çıkarlarını gözetecek bir sistemden ülkeyi uzaklaştırdığını, çağdaş ekonomik ve siyasal sistemleri unutturduğunu görüyoruz.
Ekonomiyle doğrudan ilişkisi yok gibi duruyor ama son üniversite giriş sınavında boş çıkan soruları gördüyseniz, nitelikle ne anlatmak istediğimi daha rahat anlarsınız. Aynı şekilde İBB Tiyatrosu’nda yaşanan fiyaskoyu, bunun için ilgili Bakanın “Sanatçılarımız da oyunlarda siyasi konulara girmesin, cinsel göndermeler yapmasın, yapınca işte sonu böyle oluyor” anlamına gelecek sözlerini okuduysanız, çağdaşlıktan niye söz ettiğimi anlayacaksınız.
Bunların hepsi aslında ekonomiyle ilgili, Türkiye’nin 2023 yılında dünyanın 10. büyük ülke olma hedefiyle, vizyonuyla ilgili çarpıcı güncel örnekler. İçi boş, evrensel standartlara uymayan, göstermelik anlayışlarla büyük ve çağdaş bir ülke olmamız mümkün değil. Aslında çağdaş modeller yerine Çin modeli gibi; ucuz emek üzerine kurulu, insan hak ve özgürlüklerinden yoksun bir modeli seçerseniz, 10’uncu ülke de olunabilir. Niye olmasın?
Sadece üç-beş bin kişinin refahı ve özgürlüğünü gözeten, geniş halk kesimlerinin faydalanmadığı bir ekonomik büyüme istiyorsanız, olur...
Yazının Devamını Oku 