Ernst & Young‘ın 2012 Küresel Yolsuzluk Anketi sonuçları, önceki gün Kurumun Bölüm Lideri Dilek Çilingir tarafından açıklandı. Yapılan ankete göre, iş kaybetmemek veya yeni iş almak için nakit rüşvet verebileceğini belirten yöneticilerin oranı 2010’da dünyada yüzde 9 iken, 2012’de yüzde 15’e yükseldi. Türkiye’de ise aynı oran iki yıl önce yüzde 4 iken, yeni anket sonuçlarına göre yüzde 16’ya çıktı. Yani Türkiye’de 2 yıl önce bu eğilim dünya ortalamasının yarısı bile değilken şimdi ortalamanın bile üzerine çıkmış durumda. Bu da tüm dünyada artsa da, Türkiye’deki rüşvet artışının katlanarak büyüdüğünü ortaya koyuyor.
Ciro artış hedefini yakalama baskısıyla ilke ve yasalara uygunluğun göz ardı edilebildiğini belirten yönetici sayısında hem küresel sonuçlarda, hem Türkiye sonuçlarında artış gözlemlendiği kaydedilen raporda, rekabet şartlarının iş etiğine aykırı davranış ve uygulamalar ile bozulduğuna dikkat çekildi. Ankete katılanların üçte birinden çoğunun, ülkelerinde yolsuzluğun yaygın olduğuna inandığı, bu oranın hızlı büyüyen ülkelerdeki yöneticiler arasında çok daha yüksek olduğu, örneğin bu oranın Brezilya’da yüzde 84, Endonezya’da yüzde 72, Türkiye’de yüzde 52 olduğu belirtildi. Mali tablolarda usulsüzlüğün birçok ülkede önemli bir risk unsuru olarak varlığını koruduğu, Uzakdoğu’daki yöneticilerin yüzde 15’inin mali performans hakkında yanlış bilgi vermenin savunulabileceği görüşünde oldukları da, ortaya çıkan sonuçlar arasında.
Bunun en önemli sebeplerinden biri elbette yaşanan küresel kriz. Rekabet ortamının bozulmasında her zaman krizlerin çok önemli etkisi oluyor. Bir TV kanalında röportajını izlediğim Dilek Çilingir, krizi asıl sebep olarak saydıktan sonra “Belki de yöneticiler bu kez biraz daha açık yanıt da vermiş da olabilirler” diyordu.
Eğer anket yöntemleri değişmediyse, böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Bence büyüyen, otoriter karakteri ağır basan gelişmekte olan ülkelerin etik ilkelerin bozulmasında çok önemli bir rolü var. Çin, Rusya gibi ülkelerin dünya ticaretindeki etkilerinin artması, geleneksel kapitalist etik kurallarını da bozuyor. Yani iş alırken her yolu mübah gören, bunun için devlet desteğini arkasına alan büyük Doğu şirketleriyle yarışa giren Batı’lı şirketlerin de ahlakı bozuluyor olabilir. Elbette Batı şirketlerinin etik ve ahlaki kuralları, gerçekten rekabet ortamı olup olmadığı tartışılabilir ama demek istediğim; yerleşik etik kurallar bozuluyor.
TÜRKİYE’DE BAĞIMSIZ KURUM GERÇEĞİ
Türkiye’deki rüşvet eğiliminin bu kadar hızlı artmasının yani zaten adil olmayan rekabet ortamının iyice bozulmasının nedenlerine gelinc... Belki de Batı yerine kastettiğimiz devlet destekli Doğu şirketlerinin son yıllarda daha fazla iş almaları bir neden olabilir. İktidardaki otoriter eğilimin artması da körüklemiştir bizdeki rüşveti, kim bilir?
Peki, bu yıl cari açıkta sağlanan başarının nedeni ne?
Nedeni açık; ekonomide yavaşlama süreci yaşanıyor, geçen yıla kıyasla TL daha değersiz ve iç talep geçen yıla göre daha düşük düzeyde.
TL’deki değer kaybı doğal olarak ihracatta artışa neden olurken, aynı zamanda iç talebin kısılmasına neden oluyor. Bununla birlikte, kredilere sınır gibi iç talebi düşük tutacak önlemleri de uygulamaya koyup, yine memur-işçi maaş zamlarını düşük tutarak talebi kısarsanız, sonunda cari açık da düşmeye başlıyor.
Geçen yıl gündeme gelen “iç talep ile dış talep arasındaki dengelenme” de, bu sayede sağlanıyor. İhracat artarken, azalan iç talep nedeniyle iç satışlar düşüyor denge oluşuyor.
IMF temaslarının bu kez fazla haber olmamasının ardında elbette Türkiye’nin küresel krize rağmen başarılı sayılabilecek ekonomik performansı ile dünyanın bir yangın yerine dönmesi, Türkiye’nin sorunlarının bu karmaşa içinde küçük kalmasının rolü büyük.
IMF ziyaretiyle ilgili aklımda kalan neredeyse tek haber, Heyetin renkli kişiliğiyle bilinen, ünlü, son dönemdeki konut sektörünün simge isimlerinden biri olan müteahhit ile şirketinin önünde çektirdikleri fotoğraf ve altyazısı idi. Heyetin özellikle resmi temasları hakkında neredeyse hiçbir haberin çıkmaması ise bir yandan IMF’in Türkiye için öneminin ne kadar azaldığını gösterirken, öte yandan gazeteciliğin her alanında olduğu gibi ekonomi basınında da merakın azaldığını, bunun yanında sadece basının değil, IMF dahil tüm kesimlerin belirli bir hizaya çekildiği ve bunun artık kanıksandığının göstergesi gibi geldi bana...
Peki, IMF’in 4. Madde konsültasyonu yani yıllık değerlendirmesi için gelen Türkiye Heyeti, şimdiye kadar böyle bir ihtiyaç duymazken, neden şimdi simge bir müteahhidi ziyaret etmiştir. Müteahhit bu ziyareti yine halkla ilişkiler aracı haline getirmiştir ama acaba Heyet yapılan görüşmede neler sormuştur, ne yanıtlar almıştır ve Heyet bu yanıtlardan acaba tatmin olmuş mudur?
Acaba bu kez bir müteahhidin ziyaret edilmesinde, sat-yapçılığın gelmiş olduğu boyutlar, sektörün dış borçlanmasında bir sıkışıklığın yaşanıp yaşanmayacağı, bu yıl sektörde yaşanan gerilemenin boyutları, 2 B ve mütekabiliyet yasasının sektörü kurtarıp kurtaramayacağı, yavaşlayan iç talep ve konut kredilerinin bir kırılmaya neden olup olmayacağı, sektörün riskleri, bu risklerin kimlerin üzerinde yoğunlaştığı gibi kritik soruların yanıtları aranmış mıdır?
Siyasi çatışmaya rağmen ekonomide işbirliği oluşumu birbiriyle çelişiyor ama demek ki istenince oluyor.
Bu işbirliğinde elbette Vali Cahit Kıraç ile Büyükşehir belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun kentin çıkarları için bir araya gelmesinin, özel sektör temsilcilerinin bu uzlaşmaya katılmalarının, yani kişilerin rolü büyük. Bu işbirliğinin oluşumunda İzmir’in EXPO adaylığının uygun bir zemin hazırladığını söylemek gerek. EXPO için oluşmaya başlayan işbirliğinin, kentin tüm ortak menfaat alanları için sürdürülüyor olması ise bence, bundan sonraki yöneticilerin de artık değiştirmekten çekinecekleri işbirliği ortamının kurumsallaşması açısından, yani ilerisi için önemli olacak.
Bu işbirliği ortamının oluşmasında bence en önemli rollerden biri İzmir kalkınma Ajansı (İZKA) ya ait. Kalkınma ajansları, yıllardır konuştuğumuz, sonunda AB’nin zorlamasıyla, AB kaynaklarının kullanımı için hayata geçirilen bir model. Bence bu modelin sadece kentin ya da bölgenin ihtiyacı olan kalkınma projelerine destek vermenin ötesinde, kent ya da bölgenin karar alıcılarını bir araya getirip, ortak menfaatler için gereken uzlaşma ve işbirliği zeminini hazırlamak açısından çok önemli bir rol oynayabileceğini, İzmir örneğinde çok iyi görüyoruz.
Kalkınma Ajanslarında Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı Vali yapıyor ama Belediye Başkanları ile yerel oda ve borsa temsilcilerinin de yönetimde bulunmaları, zaten bu işbirliğinin oluşturulması için uygun koşulları hazırlıyor. Ancak kişiler bu noktada da öne çıkıyor ve eğer istenilmezse, bölge ye da kentin ortak çıkarları bir yana bırakılıp, çekişmelerin sürdürüldüğü bu nedenle de proje ve iş üretilemediğine şahit oluyoruz. Bu nedenle İZKA, diğer kalkınma ajanslarına, neler yapabileceğini göstermesi açısından, güzel bir örnek oluşturuyor.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, enflasyon Mayıs ayında tüketici fiyatları bazında, TÜFE’de yüzde 0.21 gerilerken, üretici fiyatları bazında, ÜFE’de yüzde 0.53 oranında yükseldi. Piyasa beklentisi TÜFE’nin yüzde 0.3 oranında artacağı yönündeydi.
Mayıs ayı rakamlarıyla birlikte, uzun süredir çift hanede seyreden yıllık enflasyonun yeniden tek haneye inmesi zaten bekleniyordu ama bu kadarı beklenmiyordu. Yıllık bazda TÜFE fiyatlarındaki artış yüzde 8.28’e gerilerken, yıllık ÜFE yüzde 8.06 oldu.
Bu olumlu gelişmeye rağmen enflasyon konusunda umutlanmak için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Çünkü geçen yıl Haziran ve Temmuz aylarında tüketici fiyatlarında önemli gerilemeler olmuştu ve bu yıl aynı düşüşleri bulmak bir hayli güç. Dolayısıyla baz etkisi nedeniyle önümüzdeki ay enflasyonun yeniden çift haneye çıkması, yani yüzde 10’n üzerinde gerçekleşme ihtimali bir hayli yüksek. Aynı şekilde Temmuz ayı sonu itibariyle de çift hane büyük ihtimalle devam edebilir.
Buna karşılık geçen yılın son aylarındaki yüksek oranlı fiyat artışlar nedeniyle, yıl sonunda enflasyonun yeniden tek haneye inme ihtimali de bir hayli yüksek görünüyor.
Peki, yeni bir genişleme paketi çıkarsa işler düzelecek mi derseniz; bence herkes de görüyor ki parasal genişlemelerle bu iş çözülmüyor. Küresel kriz başladığında örnek verilen Japonya gibi, belli ki çok radikal kararlar alınmazsa, bu iş sürüncemede, yıllar boyu devam edecek.
Piyasalar da genişleme ile sorunun çözülmeyeceğini biliyor ama bu genişlemeden faydalanıp karlarını devam ettirmek için bu yola girilmesi için bastırıyorlar. Bence karar alıcılar da yeni genişleme paketinin çözüm olmayacağını çok iyi biliyor ama neredeyse tüm gelişmiş ülkelerde yaşanan seçim süreçleri, günü kurtarma çözümlerini öne çıkardığı için, genişleme kararlarının alınma ihtimali kuvvetleniyor.
Mayıs ayı piyasalar açısından kötü bir aydı. Risk alma iştahının azaldığı, riskli aktif fiyatlarının yeniden gerilediği bir ay yaşandı. Haziran ayında da benzer bir sürecin devam etmesinden büyük kaygı duyuluyor.
Yunanistan’da gelecek hafta yapılacak seçimler, küresel piyasanın yakından izlediği bir süreç. Seçimden Euro birliğinden Yunanistan’ın çıkışını getirecek bir siyasi tablo çıkması halinde, piyasalardaki bozulmanın derinleşeceği kesin. Bu takdirde zaten büyük sıkıntı yaratan İspanya bankalarına ilişkin korkular daha da büyüyecek. Bir başka deyişle sadece Yunanistan’ın Euro’dan çıkması tehlikesi değil, tüm Euro birliğinin dağılması konuşulmaya başlayacak. Piyasalarda son dönemde bu yöndeki korkuların arttığını kesinlikle söyleyebiliriz.